Kayıp bir mesnevi şerhi: Gülzâr-ı Hakikat – Fatma Zehra

A+
A-

Kayıp bir mesnevi şerhi: Gülzâr-ı Hakikat

Fatma Zehra

Her kırmızı gül bizim kanımızın yardımındandır.

Mevlâna

Aşkın ve âşıkların sultanı Mevlâna (k.s.),”aşk”a ve “hakikat”e doğru çıktığı yolculuğa tüm ihtişamıyla ayna tutan eseri Mesnevî’si ile asırlar boyunca ruhlarımıza hakikat damlaları taşıyan bir şifa ırmağı oldu. O coşkun ırmağa her asırda yolu düşen yolcular ise onun coşkunluğu ve büyüklüğü karşısında hayranlık duygularını gizleyemeyip hayatlarının kalan kısmını o ırmağın şifalı suyu ile beslenerek geçirdiler. Hasılı masivada yapılan yolculuğun rotasını “aşk”a çeviren bir kılavuz oldu Mesnevî ırmağı…

Aşk ırmağında benliklerini yıkadıktan sonra bu hayat kaynağını insanlığa tanıtmak isteyen nice gönül eri ise, yaptıkları  Mesnevî şerhleri ile bizi aşkın, aşkınlığın ve metafiziğin doruklarında gezdirdiler.

Tarihten günümüze kadar bizleri aşkın engin denizinde gezdiren Mesnevi için büyüklü küçüklü, çok farklı özellikleri haiz çeşitli şerhler yazıldı/yazılıyor. Geçmiş asırlarda yazılan şerhlerin birçoğu araştırmacılar tarafından keşfedilerek tarihin tozlu raflarından indirildi, istifademize sunuldu. Ama araştırmacıların gözünden ve gönlünden kaçan bir şerh var ki ismiyle müsemma tam bir “Gülzâr-ı Hakikat’.

Bu yazıda bir Mesnevi hikâyeleri seçmesi/şerhi olan Gülzâr-ı Hakikat’den ve onun yazarı olan Fazlullah Rahîmî’den söz açacağız. Ve bu tarihin arka sayfalarında unutulmuş müellifin Mesnevî ufkuna kısa bir yolculuk yapacağız…

İlk önce müelliften yani Fazlullah Rahîmî’den başlayalım… Fazlullah Rahîmî’nin hayatı, bugüne kadar açıklığa kavuşturulamamıştır. Ama titiz bir araştırmanın sonunda bize Rahîmî hakkında fikir verecek birkaç hatıraya ve bilgi kırıntısına sahip olabildik.

Rahîmî’nin biyografik bilgileri elimizde bulunmamasına rağmen Abdülbaki Gölpınarlı’dan kendisinin, -zamanının- Melami ve Hamzavî kutbu olan Seyyid Abdülkadir Belhî Hazretlerine müntesip olduğunu öğreniyoruz. Bu bilgiyi doğrulayan bir başka nokta ise Osman Kemalî Efendi’nin, eserinde Belhî’ye intisap etmesine Fazlullah Rahîmî isimli dostunun vesile olduğunu ve Rahîmî’nin de bu zata bağlı olduğunu(1) yazmış olmasıdır.

Rahîmî’nin matbu iki eseri bulunmaktadır. Bunlar yazımıza konu olan Gülzâr-ı Hakikat ve Kerbela vakasının anlatıldığı Gülzâr-ı Haseneyn isimli eserlerdir. Bu kitapların başına yazdığı mukaddimelerden anladığımız kadarıyla Rahîmî, Osmanlı’nın son dönemlerinde yaşamış bir mutasavvıftır.

Asım Köksal’ın biyografisini yazdığı kitaptan alıntılayacağımız bir hatıra Rahîmî’nin Mesnevî ve tasavvuf konusunda işin ehli olduğunu gözler önüne seriyor:

“(Asım Köksal’ın şeyhi) İbrahim Edhem Efendi, gençliğinde Mesnevî’yi okumayı çok istemiş, bunu kendisine okutacak ehil insanlar aramıştır. Ancak başvurduğu âlimlerden hep: “Mesnevî bir ummandır, onu biz layıkıyla okuyup anlayamıyoruz. Sana nasıl okutalım?” cevabını alır. Edhem Efendi bunun üzerine: “Yâ Rab! Eğer bana Mesnevîyi okutacak kimse kalmadıysa, Sen öyle birini yarat!” diye dua eder.

Bu sıralarda, Ankara mal müdürünün kayınpederi olan Fazlullah Rahîmî isimli bir zat misafir olarak (Edhem Efendi’nin memleketi olan) İskilip’e gelir. Oradaki tanıdıklarına, İskilip’te bildikleri bir şeyh olup olmadığını; eğer varsa kendisini ona götürmelerini söyler. “Şurada bir Rufaî şeyhi var!” diyerek birisine giderler. Şeyhin tekkesinde izzet ü ikram görürler, sofralar açılıp yemek yedirilirler. Oradan ayrılırken Fazlullah Rahîmî: “Bu yeme içme şeyhi! Bana hakiki adam lâzım! Başka bildiğiniz var mı?” der. “Falan Nakşi şeyhi var!” derler. O şeyhi ziyarete giderler, aynı şeyler olur ve Fazlullah Rahîmî aynı sözleri söyler. Böyle birkaç yere gittikten sonra: “Buralarda bir genç var, tasavvuf yolunda buralarda ondan başka bildiğimiz kimse kalmadı.” derler. Fazlullah Rahîmî: “Beni ona götürün!” der. Efendi’nin evine gelirler.

Edhem Efendi’nin evinin kapısı çalındığında içeriden kapının ipi çekilir, misafir aşağıdan açılan kapıdan yukarı çıkarmış. Fazlullah Rahîmî yukarı doğru çıkarken Edhem Efendi kimin geldiğine bakmak için aşağı doğru eğilir; Fazlullah Rahîmî yukarı baka baka merdivenleri çıkar. Efendi’yle karşı karşıya geldiğinde onu tepeden tırnağa kadar süzer; iki elini sonuna kadar açarak: “Oooh! İşte ben böylesini arıyordum!” diyerek Edhem Efendi’ye muhabbetle sarılır.

Bir süre görüşüp konuştuktan sonra Fazlullah Rahîmî, Edhem Efendi’ye: “Ben, sana Mesnevî okutmaya memurum; yalnız bana asla itiraz etmeyeceksin! Hiçbir izahıma mukabelede bulunmayacaksın!” der. Efendi memnuniyetle kabul eder.

Okumaya başlarlar. İlk başlarda Fazlullah Rahîmî’nin beyitleri şerh ederken verdiği mânâlar, Efendi’nin hiç içine sinmez, hep itiraz edesi gelir, kendini zor zapteder. Fakat zaman geçtikçe bu mânâlara kalbi yatışır, ruhu alışır. Bu minval üzere aradan altı ay geçer. Bir gün, bir beyit hakkında: “Efendim, buna acaba şöyle de bir mânâ verilebilir mi?” demesiyle birlikte Fazlullah Rahîmî birdenbire susar, öylece kalır ve: “Tamam! Artık benim vazifem burada bitti!” der. Edhem Efendi’nin: “Aman efendim, ben öyle demek istememiştim!” gibi çabaları sonuç vermez ve Mesnevî dersi nihayete erer.

Ayrılık vakti geldiği zaman, Fazlullah Rahîmî, Edhem Efendi’ye şunları söyler: “Oğlum! Ben bu asırda yaşamış beş büyük veli ile görüştüm: Bunlar Ahmed Ziyâeddin Gümüşhânevî, Seydişehirli, [İki isim daha sayar] ve beşincisi de sensin! Sen zamanının Ferîd’i olacaksın! Tuttuğun bu yolun en yüksek mertebesine ulaşacaksın!”

İbrahim Edhem Efendi, Fazlullah Rahîmî hakkında şu sözleri söylemiştir: “Ben hayatımda, içi ve kalbi onun kadar nur dolu bir zat görmedim! Âdeta vücuduna nurdan kazıklar çakılmış, sıkıştırılmış gibi idi.”(2)

Mesnevî konusunda ne derece ehil bir zat olduğunu bu hatıradan da az çok anlayabildiğimiz Rahîmî’nin şimdi de şerhine kısa bir yolculuk yapalım.

Gülzâr-ı Hakikat, Rahîmî’nin, Mesnevî de geçen hikâyelerden bir seçme yaparak, seçtiği hikâyeleri şerh ettiği üç ciltlik bir eserdir. Eser, sade bir dille kaleme alınmış olup birinci cildinde bir mukaddime ve 42 hikâye yer almaktadır. İkinci cildin başında birinci cilt yayınlandıktan sonra bazı çevrelerde yapılan eleştirilere cevap mahiyetinde bir mukaddime bulunmaktadır. Daha sonra Mesnevî’de geçen Hz. Ali’nin savaş esnasında yüzüne tüküren düşmanı affetmesi hikâyesi anlatılmakta ve ardından Rahîmî’nin ehl-i beyt sevgisine binaen ehl-i beyte mensup kişilerin hal tercemeleri ile Cemel, Sıffin vakaları kendisinin ifadesi ile “teberrüken” aktarılmaktadır. Müellif daha sonra Mesneviden seçtiği 36 hikâyeyi önceki ciltte olduğu gibi şerh etmeye devam etmektedir.

Burada şunu hatırlatmakta fayda var: Rahîmî’nin ehl-i beyte olan sevgisini Mesnevî şerhinde izhar etmesi belki kimilerince kitabın ruhuna aykırı görülebilir. Hatta kimileri Gölpınarlı gibi eserin kıymetini tamamen görmezden gelerek, kitabın tamamen bu hal tercemelerini aktarmak maksadıyla yazılmış bir propaganda kitabı olduğunu(3) öne sürebilir. Lâkin bu kanaat çok yersiz ve mesnetsiz olacaktır. Zira bin küsur sayfalık bir eserin sadece 100 sayfasının Mesnevîde geçen bir Hz. Ali menkıbesinden yola çıkılarak ehli beytin hal tercemesine ayrılması sadece müellifin, ehli beyte özel bir muhabbet duyduğunu gösterir. Ne hikâyeler şerh edilirken ne de hal tercemeleri ve Cemel, Sıffin savaşları akatarılırken Şia yanlısı bir dil kullanılmamış olması ve bu bölümlerde her şeyin ehli sünnet inancına muvafık olması bu kanaatleri tamamen çürütmektedir.

Üçüncü ciltte ise Sultanü’l Ulema Bahaeddin Veled, Mevlâna Celaleddin Rûmî, Şems-i Tebrizî, Hüsameddin Çelebi, Selahaddin-i Zerkubî, Sultan Veled gibi Mevlâna’ya etki eden ve ondan etkilenen yakınlarının hal tercemeleri aktarıldıktan sonra yine Mesnevî’den seçilmiş 55 hikâye şerh edilmektedir. Üçüncü cilt, Rahîmî’nin kendisine yardımlarından dolayı Mevlâna’nın soyundan gelen Abdülhalim Çelebi’ye teşekkür yazısı ile son bulmaktadır.

Eserin birinci ve ikinci cildi, Mekteb-i Tıbbiyye-i Askeriye matbasında hicri 1328 tarihinde basılmıştır. Üçüncü cilt ise h. 1329 tarihinde yine aynı matbada basılmıştır. Dili, sade bir Osmanlı Türkçesidir.

Eserin mukaddimesinde Rahîmî eserini kaleme alış sebebini şöyle açıklıyor: “Âvân-ı şebabetimde Mesnevî-i Şerifin ebyatını (beyitlerini] kendi kendime birşive-i şevkle okurdum. Elbise-i elvan içinde mestur, o arûs kâinatın içinde havi olduğu hikâyat-ı hikemiyyesini okuyarak neşe-yâb olmakda iken vakit vakit bu haber-i hayrîyi hâtır-ı hakîre getirirlerdi ki: “Mesnevî-i Şerif’ten yalnız havvas ümmet istifade ediyor, avam istifade edemiyor. Kelamü’l kâmil umuma şamildir. Umum müstefid olsunlar. Binaen aleyh avam, havvas, herkesin anlayacağı derecede hikâyat-ı müntehıbiyyeyi (seçme hikâyeleri) himmetleriyle ve şerhlerin yardımı ile açık Türkçeye tefsiren tercüme ve tertib etmiş idiysem de, bundan akdem (önceki) zamanın, halin adem-i müsaadesinden (durumun müsait olmamasından) dolayı umuma faide-bahş olacak şu eser-i hayrın tab’ına, neşrine bir türlü muvaffak olamamış idim. Elhamdülillah “şu zaman-ı hürriyet” (Meşrutiyetin ikinci defa ilânından sonraki zaman kastediliyor) her nevi eser-i nâfi’nin tab’ına, neşrine müsait olduğu ve bu bâbda bazı yârân-ı şevk-urande bize yâr ve yardımcı bulundukları cihetle bilutfi perverdekâr, ve bihimmet-i hûdavendigâr bu kere bu “Gülzâr-ı Hakikaf’in tab’ ve neşrine ictisar (cesaret) edildi.”

Ve yine mukaddimenin bir başka kısmında Rahîmî şöyle diyor: “Hulasa-i kelam: Eğer ihya olmak yolunu bulmak isterseniz, şu “Gülzâr-ı Hakikaf’i, Mesnevî-i Şerif hikâyelerin i çeşm-i hakikatle mütalaa edelim vesselam. Yalnız suret-i hikâyeye de hasr-ı zihin edilmemeli. Kıssadan hisseye intikal etmeli. Çünkü Cenab-ı Pîr Efendimiz Kıssa-i Meryem’de “Maksat hikâye söylemek değildir, kıssadan maksut hisse almaktır, hikâyenin suret-i nakşına bakılmamalı.” buyurmuşlardır.”

Birinci cildin sonundaki sonsöz mahiyetindeki Arz başlıklı yazıda Rahîmî şöyle demektedir: “Bu üç cilt hikâyât-ı müntehıbe (seçme hikâyeler) neşr olunduktan sonra Cenab-ı Allah, ömür ihsan eder ve Hazret-i Pîr Efendimiz de (Mevlâna) himmet ve müsaade buyururlarsa Mesnevî-i Şerif’in tertib-i aslîsi üzere gerek hikâyelerinin ve gerek hakayıkının (hakikatlerinin) sırasıyla ve şive-i zamana göre aynen tekmil tercümesi “Firdevs-i Fukara” namında bir eser-i a’cezîyi takiben tab’ ve neşr edileceği arz olunur.”

Müellifin basılmış böyle bir eserine kütüphanelerde şimdiye kadar rastlamadığımıza göre ya böyle bir eser vücuda getiremeden vefat etmiş ya eseri yazmış ama neşrettirememiş ya da bir maniden dolayı eseri kaleme alamamış olmalıdır. Her halükârda bize, kendisinden böyle bir eser kalmamış ve biz şu anda ancak bu Mesnevî seçme/şerhini mütalaa edebilmekteyiz.

İkinci cildin başında ise Rahîmî kendisine birinci cilt yayınlandıktan sonra yöneltilen eleştrileri şu şekilde cevaplıyor: “Bazı mekadir (kadir-kıymet) bilmeyenler, birinci cildin yaprağı az, esmanı (ücreti) çok derler imiş. Cenab-ı Pîr gül-gülzar satıyor, yaprak satmıyor, inci satıyor, sadef satmıyor. Dâne satıyor, saman satmıyor. Ey ihvan! Bu Gülzâr’a vereceğiniz para, alacağınız manevi mücevhere nisbetle adi bir boncuk gibidir. Boncuk veriniz mücevher alınız. Kokusuz bir gül veriniz, güzel kokulu bir “gülzâr” alınız.” Görüldüğü gibi müellif kendisine yöneltilen eleştiri oklarını da cevaplamaktan geri durmamıştır.

Rahîmî’nin eseri için Gülzâr-ı Hakikat ismini seçmesi de gayet manidardır. Gülzâr kelimesine lügatlerde, gül bahçesi, gül tarlası, gül ağaçlarının çok olduğu mahal, anlamı verilmektedir. Rahîmî de hakikatin gül bahçesi anlamına gelen bu terkibi kullanarak Mevlâna’nın her bir hikâyesinin bir gül kadar canlı, rayihalı ve ruha can veren bir tesire sahip olduğunu dolaylı bir şekilde de olsa okuruna duyumsatmak istemiş olmalıdır. Ayrıca gül metaforunun aşkın remzi olduğu hatırlanırsa okuyanı, İlâhî aşka ve hakikate ulaştıracak Mesnevî’nin şerhine de Gülzâr-ı Hakikât isminin konulmuş olması gerçekten muvafık görünüyor.

Bu minvalde Mithat Bahari Beytur’un Mesnevî Gözüyle Mevlâna isimli eserindeki şu bölüm akıllara geliyor: “Daima onun (Mevlâna’nın) bülbül dili, bütün irfan gülistanlarında gezer, binlerce gül ağacının bir dalından öbürüne uçar, konar, dem çekerdi…

Mübarek vücudunun damarlarında dolaşan o kanlarda aşk gülistanlarının hayat feyzi vardır, ateş gibi kırmızı güller açar ve o güllerden yayılan güzel kokular, âşık gönüllere ilahi bir şarabın zevkini sunar.”(4)

Evet, Mevlâna bütün eserleri ile bilhassa da Mesnevîsi ile âşık gönüllere kendi kanından, canından oluşturduğu iksiri sunmakta ve Rahîmî de kendi istidadına sunulan bu kadehteki ilahî sırları Gülzâr-ı Hakikatde bizimle paylaşmaktadır. Bize ise, Mevlâna’nın kanının yardımıyla renklenen gülleri, Rahîmî’nin istifademize sunduğu eserinden dermek kalmaktadır…

DİPNOTLAR

1 İrfan Sızıntıları, Osman Kemali, Haz. Baha Doğramacı.

2 Peygambere Adanmış Bir ömür M. Asım Koksal, A. Cüneyd Koksal, Kaynak Yayınları.

3 Mevlana’dan Sonra Mevlevilik, Abdülbaki Gölpınarlı, inkılap Kitabevi.

4 Mesnevi Gözüyle Mevtana, Mithat Bahari Beytur, Kırkambar Kitaplığı.

Yedi İklim Dergisi – Mevlana Özel sayısı