Kalp inanç ve kültür olarak özümsediğimiz, hücrelerimize kadar içimize sindirdiğimiz ve bizim maneviyatımızı belirleyen bir kavramdır. Edebiyatta daha çok kalp kelimesi kullanılır. Yürek bir organdır ve kanın temizlendiği ve devri daim için pompalandığı bir yer olarak düşünebiliriz. Oysa kalp tamamen manevi anlamda kullanılır. Sevginin, şefkatin, merhametin sembolü vicdanın sızladığı yerdir. Tasavvufta ihlas ve takvanın oluştuğu yerdir. Kalp, Hadis-i Kutsî’de anlatıldığı gibi; yere göğe sığmayan Allah’u Azimüşşan’ın, müminin vücudunda tercih ettiği yerdir.
Kalp aslında, vücut içinde üç makamdan bir tanesidir. Vücutta nefs denen ego ve sonra tekâmül edip kalbe yükselen bir varlığımız var. Bir de ruhumuz var. Ruhumuz, Allah’tan hiç değişmeden gelen ve bizi diri tutan varlıktır. Kalp de ikisinin arasında, tam orta yerde Peygamberlik makamıdır; âdeta berzahtır. Kalp aydınlanmadan önce bir et parçası gibidir. Fakat Allah’ın nûru vurduğu zaman, onun adına “Gönül” denir; yani kalbin adı “Gönül” olur. Gönül gözü açıldığı zaman; kul, oradaki aydınlanmayla vücudu şakk-ı kamer olur, yani ikiye bölünür. Kul ilk defa nefsinin kötülüklerini ve yanlışlarını hisseder, emmareden levvameye geçer; çünkü kalbi artık aydınlanmıştır.
Yusuf, levvame çocuğudur, emmare çocuğu değildir; kardeşleri emmare çocuğudur. Hazreti Yusuf, kalp makamını temsil eder. Nefsin arzu ve istekleri olan kardeşlerinin, kalbi karanlıkta bırakarak nurlanmasını engellemesi demektir. Yakup, da ruh makamını ve küllî aklı temsil eder. Yakup’un kör olması da, vücudun nefsânî arzu ve isteklerin kuyusunda kalması sonucunda dirilikle alâkasını kesmesi, ölü vücut olması demektir. Dolayısıyla böyle baktığımızda; Kalp ne zaman aydınlanır ve nefsânî arzu ve istek kuyusundan çıkarsa, o zaman vücutta bir aydınlanma, kendindeki hataları görmeye başlar. Vücut ikiye bölünür, ruh nefisten, nefis ruhtan haberdar olur; nefis de tekâmül etmeye başlar. Koruk bir üzümken, güneş gibi olan mürşidin tesiriyle, yavaş yavaş tekâmül eder; önce kalp makamına çıkar, sonra ruh makamına yükselir. Hepsi aynı makamdır da, birbirinin derecesidir aslında.
İman ise kalbin aydınlanması, yani nurlanmasıyla olur. İman geni vücutta vardır, bugün ispatlanmıştır; her vücutta bir iman geni vardır, ama aydınlanmadan önce nefis hâkimken, bu gen kendini ortaya çıkaramaz. Kalp aydınlanınca basiret gözü açılır ve iman bütünüyle ortaya çıkar. Artık kalp açıldıktan sonra, geri dönüş olmaz. İnsan vicdanla hareket eder. Vicdan kelimesinin kelime anlamı da, kalbin yüzünün ruha dönük olması demektir. Kalp ruhla irtibatlıysa, yanlışı görür, yanlış yapsa da ondan vicdanen rahatsız olur. Yanlışı görür ve doğru yapmaya, ahlâklı olmaya gayret eder.
Bir şey aklımıza çok yakın geliyor da, bir türlü ona yönelemiyoruz, yani ona ısınamıyorsak nefsâniyet vücudumuza hâkim olmuş demektir. “Aklımız” dediğin, küllî akıldır. Cüzî akla yakın gelen şey nefse aittir. Küllî akla yakın gelen şey ruhanidir, yani Rahmanidir. O da ancak kalbin aydınlanmasıyla olur. Küllî akıl demek kendi aklını Allah’a raptetmek demektir. İşte orada cüzî akılla idrak edemediğin bâzı gerçeklerin farkına varırsın. Ama ruhumuz geliştiyse, kalbimiz aydınlandıysa; bize sıcak gelen doğrudur, ama aydınlanmadıysa, sıcak gelen nefsânidir.
Hadis-i Kutsî’de de söylendiği gibi; madem Allahu Azimüşşan yere göğe sığmadığı halde, müminin kalbinden ortaya çıktı, tecellî etti, o kalbi ihata etti, kapsadı, artık müminin kalbinde hiçbir şey bırakmadıysa; o zaman sen o kalbi kırmakla, Allah’ın oradaki hakikatine, hâşâ, hürmetsizlik etmiş oluyorsun ve oradaki tecellîsine hürmetsizlik etmiş oluyorsun. Yani kişinin kalbini kırmıyorsun, doğrudan doğruya Allah’ı kırıyorsun. O bakımdan da çok büyük günah işlersin. O yüzden de Yunus Emre; “Kimin ne olduğunu bilmediğiniz için, kalp kırmayın” diyor. Tamir etmenin yolu nedir peki? Af dilemek, özür dilemek her zaman insanın büyüklüğünün derecesidir. Özür dileyerek ve helalleşerek, kul hakkını mutlaka bu dünyada tamir etmek lâzım.
Gönül adamı olmak ve tekamül için, mutlaka bir Mürşid-i Kâmil lâzım. Hocalarımız bizi uyarması lâzım. Kur’an’a uyan bâzı ahlâkî değerlerimiz bile, bize nefsâniyet hâline geçebilir. Hâlbuki nefsin azdığı her yerde Allah’la irtibat kesilir. O yüzden de menfaat ilişkisi olmayan ihlaslı bir öğretmenin bize hakikati göstermesi lâzım. İhlaslı bir mürşid aynı zamanda Allah dostudur. Bizi ilmiyle, irfanıyla ve ahlakıyla örnek olacak, bizi de Sırati müstakime yönlendirerek, hakikati görmemize vesile olacak, bizi şuurlandırarak Allah’a taşıyacaktır.