İslam Edebiyatı ve Musiki
Musiki İslam medeniyetinde ve edebiyatında derin bir nehir gibidir. Âlimler arasında musikişinas çoktur. Kindî, Farabî, İbn Sina gibi ilk dönem İslam filozoflarının ise neredeyse hepsinin musiki ile ilgili risaleleri vardır.
İslami edebiyatı, İslam tarihi, felsefesi ve düşüncesini bilmeden anlamak mümkün değildir. Bu edebiyatın temel unsurları olarak Arap, Fars ve Türk edebiyatlarını en başta saymak gerekir. Musikinin edebiyata kaynaklık edişindeki seviyeyi göstermek için Şeyhülislam Esad Efendinin bir gazelinden bir beyti izah etmeye çalışalım.
Kendisi gibi abisi, babası ve kayınpederi de şeyhülislam olan Esad Efendi (1684-1752), Osmanlı ulemasının önde gelenlerinden. Fıkıh ve tefsirle ilgili eserleri var. Üç dili şiir söyleyecek kadar iyi bilir. O kadar ki Türkçeden Arapça ve Farsçaya bir sözlük hazırlamıştır. Ama onun diğer din bilginlerinden farklı bir yönü daha var: Besteleri de olan bir musiki adamı…
Esad Efendinin Atrabü’l-Âsâr’ı Osmanlı döneminde yazılmış yegane musikişinas tezkiresidir. Bu eserde, 17. yüzyılda ve 18. yüzyıl başlarında yaşamış yüze yakın bestekârın hayatı ve eserleri hakkında kısa bilgiler yer alır. Esad Efendi, kendi asrı ile bir önceki asırda yaşamış musikişinasların biyografilerini derlediği bir eser telif etmekle kalmamış, devrinin önde gelen musikişinaslarından ve bestekarlarından biri olarak kabul görmüştür. Bir kısmı günümüze kadar ulaşan besteleri erbabının malumudur.
Esad Efendinin, her beytinde farklı çalgı aletiyle karşılaştığımız şu şiiri baştan sona musikiden bahseder:
Virse kânûn safâ üzre rebâba tâbı
Cân bulup mutribe reşk eyler idi Fârâbî
Kanun neşe ile rebaba sıcaklığını verse Farabî canlanıp [dinler de] saz heyetini kıskanırdı.
Olmasa nâleleri gûş-hırâş-ı Zühre
Târ-ı tanbûr yemezdi bu kadar mızrâbı
Zühre’nin kulakları tırmalayan inlemeleri olmasa tanbur telleri bu kadar mızrap darbesine maruz kalmazdı.
Bagrımı dâg ile ney kaddimi çeng eyler o yâr
Olsa râmiş-ger idüp dâ’ire mâh-tâbı
Eğer o sevgili bir çalgıcı olur da mehtabı daire gibi çalarsa bağrımı delerek neye benzetir, boyumu ise çenge döndürür.
Kıldı sad şerha ile sînemi muskâr gibi
Nâlem itse n’ola pür sâmi‘a-i ahbâbı
Ağlayıp inlemelerim ahbabın kulaklarını doldurmasında şaşılacak ne var! [O sevgili] sinemi musikar gibi delik deşik etti.
Âhdan sît-i gülû savt-ı nefîre döndi
Dögünüp def gibi dil oldı nagam dolabı
Ah çekmekten boğazımdan çıkan ses nefirin sesine, dil de def gibi dövünerek nağme dolabına/laternaya benzedi.
Sînede bu elif ü dâg-ile nâlem işiden
Bâng-ı şeş-târ ile tanbûrdan olur âbî
Sinemdeki yaralarla ve çiziklerle benim inlememi işitenler şeştar ve tanburun sesleriyle ağlarlar.
Eser-i germî-i ‘aşk ile sezâdır
Es‘ad ‘Ûd-veş yansa yakılsa nagamât erbâbı
Ey Esad, aşkın hararetiyle musiki erbabı ud gibi yanıp yakılsa layıktır, yakışır.
12 farklı çalgı aletinin ismen yer aldığı bu şiirin sadece ilk beytini açıklamak, İslam felsefesi ve sanatını bilmenin şiirimizi anlamak için ne kadar önemli olduğunu göstermeye yeter.
Virse kânûn safâ üzre rebâba tâbı
Cân bulup mutribe reşk eyler idi Fârâbî
[Kanun neşe ile rebaba sıcaklığını verse Farabî canlanıp –dinler de- saz heyetini kıskanırdı]
Şairin beyitte geçen bütün kelimeleri tevriyeli kullandığını görüyoruz. Kelimelerin hem lügat manalarını hem musiki ilmindeki anlamlarını birlikte kastetmiş diyebiliriz. Şöyle ki:
Kanun hem bir saz hem de İbn Sina’nın (ö. 1037) ansiklopedik tıp kitabının adı… Beyitte ismi zikredilmeyen İbn Sina’nın eserinin seçilmesi boş yere değil… İbn Sina’nın, Farabî’nin (ö. 950) musiki sistemini genişleterek kendi sistematiği içerisinde incelemiş bir musikişinas olduğunu bilirsek şairin neden bu kelimeyi tercih ettiğini daha iyi anlarız.
Safa üzere olmak; neşeli ve keyifli olmak anlamında kullanılmış burada. Güzel bir günün ardından gelen güzel bir akşam olmalı… Kanunun safa vermesi, neşeli parçalar çalınması anlamına geliyor.
Rebap, erken dönemlerde çeng ile birlikte anılırken çengin daha gelişmişi olan kanuna eşlik eder. Kanunun, sesinin gürlüğü ile rebaba sıcaklık vermesi ihtimalinden bahsedilerek kanuninin, rebabı çalan sazendeyi daha coşkulu çalmaya teşvik ettiği dile getirilir. Kanunun neşvesiyle neşelenen rebabın bu hâli o kadar güzeldir ki Farabî mezarından dirilip gelse bu neşeli havayı ve musikiyi kıskanır, “Neden ben böyle güzel bir beste yapamadım” diye hayıflanırdı.
Mevlana ve Sultan Veled’in rebap çaldığı bilinir. Sultan Veled’in Rebâbnâme isimli bir mesnevisi olduğunu herkesin malumudur. “Rebabın ağlayıp inlemesinden aşka dair yüzlerce nükte dinleyin” manasındaki beyitle başlayan mesnevide, rebap ağlatan ve inleten bir saz iken Esad Efendinin beytinde tam aksini yaptırır. Bu hâliyle de rebabın ne kadar ustaca çalındığı bir kez daha ifade edilmiş olur.
Ahmed Eflakî Dedenin Mevlevilik için önemli eserlerden biri olan Menâkıbu’l-Ârifîn’inde, gönül ateşinin rebabın ateşine benzetilmesi, Esad Efendinin de ‘tâb vermek’ ifadesini tercih etmesi, rebap ile gönül arasında ilişki kurmamız gerektiğini hatırlatır. Rebap, ney gibi gönlü yakmakta ve inletmektedir. Ancak beyte göre kanunun neşvesi onu adeta bu mahzun hâlinden çeker alır ve neşelendirir.
Esad Efendi ile aynı asırda yaşamış Hızır Ağanın (ö. 1760) edvar risalesinde rebabın Farabî tarafından icat edildiğini yazması ve musiki meraklısı olan Esad Efendinin o eseri okumuş olma ihtimalini düşündüğümüzde beyitte hem kanunun hem de rebabın Farabî tarafından icat edildiğine de bir gönderme olduğunu anlarız. Farabî’nin, kendi icadı olan kanun ve rebabı kıskanması, bu sazların kendi çaldığından çok daha güzel çalındığına işaret eder.
Mutrip hem çalan hem de söyleyen gruplar için kullanılan bir terim… Safa üzre olmak hem mutlu olmak hem de neşeli parçalar çalmak anlamında… Tâb vermek ise meclisi hararetlendirmek, saz heyetinin hem kendilerini hem dinleyenleri aşka getirmesi anlamında kullanılmış. O kadar güzel ve düzgün çalmış olmalılar ki Farabî yanlışlarını bulamamıştır.
Beyti tam manasıyla anlayabilmek için Farabî’ye ait olduğu söylenen bir menkıbeye göz atmamız gerekiyor. Rivayete göre Seyfüddevle, âlimlerle olan toplantısını dağıttıktan sonra Farabî ve saz heyetiyle başbaşa kalır. Seyfüddevle’nin arzusu üzerine saz heyeti çalmaya başlar, fakat Farabî çalınan müziği beğenmez ve mutrip heyetine yaptıkları hataları birer birer söyler. Yanındaki kendi icadı kanunu açarak akort verir ve neşeli bir parça çalar. Dinleyenler güler, eğlenir. Bu sefer kanunun akordunu değiştirip hüzünlü bir parça çalınca az önce gülenler ağlamaya başlar. En sonunda verdiği akort ile de nöbetçiler dâhil herkesi uyutur ve usulca meclisten ayrılır.
Burada Farabî ve onun icat ettiği kanun öne çıkmaktadır. Adı zikredilmeyen ama kendisiyle ilgili kavramlara telmihte bulunulan isim ise İbn Sina’dır. Beyte göre Farabî, kendisinden sonra gelen İbn Sina’nın Şifâ isimli eserinde musiki konusunda yazdıklarını ve yaptıklarını görünce kıskanmıştır. Kitabın ismindeki şifa ile can bulmak arasındaki ilişkiye de dikkat edelim. Farabî’nin yeniden dirilmesi de kendisinden sonra yaşayan İbn Sina’nın meşhur eserini görmesine bir işaret aynı zamanda… Bunu hem kanundan hem de dirilmeden anlıyoruz. Şair, İbn Sina’nın yazdıklarıyla Farabî’nin eserlerini aştığını dolaylı yoldan söylemiş oluyor. Beyitte kanunun safa veren, neşelendiren bir saz olduğunu, rebabın ise hüzünlendiren bir saz olduğunu görüyoruz. Kanun neşesiyle rebabı bile neşelendiriyorsa kim bilir ne kadar etkili olmuştur.
Esad Efendi bu beyitte Farabî’nin menkıbesini de tashih etmiş görünüyor. Rivayette kanunu iki farklı şekilde çalarak önce neşelendirip sonra ağlattığı anlatılıyordu. Peki kanun ile uyutmak mümkün olmayacağına göre hangi sazla uyutmuş olabilir? Kanun ile rebaptan başka saz icat ettiğine dair bir rivayet bilmediğimize göre bunu rebap ile yapmış olmalıdır.
Esad Efendi sadece bir gazel yazmamış, musiki kavramlarını ve tarihî arka planı gizleyerek anlatmış. İşte bu yüzden, İslam tarihi, felsefesi ve musikisi bilinmeden klasik şiir anlaşılmaz diyoruz.
https://www.zdergisi.istanbul/makale/islam-edebiyati-ve-musiki-342