KARAHİSAR ÇELEBİLERİ – 3) Dîvânî Mehmed Çelebi

A+
A-

Betül SAYLAN*

SEFÎNE-İ NEFÎSE-İ MEVLEVİYÂN’DA BAHS OLUNAN DİĞER ÇELEBİLER

3) Dîvânî Mehmed Çelebi (d. 844 h./1440 m. – ö. 936 h./1530 m.)

Abâpûş- ı Bâlî’nin oğlu olan, 844 h./1440 m. târihinde Karahisar’da dünyâya gelen Mehmed Çelebi, farklı nedenlerle birçok lakapla anılmıştır. Kaynaklarda genellikle “Semâî”, “Dîvânî” ve “Dîvâne” lakapları karşımıza çıkmaktadır.7120 Abâ-pûş-ı Bâlî Çelebi’nin, Mehmed Çelebi’den başka, iki evlâdı daha bulunduğu; ancak bu çocukların, 857 h./1453 m. târihinde, büyük bir vebâ salgını esnâsında vefat ettikleri rivâyet edilmektedir.791

Mehmed Çelebi’nin doğumundan önce, Denizli Mevlevîhânesi şeyhi Ahmed Fânî Dede’nin (ö. 898 h./1462 m.), Denizli Vakıf Köyü imamı olan Mesnevîhan Fenâyî Dede’nin (ö. 925 h./1519 m.) ve Fenâyî  Dede’nin  talebelerinden  Derviş  Şeydâ’nın Abâpûş-ı  Bâlî Çelebi’yi ziyârete geldikleri ve Fenâyî Dede’nin bu ziyâret esnâsında Hz. Mevlânâ’nın Dîvân-ı Kebîr’inde yer alan;

یار در آخر زملن کرد طرب سازی
باطن او جد حد ظاهر او بازی

[Sevgili son zamanda zevke, neş’eye,  çalgıya düştü. İşi çalışıp çabalamanın ta kendisi,  dış görünüşü ise oyunbazlık âdetâ ] 792 beyitini okuyarak Mehmed Çelebi’nin doğumun müjdelemiştir. Fenâyî Dede’nin, Mehmed Çelebi’nin doğumundan 3 ay sonra da, bebeği ziyârete gelip ayaklarını öptüğü, cezbelenerek semâ ettiği ve bebeği kucaklayarak “Bu temiz sülâlenin ismi Hüdâvendigâr Muhammed’dir. Bakınız bu yavruya ne kadar asil, şerefli, mecîd” dediği ve ismini “Muhammed/Mehmed” koyduğu rivâyet edilmektedir.793

Denizli Vakıf köyü imâmı olan Fenâyî Dede’nin, Mehmed Çelebi 5 yaşındayken, 844 h./1440 m. târihinde Karahisar’a gelerek Mehmed Çelebi’nin eğitimini üstlenmiş ve Kur’ân-ı Kerîm okumayı öğretmekle başlamıştır.794

Babası Abâpûş-ı Bâlî’nin 8120 h./1485 m. târihinde vefâtının ardından 28 yaşında Karahisar Mevlevîhânesi postnişîni olan Mehmed Çelebi, kısa zamanda büyük bir sevgi ve saygıya mazhar olmuştur. Bu muhabbetin bir tezâhürü olarak Mehmed Çelebi’ye Karahisar havâlisinin idâresini teklif etmişler. Mehmed Çelebi’yi idâreci olarak görmek isteyenlerin hücûmu karşısında Ulu Ârif Çelebi meşrebinden olan Mehmed Çelebi, zaman zaman tennûre ile birlikte Kalenderî abası telebbüs etmiş; bâzen mevlevî sikkesi, bâzen 12 dilimli Şemsî külâhıyla795 dolaşmıştır.796 Zaman zaman saçını-sakalını uzatmış, bâzen de çâr-darb797 ederek dolaşmıştır. Bu durum, halk beyninde bâzı muhâlefete yol açmış, ziyâretine gelip Mehmed Çelebi’nin cezbeli hâline ve dünyâyı terkine vâkıf olamayanlar, Çelebi’yi yalnızca sûretle değerlendirenler “eyvâh”lar ederek yanından uzaklaşmışlardır. Bu tutum karşısında Mehmed Çelebi’nin ise, şükretmek için dervişleri ile berâber

Müjde-i teşrîf-i cânân eyleyip birbirine
Dediler yârân geldi cân-ı âlem yerine

buyurarak 40 gün 40 gece semâ merâsimi tertîp ettiği rivâyet edilmektedir.798

a) Seyâhatleri ve Kerâmetleri:

Mehmed Çelebi, tıpkı ecdâdı Ulu Ârif Çelebi gibi, bolca seyâhat etmiş ve bu seyâhatları esnâsında da gittiği yerlerde Mevlevîliğin intişârı için çabalamıştır. Nitekim, birçok mevlevîhâne, Mehmed Çelebi’nin himmet ve gayretleriyle tesîs edilmiş; ayrılırken bıraktığı vekiller sâyesinde de seyâhat ettiği topraklarda Mevlevîlik neşv ü nemâ bulmuştur.

Babasının vefâtından ardından postnişîn olan Mehmed Çelebi, dervişleriyle birlikte Konya’ya gidip, büyük dedeleri Hz. Mevlânâ’yı ziyâret arzûsuyla yola çıkmış. Konya’ya yakınlarındaki Başara diye anılan yere geldiklerinde, büyük bir mevlevî alayının semâlar eşliğinde kendilerini karşılamaya geldiklerini müşâhede etmişler. Dervişler de kendilerine dâhil olmak sûretiyle Konya’ya vâsıl olan grup, Hz. Mevlânâ’nın huzûruna çıktıklarında Mehmed Çelebi’nin, Hz. Mevlânâ’nın sandukasına kapanarak uzun bir müddet vecd hâlinde kaldığı rivâyet edilmektedir. Mehmed Çelebi’nin yaşadığı vecd hâline vâkıf olamayan nev-niyâzân ve ziyâret esnâsında yapılacak duâya “âmin” demek için Dergâh’da bulunan bulunan ziyâretçilerin hayrete düşen bakışları arasında dergâh hamamına yönelen Mehmed Çelebi; burada da hamamın külhanında yanmakta olan ateşe dalmış ve ateşten çıktığında, üzerinde herhangi bir yanık hattâ is lekesi bile bulunmadığı müşâhede edilmiştir.799 Bu hareketle de, orada bulunan tereddütlü bakışlar ve düşünceler selâmet bulmuş, hakkındaki sû-i zanların hüsn-i zanna tebdîl edilmesine vesîle olmuştur.

Sefîne’de, Timur istilâsı esnâsında800 Konya Mevlânâ Dergâhı’ndan alınan Dîvân-ı Kebîr’in, Mehmed Çelebi eliyle tekrar Dergâh’a getirilmesi hâdisesinden de bahsedilir. Timur’un, Anadolu’yu işgâli esnâsında Konya’da Mevlânâ Dergâhı’nı ziyâret ettiği ve Semerkand’ı büyük bir kültür merkezi hâline getirmek için, birçok eser gibi801 burada bulunan Dîvân-ı Kebîr’i alarak Semerkand’a götürdüğü rivâyet edilmektedir. Bu vak’adan 110 sene kadar sonra, Şâh İsmâil (ö. 930 h./1524 m.) Semerkand’ı işgâl etmiş ve buradaki Dîvân-ı Kebîr’i Tebriz’e götürmüştür. Bir gece, âlem-i mânâda, Hz. Mevlânâ ile görüşen Mehmed Çelebi’ye Hz. Mevlânâ hâin eline düşmüş olan Dîvân’ını kurtarmasını emretmiştir. Bunun üzerine yola çıkan Mehmed Çelebi, önce teberrüken ve teyemmünen Hz. Mevlânâ Dergâhı’nı ve Türbesi’ni, Konya’da bulunan çelebileri, Karaman’da bulunan Mâder-i Mevlânâ Türbesi’ni ziyâret etmiş, duâlarını istemiştir.802

Tebriz yakınlarına ulaştıklarında kendilerini karşılayan sınır muhâfızları, Mehmed Çelebi ve berâberindekilere, casus zannıyla saldırıya geçmişler. Ancak her biri ya kendi kılıcıyla yaralanmış, ya kendi kılıcıyla ölmüş ya da birbirlerini öldürmek sûretiyle telef olmuşlar. Bâzılarının da kılıç tutan ellerine felç inmiş. Bunun üzerine Şâh İsmâil’e giderek gelenlerin casus değil, derviş olduklarını başlarına gelenlerden anladıklarını ve mehâbetlerinden korkuya kapıldıklarını anlatmışlar. Şâh İsmâil, gelen dervişler için Tebriz’de bir hangâh binâ edilmesini emretmiş. Dervişlere nasıl ikrâmda bulunabileceğini suâl etmesi üzerine Mehmed Çelebi; “Dervişâna ikrâm, Dîvân’ı teslim etmek iledir” buyurarak geliş sebeplerini beyân etmiş. Bunun üzerine tavrı değişen Şâh İsmâil kendileri için bir ziyâfet tertiplediğini ve teşrîf etmelerini haber vermiş. Bu ziyâfet esnâsında Mehmed Çelebi’yi zehirlemek sûretiyle Dîvân’ın Tebriz’de kalmasını sağlamak niyetindeymiş. Ancak ziyâfet esnâsında, âlem-i mânâda  meseleyi  müşâhede eden  Mehmed  Çelebi;   “Bu kâseyi, Şâh niyetine mi yoksa vezir niyetine içeyim?” buyurarak, tuzaktan haberdâr olduğunu izhâr etmiştir. Bu duruma canı sıkılan Şâh İsmâil ise “Helâk etme niyeti, sâhibine göredir” demiş ve sû-i kasdı tertiplemesinde işbirliği yaptığı vezîri hedef göstermiştir.803 Mehmed Çelebi ise, zehirli şerbeti son damlasına kadar içmiş ve;

كجادر زهره ام از مكر دشمن باك ميباشد
كه گرزهر هلاهل ميحورم تریاك ميباشد
هر كرامارى كه یارى ميكند
كار بد خواهش همه زارى كند

[Benim gibi bir kimse, düşman hîlesinden korkmaz. Sığınacak yer aramaz. İçtiğim zehir panzehir olur. Yılan gibi zararlı kimseden akıl danışan kimsenin hüsrânla netîcelenir işi] kıt’asını inşâd etmiştir.

Mehmed Çelebi’nin kerâmetini gözleriyle gören ve hayrete düşen Şâh İsmâil, Dîvân-ı Kebîr’i hazîneden çıkararak Mehmed Çelebi’ye teslim etmeye mecbûr kalmış. Mehmed Çelebi’nin bu kerâmeti karşısında askerler ve devlet erkânından bâzı kimseler, hayretlerini gizleyemeyerek Ehl-i Sünnet safına geçmişler, birçoğu da Mevlevîliğe intisâb etmişlerdir. Saf değiştirerek Mevlevîliğe intisâp edenler arasında, Şâh İsmâil oğlu Elkās Mirzâ’nın804 da bulunduğu rivâyet edilmektedir.805

Şâh İsmâil’in oğlu Elkās Mirzâ, Mehmed Çelebi ve dervişler ile Şâh İsmâil ve askerlerinin vedâlaşmalarını fırsat bilerek dervişlerin arasına karışmıştır. Daha sonra, Mehmed Çelebi ve dervişler Hz. Peygamber neslinden gelen ve “Eimme-i İsnâaşere”den (oniki imâm) biri olan, Ebû Ali Mûsâ er-Rızâ’nın 806 kabrini ziyâret etmek maksadıyla Horasan/Meşhed’e yönelmişlerdir. Dervişler arasına karışarak, Mehmed Çelebi’nin mürîdi olmayı arzu eden Elkās Mirzâ’yı, Mehmed Çelebi, tayy-ı mekân tarîkiyle Karahisar Dergâhı’na göndermiştir. Askerler arasında oğlu Elkās Mirza’nın olmadığını fark eden Şâh İsmâil ise askerler arasında yaptığı tahkîkat netîcesinde, onun dervişler arasına karıştığını öğrenmiştir. Oğlunu Mehmed Çelebi’nin elinden almak için askerlerini seferber edip, askerlerin de başına geçmiş ve Mehmed Çelebi ve dervişlerin peşine düşmüştür. Leşme-i Hâr adı verilen bir menzilde derviş grubuna yetişen Şâh İsmâil ve askerleri, savaş nizâmı almışlar ve Şâh İsmâil’in hücum emri vermesiyle saldırıya geçmek istemişler. Bu esnâda, Mehmed Çelebi, sikkesini eline almış ve içinden bir ejderha kuyruklu bir kılıç çıkararak, kılıca askerlere hücûm etmesini emretmiş. Kılıcın saldırısı karşısında şaşkına dönen Şâh İsmâil ve askerleri كَعَصْ ف مَأْكُو ل (Fîl, 105/5) [Yenilip çiğnenmiş ekin] misâli perîşan olmuşlar. Askerler arasında, Mehmed Çelebi’nin bu kerâmeti karşısında pişmân olan, hattâ Çelebi’nin mürîdi olmaya soyunanlar bulunduğu gibi, arkasına bakmadan kaçanlar da bulunduğu rivâyet edilmektedir.807

Mehmed Çelebi ve dervişân, sâlimen; güzergâhları boyunca teveccühlere mazhar olarak Meşhed’e vâsıl olmuşlardır. Meşhed’de bulundukları esnâda da semâ mukābeleleri ve kerâmetleriyle Meşhed halkını kendilerine hayran bırakmışlardır. Meşhed’de ziyâretlerini tamamlayıp, oradaki dervişlerle vedâlaşmaları esnâsında, 808 Mehmed Çelebi’ye çeşitli hediyeler sunulmuştur.809 Bu hediyeler arasında iki de sancak bulunmaktadır. Mehmed Çelebi de, bütün hediyeler gibi bu iki sancakları “sem’an ve tâaten, hubben ve kerâmeten” kabul etmiş; ve kendisini tebrik edenlere; “Sıddıkî kılıcı ve Hayderî alemi, onlar birbirine bağlıdırlar” buyurarak, kendisinin Hz. Ebûbekir ve Hz. Ali esrârına vâkıf olduğunu beyân etmiştir. 810 Esâsen Mehmed Çelebi’nin bu yolculuğa çıkmadan evvel, Konya, Karaman’dan sonra Hacı Bektaş-ı Velî’nin Türbesi’ni ziyâret ederek yola çıktığı; buradaki Bektâşî dervişleriyle görüştükten sonra da, dervişlerden kırk tânesinin Mehmed Çelebi’nin hizmetine geçtiği rivâyet edilmektedir. Yolculuk müddetince, hizmetine verilmiş olan dervişlerin kıl kadar dahi Mehmed Çelebi’ye mevlevî dervişlerine hürmetsizlik göstermedikleri; Mevlevî dervişleriyle Bektâşî dervişlerinin biribirleriyle ömürlerinin nihâyetine kadar cân u gönülden kardeş oldukları da Sefîne’de nakledilmektedir. Horasan ziyâreti dönüşü de kendisine hediye edilen bu sancaklardan birini Mevlevî dervişlerinden Derviş Muhammed Sâdık’a vererek dervişlerin sağ yanına; diğerini de Bektâşî dervişlerinden Ali Rûmî’ye vererek dervişlerin sol yanına geçirmiş; bu iki derviş arasında da ipek bir örtü içerisinde Dîvân-ı Kebîr taşınmıştır. Bu şekilde Bağdat’a kadar seyâhat eden derviş alayı, Bağdat’ta Dicle Nehri kıyısında bulunan ve daha sonra mevlevîhâne olan mahalle811 ulaşmışlar. Burada kırk gün-kırk gece semâ merâsimi icrâ eden Mehmed Çelebi ve dervişleri, buradan Helep’e gitmek üzere yola çıkmışlar. Bu esnâda, Bağdat’a gelene kadar her menzilde bir kerâmet izhâr eden Mehmed Çelebi’nin burada   herhangi   bir   kerâmet   göstermemesi   dervişlerin   dikkatini   celbetmiş.   Bunun   hikmeti Çelebi’den suâl edildiğinde ise Çelebi; “Bağdat şehri öyle büyük bir merkezdir ki, şeref ve hakîkat güneşi onun her burcundan doğar. Orada birbirlerine karşı parlamaya ihtiyaç yoktur” buyurmuş ve Bâğdat’ın kerâmet sâhibi zâtlarla dolu olduğunu ve burada ayrıca kerâmet göstermeye hâcet olmadığını beyân etmiştir.812

Bağdat ziyâretlerini nihâyetlendiren Mehmed Çelebi ve dervişleri Halep’e yönelmişler. Burada Vefâiyye tarîkati şeyhi Ebû Bekr el-Vefâî’nin (ö. 991 h./1583 m.)813hankāhına nâzil olmuşlardır. Burada Ebû Bekr el-Vefâî’yi vekil tâyin etmiş ve semâ hâricinde bütün rüsûm-ı tarîkatı icrâ etmesine müsâade etmiştir. Ayrıca Bektâşî dervişlerinden Baba Bayram olarak anılan bir derviş de Mehmed Çelebi’den Ebû Bekr el-Vefâî’nin mürîdi olup, Halep’te ikāmet husûsunda müsâade ricâ etmiş; Mehmed Çelebi de Baba Bayram’ın Halep’te kalmasına müsâade buyurmuşlardır.814

Mehmed Çelebi ve dervişler, Halep ziyâretinden sonra, Dîvân-ı Kebîr’i Konya’ya getirip teslim etmek için yola çıkmışlardır. Uzun süren bir seyâhatten sonra Konya’ya vâsıl olan Mehmed Çelebi ve Dîvân-ı Kebîr’i, başta Konya Mevlânâ Dergâhı zâbitânı, şeyh efendiler,   dervişler,   muhibbân   olmak   üzere   büyük   bir   kalabalık   karşılamıştır.815  Dergâh’a teslim edilen Dîvân’dan tefe’ülen bir beyit okunmak istenmiş; Dîvân açıldığında ise, sayfanın başında;

اندرآ اى اصل اصل شادمانى شاد باش
اندرآ اى آب آب زندكانى شاد باش

[Sen mutluluk kaynağısın, gel içeri gir mutlu ol! Sen hayat suyusun, gir içeri mutlu ol] beyitinin sayfayı

süslediği müşâhede edilmiştir. Dîvân yerine teslim edildikten sonra, Hz. Mevlânâ Türbesi’nin mahşer yeri gibi, ikinci Beytullâh gibi, Hz. Mevlânâ’yı ve muazzez eseri Dîvân-ı Kebîr’i ziyâret etmek isteyen, af ve âfiyet isteyen, tevbe eden, ziyâretçilerle dolup taştığı; hattâ o kutlu günün şerefine, o gün huzûr-ı Mevlânâ’da edilen duâların kabul olduğu; şifâ bekleyen hastaların şifâyâb oldukları Sefîne’de rivâyet edilmektedir.816

Dîvan-ı Kebîr’i Konya’da teslim eden Mehmed Çelebi ve dervişleri Karahisar’a yola çıkmışlar. Yolda zaman zaman semâ etmek sûretiyle yol alan dervişler ve Çelebi, Karahisar’a vâsıl olduklarında da, Konya’daki gibi, büyük bir muhabbet seliyle karşılanmışlar. Mehmed Çelebi, Karahisar’a vâsıl oldukltan bir müddet sonra, babası Abâpûş-ı Bâlî’nin sık sık inzivâya çekildiği çilehânede inzivâya çekilmiştir.817

İnzivâsının nihâyetlenmesinin akabinde Muğla’ya doğru yola çıkan Mehmed Çelebi,818 burada Gülşen-i Esrâr müellifi İbrâhim Şâhidî’nin hânesine mihmân olmuştur. Bu mihmânlıktan son derece memnûn olan İbrâhim Şâhidî, kendisini Mehmed Çelebi’nin mürîdliği yolunda kurban ettiğini göstermek için boynunu uzatarak kendisini kurbân etmesini istemiştir. Bunun üzerine Şâhidî’nin başını gövdesinden ayıran Mehmed Çelebi, daha sonra başı alarak Şâhidî’nin bedenine rapt etmiş; dökülen kanı da Şâhidî’nin boynuna sürmüştür. Kendine gelen İbrâhim Şâhidî ve etrâfındakiler Mehmed Çelebi’ye bu kerâmeti netîcesinde büyük bir hayranlık duyup, ayaklarına kapanmışlardır. İbrâhim Şâhidî, o gün Mehmed Çelebi’nin müridânı arasına katılmış; mâl ü menâlini, evlâd u ıyâlini terk etmiş ve Çelebi’nin Muğla’daki819 halîfesi olmuştur. Mustafa Sâkıb Dede, Mehmed Çelebi’nin Şâhidî’nin başını gövdesinden ayırmasından ve başını tekrâr gövdesine rabt etmesinden sonra, Şâhidî’nin boynunda bu olayın bir nişânesi olarak kırmızı bir çizgi kaldığını; ve bu çizginin Şâhidî’nin neslinden gelenlerde bulunduğunu nakletmektedir. Mustafa Sâkıb Dede, bu konuyla ilgili şâhit olduğu bir olayı da nakletmektedir: Mustafa Sâkıb Dede, Konya Mevlânâ Dergâhı’nda henüz bir nev-niyâz iken, bir genç gelerek Hz. Mevlânâ’nın kabrini ziyâret etmek ister. Ziyâret akabinde, dervişlerle sohbet hâlindeyken, kendisinin dervişâne tavırları, kemâl-i edeb üzere oluşunun hikmeti suâl edildiğinde genç, İbrâhim Şâhidî’nin ahfâdından olduğunu ve bunun nişânesini de boynunda taşıdığını söyleyerek, boynundaki kırmızı çizgiyi gösterir. Mevlevîler arasında anlatılagelen bu hâdiseyle ayniyet gösteren bu nişan, hâdiseyi doğrular mâhiyettedir. Hattâ, dervişlerin seyâhat edenlerinin, Şam’da Abdüllatif isminde bir âlimde de aynı işâretin varlığından söz ettikleri rivâyet edilmektedir.820

Muğla’dan sonra Burdur’a bir seyâhat gerçekleştiren Mehmed Çelebi, burada da büyük sevgiyle karşılanmıştır. Mehmed Çelebi’nin geçişi esnâsında halk, yolun her iki yanına sıralanarak Çelebi’ye sevgi ve hürmetlerini sunmuş ve hânelerinde kendisini mihmân etme arzularını iletmişler. Ancak Mehmed Çelebi, Burdur’da gāyet fakir ve câhil bir kimse olan Muhammed Sûfî isminde bir garibanın hânesine mihmân olmayı tercih etmiş. O fakir hâne Mehmed Çelebi’nin teşrîfiyle şenlenmiş, bereketlenmiş, Çelebi’yi ziyâret etmek isteyenlerle dolmuş taşmış. Hânesine mihmân olan Mehmed Çelebi’ye hizmet edebilmek ve onu memnûn edebilmek için çırpınan hâne sâhibini Çelebi; “Gel! Kendini bize fedâ et ve mükâfata bak!” buyurarak yanına çağırmış ve kendisine Mevlevî külahı giydirmiş. Eline aldığı Mesnevî’yi de okumasını emrettiklerinde ise, o güne kadar herhangi bir tahsil  görmemiş  olan Muhammed Sûfî ismindeki fakir; Mesnevî’nin 18 beytini okuyarak izâh etmiş. Kendisine o gün Mehmed Çelebi tarafından verilmiş olan zâhir ve bâtın ilminden ötürü “Ümmî olarak oturdum, âlim olarak kalktım” diyerek hâlini beyân eden dervişe “Fedâyî” ismi ve mesnevîhanlık vazîfesi verilmiştir. Mehmed Çelebi’nin bu kerâmeti, yâni Fedâyî Muhammed Dede’yi gafletten kurtarıp âlim kılması, her köşeden duyulunca, Fedâyî Dede’nin kısa zamanda birçok muhibbinin ortaya çıktığı ve hânelerinin dolup taştığı rivâyet edilir.821

Mehmed Çelebi’nin hayâtındaki en önemli hâdiselerden biri de Mısır seyâhati esnâsında İbrâhim Gülşenî’yi (ö. 940 h./1534 m.) hapisten kurtarmasıdır. Mehmed Çelebi bu seyâhati 922 h./1516 m. târihinde, 78 yaşındayken gerçekleştirmiştir.

Memlûk sultanı Kansu Gavri (ö. 922 h./1516 m.) zamân-ı saltanatında İbrâhim Gülşenî’nin şöhretini duymuş ve kendilerinden himmet ve himâye talep etmiş. Ancak İbrâhim Gülşenî’nin bu talebe müsbet yanıt vermeyerek, bir de Kansu Gavri’nin adâletsizliğinden şikâyet ederek ona nasîhat ettiği; bu durumunda Kansu Gavri’nin kinlenmesine sebep olduğu rivâyet edilmektedir. Kansu Gavri’nin danışmanı olan Tomanbay da bu kini körüklemiş ve bunun netîcesinde de İbrâhim Gülşenî nâ-hak yere hapse atılmıştır.822 Bu arada, Yavuz Sultan Selim, Kansu Gavri üzerine bir sefer düzenlemiş ve 922 h./1516 m. târihinde, Mercidâbık denen yerde Osmanlı ordusu ve Memlük ordusu karşı karşıya gelmişler.823 Kısa zamânda Memlük ordusu perîşan olmuş ve Kansu Gavri savaş meydânından kaçarken atından düşerek ölmüştür.824

Bu esnâda, Mehmed Çelebi yine âlem-i mânâda Hz. Mevlânâ ile görüşmüş ve deniz yoluyla Mısır’a gitmek üzere yola çıkmıştır. Dimyat’a ulaşan Mehmed Çelebi, burada Mercidâbık Muhârebesi (922 h./1516 m.) sonucu savaş meydanından kaçan ve kendisinden imdât dileyenlerle karşılaşmıştır. Burada bir müddet ikāmet etmeleri için kendisinden ricâcı olan bu kimseleri kırmayarak, Bulak şehrinde kendilerine tahsis edilen mahalle varmışlardır. Burada Arakhâne Zindanı olarak bilinen zindanda da, usandıran savaşlar netîcesinde zindanda unutulan İbrâhim Gülşenî’yi ziyâret eden Mehmed Çelebi’nin, İbrâhim Gülşenî’yi zindandan kurtardığı rivâyet edilmektedir. Zindandan kurtulduktan sonra Kāhire’de Câmi’-i Ezher yakınlarındaki makāmlarına avdet edişleri, Sefîne’de “Mısır’ın ikinci Yûsuf’u” olarak tâbir edilmektedir. Hz. Yûsuf ile İbrâhim Gülşenî’nin nâ-hak yere zindanda bulunmaları ve mâsumiyetleri anlaşıldıktan sonra Mısır’a sultan olmaları birbirlerine benzetilmiş ve İbrâhim Gülşenî’nin Mısır’ın mânevî sultanı olduğu ifâde edilmiştir.825

Memlük Devleti’nin çöküşü, Osmanlı’nın Mısır’ı fethetmesi, İbrâhim Gülşenî’nin zindandan kurtulması Mehmed Çelebi’nin Hz. Mevlânâ’dan mânevî işâret alarak gerçekleştirdiği Mısır seyâhatinin sonuçları arasında zikredilmektedir. Ayrıca, Memlüklerin bu hazîn sonu, İbrâhim Gülşenî’ye yaptıkları haksızlıkla irtibatlandırılmıştır.826

İbrâhim Gülşenî ile Mehmed Çelebi’nin buluşmasından sonra, İbrâhim Gülşenî’nin mahpus bulunduğu Arakhâne Zindanı Mevlevî dervişleri, Gülşenî dervişleri ve sâir turuk-ı aliyyenin dervişân ve muhibbânıyla dolup taşmış; burada birkaç gün semâ merâsimleri ve zikr-i Gülşenî icrâ edilmiştir.827

Mehmed Çelebi, Mısır’daki vazîfesini tamamladıktan sonra Mısır’dan ayrılmak istemiştir. Mısır’da bulunduğu zaman zarfında kerâmetleri dilden dile dolaşan Mehmed Çelebi’ye, makāmlarının boş kalmasının oradaki dervişân ve muhibbân için çok elem verici olacağı beyân edilerek; “bir pîşvâ-yı feryâd-res ve yâd-kâr-ı hoceste-nefes istihlâf buyurulsa belki, cebr-i inkisâr-ı havâtır-ı hullân olurdu” denilmiş, Mehmed Çelebi’den bir halîfe talep edilmiştir. Mehmed Çelebi de dervişlerinden Sâfî Ahmed Dede’yi Mısır’da vekil olarak bırakmıştır.828

Mısır’dan Şam’a hareket eden Mehmed Çelebi ve dervişleri yolda bir bahçeye rast gelmişler. Henüz bahar aylarıymış ve sebzelerin turfandaları bahçelerdeymiş. Bir bahçıvandan hasat zamânları farklı olan salatalık ve karpuz talep etmişler. Bahçıvan her ne kadar itirâz edip özür dilemişse de, Mehmed Çelebi’nin gönderdiği üç derviş bir müddet sonra ellerinde salatalık ve karpuz ile geri dönmüşler. Mehmed Çelebi, mübârek elleriyle karpuzu kesmiş; bütün dervişler karpuzdan ve içerisindeki maddî ve mânevî lezzetlerden hisseyâb olmuş. Daha sonra karpuzun yeşil kabuğunu eline alan Mehmed Çelebi, bir sikke ustası gibi, karpuzun yeşil kabuğunu mevlevî sikkesi hâline getirmiş ve mübârek başlarına geçirmiş. Salatalığın da kabuğunu yedi parçaya ayırmış; yine salatalığı da orada bulunan devişâna taksim etmiş ve salatalığın yedi parçaya ayırdığı yeşil kabuğunu da, karpuz kabuğundan şekillendirdiği mevlevî sikkesi üzerine yerleştirmiş. Böylece dışarıdan bakıldığında yek-pâre, yedi dilimli829 bir  taç   ortaya   çıkmış.  Dervişler   ve  bahçıvanlar   hayretler  içerisinde   kalmışlar.  Bahçıvanlar, daha sonra iki salatalık ve iki karpuz daha getirmişler. Salatalık ve karpuzların paralarını ödeyerek satın alan dervişler sâyesinde bahçıvanlar ticârî açıdan; Çelebi’nin izhâr ettiği kerâmet sâyesinde de dervişler mânevî açıdan kârlı çıkmış.830

Mehmed Çelebi Şam yolundayken, gösterdiği kerâmetlerin şöhreti çoktan Şam’a ulaşmış ve halk merak içerisinde Mehmed Çelebi’nin gelişini beklemeye başlamış. Mehmed Çelebi, Şam’a vâsıl olduğunda Şam sokakları Mehmed Çelebi’yi görebilmek isteyenlerle mahşer yerini andırıyormuş. Herkes, “Eyâ ol hurşîd-i evc-i şeref-i Sıddîkî! Kangı sâdıkın kâşâne-i hulûsunu pür-tâb-ı teşrîf ede?” diyerek Mehmed Çelebi’nin hangi hânede mihmân olacağını merak ediyormuş. Bu esnâda tarafsız bir yer olarak Şam Mevlevîhânesi’nin831 bulunduğu mahalde konaklamaya karar veren Çelebi, böylece kimsenin hatırını kırmamıştır. Ayrıca Şam’da bulunan Şems-i Tebrîzî’nin makāmını da ziyâret ederek burada semâ meclisi tertiplemiştir.832

Mehmed Çelebi’nin Şam’da iken vukū bulan en önemli hâdise, Muhyiddîn İbn Arabî’nin (ö. 638 h./1240 m.) mezbeleye dönmüş kabrinin meydana çıkarılması ve üzerine bir türbe yapılmasıdır. Mehmed Çelebi, Şam seyâhatine çıktığında, Şam’da bulunan bir kadı Muhyiddîn İbn Arabî’nin eserlerini toplatıp yakmak ve Muhyiddîn İbn Arabî’nin kabrinin bulunduğu mahalli de mezbeleye çevirmek sûretiyle eziyet etmektedir. Abdülvehhâb eş-Şa’rânî ise, Muhyiddîn İbn Arabî’nin; اذا دخل السين فى الشين ظهر قبر محيالدین [“Sin”, “şın”a girdiğindeMuhyiddîn’in kabri ortaya çıkar ] 33 buyurduğunu rivâyet etmekte, bu ifâdesiyle olacakları haber vermekte ve bu elim meselenin kim tarafından çözüleceğini de haber vermektedir. Bu ifâdedeki “ س”, Yavuz Sultan Selim’e; “ش” ise Şam’a delâlet etmektedir. Yavuz Sultan Selîm, Mısır fethi esnâsında Şam’a geldiğinde, Muhyiddîn İbn Arabî’nin kabrinin etrâfını temizletmiş, üzerine kubbe, bahçesine câmi binâ ettirmiş ve şu anki ziyâret-gâh vücûda gelmiştir. Ancak Sefîne, mezbeleye dönmüş kabrin yerini tesbit edenin Mehmed Çelebi olduğunu; kabri tesbit ettikten sonra Şam’dan Karahisar’a avdeti esnâsında yolda Yavuz Sultan Selim ve ordusuyla karşılaştıklarını; görüşme esnâsında, Mehmed Çelebi’nin Yavuz Sultan Selim’e Mısır’ın fethini, Osmanlılar’ın Arap topraklarına, hac yoluna hâkimiyetini, hilâfetin Osmanlılar’a geçeceğini, Osmanlı sultanlarının “Hâdimü Haremeyni’ş-Şerîfeyn” ünvânını alacaklarını ve Şam’da Muhyiddîn İbn Arabî’nin kabrinin ve eserlerinin başına gelenlerden haberle, Muhyiddîn İbn Arabî’nin kabrini Yavuz Sultan Selim’in mâmur edeceğini müjdeleyerek yoluna devam ettiğini rivâyet etmektedir.834

Mehmed Çelebi, dervişleriyle birlikte Şam’dan ayrılacağı esnâda hac mevsimi imiş. Ve kāfilede bulunan iki nev-niyâz Beytullâh’ı ziyâret ederek hac vazîfelerini yerine getirmek istemişler. Bunu şeyhleri Mehmed Çelebi’ye arzettiklerinde, Mehmed Çelebi Hz. Mevlânâ’nın Mesnevî’sinde bahsettiği “hacc-ı hakîkî” ve “umre-i ma’nevî”den835 bahisle, iki nev-niyâzın hac ziyâretlerine müsâade etmemiştir. Ancak, o iki nev-niyaz şeyhlerinin nasîhatlerine kulak asmamışlar, kāfileden ayrılarak Şam’da saklanmışlar. Daha sonra, hac vazîfelerini yerine getirmek için yola çıkarak Kâbe’ye vâsıl olmuşlar. İki nev-niyâzın kāfileden ayrılarak “kıble-i ma’nâ”yı tavâftan mahrûm olmayı göze almaları dervişler arasında taaccüble karşılanmış. Mehmed Çelebi ise, “Nefsi yenen, nefsi atan olmaz” buyurarak, iki nev-niyâzın nefislerine yenik düştüğünü beyân etmiştir. Nitekim, o iki nev-niyâz tavâf, sa’y ve Arafat vakfesi esnâsında, sürekli dervişler ve Mehmed Çelebi’yi kendileriyle birlikte müşâhede etmişler. Ancak kāfileden ayrılmış bulundukları sebebiyle de kāfilenin orada hâzır bulunmasına ihtimâl verememişler. Nihâyet, şeyhlerinin nasîhatini dinlemediklerini idrâk etmişler ve derin bir hüzün ve pişmanlık içerisinde Karahisar’a avdet etmişler. Özür dilemek ve peymânçeye yüz sürmek için mevlevîhâneye vâsıl olduklarında ise, Mehmed Çelebi ve dervişleri vecd içerisinde semâ’ ederken bulmuşlar. Ancak Mehmed Çelebi’nin affına nâil olamamışlar.   İki   nev-niyâzın   başlarından   geçenlerin   bütün   dervişler   için   bir   ibret   vesîlesi olduğu rivâyet edilmektedir.836

Yavuz Sultan Selim’in (ö. 926 h./1520 m.) târihinde vefâtının ardından tahta çıkan Kānûnî Sultan Süleymankerâmetlerini işittiği 837 Mehmed Çelebi’yle görüşmek için Karahisar’a iki elçiyle bir dâvetnâme göndermiş; elçilerden birine yol boyunca Mehmed Çelebi’nin söz ve davranışlarına dikkat etmesini, diğerine de Çelebi’ye hürmet etmesini ve Çelebi’nin rahat bir seyâhat geçirmesini sağlamasını tenbih etmiş. Bu durumu âlem-i mânâda haber alan Mehmed Çelebi, yanına Elkās-Safî mirza ve birkaç dervişini alarak İstanbul’a doğru yola çıkmış. Yolda Kānûnî’nin iki elçisiyle karşılaşarak pâdişahın gönderdiği dâvetnâmeyi alan Mehmed Çelebi, dâvetnâmenin târihinin kendisinin âlem-i mânâda dâveti haber aldığı târihle aynı olduğunu görmüş. Vazîfesi, Mehmed Çelebi’nin hâl ve hareketlerine dikkat etmek olan elçi, Mehmed Çelebi’nin ahvâlini müşâhede ettikçe tereddüd etmiş. Ancak, vazîfesi Mehmed Çelebi’nin rahat bir yolculuk geçirmesini sağlamak olan elçi ise müşâhede ettikleri karşısında Mehmed Çelebi’ye hayrân olmuş. Üsküdar’dan gemiye binen Mehmed Çelebi, dervişler ve elçiler Saray’a doğru yol alırlarken, Mehmed Çelebi her iki elçinin de kendisi hakkında düşündüklerini fâş ederek bir kerâmet daha göstermiş. Vazîfesi Mehmed Çelebi’nin hâl ve hareketlerini gözlemek olan elçi, Mehmed Çelebi’den defâatle özür dileyerek pişmânlığını dile getirmiş. Diğer elçi ise, Mehmed Çelebi’ye irâdet getirerek mürîdânı arasına karışmış.

Kānûnî  Sultan  Süleyman’ın  dâvetiyle  Saray’da  ağırlanan  ve  bir  yandan  da  birtakım imtihâna tâbi tutulanMehmed Çelebi’nin ahvâlinden çok etkilenen İskender Paşa,838 Mehmed Çelebi’yi konağında ağırlamak istemiş. Çelebi’ye hürmetini ifâde etmek ve kendisinin devlet erkânından olması sebebiyle, tahkîkātta bulunanlar arasında olmasından ötürü Mehmed Çelebi’den özür dilemek için çeşitli hediyeler takdîm etmiştir. Ayrıca, Mehmed Çelebi’nin mürîdânı arasına karışarak, bütün malvarlığının mevleviyân için sarfetmesine müsâade buyurulmasını Çelebi’den ricâ etmiştir. Bu talebi hüsn-i kabûl görmüş; İskender Paşa da Galata sırtlarında bulunan av çiftliğinin bulunduğu mahalle İstanbul’daki ilk büyük mevlevî teşkilâtı olan Galata Mevlevîhânesi’ni 897 h./1492 m. târihinde binâ ettirmiştir. Mevlevîhânenin tesis edilmesinden sonra, mevlevîhânede bir ay postnişîn olarak vazîfe yapan Mehmed  Çelebi,  aynı  zamanda  mevlevîhânenin  bahçesine  kendi  elleriyle,  elân  mevcûd  bir selvi ağacı839 dikmiştir.840

Galata Mevlevîhânesi’nde Mehmed Çelebi tarafından icrâ ettirilen semâ mukābelesi için Galata Mevlevîhânesi’nde, mahşer yerini andırır bir kalabalık toplanmıştır. Bu durum, zamânın şeyhülislâmı Çivizâde Muhyiddîn Mehmed Efendi’nin (ö. 954 h./1547 m.) dikkatini çekmiş; esâsen de birçok meselede çok sert fikirlere sâhip olan Çivizâde, semâ’ın men’ edilmesi için fetvâ yayınlamıştır. 841 Kānûnî Sultan Süleyman’ın da, bu tartışmalar karşısındaki tavrını, Çivizâde’yi tenkit eden şu kıt’a ile ifade ettiği Sefîne’de kaydedilmektedir:

Âşıka ta’n etmez idi hâce-i bisyâr-fen
Ger fünûn-ı aşkdan bilseydi bir mikdâr fen
Şeyhülislâmım diyen bir tıfl-ı ebced-hân olur
Mekteb-i aşkından ol yâr edecek izhâr-ı fen842

Ayrıca Kānûnî Sultan Süleyman, meseleyi yerinde tesbit edebilmek için tebdîl-i kıyâfet ile Galata Mevlevîhânesi’ne giderek Mehmed Çelebi’nin semâını izliyorken, Mehmed Çelebi orada bulunanın Kānûnî Sultan Süleyman olduğunu anlayarak bunu izhâr eden bir kıt’a inşâd etmiş. Bu durum karşısında hayretini gizleyemeyen pâdişah ise, Mehmed Çelebi’den özür dileyerek arakiye giymiş ve Mehmed Çelebi’nin dervişleri arasına katılmıştır.843

Mehmed Çelebi Galata Mevlevîhânesi’nde bulunduğu zamânlarda, Eyüp’ten yoğurt alarak Galata civârında bu yoğurdu satan, aslen Üsküdarlı bir bağcının oğlu olan Veliyyüddin Dede (d. 1200 h./1495 m. – ö. 982 h./1574 m.),844 bir mukābele esnâsında tablasında bulunan yoğurdun hepsini kıymetinin biraz üzerinde bir fiyatla satarak kâr etmiş. Mehmed Çelebi bunu haber aldığında Veliyyüddin Dede’yi huzûruna çağırarak elde ettiği kârı kendisine teslim etmesini istemiş, Veliyyüddin Dede Mehmed Çelebi’nin emrine itâat ederek hâsılâtını teslim edince de kerem ederek parayı Veliyyüddin Dede’ye geri vermiş ve “Yoğurt almak, yağ satmak mârifet değildir. Asıl yoğurttan yağ çıkarmak gereklidir” buyurmuş. Buradaki hikmete vâkıf olan Veliyyüddin Dede, hemen yoğurt sattığı kıyâfetini çıkararak, mevlevî dervişlerinin arasına katılmış. “Yağ, mutfağın iyi huylusudur” gereğince matbah zâbitânı arasına katılmış ve bir müddet sonra da dergâhın aşçıbaşısı olmuştur.845

Galata Mevlevîhânesi’nin inşâsından ve Çelebi’nin burada bir aylık meşîhatinden sonra, Mehmed Çelebi’nin İstanbul’da ikāmetini arzu edenler pâdişahın huzûrunda bu arzularını dile getirmişler. Çelebi’den ayrılmanın kendisi için de mümkün olmadığını anlayan Kānûnî Sultan Süleyman’ın Çelebi’ye giderek bu umûmî talebi ilettiği rivâyet edilir. Ulu Ârif Çelebi tabîatlı, ser-âzâd bir karaktere sâhip Mehmed Çelebi ise, ceddinin bulunduğu topraklarda  ve  çevresinde  hizmet  etmenin  kendisi  için  kaçınılmaz  olduğunu  beyân  ederek; “İskender’in tekkesini ev tutmak sonradır ve dervişler için bu himâyeden başkası kubbeler lâzım değildir” buyurmuş. İstanbul’da bulunuduğu müddetçe gördüğü hürmet için teşekkür etmiş ve; “Biz onların özgürlüğünü istiyoruz ve onlar da bizim zincirimizi istiyorlar” buyurarak, kendisinin avlanamayan bir av gibi, hapsedilmesinin mümkün olmadığına işâret etmiş. Hırkasını omuzlarına alarak Bursa-Kütahya güzergâhını tâkip ederek, 926 h./1520 m. târihinde Karahisar’a   yola  çıkmış. 846 Galata  Mevlevîhânesi’nde  ise,  Sinoplu  Safâyî   Dede’yi847  (ö.   940 h./1534 m.)  postnişîn tâyin etmiş.848

Mehmed Çelebi ve dervişleri, Bursa’ya vâsıl olduklarında, Bursa’da, Mehmed Çelebi’nin konakladığı mahallin uzun süredir mevlevîlerin toplandığı bir yer olduğu rivâyet edilmektedir. Sefîne’de, bu mevlevîhânenin, Ulu Câmi civârından bulunduğu da zikredilmektedir. Ancak son derece eski ve bakımsız bir mekân olduğundan da bahsedilmektedir. Dîvânî Mehmed Çelebi Bursa’da konakladığı zamân içerisinde, mevlevîhânenin tâmir ve genişletilme masraflarını karşılamıştır.849

Bursa’daki ziyâretini tamamladıktan sonra, İlyas Paşa evlâdından olan akrabâlarını ziyâret etmek maksadıyla Kütahya’ya geçen Mehmed Çelebi ve dervişleri, burada Kütahya Ergūniye Mevlevîhânesi’nde850 mihmân olmuşlardır. Bu seyâhata esnâsında, gerek Kütahya Ergūniye Mevlevîhânesi’nde, gerekse Yâkub Çelebi türbesinde semâ’ merâsimi tertip etmişler; Mehmed Çelebi’nin Kütahya’da mihmân olduğunu duyan birçok kimse de mevlevîhaneye akın ederek semâ’ merâsimine iştirâk etmişlerdir. Ayrıca, Mehmed Çelebi burada kabri bulunan çelebileri de ziyâret etmiştir. Mustafa Sâkıb Dede, bu kabir ziyâretleri esnâsında Mehmed Çelebi’nin hırkasına bürünerek bir murâkabe hâli yaşadığını; rûhâniyet âleminde akrabâlarıyla görüşen Çelebi’nin bir müddet bu hâlde kaldıktan sonra da vecd hâlinde semâ’ etmeye başladığını rivâyet etmektedir.851

Mehmed Çelebi, Kütahya ziyâretini tamamladıktan sonra, berâberinde bulunan kırk dervişten, Karahisar Yârânlar Kabristanı’nda medfûn olanlar hâricindekileri mertebelerine göre çeşitli mevlevîhânelerde vazîfelendirmiştir. Bunlardan Galata’da tanıyıp dervişleri arasına kabul ettiği aşçıbaşısı yoğurtçu Veliyyüddin Dede’yi Cezâyir Mevlevîhânesi’ne; Hızır Dede’yi Sakız Adası Mevlevîhânesi’ne; Nûrullâh Dede’yi Eğirdir Mevlevîhânesi’ne; Ali Rûmî Dede’yi Sandıklı’ya; Derviş Hamîd Midilli Adası’na852 göndermiştir. Vazîfelendirerek gönderdiği talebeleri, gittikleri yerlerde, ömürlerinin sonuna kadar Mevlevîliğe, Hz. Mevlânâ’ya ve Mesnevî’ye hizmet etmişlerdir.853

Mehmed Çelebi Karahisar’a avdetinden sonra, Karahisar halkı Mehmed Çelebi’ye duydukları hasretle ziyâretine gelmişler. Ancak ziyâretçilerin ziyâret esnâsında Mehmed Çelebi’yi cezbeli hâlinin aksine son derece sâkin ve düşünceli gördükleri, seyâhatlerinden önceki gibi semâ meydânında uzun müddet semâ edemediği rivâyet edilmektedir. Mehmed Çelebi’ye bu sâkinliğin hikmeti suâl edildiğinde Çelebi; “Bu menzil, iki hareket arasındadır” buyurmuş ve vakt-i irtihâllerine işâret etmiştir. Dergâhda bulunan nev-niyâzânı dahi kendisinden sonra Mevlevîlik yolunda vekil tâyin ederek vazîfelendirmiştir. Mehmed Çelebi’ye Meşhed’de hediye edilen iki sancağın da kabri olarak tâyin ettiği yerin sağ ve sol yanlarına diktirmiş. Bir cumâ günü, mukābele sonrasında başında müthiş bir ağrıyla hastalanmış, günden güne şiddetlenen ağrı için devâ tavsiye edenlere; “Bu baş ağrısı ve bu dert, bu dünyânın ilaç ve devâlarıyla def edilmez. Ancak, âlem-i bâkînin meyhânesinin şerbet ve ilâcı ile def olur” buyurmuştur. Mehmed Çelebi’nin bu dertten şifâ bulması için dervişler ve âilesi adaklar, kurbanlar adamışlardır. Hastalığından sonraki ikinci cuma günü, yine mukābele sonrası başağrısı şikâyetine bir de şiddetli ateş eklenmiş. Mehmed Çelebi bu kez; “Yarın cumartesi, ben rahat edeceğim” buyurarak, ertesi güne işâret etmiş ve ertesi gün de, 936 h./1530 m. târihinde, 92 yaşındayken یَدْعُو إِلَى دَارِ السَّلَام (Yûnus, 10/25) [Allâhu Teâlâ, kullarını esenlik yurduna çağırıyor] âyeti tilâvet edilirken vefat etmiştir.854

Vefatları esnâsında, dedeleri Hz. Mevlânâ’nın vefâtı esnâsında olduğu gibi Karahisar’da büyük bir zelzele meydana geldiği; ancak yine Çelebi’nin himmetiyle can ve mal kaybı olmadığı rivâyet edilmektedir. Vefatlarının nisan ayına tesâdüf ettiği; cenâze esnâsında da bir nisan yağmurunun yağmaya başladığı; orada bulunanlarınsa, nisan yağmurunun yağmasındaki hikmeti, gökyüzünün Mehmed Çelebi’nin vefâtına gözyaşı döktüğüne yorduğu; dervişlerin Mehmed Çelebi’nin naaşının techîz ve tekfîni esnâsında kullanılan suyun bir damlasını bile ziyân etmeyerek şifâ ve himmet talebiyle kullandıkları rivâyet edilmektedir. Ayrıca, Mehmed Çelebi’nin naaşının zerrece bozulmadığı, hayattaymışçasına tâze olduğunun müşâhede edildiği; mezarından hâtıra kabîlinden alınan toprağın ise ıtır gibi koktuğu da rivâyetler arasındadır.855

Mehmed Çelebi’nin terekesinin, uzak-yakın bütün vârislerini tatmîn ettiği rivâyet edilmektedir. Yalnız, hırka, tennûre ve sikke-i şerîflerinin türbelerinde muhafaza edildiği; silahları olan debûs (topuz), gaddâre (büyük bıçak) ve rikāblarının (üzengi) da sandukasının iki tarafına konularak, hîn-i hâcette kendisinden himmet umularak kullanılmak üzere muhafaza edildiği rivâyet edilmektedir. Mehmed Çelebi’nin meşhûr kılıcı ise, oğlu Hızır Şâh Çelebi’ye teslim edilmiştir. Esâsen, Hızır Şâh Çelebi’nin de Mehmed Çelebi’nin esrârına vâkıf olduğu bilinmektedir. Ancak Hızır Şâh Çelebi’nin edeben bu kılıcı kullanmaktan imtinâ ettiği; “Cennet, kılıçların gölgesi altındadır” gereğince kılıcın, Hızır Şâh Çelebi’nin makāmının üzerinde asılı bulunduğu da belirtilmektedir. Ayrıca Sâkıb Dede’nin naklettiğine göre, Konya’da bulunan bâzı vârislerin, Mehmed Çelebi’nin kılıcını kendi mirâs hânelerinde gösterdikleri ve Karahisar’dan gelen bâzı eşyâ arasında o kılıcı da kattıkları rivâyet edilmektedir. Ancak, kılıç bu nakil esnâsında kaybolarak Konya’ya ulaşmamış ve asıl makāmında zuhûr etmiştir.856

Mehmed Çelebi’nin dervişlerinden, Şâh İsmâil’in oğlu olduğu rivâyet edilen Elkās-Safî Mirzâ, Mehmed Çelebi’nin vefâtından en çok etkilenenlerin başında gelmekteymiş. Günden güne Mehmed Çelebi’ye hasreti ve üzüntüsü ziyâdeleşen Mirzâ, bu hâliyle etrâfta bulunanların da hüznünü ziyâdeleştirmekteymiş. Nihâyet bu hasrete daha fazla dayanamayan Mirzâ’nın, şeyhi Mehmed Çelebi’nin ardından dâr-ı bekāya yürüdüğü ve Karahisar Mevlevîhânesi’ne defnedildiği rivâyet edilmektedir.857

Mehmed Çelebi’nin vefâtının ardından da kerâmetlerinin oğlu Hızır Şâh Çelebi eliyle devam ettiği rivâyet edilmektedir. Öyle ki, Mehmed Çelebi zamân-ı meşîhatinde, herhangi bir hâcetle mevlevîhâneye yüz sürenler, Mehmed Çelebi’nin himmetiyle umduklarına nâil olarak mevlevîhâneden ayrılırlarmış. Mehmed Çelebi’nin vefâtının ardından da bu vaziyette herhangi bir değişiklik söz konusu olmamış. Yine mevlevîhâneye yüz süren dertliler, hastalar, ihtiyaç sâhipleri hâcetlerinin giderilmesiyle mevlevîhâneden ayrılır olmuşlar. Bunlar arasında Mevlevîliğe intisâb edenler de olmuştur.858

Mehmed Çelebi’nin vefâtının ardından, pâdişah İbrâhim (ö. 1058/1648) zamân-ı saltanatında sadrâzam olan Merzifonlu Kara Mustafa Paşa (ö. 1095/1683), kerâmetlerini işittiği Mehmed Çelebi’nin türbesini yenilemek istemiş. Bu vazîfe için de bir mikdar para ve işçiyi Karahisar’a gönderdiği; tâmirât esnâsında çıkan büyük bir yangında da türbenin büyük ölçüde zarar gördüğü rivâyet edilmektedir. Yangın sonrası sadrâzâma beyânât verilecekken, mevlevîhânenin neyzenbaşısı ve Mehmed Dede’ni talebelerinden Gülüm Dede’ye Mehmed Çelebi âlem-i mânâda, türbesini temizlemesini; ayakucunda saklı duran hazineyi de bulunduğu yerden çıkararak, türbenin tâmir ve tecdîd masraflarını karşılamasını; türbenin masrafı için bir kişinin bile müdâhele etmemesini emretmiş. Esâsen de, Gülüm Dede kendisine emredilen şekilde türbeyi temizlerken Mehmed Çelebi’nin sandukasının ayakucunda bulunan hazineyi çıkarmış. Türbedeki tâmiratın gidişâtından Merzifonlu Kara Mustafa Paşa haberdâr edilmek üzereymiş ki, Paşa’nın vefat ettiği ve malvarlığına da hükümet tarafından el konulduğu; bu paranın hayır-hasenât için harcanmaycağı haberi gelmiş. 859 Böylece Mehmed Çelebi’nin mânevî bir vazîfelendirme ile Gülüm Dede’yi vazîfelendirmesinin birçok hikmeti hâvî olduğu rivâyet edilmektedir.860

Vefatlarından sonra, oğlu Hızır Şâh Çelebi, 33 yaşında Karahisar Mevlevîhânesi postnişîni olmuştur.861


7120 Mehmed Çelebi’ye, babası Abâpûş-ı Bâlî Çelebi tarafından çokça semâ ettiği için “Semâî” lakabı verilmiştir. Aynı zamanda, Mehmed Çelebi cezbeli hâli sebebiyle de “Dîvâne” olarak anılmıştır. Timur istilâsı esnâsında Konya Mevlânâ Dergâhı’nda, Hz. Mevlânâ’nın sandukasının başucunda bulunan Dîvân-ı Kebîr’i yabancı ellerden kurtarmış olması efsânesi hasebiyle de bâzı kaynaklarda “Dîvânî” olarak anılmıştır. Abdülbâki Gölpınarlı’ya göre ise, “Dîvânî” lakabı, efsânesi ile birlikte “Dîvâne” lakabının yerine uydurulmuş nev-zuhur bir yakıştırmadır. Dolayısıyla Abdülbâki Gölpınarlı, hem Mehmed Çelebi’nin Dîvân-ı Kebîr’i yabancı ellerden kurtarmış olması efsânesine, hem de Mehmed Çelebi’nin “Dîvânî” lakabına inanmış görünmemektedir. Kaynağımız olan Sefîne’de, Sahîh Ahmed Dede’nin Mecmûatü’t-Tevârîhi’l-Mevleviyye’sinde ve diğer bâzı mevlevî kaynaklarında Mehmed Çelebi; “Hazret-i es-Sultan Semâî-yi Dîvânî”, “Hazret-i Sultan-ı Ekber”, “Sultanü’l-Abdâl”, “Sultan Semâî”, “Cenâb-ı Semâî-i Dîvânî”, “Cenâb-ı Sultan Ebû’s-Seyf”, “Semâî Mehmed Efendi” olarak anılmaktadır. Biz çalışmamız boyunca Mehmed Çelebi olarak anmayı tercih ettik.
(Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e., c.I, s. 16, 239, 241, 252; Sahîh Ahmed Dede, a.g.e., s. 241, 247, 253)

791 Bu vaka esnâsında, Abâpûş-ı Bâlî’nin halvette buluduğu ve kendisine evlâtlarının vefat haberi getirilmesi üzerine techiz ve tekfin işlerinin yapılmasını emrettiği rivâyet edilmektedir. Ertesi gün, hayatta kalan son evlâdı Mehmed Çelebi’nin de “Bu da aynı şekilde geçti” denilerek vefat ettiği haberinin gelmesi üzerine Abâ-pûş-ı Bâlî; “Geçmedi, belki uyumuş olabilir” buyurmuş ve hânelerine giderek evlâdını kucağına almış ve “Ayağa kalk! Uyanıklık vaktidir ve uyanıkların seninle işi vardır” buyurmuştur. Bu esnâda koma hâlinde bulunan Mehmed Çelebi’nin uyanıp kendine geldiği rivâyet edilmektedir.
(Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e., c.I, s. 10-11; Sahîh Ahmed Dede, a.g.e., s. 244; Ali Enver,a.g.e., s. 62)

792 Dîvân-ı Kebîr, gzl: 3013

793 Sahîh Ahmed Dede, a.g.e., s. 239, 241; Şimşekler, a.g.t., s. 116

794 Sahîh Ahmed Dede, a.g.e., s. 241; Esrâr Dede, a.g.e., s. 163

795 Şemsî Külah: 12 dilimli olan bu taç, Abdülbâki Gölpınarlı’nın Bektâşîler’e nisbet etmekte ısrâr etmesinin aksine birçok tarîkat büyüğü tarafından kullanılmamıştır. 12 dilimli tâc, Kādiriyye, Rifâiyye, Dessûkiyye, Bedeviyye tarîkatlarının şeyhleri tarafından da kullanılmıştır.

el-İstanbulî, Yahyâ Âgâh bin Sâlih, Mecmû’atü’z-Zarâif Sandukatü’l-Maârif – Tarîkat Kıyâfetlerinde Sembolizm, (haz: Serhan Tayşi), Ocak Yayıncılık, İstanbul, 2002, s. 87-89; Gölpınarlı, Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik, s. 109, dpnt: 137)

796 Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e., c.I, s. 16; Esrâr Dede, a.g.e., s. 165

797 Çâr-darb: Kelime anlamı “dört vuruş” demek olan tıraş işlemi daha çok Kalenderî dervişleri ve abdallar tarafından uygulanmıştır. Dervişler, başlarında biten bütün kılları tıraş ettikleri ve başta biten kıllar dört çeşit (saç, sakal, bıyık, kaş) olduğu için bu tıraş çeşidine “çâr-darb” adı verilmiştir. Bu tıraşı uygulayan dervişlerin baş kısımlarında hiç kıl kalmadığı için bu dervişlere “cevâlıka/cavlaklar” da denilmiştir. Mevlevîler arasında Yûsuf Sîneçâk’ın da (ö. 953 h./1546 m.) “çâr-darb” uygulayan bir mevlevî dervişi olduğu bilinmektedir.

Kalenderî dervişleri çâr-darbı şu şekilde îzâh ederler: Derviş, Allâh’ı zikrederken kendisinde sâdır olan bir hâl sebebiyle kalbi dört darb ile zikreder. Bu durumdaki bâzı dervişlerde neşe hâli gālip olur ve bu neşe ile saç, bıyık, kaş ve sakallarını tıraş ederler.

Abdallar ise çâr-darbı şöyle açıklamışlardır: Âlem-i mânâda insanın yüzü aydan daha parlaktır. Bu parlaklığı, siyah renkli kaş kılları ile setretmek gereksizdir.

(Cebecioğlu, Ethem, “Çâr-Darb”, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, Ağaç Kitabevi Yayınları, İstanbul, 2009, s. 139)

798 Bu meyândan olmak üzere, Mehmed Çelebi’nin Konya ziyâreti esnâsında da, halk ta’n edebileceği bâzı hareketlerde bulunduklarından bahsedilmektedir. Mehmed Çelebi, Konya’da bir câminin mihrâbında içki meclisi düzenlemek istemiş ve câminin duvarlarına içki saçmış. Bu durum, vâli ve hâkimlerin, üst düzey devlet adamlarının kulağına gitmiş. Mehmed Çelebi’yi gördüklerinde ise, onun çâr-darb eden bir bektâşî olduğuna kanâat getirerek, onu kendi hâline bıraktıkları rivâyet edilmektedir. Abdülbâki Gölpınarlı, bu rivâyetin yalnızca Gülşen-i Esrâr’da geçtiğini; Mustafa Sâkıb Dede’ninse, bu rivâyeti Çelebi’nin bu tavrını gizlemek için eserinde zikretmediğinden bahsetmektedir. Ancak rivâyet, Sefîne’nin 27. sayfasında zikredilmekte ve hemen akabinde, Çelebi’nin melâmî-meşreb tavırlarının, Çelebi’nin dilinden izâhı yapılmaktadır. Şöyle ki; اولياء تحت قبابى لَ یعرفهم
غيرى [Velîler kubbelerimin altındadırlar, onları benden başkası bilmez] hadîsi ve السلامة فى الملامة [Selâmet melâmettedir] sözü gereğince, evliyâ bâzen vâkıf oldukları esrârı, idrâk edemeyecek zihin ve bakışlardan bu şekilde ta’n edilerek setr etmişlerdir. Mehmed Çelebi’nin bu tavırları karşısında uğradığı hakāret ve haksizlıklar karşısında neden böyle davrandığını suâl eden dervişlere Mehmed Çelebi; “Hazine için harâbeden başkası gerekmez” buyurarak; “Güzellik ve cemâl için örtünün! Güneş ve ay için bulutun, pâdişah ve veli için perdenin sonsuz faydası vardır. Fakat liyâkatsiz kişilerin yiğit adamları taklit etmesi çok fazla zarar verir. Onun kusurlu bir şekilde tahmin edip yorumlaması örtüyü keşfetmektir. وَجَعَلْنَا مِنْ بَيْنِ أَیْدِیهِمْ سَ دًا وَمِنْ خَلْفِهِمْ سَ دًا فَأَغْشَيْنَاهُمْ ف هُمْ لََ
یُبْصِرُونَ (Yâsin, 36/9) [Önlerinden bir set ve arkalarından bir set çektik de onları kapattık, artık göremezler]” ifâdeleriyle tavrını açıklamıştır.
“Hz. Şârih” olarak anılan İsmâil Ankaravî ise Mevlevî âdâb ve erkânı hakkında bilgi verdiği eseri Minhâcu’l- Fukarâ’da konuyla ilgili şunları söylemiştir:
“Ve tarîkimizde bir nicesi Melâmiyye silkine münselik olup, onlar sıfatıyla muttasıf olmuşlardır. Melâmiyye’den muhakkık olanlar ol kimselerdir ki; ma’nî-i ihlâsı riâyet, ve kāide-i sıdk-ı derûnunu muhâfaza için ihfâ-i salâh ve tâat ve setr-i hayrât ve ibâdet ederler. Ve nazar-ı halkdan hayrât ve hasenâtlarının mahfûz olmasını evlâ görürler. Ve ba’zı sıfât-ı mezmûme ile izhârı ile halk-ı âlemden tesettür kılarlar ve huzûr-ı kalb ile ibâdet-i Hakk’a müşteğil olurlar. Min-ba’d, dakîka-i şer’iyyeden ve a’mâl-i mer’iyyeden bir dakîka terk etmezler. Ve hazz-ı nefs ve râh-ı dalâl tarafına gitmezler. Kemâliyle her biri atva-ı halkillâh ve münkād-ı evâmirillâhdır. Ve bu melâmetden murâdları hemân riyâdan mücânebet ve ihlâsı muhâfaza içindir. Onun için meşâyıh Melâmiyye’nin târifini böyle buyurmuşlardır: “Melâmî; hayrı izhâr etmeyen ve şerri de gizlemeyen kimsedir” Ve bu Melâmiyye’nin muhakkıklarının hilâf-ı şer’i şerîf ba’zı amel izhâr eylemelerinden murâd, mutlakā ınde’lhalk ıskāt-ı câh ve menzilet ve izâle-i nebâhet ve şöhret kılmalarından ötürüdür. Nitekim Hz. Pîr’imizi bidâyet-i hâlinde Hz. Şems’in meyhâneye göndermesi bu ma’nâyı müş’irdir. Mesnevî:
“Ol sâhib-i saâdetin kudûm-i mübârekleriyle meyhânede olan cümle meyler asel-i musaffâ oldu”

Mesnevî’nin I. cildinin 1546, 1834-35. beyitlerinde bu konuya temâs edilmiş ve şöyle şerhedilmiştir;

“Çünkü   halk   arasında   şöhret   sâhibi   olmak,   insanı   dünyâya   öyle   sıkıca   bağlar   ki,   bu   bağ   demir   zincirden   de beterdir.  Tâne   olursan   seni   kuşlar   devşirirler,   yerler.   Gonca   olursan   seni   çocuklar   koparırlar.   Kim  güzelliğini mezâda çıkarırsa, şöhret peşinde koşarsa, başına yüzlerce belâ gelir, yüzlerce kötü kazâ yüz gösterir”

Bu  beyitleri  şerheden  Ahmed   Avni  Konuk,  şöhret  bağının  çok  kuvvetli  bir  bağ  olduğunu;  şöhretli  kimselerin etrâfına    toplananların    o    kimseye    gurur    ve    enâniyet    verdiklerini;    o    kimseyi    bu    gurur    ve     enâniyet    içine hapsettiklerini  izâh  eder.   “Bülbülün   çektiği  dili  belâsıdır”  darb-ı  meselinin  de  bu  meyânda   zikredildiğini;   tûtî kuşunu   güzel   söz   söylediği   için   kafeslere   haps   edildiğini   ancak   kıymet   ve   şöhreti   olmayan   kargalarınsa   hür oldukları   misâliyle   meseleyi   izâh   eder.   Bu   sebeple,   ilim   ve   irfânı   gizlemekte   fayda   vardır.   Böylece   kişinin nefsinde  kibir  illeti  ziyâdeleşmez.  Bu  ilim  ve  irfânı  nefsi   terbiye   yolunda   isti’mâl  etmek  gerekir.  Fakat   gönül bağında    biten    mârifet    goncasını    saklamalı;    halkın   nazarında    hakir    görülen,    sökülüp    atrılmaya    lâyık    bir    ot olmalıdır.

(Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e., c. I, s. 16, 28; Ankaravî, Minhâcu’l-Fukarâ, s. 40-42; Konuk, Mesnevî-i Şerîf Şerhi, c. I, s. 465-466; 554; Hadis metni için bkz: İmâm Gazâlî,  İhyâu  Ulûmi’d-Dîn, Kitâbu’l-Muhabbe ve’ş-Şevk, c. IV, s. 418)

799 Mustafa   Sâkıb   Dede,   bu   hâdiseyi   Halil   İbrâhim   Peygamber   Kıssası’na   teşbih   etmekte   ve   ateşin   Mehmed Çelebi için, Halil  İbrâhim Peygamber’e (a.s.) olduğu gibi  serin bir  gül bahçesine  dönüştüğünü   nakletmektedir. (Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e., c.I, s. 17)

800 Sahîh   Ahmed   Dede,   803   h./1401   m.   târihinde,   Timur’un   Konya’ya   geldiğini,   Hz.   Mevlânâ’nın   türbesini ziyâretinin  akabinde   burada   bulunan   Dîvân-ı   Kebîr   ve   24   farklı   eseri   “Rum’da   kıymetini   bilmezler;   riâyetini etmezler; hürmetini anlamazlar” diyerek gasb ettiğini; bu esnâda bir hanımın, Hz. Mevlânâ’ya âid 15 adet kitabı bir hırka içerisinde muhafaza ettiğini ve bunların Timur istilâsından geriye kaldığını rivâyet etmektedir.
(Sahîh Ahmed Dede, a.g.e., s. 232-233)

801 Timur’un Semerkand’a götürdüğü eserler arasında Hz. Osman’ın şehit olurken okuduğu ve üzerinde kan lekelerinin bulunduğu Kur’ân-ı Kerîm; Hz. Dâvud’un zırhı; Hz. Mevlânâ’nın Dîvân-ı Kebîr’i bulunmaktadır.

802 Mustafa Sâkıb Dede, bu ziyâret esnâsında Pîr Âdil Çelebi’nin makam çelebisi bulunduğunu haber vermektedir. Ancak, Sahîh Ahmed Dede’ye göre, Mehmed Çelebi’nin Tebriz seyâhat esnâsında Cemâleddin Çelebi’nin makam çelebisidir ve seyâhat 911 h./1505 m. târihinde gerçekleşmiştir. (Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e., c.I, s.   19; Sahîh Ahmed Dede, a.g.e., s. 253)

803 Esâsen 4^ V| &Jı jSaJI Jjaj Ifj (Fâtır 35/43) [Halbuki kişi kazdığı kuyuya ancak kendisi düşer] âyeti gereğince, o vezîrin de kısa süre sonra belâsını bularak savaş meydanında telef olduğu rivâyet edilmektedir.

804  Sefîne’de, Şâh İsmâil’in Mehmed Çelebi’ye mürîd olan oğlundan bahsederken, bir yerde Safî Mirza, daha sonra da Elkās Mirza olarak geçtiğini görmekteyiz. Ayrıca, bu şehzâdenin “Hatâyî” mahlasıyla şiirlerinin bulunduğundan bahsedilmektedir. Ne var ki, başvurduğumuz bâzı kaynaklar, bahsi geçen Şâh İsmâil oğlu Elkās Mirza’nın, babasına siyâsî olarak başkaldırdığını; daha sonra da Osmanlı Devleti’ne ilticâ ettiğini; burada da pâdişahı, İrân üzerine sefere teşvik ettiğini; siyâsî birtakım başarısızlıklar sebebiyle de kardeşi Şâh Tahmasb tarafından öldürüldüğü bilgisine ulaştık. Bu arada Şâh İsmâil’in şehzâdesinin birçok şiiri bulunduğu bilgisine de ulaşmış olmakla berâber, “Hatâyî” mahlasının, Şâh İsmâil tarafından kullanıldığı bilgisini de edindik. Bu durumda, Sâkıb Dede’nin naklettiği bilgilerde birtakım sıkıntılı noktalar zuhûr etmiş oldu. Ancak, biz esas kaynağımız Sefîne’ye sâdık kalarak vak’aları Sefîne’de kaydedildiği gibi naklettik. Diğer yandan, Karahisar Mevlevîhânesi’nde, Elkās-Safî Mirzâ’ya âid olduğuna inanılan bir kabir de bulunmaktadır. (Muhammedoğlu, Aliyev Sâlih, “Elkās Mirza”, DİA, c. XI, 55; Anıl, Âdile Yılmaz, “Şah İsmâil”, DİA, c. XXXVIII, s. 256; İlgar, Karahisar-ı Sâhib Sultan Dîvânî Mevlevîhânesi ve Mevlevî Meşhurları, s. 102-103, resim: 45)

805  Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e., c.I, s. 19-20; Esrâr Dede, a.g.e., s. 167; Abdülbâki Gölpınarlı, hiçbir delil göstermeksizin bu hâdisenin tamâmen uydurma olduğunu iddi etmektedir. Ona göre, “Dîvânî” lakabı, Mehmed Çelebi’nin “Dîvâne” lakabının mevlevîlerce hoş görülmemesi sebebiyle ortaya çıkmıştır. Bu iddâya merbut olarak da Dîvân-ı Kebîr’i kurtarma efsânesi ortaya atılmıştır.
(Gölpınarlı, Mevlânâ ’dan Sonra Mevlevîlik, s. 111 -112)

806 On iki imamın sekizincisi olan Ebû’l-Hasen Alî er-Rızâ b. Mûsâ el-Kâzım (ö. 203 h./819 m.) için bkz: Kılavuz, A. Sâim, “Ali er-Rızâ”, DİA, c. II, s. 436-438

807  Daha sonra, oğlu Elkās-Safî Mirzâ’nın Karahisar’da, Mehmed Çelebi’nin mürîdi olduğu bilgisine ulaşan Şâh İsmâil oğluna bir mektup yazmış ve mektubu götürecek elçiye, oğluna ulaştırması birçok hediyelerle, harc-ı râh kabîlinden yüklü bir miktâr para vermiş ve Karahisar’a göndermiş. Mektubu alan Şâh İsmâil’in oğlu Elkās-Safî Mirzâ, dünyâ zevklerinden, saltanatından geçtiğini, Mehmed Çelebi’nin mürîdi bulunmaktan huzur duyduğunu ve geri dönmeyeceğini beyân etmek için Mesnevî ’nin;

“Allâh’ın inâyeti ve Allâh’ın seçtiği kişi olmadan, pâdişah olsa bile defteri karadır. Ey emir! Hîlenden vazgeç! Allâh’ın inâyeti karşısında teslim ve rahat öl!” kıt’asını yazdığı ve babası Şâh İsmâil’e gönderdiği rivâyet edilmektedir. (Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e., c.I, s. 20-21; 26)

808  Mehmed Çelebi’nin Meşhed’den, İmâm Ali er-Rızâ’nın huzûrundan ayrılırken;
چشميكه زدؤدركاه رضا مهجوراست
كر جشمۀ خرشيد بود بى نوراست
جانيكه به حدمت سپرد حلقه به كوش
در دائرۀ عين كرم محشوراست

[Rızâ’nın kapısından ayrı düşen göz, güneş çeşmesi bile olsa nursuzdur. Hizmetine kulağı küpeli bir kul olan can, kerem ve ihsân dâiresine dâhil olarak haşredilir] (Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e., c.I, s. 22)

809 Mehmed Çelebi ve dervişlere sunulan hediyeler arasında mevlevîhânede uzun müddet muhâfaza edilen birçok kap-kacak, iki sancak ve büyük bir kazanın bulunduğu rivâyet edilmektedir. Hediyeler arasında bulunan kazanın üzerinde “vakf-ı âsitân-ı Ali er-Rızâ” yazılı olduğu ve Mehmed Çelebi’nin vefâtından sonra uzun müddet, Karahisar Dergâhı’nda bu kazanda aşûre pişirilerek fukarâya dağıtıldığı anlatılmaktadır. Ayrıca, seyâhat boyunca dervişlerin yemekleri bu kazanda pişirilmiş ve dervişler kaç kişi olursa olsun pişen yemek kifâyet etmiştir. Hediye edilen iki sancak zaman içerisinde tahrip olmakla berâber, Mehmed Çelebi’nin başucunda bulundukları rivâyet edilmektedir.
(Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e., c. I, s. 23, 56; Yazıcıoğlu, Hz. Mevlânâ’nın Torunlarından Sultan Dîvânî, s. 36)

810 Mustafa Sâkıb Dede,a.g.e., c. I, s. 22-23

811  Abdülbâki Gölpınarlı, Bağdat Mevlevîhânesi’nin Cünûnî Ahmed Dede (ö. 1030 h./1621 m.) tarafından tesîs edildiğini iddiâ etmektedir. Ancak Sefîne’den anladığımız kadarıyla, Bağdat Mevlevîhânesi’nin bulunduğu mahalle seyâhati esnâsında Mehmed Çelebi gelmiş ve buradan ayrılırken de burada, halka mevlevî âdâb ve erkânını öğretmesi için bir vekil bırakmıştır. Mehmed Çelebi’nin bu seyâhatinin Bağdat Mevlevîhânesi’nin temellerini oluşturduğu kanâatini taşımaktayız. Bağdat’ta bulunan mevlevîhânenin de 1600’lü yıllarda mevcût olduğunu bilmekteyiz. Nitekim, Cünûnî Ahmed Dede 1610 yılında, postnişîni bulunduğu Bağdat Mevlevîhânesi’nde yerine Ahmed Niyâzî Dede’yi vekil bırakarak Konya’ya dönmüştür.

(Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e., c. I, s. 23-24; Gölpınarlı, Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik, s. 263; Cünûnî Ahmed Dede için bkz: Kara, Mustafa, “Cünûnî Ahmed Dede”, DİA, c. VIII, s. 130; Yılmaz, Necdet,Osmanlı Toplumunda Tasavvuf, s. 294-295)

812 Mehmed Çelebi’nin Dîvân-ı Kebîr’i almak için yaptığı seyâhat esnâsında gösterdiği bir kerâmetten bahsedilir: Seyâhat esnâsında, Mehmed Çelebi ve dervişler açlık tehlikesiyle karşı karşıya kalmışlar. Bunun üzerine Mehmed Çelebi, âteşbâzı olan Furûnî Dede’ye; “Ey Derviş Tennûr! Ey Dede Furûn! Dervişlere gayb cebinden nân bahşet!” buyurmuş. Furûnî Dede de, dervişlere cebinden çıkardığı sıcak ekmekleri dağıtmış. Aynı zamânda, yine cebinden harâreti teskîn etmek için soğuk su ve ihtiyaçları karşılamak için de para çıkararak, seyâhat süresince dervişlerin bütün ihtiyâcını karşıladığı, hattâ hastalıklarını bile iyileştirdiği rivâyet edilmektedir.
(Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e., c. I, s. 23-24, 55-56)

813 Ebû Bekr el-Vefâî için bkz: Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e., c. II, s. 3-5

814 Halep Mevlevîhânesi’nin Mehmed Çelebi’nin ziyâretinden sonra inşâ edildiğini söyleyebiliriz. Zirâ, Mehmed Çelebi ve dervişler Halep’ten ayrılıkları esnâsında, daha sonra mevlevîhâne olan, ancak o esnâda boş düz bir arâzi olan mahalden geçerlerken Mehmed Çelebi’nin; “Bu bahçeden kardeşlerimin kokusu geliyor” buyurduğu rivâyet edilmektedir.

Ziyâreti esnâsında Mehmed Çelebi, burada vekil tâyin etmişse de kaynaklar mevlevîhânenin tesîs edilmesinde, Çaldıran savaşı esnâsında Şâh İsmâil’den kaçan ve Halep’e yerleşen iki Safevî askerinden bahsederler. Oldukça zengin olan bu iki asker, Şia inancından vazgeçtiklerini ispatlamak için bir ehl-i sünnet tarîki olan Mevlevîliğe intisâp etmişler; Halep’teki mevlevîhânenin inşâ edilmesini sağlamışlar; ayrıca Konya’dan Halep Mevlevîhânesi için şeyh talep etmişlerdir. Bu talep üzerine, makam çelebisi Hüsrev Çelebi tarafından, Dîvâne Mehmed Çelebi evlâdından Fakrî Ahmed Dede (ö. 994 h./1585 m.) Halep Mevlevîhânesi’ne şeyh tâyin edilmiştir.

(Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e., c. I, s. 25; c. II, s. 178-181; Ali Enver, a.g.e., s. 192; Küçük, Sezâi, “Suriye’de İki Mevlevîhâne: Halep ve Şam Mevlevîhâneleri, I. Uluslararası Mevlânâ, Mesnevî ve Mevlevîhâneler Sempozyumu Bildirileri, Manisa, 2002, s. 285-287)

815 O gün, Mehmed Çelebi ve dervişleri karşılayanlar arasında, Şâh İsmâil’in kaçarak Mehmed Çelebi’ye sığınan ve mevlevî dervişi olduğu rivâyet edilen oğlu Elkās Mirzâ’nın da bulunduğu Sefîne’de nakledilmektedir. O gün, kendisine sikke tekbirlenmiş ve hırka giydirilmiştir. (Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e., c.I, s. 26)

816 Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e., c.I, s. 25-26

817 Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e., c.I, s. 28

818 Sahîh Ahmed Dede, Mehmed Çelebi’nin Muğla seyâhatini, Dîvân-ı Kebîr’i kurtarmak için yaptığı seyâhatten önce zikrederek, seyâhatin târihini 1208 h./1502 m. olarak vermiştir. Ancak Sefîne’de, Muğla seyâhati, Konya’dan avdet  ettikten  gerçekleşmiş  gibi nakledilmiştir.  Esâsen  Sefîne’de  vakalar  nakledilirken  kronolojik bir  sıra tâkip edilmemekle berâber, Muğla seyâhatini nakleden ifâdeler, Horasan ziyâreti sonrasını işâret etmektedir.
(Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e., c.I, s. 28-29; Sahîh Ahmed Dede, a.g.e., s. 253)

819 Muğla Mevlevîhânesi’nin kim tarafından tesis edildiği hakkında elimizde çok fazla bilgi bulunmamaktadır. Sahîh Ahmed Dede, Şâhidî İbrâhim Dede’nin babası Hüdâyî Sâlih Dede’nin (ö. 882 h./1477 m.) Mehmed Çelebi’nin babası Abâpûş-ı Bâlî Çelebi’nin 8 sene hizmetinde bulunduğundan ve 821 h./1418 m. târihinde icâzet aldığından bahsemektedir. Ayrıca Hüdâyî Sâlih Dede, Mehmed Çelebi ile de 868 h./1464 m. târihinde görüşmüş, sohbetinde bulunmuştur. İbrâhim Şâhidî ise, 2 sene kadar Lazkiye/Denizli Mevlevîhânesi’nde terbiye görmüş ve 1200 h./1495 m. târihinde, 27 yaşındayken Mehmed Çelebi ile görüşmek için Karahisar Mevlevîhânesi’ne gelmiştir. Ancak bu târihte Mehmed Çelebi’nin hac ziyâretinde bulunduğunu kaydeden Sahîh Ahmed Dede; annesinden kardeşlerinin vefat haberinin gelmesiyle Şâhidî İbrâhim Dede’nin Muğla’ya avdet ettiğinden bahseder. Daha sonra, Kütahya’da Mehmed Çelebi ile görüşüp orada mürîdi olmuştur. Esâsen, İbrâhim Şahidî eseri olan Gülşen-i Esrâr’da da Mehmed Çelebi’ye olan muhabbetini ve mürîdi olması sürecini tafsîlâtlı olarak aktarmıştır.

(Sahîh Ahmed Dede, a.g.e., s. 236, 246, 251, 252; Şimşekler, Şâhidî İbrâhim Dede’nin Gülşen-i Esrâr’ı,s. 19-27)

820 Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e., c.I, s. 28-29

821 Sahîh Ahmed Dede bu hâdisenin 1208 h./1502 m. târihinde, İbrâhim Şâhidî Dede’nin Mehmed Çelebi ile görüşmek için Bursa’ya gittiği esnâda vukū bulduğunu kaydetmektedir. Sefîne’de ise bu hâdisenin Mehmed Çelebi’nin Burdur seyâhati esnâsında vukū bulduğu rivâyet edilmektedir. Ve bu seyâhat esnâsında Mehmed Çelebi Burdur Mevlevîhânesi’ni tesis etmiş; Fedâyî Dede’yi postnişîn tâyin etmiştir. Daha sonra Şeytankulu İsyânı esnâsında mevlevîhâne tahrîb edilmiştir. Fedâyî Muhammed Dede, 85 yaşındayken vefat etmiştir.
(Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e., c.I, s. 30-31; c. II, s. 12-13; Sahîh Ahmed Dede, a.g.e., s. 253; Ali Enver, a.g.e., s. 185-187; Küçük, Sezâi, a.g.e., s. 221)

822 İbrâhim Gülşenî Osmanlı Devleti nezdinde son derece mûteber bir şeyh olarak tanınmıştır. Kānûnî Sultan Süleyman zamân-ı saltanatında Mısır’da Mısır Vâlisi Ahmed Paşa’nın çıkardığı isyânı bastırmak için Sadrazam İbrâhim Paşa (942 h./1536 m.) Mısır’a gitmiş ve orada birçok kimse kendisini ziyârete gelmiş. Ancak İbrâhim Gülşenî kendisi gitmeyerek oğlu Ahmed Hayâlî’yi göndermiş. Bu duruma çok kızan İbrâhim Paşa, Ahmed Hayâlî’ye İbrâhim Gülşenî’nin kendisini neden ziyârete gelmediğini sorar, Ahmed Hayâlî de babasının kendisini vekil tâyin ettiğini bildirir. Bundan sonra bir tahkîkāta mâruz kalan İbrâhim Gülşenî’nin Arap ve Acem çevrelerinde çok sayıda mürîdi bulunduğu ve Memlük Sultanı Tomanbay’ın dul eşiyle de oğlu Ahmed Hayâlî’nin evli olduğu bilgisine ulaşılır. İbrâhim Paşa, İstanbul’a döndüğünde İbrâhim Gülşenî’nin çevresinde çok sayıda kimse bulunduğunu ve bir isyan çıkarmasından kuşkulandığını rapor eder. Esâsen bu raporun temelinde de ilm-i cifr uzmanı birinin Kānûnî’ye; “Pâdişahım! Saltanatınıza İbrâhim isimli bir zât zarar vermek üzeredir, gaflette bulunmayınız” uyarısında bulunması vardır. Zirâ, Kānûnî’nin kızkardeşi Yavuz sultan Selim’in de kızı Hatîce Sultan’la evli olan Sadrâzam İbrâhim Paşa, kendisinden şüphe edilmesinden korkuya düşmüş ve şimşekleri İbrâhim Gülşenî üzerine çekerek durumdan kurtulmak istemiştir. Bu vesîleyle İstanbul’a dâvet edilen İbrâhim Gülşenî, İstânbul’da İbrâhim Paşa tarafından bir müddet pâdişahla görüştürülmemiştir. Ancak bir tesâdüf eseri şeyhin İstanbul’da bulunduğunu ve kendisiyle görüştürülmediğin öğrenen Kānûnî, bu duruma çok kızmış ve hemen ertesi gün şeyhle görüşmüştür. Pâdişah ve İbrâhim Gülşenî arasında son derece samîmi bir mülâkāt gerçekleşmiş ve bir ara İbrâhim Gülşenî sînesini açarak “Pâdişahım, bu tahtaya dönmüş sîneden taht arzûsu    mümkün    müdür?”    demiştir. Kānûnî’ye    birtakım    nasîhat    ve    duâlarda    da bulunan İbrâhim Gülşenî hakkında Kānûnî; “Yüzden fazla meşâyıh-ı izâm ile bir araya geldim. Cezbesi ve nasîhati Mısır’dan gelen Şeyh İbrâhim Gülşenî’den daha etkili olanını görmedim. ‘Herhâlde Allâhu teâlâ’yı hâzır gör’ dediğinde, bana öyle bir hâl oldu ki, bütün âlemi verseler o hâle bedel olmazdı” buyurmuştur. İbrâhim Gülşenî Mısır’a avdet etmek üzere İstanbul’dan ayrılırken de Kānûnî, kendisine İstanbul’da kalmasını teklif etmiş, ancak İbrâhim Gülşenî ihtiyârlığını ileri sürerek kabul etmemiş; İstanbul’da Şeyh Hasan Zarîfî’yi (ö. 977 h./1569-70 m.) vekil tâyin etmiştir.

(Öngören, Reşat, Osmanlılar’da Tasavvuf, s. 275-280; Azamat, Nihat, “İbrâhim Gülşenî”, DİA, c. XXI, s. 301-304)

823 Mercidâbık Savaşı hakkında bkz: Emecen, Feridun, “Mercidâbık Muhârebesi”, DİA, c. XXIX, s. 174-176

824 Memlük Sultanı Kansu Gavri için bkz: es-Seyyid, Seyyid Muhammed, “Kansu Gavri”, DİA, c. XXIV, s. 314-

825 Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e., c.I, s. 32

826    Mısır’da Mehmed Çelebi’ye Memlük zulmünden şikâyet edenlere Çelebi; “Selim’in selâmıyla müjdelenmek” Tomanbay’dan şikâyetçi olanlara da; “Bu hengâme pek yakında onu da yakalayacak” buyurarak, pek yakın bir zamânda mâruz kaldıkları eziyetlerden kurtulacaklarını müjdelemiştir. Esâsen kısa bir zamân sonra da Yavuz Sultan selim Mısır’ı fethettiği, zâlimlerin de zulmettikleri İbrâhim Gülşenî’nin dergâhının bulunduğu Bâbü’z-züveyle’de cezâlarını buldukları rivâyet edilmektedir. (Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e., c.I, s. 32, 35)

827 Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e., c.I, s. 33

828 Mısır Mevlevîhânesi, Mehmed Çelebi’nin zamân-ı meşîhatinde, Mısır seyâhati esnâsında tesîs edilmiştir. Tesîs târihi tam olarak bilinmese de, Mehmed Çelebi bu seyâhati 922 h./1516 m. târihinde gerçekleştirdiği ve Ahmed Eflâkî’nin eseri Menâkıbu’l-Ârifîn’in muhtasarı olan Sevâkıbu’l-Menâkıb’ın müellifi Abdülvehhâb Hemedânî’nin (ö. 954 h./1547 m.) Mısır Mevlevîhânesi’nde ikāmetle eserini burada, 947 h./1540 m. târihinde kaleme aldığı göz önünde bulundurulursa, mevlevîhâne 1520’li senelerde tesîs edildiğini söyleyebiliriz.
(Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e., c.I, s. 35; Küçük, Sezâi, a.g.e., s. 222)

829 7 dilimli tâc genellikle Nakşibendiyye, Kādiriyye, Sa’diyye tarafından kullanılmıştır.
(el-İstanbûlî, Mecmû’atü’z-Zarâif Sandukatü’l-Maârif – Tarîkat Kıyâfetlerinde Sembolizm, s. 72-78)

830 Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e., c. I, s. 36

831 Şam Mevlevîhânesi, Mehmed Çelebi’nin Şam Seyâhati’nden oldukça sonra, 993 h./1585 m. târihinde Şam Vâlisi Hasan Paşa tarafından tesîs edilmiştir. Ancak, I. Bostân Çelebi’nin zamân-ı meşîhatinde, Lala Mustafa Paşa tarafından “zâviye” mesâbesindeki mevlevîhâne tâmir edilip genişletilerek Şam Mevlevîhânesi tesis edilmiş ve I. Bostan Çelebi’den postnişîn talep edilmiştir. I. Bostân Çelebi de Kartal Dede’yi Şam’a göndermiştir. Şu durumda, 993 h./1585 m. târihinde tesis edilen mevlevîhânenin, I. Bostân Çelebi tarafından genişletilen mevlevîhâne olduğunu söyleyebiliriz.

(Sahîh Ahmed Dede, a.g.e., s. 287; Gölpınarlı, Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik, s. 158; Küçük, Sezâi, a.g.e., s. 315)

832 Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e., c. I, s. 36

833 Bursevî, İsmâil Hakkı, Kitâbü’n-Netîce, (haz: Ali Namlı – İmdat Yavaş), c. II, s. 345, İnsan Yayınları, İstanbul, 1997

834 Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e., c.I, s. 37, 39; Sahîh Ahmed Dede, a.g.e., s. 258

835 Mesnevî’nin   II.   cildi,   2228-2236.   beyitler   arasında   Hz.   Mevlânâ,   “hacc-ı   hakîkî”   ve   “umre-i   ma’nevî”den şöyle bahseder:

“Dedi: “Benim etrâfımı yedi kere tavâf et ve bunu hac tavâfından daha iyi say!” Umre ettin, ömr-i bâkîyi buldun; saf oldun, saflığa acele ettin. O Hakk’ın hakkı için ki, senin canın görmüştür ki, beni kendi beyti üzerine güzîde etmiştir. Her ne kadar ki Kâbe O’nun mahlûkunun evidir, benim hilkatim dahi O’nun sırrının evidir. O hâneyi yaptıktan beri ona gitmedi; ve bu hâneye o Hayy’dan başkası gitmedi. Beni gördüğün vakit, Hüdâ’yı görmüşsün; Kâbe-i sıdkın etrâfını dolaşmışsın. Gözünü iyi aç, bana bak, tâ ki beşerede Hakk’ın nûrunu göresin”

836 Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e., c. I, s. 38

837 Sahîh Ahmed Dede, Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferinden avdetinden sonra, oğlu Şehzâde Süleyman’a Mehmed Çelebi’nin kerâmet ve nasîhatlerini anlattığını rivâyet etmektedir. (Sahîh Ahmed Dede, a.g.e., s. 259)

838 Abdülbâki Gölpınarlı ve bâzı kaynaklar, Mehmed Çelebi ile görüşerek Galata Mevlevîhânesi’ni binâ ettiren İskender Paşa’nın, II. Bâyezid’in paşalarından olduğunu, dolayısıyla Mehmed Çelebi’nin Kānûnî Sultan Süleyman ile görüşmesinin mümkün olmadığını kaydetmektedirler. Ancak, Kānûnî’nin beylerbeyleri arasında da 979 h./1571 m. târihinde vefat etmiş bir İskender Paşa bulunmaktadır. Kendisinin Anadolu’da birçok hayrâtı bulunmakla berâber İstanbul’da bir vakfı bulunduğu bilgisine ulaşamadık. Galata Mevlevîhânesi’nin bânisi olan İskender Paşa ise, Galata Mevlevîhânesi’nin yanında İstanbul’da, İskenderpaşa Câmii’nin de aralarında bulunduğu birçok hayır-hasenât yaptırmış; Rumeli beylerbeyliği, iki defa vezirlik, üç defa Bosna vâliliği yapmış ve 912 h./1506 m. târihinde vefat emiş olan bir İskenderpaşa’dır ve Kānûnî’nin değil, II. Bâyezid’in vezirlerindendir. Esâsen Galata Mevlevîhânesi’ne aid 897 h./1492 m. târihli vakfiye de bunu ispatlar mâhiyettedir. Mustafa Sâkıb Dede’nin ise, Mehmed Çelebi’nin görüştüğü İskender Paşa’yı karıştırdığı, dolayısıyla da Kānûnî ile görüştüğüne hükmettiği kanâatini taşımaktayız.

(Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e., c.I, s. 39-40; Gölpınarlı, Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik, s. 112; Küçük, Sezâi, a.g.e., s. 79; Özcan, Abdülkadir, “İskender Paşa”, DİA, c. XXII, 565-566; Doğan, Sema, “İskender Paşa Câmii”, DİA, c. XXII, s. 568)

839Sefîne’de,    mezkûr selvi ağacının, dikim esnâsında tertiplenen semâ mukābelesinde, devişâna Mehmed Çelebi’ye eşlik ederek semâ ettiği rivâyet edilmektedir.

(Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e., c.I, s. 43)

840  Mevlevîhânenin ilk postnişîni olarak Mehmed Çelebi zikredilmektedir. Daha sonra Sinoplu Safâî Dede’yi (ö. 940 h./1533 m.) postnişîn tâyin ederek Karahisar’a avdet etmiştir. Bir müddet sonra Galata Mevlevîhânesi medrese olarak kullanılmaya başlanmış, daha sonra da İstanbul’da oldukça güçlenen Halvetîler’in mekânı olmuştur. 58 sene kadar mevlevîhâne olarak hizmet veremeyen Galata Mevlevîhânesi, Kasımpaşa Mevlevîhânesi’nin bânîsi Abdî Dede’nin (ö. 1040 h./1631 m.), Konya’ya çelebilik makāmına mürâcatla buranın bir mevlevîhâne olduğunu ispatlaması ve Halvetîler’den geri almasıyla aslî vazîfesine geri dönmüştür. Abdî Dede’nin I. Bostân Çelebi tarafından azledilerek yerine İsmâil Rusûhî Ankaravî’nin postnişîn tâyin edilmesinden sonra Galata Mevlevîhânesi hızla kökleşmiş ve bünyesinde birçok edîb ve müzisyen neşv ü nemâ bulmuştur.
(Küçük, Sezâi, a.g.e., s. 79-81; Yılmaz, Necdet,Osmanlı Toplumunda Tasavvuf, s. 261-263)

841  O zamânda Rumeli Kazaskeri olan Ebûssuûd Efendi ise, önceki fakihlerin görüşlerine aykırı bulduğu Şeyhülislâm Çivizâde’nin bâzı fetvâlarını Dîvân-ı Hümâyûn’a getirerek ilmî açıdan reddetmiştir. Bu gelişmeleri yakından takip eden Kanunî Sultan Süleyman vezirlere emir verip bu konuları görüşmek üzere ulemâyı toplantıya çağırmalarını istemiştir. Devrin âlimleri sonuçta Çivizâde’nin hatâlı olduğu kanâatine varmışlar ve fermân gereği bu görüşlerini imzâlı olarak da sunmuşlardır. Osmanlı Devleti’nde geçerli olan şeyhülislâmın azledilmezliği prensibi ise, ilk defâ 948 h./1542 m. târihinde Şeyhülislâm Çivizâde’nin azledilme siyle bozulmuştur. (İpşirli, Mehmet, “Çivizâde Muhyiddîn Mehmed Efendi”, DİA, c. VIII, s. 348)

842 Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e., c.I, s. 41

843Mevlevîliğe intisâb etmiş bir pâdişah olan Kānûnî, ayrıca Nakşibendiyye, Halvetiyye ve Bayramiyye’ye de müntesibdir. Hz. Mevlânâ’ya ve Mevlevîliğe muhabbetinin bir nişânesi olarak, kaleme aldığı şiirlerinde “Muhibbî” mahlasını kullanmıştır. Ayrıca, Irak Seferi’ne giderken Konya’da konaklamış; Hz. Mevlânâ’nın türbesini ziyâret etmiş, dergâha bir mescid binâ ettirmiş ve Sultan Veled Medresesi’ni tamir ettirmiş; Mesnevîhan Mahmûd Dede’den Abdülvehhâb Hemedânî’nin kaleme aldığı Sevâkıbu’l-Menâkıb adlı eseri tercüme etmesini istemiştir. Bu vesîleyle Sevâkıbu’l-Menâkıb tercüme edilmiştir.

(Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e., c.I, s. 145-147; Kānûnî’nin tasavvufî hayâtı hakkında bkz: Öngören, a.g.e., s. 250-256)

844 Veliyyüddin Dede için bkz: Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e., c.II, s. 7-12

845 Daha sonra bu zâtın Cezâyir Mevlevîhânesi’ni tesîs etmekle vazîfelendirildiği rivâyet edilmektedir. Cezâyir Mevlevîhânesi’ni tesîs ettiği için de aslında Üsküdarlı olan Veliyyüddin Dede, bâzı kaynaklarda Cezâyirli Veliyyüddin Dede olarak zikredilmektedir. Veliyyüddin Dede, 56 sene makām-ı meşîhatte bulunduktan sonra, 982 h./1574 m. târihinde, 82 yaşında vefat emiştir. Veliyyüddin Dede’nin naaşı techiz ve tekfin edilirken Veliyyüddin   Dede’nin   ayağını   oynattığı;   daha   sonra   da   gassâlın   rüyâsında   gassâla;   “Ceddin   Hz.   Muhammed (s.a.v.)’den hayâ ettiğimden ayağımı çektim” buyurduğu rivâyet edilmektedir. Cezâyir Mevlevîhânesi’nin âkıbeti hakkında bir mâlûmâta kaynaklarda rastlayamadık.

(Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e., c. I, s. 42; Sahîh Ahmed Dede, a.g.e., s. 252, 260, 273)

846  Sahîh Ahmed Dede, a.g.e., s. 260

847   Safâyî Dede: Aslen Sinop’lu olan Safâyî Dede, Mehmed Çelebi’ye mürid olmadan önce devlet kademelerinde vazîfe yapmış ve İskender Paşa’nınn kâtipliği vazîfesinde bulunmuştur. İskender Paşa’nın Mehmed Çelebi ile görüşmesi ve irâdet getirmesi esnâsında Safâyî Dede de Mehmed Çelebi’nin bendegânı arasına katılmıştır. Galata Mevlevîhânesi’nin tesisinden sonra, burada bir müddet Mehmed Çelebi’nin meşîhati esnâsında Mehmed Çelebi ile berâber olmuştur. Mehmed Çelebi Karahisar’a evdet ederken, Safâyî Dede’yi yerine vekil tâyin etmiş, mevlevîhâneyi Safâyî Dede’ye emânet etmiştir. Galata Mevlevîhânesi’nin Safâyî Dede’nin zamân-ı meşîhatinde devlet erkânının ve şuarânın rağbet ettiği bir mekân olduğu rivâyet edilmektedir. Safâyî Dede, postnişînlik vazîfesine devam ettiği esnâda, 940 h./1534 mtârihinde, 110 yaşındayken vefat etmiştir. (Ali Enver, a.g.e., s. 126-127)

848 Mehmed Çelebi’nin yola çıktığı haberi Kānûnî Sultan Süleyman’a ulaştığında pâdişahın;
عنقا شكار كس نشود دام باز چين
كاینجا هميشه بادبدست است دامرا
[Ankā kuşu kimsenin avı olmaz, tuzağı kaldır! Çünkü burada daima tuzağın eli boştur] beytini inşâd ettiği rivâyet edilmektedir.

(Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e., c. I, s. 42-43)

849 Bu mevlevîhânenin âkıbeti hakkında bilgi bulunmamaktadır. Literatürde, Bursa Mevlevîhânesi olarak bilinen mahal, I. Bostân Çelebi tarafından vazîfelendirilen Bağdat Mevlevîhânesi şeyhi Cünûnî Ahmed Dede’nin(ö. 1030/1621)nezâretinde, pâdişah I. Ahmed’in desteğiyle tesîs edilen mevlevîhânedir. Ve tesîs târihi de 1024 h./1615 m.’dir.

(Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e., c. I, s. 53; Küçük, Sezâi, a.g.e., s. 181-182; Yılmaz, Necdet, Osmanlı Toplumunda Tasavvuf, s. 293-295)

850 Kütahya   Mevlevîhânesi,   Konya   ve   Karahisar’dan   sonra   üçüncü   merkezdir.   Şecerelere   ilkpostnişîn   olarak geçmiş bulunan Celâleddin Ergūn Çelebi’den (ö. 775/1373) dolayı Ergūniyye Dergâhı, Ergūn Çelebi Zâviyesi ve Zâviye-i Ergūniyye adlarıyla da bilinmektedir.
(Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e., c. I, s. 45-46; KMMA, dosya no: 51, belge no: 29; Küçük, Sezâi, a.g.e., s. 212-213)

851 Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e., c. I, s. 44-45, 46

852 Midilli Adası Mevlevîhânesi, Mehmed Çelebi’nin himmetleriyle tesis edilmiştir. Mevlevîhânenin ilk şeyhi, Mehmed Çelebi’nin talebelerinden Derviş Hamid’dir. Ancak mevlevîhânenin sonraki dönemlerinden ve âkıbetinden haberdâr olamadık. (Küçük, Sezâi, a.g.e., s. 313, dpnt: 3)

853 Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e., c. I, s. 47

854 Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e., c.I, s. 48-49; Sahîh Ahmed Dede,a.g.e., s. 261

855 Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e., c.I, s. 49-50

856 Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e., c.I, s. 56-57

857 Târihî     vesîkalar     her     ne     kadar     Elkās-Safî     Mirzâ’nın     Mehmed     Çelebi’nin     müridânından     olabileceğini reddediyorlarsa da, Karahisar Mevlevîhânesi’nde Elkās-Safî Mirzâ’ya atfedilen bir kabir bulunmaktadır.
(İlgar, Karahisar-ı Sâhib Sultan Dîvânî Mevlevîhânesi ve Mevlevî Meşhurları, s. 103, resim: 45)

858 Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e., c.I, s. 51-52

859 Esâsen Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın da katlinden sonra, malvarlığına el konulmuştur.

(bkz: Özcan Abdülkadir, “Merzifonlu Kara Mustafa Paşa”, DİA, c. XXIX, 246-248)

860Mustafa Sâkıb Dede, bu tâmirâtın, Mehmed Çelebi’nin torunu Şâh Muhammed Çelebi’nin oğlu Küçük Muhammed Çelebi’den olan torunu Güneş Hân’ın zamân-ı tevliyetinde gerçekleştirildiğini belirtmektedir.

(Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e., c.I, s. 53-54)

861  Oğlu Hızır Şâh Çelebi, babasının vefâtına şu kıt’a ile târih düşmüştür:

Olup dil-sîr-i seyr-i enfüs ü âfâk u nâ-gâhî
Verâ-yı perde-i gayba çekince peyker-i cânı
Dedi târîhini bir müstemend-i derd-i hicrânı
Bekā mülküne çekdi askerin Sultan Dîvânî (936)

(Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e., c. I, s. 50; Sahîh Ahmed Dede, a.g.e., s. 261-262)

 

ETİKETLER: