İslâm Toplumunda Peygamber İnancı ve Mevlâna – Hasan Elik
İslâm Toplumunda Peygamber İnancı ve Mevlâna
Hasan Elik
Mevlânâ hakkında çok şey söylendi, çok şey yazıldı. Biz bu yazıda Mevlânâ’yı tanıtmak, onun ilmî ve tasavvufî yönüyle ilgili bilgiler sunmak gibi bir amaç taşıyoruz.
Onun hayata ve insana dolayısıyla Din’e bakışını formüle eden ve Mevlânâ deyince hemen herkesin aklına gelen “Gel, yine gel, ne olursan ol yine gel” sözlerinden hareketle İslam toplumundaki peygamber imajına dikkat çekmek istiyoruz.
Burada Hz. Peygamber ve Mevlânâ’yı mukayese etme gibi bir duruma da düşmeyeceğiz. Zira böyle bir durumdan hem Hz. Peygamber incinir, hem de Mevlânâ bizden şikayetçi olur. Çünkü O, “Ben Kur’an’ın kölesi, Muhammed yolunun da toprağıyım” diyor.
Mevlânâ, bir din bilgini, bir mutasavvıf, tarihte yaşamış bir kişilik ve ulusal bir insan olma niteliklerini aşmış, artık O dinler üstü, bilgi üstü, uluslar üstü ve tarih üstü bir insan olma özelliklerine kavuşarak ötelerden bir ses gibi tüm dünya insanlarının kulağına bir şeyler fısıldayan, insanlığın ortak bir değeri haline gelmiştir.
Neydi Mevlânâ’nın insanlığı hayran bırakan, onların gözlerinde sevgi ve umut ışığı yakan ve onları da kendisi gibi tarih üstü olmaya çağıran sihirli mesajı?
Bu, “Gel, yine gel …” sözcükleriyle ifade ettiği bir çağrıydı. Mevlânâ davet ettiği için insanlar ona koşarak gidiyorlardı. Çünkü davet edene, “gel” diyene gitmek, kucak açana koşmak, bir fıtrat yasasıydı. İnsan da, fıtratı gereği kendisine açılacak kapıyı çalacak, aşağılandığı, itilip kakıldığı, yüzüne kapanacak kapıyı çalmayacaktı. Öyleyse yaşadığımız tabiatta, bu tabiata konan yasalar geçerliydi. Böyle istemişti fıtratı yaratan güç. Bundan dolayı başarıyı yakalamak isteyen herkes, bu yasalara uymak zorundaydı. İnsan yapısı da fıtrat yasalarının odak noktasıydı. O halde insanı kendisine çekmenin, iyi bir ruh avcısı olmanın yolu, insan ruhunu tanımaktan geçmekteydi. İşte Mevlânâ bunu başarmış ve insanlar da bu yüzden O’na yönelmişlerdi.
Almanya’da bir kilisede yapılan Mevlânâ’yı anma toplantılarının birinde, O’na gösterilen sevgi coşkusunun uluslararası tezahürünü görmüştüm. Kürsüye çıkan farklı dinlere mensup her konuşmacı “Gel , yine gel…” sözcükleriyle başlıyor ve yine aynı sözcüklerle konuşmasını bitiriyordu.
Aradan yıllar geçti, bu defa İstanbul’da yapılan bir anma törenine katılmıştım. Aynı sözcükler burada da söyleniyor, katılımcılardaki coşku, heyecan ve duygu yoğunluğu burada da yaşanıyordu. Toplantı bittikten sonra katılımcılardan biri, üzüntülü bir yüz ifadesiyle şöyle dedi: ” Mevlânâ büyük insan, O’nu anmak, içimizde yaşatmak elbette ki gerekir. Ancak Mevlânâ’ ya karşı duyulan sevginin, Hz. Peygamber’e duyulan sevginin önüne geçtiği kanaatini taşıyorum. Buna bir çare bulmak lazım dedi.” Bunu söyleyen kişi akademisyen bir ilahiyatçıydı. Bunları duyan diğer bir katılımcı, bu sözlere hak vererek şöyle dedi: ” Doğru söylüyorsunuz, ama Peygamber’in sevileceğini bırakmadılar ki onu sevelim. ” Toplumda öyle bir Peygamber imajı yerleşmişti ki, bu imaj devam ettiği sürece Peygamber’in içten gelen bir coşkuyla sevilmesi mümkün değildi. Çok açık söylüyorum Ben bir Mevlânâ hayranıyım, ama çok istediğim halde bu imaj benimle Peygamber sevgisi arasında bir engel oluşturuyor. Çünkü “Mevlânâ” denince hayalimde sevgi ve hoşgörü canlanıyor. “Peygamber” denince aklıma aynı şeyler değil, başka şeyler geliyor. Bu kişi , “Peygamber denince aklınıza ne geliyor?”sorusuna, “Peygamber denince aklıma sünnet geliyor. Sünnet deyince de aklıma farz namazlarının dışında kılınan namazlar, daha çok da saç, sakal, bıyık, sarık, cübbe, elle yemek yemek, misvak kullanmak gibi şeyler geliyor. Gördüğünüz gibi , bize Peygamber’in sünneti olarak anlatılan bu şeylerin arasında sevgi , hoşgörü yok ! Aslında ben inanıyorum ki, Hz. Peygamber, Mevlânâ’dan daha çok hoşgörüye sahip ve insanları daha çok seviyor olmalıydı. Çünkü Mevlânâ, “Yahudi de olsan , Hırıstiyan da olsan , Mecûsi de olsan gel” diyor. Ama O, Selçuklu döneminde Konya’da yaşadığına ve Konya halkı da müslüman olduğuna göre, kaç Hıristiyan ve Yahudi, Mevlânâ’nın dergâhına gelmiş olabilir ? Üstelik, Hz. Muhammed’in bütün muhatapları gayri müslim, üstelik müşrikti.
Benim tarih bilgim ve mantığım böyle söylüyor. Ama bize sünnet diye anlatılanlar ve Peygamber imajını oluşturan şeyler biraz önce söylediğim şekillerle ilgilidir. Bu sadece benim düşüncem değil; toplumdaki algılama genel olarak böyledir. İsterseniz, bir araştırma yapın.
“Peygamber’in sünneti” olarak anlatılan bu şeyler, benim yaşadığım çağın değer yargılarıyla bağdaşmıyor. Dolayısıyla, bunları yapamıyorum. “Sünnet” sayılan bu şeylerden sadece birisini yapabiliyorum, o da sünnet namazı. Diğerlerini yapamadığım için Hz. Peygamber’in benden hoşnut olmayacağını, beni sevmeyeceğini ve bana şefaat etmeyeceğini söylüyorlar. Ben de bundan dolayı çok üzülüyor, Hz. Peygamber’i sevmeyi çok istediğim halde, üstelik onu sevmenin dinimizin bir gereği olduğunu bildiğim halde, doğrusunu söylemek gerekirse Hz. Peygamber’i , Mevlânâ’yı sevdiğim kadar sevmiyorum.
Mevlânâ denince uçuyorum ama, ama aynı duyguyu, Peygamber anılınca duyamıyorum. Bunu sadece kendi kusurum olarak da görmüyorum. Benim sünnet adına uzun yıllar dinlediklerim ve okuduğum bazı kitaplar oluşturdu. Peygamber imajını bu şekilde oluşturan ve hâlâ bunda ısrar edenlerin, bu anlatılanlardan çıkaracakları dersler olduğunu düşünüyoruz. İslam ülkelerinden birisinde gördüğüm, Peygamber imajı ile ilgili bir olayı daha sunmak isterim. Dinî bir okulda okuyan öğrencilerin teneffüste yemek yerken, sağ ellerindeki sandvici ısırdıktan sonra, sol ellerinde bulunan meşrubatı da sağ elleriyle içmek için içine düştükleri zor ve komik durumu gördüm. Şöyle ki, sandvici ısırdıktan sonra onu sol ellerine, sol ellerinde bulunan meşrubatı da sağ ellerine almaya çabalayan ve bu işlemi her sandviç ısırışta ve her meşrubat yudumlayışta yineleyen bu insanlar, bunu başarmak için türlü eziyetler çekiyorlardı.(Örneğin, meşrubat kutusuyla sandvici yer değiştirmek için bazen koltuk altlarını, bazen da dişlerini -varsa- bir masayı kullandıklarını, bazen yanındaki arkadaşlarının yardımıyla becerdiklerini gördüm.) Bu da “sağ elle yemek sünnettir ” öğretisi adına bir uygulama idi. Bu olay, bizce Rahmet Peygamberi’nin insanların işlerini zorlaştıran bir zahmet Peygamberi haline nasıl getirildiğinin tipik bir örneğidir.
Konu ile ilgili son bir örnek daha vererek sadede geleceğiz. Çalıştığı iş yerinde sakal bırakmayan bir adamcağıza hocanın birisi, sakal kesmek sünnete aykırıdır, eğer sakalını kesersen Peygamber sana şefaat etmez, hiç olmazsa hafta sonları traş olma, hafta içinde de sakalını dibinden kesme, bir veya iki numara yaptır, böylece belki günahtan kurtulursun” fetvasını vermiş.
Bu olayları anlatmak ve anlamak gerçekten zordur. Bazı okuyucular böyle şeylerin olduğuna inanmayabilir veya bu anlayışın çok marjinal bir kitle için söz konusu olduğunu sanabilirler. Ancak bize sünnet diye ortaya konan ve Peygamberin imajını, bize göre, olumsuz yönde etkileyen bu gibi anlayış ve davranışların marjinal bir kesimin fantezisi olarak değil , İslam toplumlarının oldukça önemli bir kısmında bir öğreti olarak samimiyetle benimsendiği ve savunulduğu kanısındayız. Müslüman olmak isteyen birçok gayri müslimin, İslam’a girişi, bu sayılan görsel sünnetlerle başlamaktadır. Ünlü yazar Graudy’nin, Müslüman olduktan sonra gittiği İslam ülkelerinin birinde “ne zaman sakal bıyık bırakacaksın?” diye sünnet adına çenesinin okşandığını duymuştum.
Burada hemen şunu ifade etmek durumundayız ki, biz kılık kıyafet, saç, sakal, bıyık ve bu gibi şeylerin, kişilerin tercihi olduğunu, buna müdahalenin söz konusu olamayacağını, bu konuların aynı zamanda insan hakları çerçevesine giren bir özellik arz ettiğini, dolayısıyla bu hakların, hiç kimse tarafından verilip alınamayacağını da her insan gibi düşünüyoruz. Kendi zevkleri ve tercihleri hususunda her insan özgürdür. Hiçbir düşünce ve anlayış adına bu kişisel tercihlere müdahale edilemez, ancak bizim üzerinde durduğumuz olay kişisel tercihler değil, sünnet adına dünyaya sunulan ve bir öğreti olarak savunulan Peygamber imajıdır.
Tarihteki bütün önemli ve değerli kişilikler, yapıp ettikleriyle değerlendirilirken, dünyanın en büyük inkılabını gerçekleştirmiş ve ” insan için sadece yapıp ettikleri önemlidir” öğretisini getiren bir Peygamber için kılık kıyafet ve bu gibi sıradan şeylerin gündeme getirilmesi düşündürücü olmalıdır. Neden bütün insanlar yaptıkları, ürettikleri, kazandıkları, kaybettikleri ile anılıyor da, Hz. Peygamber , traşı ile giysisi ile ön plana çıkarılıyor. Kaldı ki, onun kıyafeti ile düşmanlarının kıyafetleri arasında hiçbir fark yoktu. Zira fark elbisede değil onu giyen insandaydı. Keramet külahta değil başta aranmalıydı. Bu bakımdan gayri müslimlerin getirdiği bir çok giysiyi Peygamber giymiştir.
Sonuç olarak, yazımızın başında temas ettiğimiz gibi , Mevlânâ tüm dünyada hoşgörüsüyle tanınmakta ve sevilmektedir. O adeta hoşgörünün sembolü olmaktadır. Hz. Peygamber’e gelince, O sevgisi ve hoşgörüsü göz ardı edilerek daha çok kılık-kıyafet gibi şekilcilikte örnek alınmıştır. Halbuki Kur’an’da Hz. Peygamber’in özellikle sevgi , ahlak ve tevhid inancındaki örnekliği vurgulanmaktadır. İşte bu gerçeği anlayan Mevlânâ, “Ben Muhammed yolunun toprağıyım” diyerek hoşgörüsünün kaynağını göstermiştir. Buna göre Mevlânâ, iyi bir Kur’an öğrencisi ve Muhammedî yolun takipçisidir. Bu yolun ilk yolcusu kendisine işkence eden halkına tahammül ederek hoşgörüde bulunmuş, üstelik onların doğru yolu bulmaları için dua etmişti. Mevlânâ’nın takip ettiği yolun izlerinden birisi de , Tevhid mücadelesinin bayraktarlığını yapan bir Peygamberin, baba ocağında on üç yıl müşrik bir amcaya gösterdiği hoşgörüydü. Böylece Mevlânâ , Kur’anî ilkelerin ve Nebevî sünnetin hedeflediği, yetiştirdiği ideal bir insanı sembolize etmektedir. Dolayısıyla Mevlânâ’nın büyüklüğü , onun bağlı olduğu Kur’anî sistemi iyi özümsemesinden kaynaklanmaktadır. Bunun için Hz. Peygamber’i iyi anlamayanlara , O’ nun ahlakına uymayanlara çıkışarak : ” Dilin hep salavat getiriyor ama Peygamberî ahlaktan sende ne var? ” diyerek , Peygamber ahlakının bir model olduğuna işaret etmiştir.
O halde Mevlânâ’dan en çok memnun olacak insan Hz. Muhammed olmalıdır. Çünkü o bütün dünyaya Muhammedî ahlakı öğreten bir öğretmendi. Dolayısıyla sevgi ve hoşgörü konusunda Hz. Peygamber ve Mevlânâ mukayesesi , yapılamaz.
Böyle bir mukayeseden en çok Mevlânâ’nın büyük ruhu muzdarip olacaktır.