“Kâinatta Hem Temiz Hem Temizleyici Olan İki Şey Vardır: Biri Su, Biri Ehl-i Beyt-i Mustafa”

A+
A-

“Kâinatta Hem Temiz Hem Temizleyici Olan İki Şey Vardır:

 Biri Su, Biri Ehl-i Beyt-i Mustafa”

Nur-ı Muhammedi ne demektir, bu ifadeden ne anlıyorsunuz?

Efendim kâinatın yaratılışında şöyle bir ‘haber’ anlatılır. Cenab-ı Hak Kendi nurundan bir nur ayırdı. Yalnız burada tabirlere dikkat etmek lazım. Zatından, ruhundan değil; nurundan bir nur ayırdı ve o nura “Muhammed ol” dedi. Bu emir üzerine o nur insan şeklinde tecessüm etti, cisimlendi ve hemen dile gelip “La ilahe illallah” dedi. Allah-u Teala cevap verdi; “Muhammedun Resulallah”. Bu insan şeklinde tecessüm etmesinden dolayı…Veya murad-ı ilahi öyle, kendi kendine iradeyle olacak işler değildir bunlar. Bütün insanlar yeryüzüne Allah’ın halifesi olarak gönderildiler, Nur-ı Muhammedi şeklinde oldukları için…Yani insan şeklinde Nur-ı Muhammedi’den ziyade Nur-ı Muhammedi şeklinde insan olduk. Bu ilk oluşum olduğu için zaten Efendimiz hakkındaki sözlerin bir kısmı mesela; nur-ı evvel diye söylenir. Sonra bu Nur-ı Muhammedi’den levhler, kâlemler, arşlar, kürsiler vs…yaratıldı. Hepsi Nur-ı Muhammedi’nin yansımasıdır. Nur-ı Muhammedi de elbette nurullahtır. Ayrı görmemek, şaşı olmamak lazımdır. Tevhid sadece kelime-i tevhid’in, La ilahe illallah kelime-i tayyibesinin tekrarından ibaret değildir. Tevhidin ileri mertebelerinde böyle bir birleşim vardır. Buna rağmen İbn Arabi Hazretlerinin tabiriyle “Allah Allah’lığını kimseye vermez, Habib’i dahil” Bu nüanslarla bu işler lisana gelmeden laboratuara hayli hayli girmez. Ancak sezgi, muhabbet daha doğrusu aşk yoluyla anlaşılan şeylerdir.

‘Allah ve melekler, Resulüne salat ve selam ederler’ ayetindeki ‘salat’tan kastedilen mana nedir?

Bir müslümana yakışan ve bütün ibadat ve taattan, akaitten kasıt; Allah’ın Ahlakı’yla ahlaklanmaktır. Ancak demin arz ettiğim gibi Allah, Allah’lığını kimseye vermez. Rab Rab’dır, kul kuldur. Halık halıktır, mahluk mahluktur fakat halifetullah olmak çok önemli bir meseledir. Halife, müstahlefi gibi olmak durumundadır. Allah ve melekleri bir de mutlak ifade kullanarak ayetin başında “innallahe” mutlak ifadesi kullanacak melekleriyle birlikte Hz. Peygamberimize salât etmektedir. Salât kelimesi bir çok manaya gelir. Burada…. Nedir? Tazimdir. Halik mahlukuna tazim eder mi? Etmemesi için bir kayıt mı var, birisi karışabilir mi? Habibine tazim ediyor. Meleklerine de öyle emrediyor. Biz de mutlaka tazim ile mükellefiz. Allah nasıl Resulullah’a salât ediyorsa, biz de O’nun gibi salât etmeliyiz. Biz ne diyoruz bu ayetin karşılığında; “Yarabbi! Allahümme! Ey Allahımız! Biz O’na layık tazim ile ve salât ile salâtlayamayız. Lütfen bizim namımıza sen salât et.” Allahümme salli ala seyyidina Muhammed, demek o demek. Nasıl Resulullah Efendimiz: “Ben seni hakkıyla bilemedim Ya Rabbi” diyorsa, biz de Resulullah Efendimize uyarak Rabbimizden niyaz ediyoruz ki Resul-i Kibriya’ya biz hakkıyla tazim ve salât edemeyiz, ya Rabbi bizim için sen ediver. Böyle anlamak gerekir.

Kuran ile Efendimiz’in ikiz kardeş oldukları söylenir, bunu nasıl anlamak gerekiyor?

Şimdi “ikiz kardeş” sıfatı biz anlayalım diye söylenmiş bir sözdür. Gayrı değildir. İkiz oldu mu bir ve iki var demektir. Kur’an ve Muhammed aleyhisselam birbirinden ayrı değildir. Resulullah Efendimizin kırk yaşından evvelki hayatı tedkik edildiğinde, bir tek ayet-i kerimeye muhalif hal görülmez. Keza hayatının son demlerinde gelen ayetlere de muhalefet o ayet gelmeden evvelki döneminde yaşama tarzında asla rastlanamaz. Mesela çok önemli bir dünyevi hadise olan emaneti ehline vermek meselesi. Bu ayet Mekke’nin fetih günü, Efendimizin son zamanlarında gelmiştir. Ama Efendimiz altmış sene emaneti hep ehline vermiştir. Tetkik etsinler. Hicret sırasında kendisine verilen emanetleri Hz. Ali’ye bıraktı, ondan sonra Hz. Ebubekir’le beraber Sevr mağarasına gitti diye anlatılıyor. Bu çok kolay gibi anlaşılıyor, meselenin iç yüzüne intibak edilmeksizin…O sırada Mekke’de Efendimiz ve Hz. Ebubekir’den başka, Hz. Ali ve Hz. Osman dışında Müslüman yok. Hepsi Müşrik. Efendimizin canına kastedecek kadar düşmanlar ama emaneti O’nun kadar muhafaza edecek zat bulunmadığı için para, senet, mücevher gibi emanetlerini onların tabiriyle Muhammedü’l-Emin’e, bizim tabirimizle Resulullah Efendimize bırakıyorlar. O da hayat-memat meselesi zahiri itibariyle bunca senelik memleketini terk edip gidecek evvela emanetlerin teslimi için Cenab-ı Ali’yi görevlendirip ondan sonra yola çıkıyor. Yani Resulullah Efendimiz İslam ahlakını Kur’an ayetleri inmeye başladıktan sonra öğrenmiş ve yaşamış değildir. Allah-ı Zülcelal Habib-i Edibini her türlü hata ve isyandan korumuştur ve hiçbir ayete muhalif fiil-i Peygamberi görmek kırk yaşından evvel ve sonra da mümkün değildir. İşte budur ahlak-ı Muhammedi…

Peygamberimizin isimleri kaç tanedir, bunları nasıl almıştır, anlamlarına ilişkin neler söylenebilir?

Efendimizin isimleri pek çoktur. Bunların sayılmışı vardır, sayılmamışı vardır. Efendimizin âlem-i melekuttaki ismi başkadır, âlem-i dünyadaki ismi başkadır, âlem-i ervahtaki ismi başkadır. Ayrıca sıfatları vardır. Bu sıfatlar Medine’de Mescit-i Nebevi’nin kıble duvarına Osmanlı zamanında yazılmış, herkes öğrensin diye oraya hakkedilmiştir. Ancak nasıl Cenab-ı Hakk’ın esma-i şerifesi doksandokuzla sınırlı değilse; -çünkü maalesef bu yanlış biliniyor. Allah’ın doksandokuz ismi vardır deniliyor. Böyle değildir. Hadis-i Şerif’te “Allah’ın isimleri içerisinde şu doksandokuz tanesini iksa ediniz” buyuruyor Resulullah Efendimiz. doksandokuzdur demiyor ama bunu maalesef halkımız böyle anlıyor. Yanlış bir anlayıştır.- Nasıl Cenab-ı Allah’ın Esma’sına sınır yoksa, Resul-u Kibriya’nın da esmasına sınır yoktur. İbn Arabi Hazretleri “tesbit ettim ve her esma-yı ilahinin gölgesinde Resul-u Kibriya’nın Esma’sını gördüm” buyuruyor. Onbin civarındadır. İbn Arabi hazretlerinin sayabildiği kadarıyla ki Cenabı Hak’kın da Resullullah’ın da Esma-i Şeriflerine hudut koymak hiç kimsenin haddi değildir, on binle bile sınırlı değildir.

Bir eş, bir baba, bir dede, bir kumandan, bir dost ve arkadaş olarak Efendimiz’i nasıl anlatırsınız?

Resulullah Efendimiz’in pek çok sıfatı vardır. O sıfatların şahikasını, zirvesini, doruğunu yaşamıştır. Çok şefkatli bir baba, çok sevgili bir eş, çok muktedir bir kumandan, çok ince görüşlü bir diplomat gibi bütün sıfatlarında en ince ve en yüksek halleri yaşamıştır. Bazı misaller arz edelim. Resulullah Efendimiz dünya metaına ehemmiyet vermemiş sair peygamberan-ı kiram gibi dünyevi mirası kalmayacak kadar fukara yaşamıştır. Hz. Süleyman çok zengin gibi görünür ama şahsi malı değildir, devletin malıdır. Kral olmak itibariyle şahsi malı değildir, Hz. Süleyman’ınkiler de… Hz. Hasan ve Hüseyin Efendilerimiz oynamak için yavru deve satın almasını istiyorlar. Bizim çocuklarımızın bizden kuzu istedikleri gibi… Efendimiz buyuruyor ki; “Yavrularım onu alacak para yok. İster misiniz ben deve olayım size?” deyip dört ayak üstüne gelip, torunlarını sırtına alıp oynatacak kadar müşfik bir dededir. Hz. Ayşe validemiz anlatıyorlar: “Resulullah benden su isterlerdi, bir kap içerisinde götürürdüm. “Evvela sen iç ya Ayşe” derlerdi. Ben bir yudum içerdim. Sonra içtiğim yere ağzını denk getirip oradan içerdi.” Eşine, zevcesine böylesine iltifat edici bir eş. Sevde validemiz, Safiye validemizle evlendiği zaman Efendimiz: “Ben artık ihtiyarladım. Sana hem eşlik, hem ev hizmeti göremeyecek haldeyim. Beni boşarsın diye çok korkuyorum.” dediğinde Efendimiz gamını dağıtmak için şaka yapacak kadar da latif bir eştir. “Niye istemiyorsun benden boşanmak? Fena mı serbest kalırsın. Bak bir sürü iş veriyorum ben sana vs. gibi.” “Hayır ya Resulullah, Kıyamet gününde sizin zevceniz olarak haşrolmak isterim. Onun için boşanmamızdan korkarım” buyuruyor Sevde validemiz. Efendimiz teselli buyuruyorlar. Sevip okşayıp olmaz öyle şey ölünceye kadar beraberiz buyuruyorlar. Böyle bir eş, böyle bir dede. Oğlu İbrahim (as) vefat ettiği zaman kendisine telkin veren müşfik baba. Fakat Ashab-ı Kiram Efendilerimiz hazaratı içinde dahi Efendimizin bu inceliğini idrak edemeyecek zevat vardı. Efendimiz ağladığı zaman “hani sen bize ağlamayı yasaklamıştın” diyecek kadar sözü yanlış anlayanlar…“Ben size ağlamayı yasak etmedim. Ben size yaka yırtmayı, bağırıp çağırmayı, niye evladımı benden aldın diye Allah’a kafa tutmayı yasakladım” buyuruyorlar. Kumandan Resulullah olarak da Efendimizin Uhud gazvesindeki stratejisi ders kitaplarında okutulacak kadar önemlidir. Diplomat olarak Hudeybiye Anlaşmasındaki hali, harekatı, tavrı, Hz. Ömer tarafından dahi itirazla karşılanan ama çok uzak görüşlü, muhatap tanınmak inceliğine dayanan, çok ince bir diplomattır. Bütün ahvali Efendimizin bütün sıfatlarında böyle en yüksektir.

Ehl-i Beyt tabiri neyi ifade eder? Ehl-i Beyt’i sevmek ve saymak, o kutlu aileye ve nesle bağlı olmaya çalışmak ne anlama gelir?

Biz hep Amerikalılara kızıyoruz, kelimeleri kısaltıp konuşuyorlar diye. Ama biz de yapıyoruz aynı şeyi. Ehl-i Beyt deyip geçiveriyoruz. Halbuki onun tamamı Ehl-i Beyti Mustafa’dır. Ehl-i Beyt kelimesi yetersizdir; çünkü hepimizin beytimiz var, ehlimiz var. Ehl-i Beyt, “ev ahalisi” demektir. Ehl-i Beyt-i Mustafa; “Mustafa’nın ev ahalisi” demektir. Biz ayran, limonata, çay vs. içeriz ama onlarla abdest alamayız. Çünkü, ayran, limonata, çay temizdir ama temizleyici değildir. Asit temiz değildir ama temizleyicidir. Kâinatta hem temiz hem de temizleyici olan şey vardır. Biri su, biri Ehl-i Beyt-i Mustafa. Hem temiz, hem temizleyicidirler. Ayrıca saygı bir davranış biçimidir. Sevgi ise bir gönül meselesidir. Resulullah’ı ve ailesini saymak mümkündür. Terbiyeli insanlar bunu yaparlar. Sevmek ise, yüksek gönül sahibi olan insanlara mahsustur. Ve ifrat-ı muhabbette edeb sakıt olur. Bunu da herkes anlamaz. Edepsizlik gibi görülebilir, saygısızlık gibi görülebilir ama ifrat-ı muhabbette edep sakıt olur. Resulullah Efendimizi sevmek demek O’nun sevdiklerini sevmek, O’nun sevmediklerini sevmemek demektir. Biraz evvel Efendimizin zevceleri validelerimizi, yavrularını ve torunlarını nasıl sevdiğini arz etmeye çalıştık misalleriyle. Dolayısıyla Efendimizin zevceleri zaten Kur’an hükmüyle müminlerin anneleridir. Anasını sevmeyen evlat zaten haramzadedir. Annelerimiz hakkında ayettir, seveceğiz. Ve bir zerre imana sahip olanlar bu sevgiyi taşırlar. Keza aile efradı da Efendimizin O’nun sevdiği için, sevilmeye layık olduklarından mana bizatihi hepsi mustakil olarak fevkalade sevgi ve saygıya layık insanlardır. Bizim ne yazık ki yeterince tedkik etme meraklısı bir ahalimiz yok. Bunların hepsi kitaplarda yazılı, biraz okuyuversinler. Ne kadar yüksek insanlar olduklarını, ne kadar saygıdeğer insanlar, ne kadar sevgiye layık insanlar olduklarını zaten öğreneceklerdir. Efendimizin ve ailesinin düşmanları sadece cahiller ve gafillerdir. İnanç meselesi ayrı bir meseledir. Bismark, Goethe hıristiyandır. Ama Bismark; “Senin zamanında yaşayamadığıma esef ediyorum, ey Müslümanların peygamberi. Hatıran önünde tazimle eğilirim” diyor. İman değil ama bir saygıdır bu. Belli olmaz bu saygısından dolayı Allah’ın Habib’ine olan muhabbeti iman ile müşerref kılmış olabilir. Onu bilemeyiz.

Habibullah ne demektir, ‘Allah’ın Sevgilisi’ nitelemesinden ne anlaşılmalıdır? Makam-ı Mahbubiyet, sadece Efendimiz’e mi özgüdür?

Muhabbet asla tek taraflı olmaz. Mutlaka karşılıklı olur. Mahbub hub olarak görülen, güzel olarak görülen yani sevilen demektir. Cenab-ı Allah’ın sevdiği Muhammed (as)’dir. Bu sadece Efendimize mahsus bir makamdır. Makam-ı Mahbubiyet, Mahbubu Kibriya, Habibi Kibriya’dır. Ayrıca insanlardan da, ümmetten de Resulullah Efendimize ve dolayısıyla Allah-ı Zülcelal’e büyük muhabbet besleyen zevat-ı kiram vardır. Onlar da Efendimizin mahbub-ı kibriya makamının varisleri olarak kendi miktarlarınca makam-ı mahbubiyet sahibidirler. Resulullah Efendimizin varisleri; âlimler, arifler ve aşıklardır. Alimler nübüvvetine, arifler hikmetine, aşıklarsa muhabbetine varistirler. İnsanı yücelten yegane kıymet Muhammed mihengine vurulmaktır. Ne kadar Muhammedi isen ilimde, irfanda, muhabbette ne kadar Muhammedi ise o kadar büyüksün. İşte Hz. Abdulkadirleri, Hz. Mevlanaları, Hz. Hüdaileri, Hz. Suud Efendileri büyük yapan Yunus Emreleri, büyük yapan muhabbet-i Muhammediyyeleridir, başka bir şey değil.

Efendim Hz. Bilal malum Habeşliydi, Arapça telaffuzunun sorunlu olduğu rivayet edilir, ‘eşhedü’ diyemediği, ‘eshedü’ şeklinde telaffuz ettiği söylenir. Fakat Efendimiz, ezanı onun sesinden dinlemeyi tercih edermiş. Buna bazı sahabiler itiraz edince de, ‘Bilal’in sin’i, Allah katında şın’dır’ buyurmuştur. Hatta bunun üzerine Hz. Ebubekir’in, ‘keşke Muhammed’in hatası olsaydım’ dediği rivayet edilir. Bu sözü nasıl yorumlarsınız?

Resulullah Efendimiz her hususta çok yüksek ve çok incedir. Eğer musiki ile bizzat meşgul olsa idi bunun bütün ümmete sünnet olması gerekirdi. Halbuki musıki bir kabiliyet meselesidir. Herkeste olmaz ama musikiden lezzet almayan insan da olmaz. Efendimiz de o lezzeti en yüksek derecede alıyordu. Nereden biliyorum? Hz. Bilal gibi bir Habeşle, Hz. Abdullah İbn Mektun gibi bir ‘kör’ü -zahir itibariyla estağfurullah!- müezzin olarak tayin etmesinden de anlaşılabiliyor. Çünkü o kadar yakıcı, o kadar güzel ve o kadar ahenkli okuyorlar ki her ikisi de onları seçiyor. Resulullah Efendimiz Kur’an-ı Kerim’i kendi mübarek, fasih lisanıyla okuduğu gibi bugün biliyorsunuz dünyadaki kıraat ilmine intikal etmiş yedi tane okuyuş vardır ve bunların hepsi doğrudur, hiç biri hata değildir. Resullullah Efendimiz’den hata zuhur etmez. Hz. Ebubekir’in burada söylediği çok ince bir sözdür. “Muhammed (as)’e yakın olayım. O’nunla bir ilgim olsun da hatası olayım” manasına yüce bir muhabbet ifadesidir. Hz. Ebubekir çok önemli bir zat-ı şeriftir. Bir sözü bizim için yeterlidir değerinianlamaya. “Yarabbi benim bedenimi öylesine büyüt ki cehenneme benden başka kimse sığamasın, müminler yanmasın.” Bir adam Resulullah’tan sonra idareyi eline aldı diye emirül müminin olmaz. Bu sözü söyledi diye emirül müminin olur. Hz. Ömer de “Fırat kenarında bir dul kadının oğlağı kaybolsa benden sorulur” dediği için emirül miminindir. Bu incelikleri anlamak lazımdır.

‘İlim bir şehirdir, kapısı Ali’dir (ra)’ hadisini nasıl anlamak gerekiyor?

Hz. Ali’yi kelimelere sığdırmak mümkün değildir, bütün ashab ve ileri gelenleri gibi. Bu sadece Hz. Ali hakkında değildir. “Ben sıddıkiyet şehriyim Ebubekir kapısıdır, ben adalet şehriyim Ömer kapısıdır, ben haya şehriyim Osman kapısıdır, ben ilmin şehriyim Ali kapısıdır”. Bu sözün tamamı böyledir. Bu sadece Hz. Ali’ye mahsus değildir. “Ben Fatma’danım, Fatma bendendir.” Bunlar yakınlık ifade eden terimlerdir, Arapça deyimlerdir. Çok fazla yakınlık ifade etmek için kullanılmıştır. Hz. Ali hem Efendimizle kan bağı, hem damatlık bağı, hem de çok yakını olmak itibariyle çok yakınlar. Bu yakınlığı biz anlayalım diye bu sözler sadır olmuştur. Çünkü nasıl Kur’an-ı Kerim’de “Resulullah’a itaat bana itaattir, O’na isyan bana isyandır” diye ayet-i kerime indiyse Resul-i Kibriya Efendimiz’in de bu nevi zevat hakkında söyledikleri sözlerle onlara itaat Efendimize itaat, onlara isyan Efendimize isyan demektir. Onun için Hz. Ali’ye isyan edenleri haklı görenlerin kulakları çınlasın, Hz. Ali’ye isyan edenler, Efendimiz’e, dolayısıyla Kuran-ı Kerim’e, dolayısıyla Allah’a isyan etmişlerdir.

Mirac’ın sırrı açısından bakıldığında, Efendimiz’in Cemal-i Hakk’a ayna olması hikmetini nasıl izah edersiniz?

Süleyman Çelebi’miz hakikaten çok yüksek hakikatleri bir beyte sığdırarak ifade etmiş çok önemli bir zat-ı şeriftir. ‘Sen ki miraç eyleyip ettin niyaz/Ümmetin miracını kıldın namaz.’

İşte bu Resulullah Efendimizin namaz hakkındaki hadisleri de nazar-ı itibare alındığında beraberce düşünülürse Mirac, Allah ile ayniyet kesbetmek demektir. Aynı olmak demek değil ama ayniyet kesbetmek demektir. Hz. Mevlana bunun misalini bir hikaye ile şöyle anlatıyor Mesnev-i Şerif’te: Bir padişah bir saray yaptırmış. Bütün odalarını ayrı ayrı nakkaşlara tezyin ettiriyor. Birinci gelene de büyük bir hediye verecek. Bütün nakkaşlar talip olmuşlar. Kimi salonlara, kimi koridora, kimi şuraya, kimi buraya…Çok meşhur bir nakkaş da büyük salonun ana duvarına nakış yapmaya talip olmuş. İki delikanlı gelmiş demişler ki; “Efendimiz biz o büyük nakkaşın yapmış olduğu nakşın tam karşı duvarını istiyoruz. Ama bir şartımız var. araya bir perde gerilecek iş bitene kadar.” “Peki” denmiş. Aradan geçen zaman içerisinde bütün nakkaşlar duvarları nakışlamışlar. Son gün, artık hem yarışma, hem karar verme günü gelmiş. Hakikaten o meşhur nakkaşın yaptığı duvar nakışı diğer nakkaşların dahi takdirini kazanacak kadar fevkalade. “Fakat bir şart daha var perdeyi en son açacaksınız” demişlerdi. Daha önce birinciliği o meşhur nakkaş kazanmış, adeta belli; fakat perde açılacak. Perdeyi çekmişler karşıda aynı nakşın daha parlağı, daha güzeli. O meşhur nakkaş da hayret etmiş “Benim düşündüğümü siz nasıl düşünürsünüz. Benden kopya çektiniz.” Hayır, kopya çekmek mümkün değil; çünkü zaten padişahın muhafızları geziyor. Sadece duvara cila yapmış o iki delikanlı. Öyle bir cila yapmışlar, öyle bir parlatmışlar ki karşıdaki nakşı daha güzel bir şekilde aksettiriyor. Onun için Hasan Sezai Efendimizin tabiriyle,

“Muhammed’dir Cemali Hakk’a mir’at

Muhammed’den göründü kendi bizzat”

Ağır bir sözdür. Herkesin anlayabileceği bir söz değildir bu.

Anlamayanlardan ricamız; inkar etmesinler, “olur mu böyle şey?” demesinler. “Biz henüz anlayacak çağa gelmemişiz” desinler. Eksikliklerini kabul etsinler. Ricamız budur. Cemal-i Hakk’ın mir’ati nasıl Muhammed (as) ise, Muhammediliğin aynaları da evliyaullah efendilerimiz hazaratıdır. İşte onun için Ali’den nakışlar lemaan eder, parlar. Hz. Ali efendimizden günümüze kadar bütün turuk-ı Aliye yolcusu zevat-ı kiramda o kabloya bağlılık, o akıma bağlılık o paralellikle devam eder, kıyamete kadar da devam edecektir.

Kaside-i Bürde yazarını düşünürsek, bir şairin insanlık tarihi boyunca aldığı en büyük armağan Efendimiz’in hırkasıdır diyebilir miyiz, ne dersiniz?

O şiirin, O şairin gönlünü alacak bir şey. Bu gönül alma nedir? Çünkü bunlar gönül meseleleridir. Bu bir metelik de olabilir, bir tatlı tebessüm de olabilir. Efendimiz’in yaptığını nazar-ı itibare alırsak eğer sırtından çıkarıp verdiği hırka da olabilir. İşte yine bir Varis-i Muhammedi olan Mevlana Celaleddin-i Rumi Efendimiz, kendisine Hz. Şems’ten haber getirenlere sırtındakini, üstündekini çıkarıp veriyor. Diyorlar ki “ye Hüdavendigar bunlar yalan söylüyorlar. Hz. Şems’i gördükleri falan yok.”

“Biliyorum” diyor, “verdiğim hediye yalanlarınadır. Doğru söyleselerdi canımı verirdim.” Bunlar muhabbet bahisleridir efendim, herkes anlamaz. Bu muhabbet bahsidir. Yunus Emre’mizin tabiriyle “aşık olan kişiler deligen olur/kişi neye gülerse başa gelegen olur/Derviş Yunus sen dahi incitme dervişleri/Dervişlerin duası kabul olagan olur.”

Mesela şair İkbal’in çok güzel bir sözü vardır. Hz. Fatma’dan bahseden çok büyük bir makalesinde; “ben Hz. Fatma’yı övmedim sözlerimde. O’ndan bahsetmek suretiyle Hz. Fatma şeref verdi sözlerime” diyor. Bu başka şairler için de geçerlidir. Bu mealden söyleyen bir çok zevat vardır. Şair İkbal çok yakın zamanda olduğu için söyledim.

Efendimiz’e yazılmış naatlar arasında en çok sevdiğiniz hangisidir? Naat geleneğine ilişkin neler söylersiniz?

Şimdi Müslüman dünyasında lisanlar değişiktir. Bugünkü yirminci asır başlarındaki dünya Müslümanlarının toplamının yüzde yirmibir civarı Arapça konuşur. Yani zannedildiği gibi Arapça konuşanlar Müslümanların ekseriyetini teşkil etmezler. Urduca daha kalabalıktır. Yüzde yirmisekiz civarındadır. Türkçe ve şubeleri yüzde yirmialtı civarındadır. Malezya ve Endonezya gibi mahalli diller de vardır. Boşnakça ve Arnavutça gibi diller de var Müslümanların kullandığı. Türkçe bütün tarih içerisinde Müslüman dünyasının yüzde yirmibeşler civarında olduğu halde dünya edebiyatında Efendimiz’e yazılan naatların yüzde sekseni Türk edebiyatına aittir. Biz Türkler Efendimiz’i çok severiz. Öyle severiz ki Süleyman Çelebi’nin deyimiyle; “Hem heva üzerine döşendi bir döşek/Adı sündüs döşeyen anı melek.” Biz Efendimizin yer yatağında veya karyolada doğmasına bile razı değiliz. Ancak havaya döşenen bir döşek üzerinde dünyaya gelmesini kabul ederiz. Bunların olup olmaması önemli değildir. Bu hadiseler önemli. Bunlar edip insanların edebiyatıdır. Aşık insanların edebiyatıdır. Elbette ki dervişlik denen Resulullah Efendimiz’e bağlılık geleneğinin edebiyatıdır. (Malum Süleyman Çelebi Hazretleri, Emir Sultan Hazretlerinin dervişidir. Nurbahşiyye tarikatına mensuptur. Bursa Cami-i Kebir’inin ilk imam ve hatibidir. Yıldırım Bayezid tarafından yaptırılan Bursa Ulu Cami’nin.) Evet, yani biz Efendimiz’i çok severiz. Bunu en çok dile getiren de biziz ama bütün mücevherler kıymetlidir de bazılarına yüzük taşı gibi derler. Benim görebildiğim, okuyabildiğim çok küçük, birkaç kitaptan ibaret. Madem ki şahsen sordunuz benim için yüzük taşı olanlardan biri. Diğerine kıyamayacağım yani Şeyh Galip Efendimizin “Sultan-ı Resul Şahınım…. Efendim” bir tanedir benim için. Bu objektif değil, subjektif bir görüş. Ama sen Ahmed-i Mahmud u Muhammedsin Efendim…

Bu sözler şair tabiatı ve tabiat-ı şiiriyye ile söylenecek sözler değildir, aşk-ı Muhammedi lazımdır. Onun da basamağı yine Şeyh Galip Efendimizin sözüyle: “Efendimsin cihanda itibarım varsa sendendir…” diye başlayan Hz. Mevlana’ya yazılmış olan şiirdir. “Başımda bir külah-ı iftiharım varsa sendendir” diye. Tabi bunlar hep silsile silsile olur. Bir taşın durgun suya atıldığında çıkardığı halkalar gibi görüntüsü birbirinden ayrı ama aslı aynıdır. Biz baktığımız zaman halka halka görüyoruz, hepsi havuzdaki su. Yani Muhabbet-i Mevlana demek Muhabbet-i Muhammediye demektir. Muhabbet-i Muhammediye demek Muhabbetullah demektir. Zuhuru değişiktir ama işte şaşı olmayanlar, iki gözle bir görmeyi bilenler bunları birbirinden ayıramazlar. Çünkü ‘münhasır vasıta-ı rüyet iken göremez kendini dide bile.’ Göz görme vasıtası olduğu halde kendini göremez. Bunları doğru görmek lazım, şaşılığın âlemi yok. Gönül tedavisi olursa şaşılıklar geçer.

Kaside-i Bürde

Yurdundan koparılmış gözleri sürmeli yaralı bir ceylân gibi
Suat’ı alıp götürdüler. Gönlüm öyle kırık ki!
Gönlüm, azat nedir bilmeyen bir köle örneği ezgin.
Tan vakti Suat göçtü buralardan. O ne mağrur bakışlardı Rabbim
ve ne müstağni.
Suat ki boyu altın ölçüde; önden bakılınca zarif nahif, incecik belli,
tombul görünüşlü arkadansa, arka çizgileri bile belli.
Gülerken dişlerinde kar yağar gibi bir kış aydınlığı ,
Öyle beyaz, onları şarapla yıkıyorlar durmadan sanki.
Vâdi açık. Kuşluktur. Çakıllarda kuş sesli serin sular.
Kuzey yelleriyle serin sular gibi saf ve ışıklı Suat’ın ağzındaki.
Süpürürse rüzgâr nasıl üstündeki bulutları, nasıl yıkarsa pırıl pırıl
geceleri yağmur tepeleri
Ağzındaki su o yağmur suyu Suat’ın. dişleri o beyaz kum tepeleri.
Soylulukta en soylu, cömertlikte bir eşi yok bir sevgili iken Suat,
Ne kendi sözünde durdu, ne de dinledi beni.
Suat bu, işi gücü bana oyun, naz, vefasızlık, söz verip dönmek.
Benim kaderim böyle, Onun aşk felsefesi.
Bulut bir zavallıdır Onun yanında biçimden biçime girmekte,
Renkten renge girmekte yaya kalır bukalemun, gulyabani.
Sen ne aptalsın ki yahu sandın Suat durur sözünde.
Kalburda su durursa, Suat da durur sözünde tabii.
Suat’tan söz aldım diye böbürlenip durmak ha!
Hayaller kurdun, umutlandın! Ama umutlar uçucu, aldatıcıdır
rüyalar gibi.
Suat’ın vuslat. sözleri geçse yeridir atlatışlar tarihine.
Bir söz istedin mi kendinden, hemen kesilir meşhur yalancı
Urkub’un teki.
Böyle arkandan atıp tutuyorum ya Suat, elbet ayrılık acısından.
Onun için affet beni, sen yine de sev beni.
Suat şimdi mutlaka öyle bir yerdedir ki, vakit de akşam;
Saf kan ve yörük dişi develerdir ancak develerin oraya götüreni.
Evet, ta ötelerde konaklıyan Suat oymağını tutmak için
Yüreğe korku veren. dağ gibi rüzgâr tempolu hecin develer gerekli.
Öyle deve gerek ki, terlerse ırmak aksın kulağının ardından,
Uçsuz bucaksız çöl yollarını seve seve tepmeli…
Bir deve ki. bakışı iki hançer ufuklara saplanan.
Eşi gitmiş; yabani bir aksığın gibi öyle uçsun ki, o dursun, altından
kaysın ateş çölü ve ateş tepeleri.
Gerdanı sağlam. ayakları yer sarsan vücudu kıvrım kıvrım ve
ölçülü biçili.
Soy sopça en arık damızlık develerden haydi haydi ileri.
Böğrü enli, boynu uzun ve kalın; çehresi geniş.
Bir erkek deveyi andırmalı tıpkı; Suat’ı tutar o zaman belki.
Derisi daha parlak olmalı kabuğundan deniz kaplumbağasının.
Ve ondan daha sağlam. kızgın güneş altında aç azgın keneler bile
onu örseleyememeli.
İlk bakışta dağ gibi korku vermeli görünüşü bakana:
Boyu yüksek mi yüksek, çevik mi çevik ayakları, tertemiz şeceresi.
Gürbüz, etine dolgun. bakımdan öyle semizlemiş .olmalı ki,
Oyluklarından tırmanan salkım salkım keneler derinin cilâsından
kayıp kayıp düşmeli.
Yürürken baldırından, et fırlasın etinden, iki ön bacağı ok gibi
Çıksın dolgun göğsünden. serbest atılışlı çalım çalım üstüne bir
yaban merkebi örneği.
gözlerle gerdan arası, başın yular takılan yeri.
Sert ve katı olmalı bileği taşı gibi.
Ve upuzun kuyruğu ipek tüylü, sarksın memelerin üstünden.
Öyle dokunmalı ki memelerin ucunu ürkütmemeli.
Kapkara iki mızrak bacakları, rüzgâr gibi uçmalı
Şüpheye düşmelisin ayakları yere değdi mi, değmedi mi.
Yumru burnundan, kulağından, beyzi çehresinden bu türlü develeri.
Tanır derhal deveden anlayan yekta bir bilirkişi.
Ayakları demirdenmişcesine çakılları fırlatır iki yana.
Deri mahfaza bile takmaksızın aşar kayalıkları bu eşsiz develer ki.
Çalışkan bir işçi gibi terler coştukça, terledikçe coşar…
Aşar kuşlar gibi serap derelerini, sahra tepelerini, ateş
çöllerini…
Kertenkelenin güneşte yanan sırtı sıcaktan külde pişmiş ekmeğe
Döndüğü günler bile kimse durduramaz koşmaktan şu bizim deveyi.
Bir sıcaklık ki, a yolcular dinlenin! der kervan sahibi
-Ve taş altına gizlenir siyah çekirgeler, o sabır ateşleri.
Ama bizim meşhur devemiz gün ortasında koşusunu bitirmez,
Başlamıştır yolculuğa sanki daha yeni.
Sıcak artar, değişir yürüyüşü; sıcak arttıkça değişir. Ve ön
ayaklarının
Çırpınışlı hızlanışı andırır ölmüş çocuğuna göğüs döven bir anneyi
ve ona bakıp (anıp kendi ölmüş yavrularını
da) hıçkıran yırtınan öbür anneleri.
Evet o yürüyüş, o ayak çırpınışları göğsünü paralayan yaşlı bir
annenin çırpınışları.
Akla elveda diyen bir annenin, alır almaz ilk yavrusunun kara
haberini.
Göğsü kan içinde kalan. üstü başı yırtılmış,
Saçları darma dağın çılgın bir annenin haberini.
Söz taşıyıp öç alan iki yüzlü şiir ve kabile düşmanlarım :
“Ey Ebi Sülma’nın oğlu sen mahvoldun.” dediler. Suat’ın derdi
bana yetmezmiş gibi.
“Ey Ebi Sülma’nın oğlu sen kendini ölmüş bil.” Ben de koştum
güvendiğim dostlara :
Kime başvurdumsa ama: “Biz yokuz bu işte, var git kendin bak
başının çaresine” demezler mi?
Ben de onlara dedim : “Gidin gidin beni yalnız bırakın,
Neye hükmetmişse o olur, hükmeden o Allah ki.
Yaşamak dediğiniz nedir bin yıl yaşasa bile
Eninde sonunda insanoğlu o kanbur tahta kutuya girmiyecek.
Binmiyecek mi?
Heber geldi: “peygamber. seni öyle bir cezaya çarpacak ki!”
Siz bilirsiniz. hey zavallılar! İşte onun kapısındayım, yüreğimde
sonsuz bağışlanma ümidi.
Ondan özür dilemeye geldim, af istemeğe geldim;
Çünkü O sırrını bilendir, kabul edicisidir mazeretlerin.
O affedenlerin en affedicisi.
İçi hidayet öğütü en yüce gerçekler dolu Kur’anı
Sana armağan eden Allah için ver bana bir savunma mühleti.
Bakma ve zaten bakmazsın sözlerine beni kıskananların.
Senin hükmün onlara değil, hakka ayarlı ve ben de bir parça
suçluyum belki.
Ama senin makamındayım şimdi. Fillerin bile titrediği makamda.
Bir makam ki, titrerdi bir fil benim gördüklerimi görse. işitse
işittiklerimi
Burada beni ancak Allah buyruğuna bağlı Peygamber affı
kurtarır:
Ben de onun öç ve adalet eline uzatıyorum işte sağ elimi.
Beni ancak o kurtarabilir burda. Yalnız O. Şimdi söz yalnız Onun.
Ama O “Sen suçlusun, cezanı çekeceksin” dese önünde eğik
bulur boynumu adaletin heybeti.
En heybetli manzara bu olur benim için. Çünkü Asserde,
İç içe açılan sonsuz aslan yataklarının en içindeki
Muhteşem yurdunda hüküm süren aslanlar başbuğudur O.
Bir arslan ki. erkenden ava çıkar, yavrularının besini insanoğlu,
insan eti.
Bir arslan ki, savaş alanında kendi düşmanı dengi
Bırakmadan çarpışmayı, haram sayar kendine savaşı terketmeyi.
Heybetinden kısılır sesleri yırtıcı çöl arslanlarının ,
Arslanlar arasında bile o dağıtır adaleti.
Parçalandı silâhları ve elbiseleri, kurda kuşa yem oldu
Bu vâdide kendi gücüne bileğine güvenen nice kişi.
Şüphe yok ki, Peygamber, en keskin bir kılıçtır kılıçlarından
Allahın.
Sonsuz bir kurtuluşa, nura ve hidayete alıp götüren bizi.
Ve arkadaşları O’nun, Mekke vâdisinde İslâmı kabul eden
Kureyşin en ileri gelenleri… Cömertlikte ve yiğitlikte hiç birinin
yok dengi.
İlk gûnler, göçmek gerekliydi, hemen göçtüler, . zerre tereddüt
etmeden.
Bırakarak yurtlarını, tüten ocaklarını, mal ve mülklerini.
Yerlerinde kalanlar çarpışamıyacak güçte olanlardı.
Onlar da, müdafaasız ve silâhsız, çepçevre küfürle çevrili, bugünü
hazırlamış beklemişlerdi.
Evet, bunlar, başları dimdik gezen yiğit üstü yiğit,
Davuda mahsus demir gömlektir zırh diye giydikleri.
Zırhları pırıl pırıl ve upuzun. Çelikten büklümleri öyle ki,
Birbirine geçip kaynaşmış bir ayrıkotunun halkaları gibi.
Mızrakları düşmanı devirse yere, gurur nedir bilmezler,
Yenilirlerse bilmezler nedir umut kesmek, yok ya yenildikleri!
Ak soy develer gibidir gidişleri. korunmaları da saldırış.
Vurulunca göğüslerinden vurulurlar. Onlar ürkmez, onlardan
ürker dev dalgalı ölüm denizi.

Kaab bin Züheyr

Sadık Yalsızuçanlar