İRFAN, TASAVVUF VE TARÎKAT SORUŞTURMASI

A+
A-

İRFAN, TASAVVUF VE TARÎKAT SORUŞTURMASI

Prof. Dr. Süleyman ULUDAĞ, Prof. Dr. Mustafa KARA, Prof. Dr. Bilâl KEMİKLİ

Tasavvufun günümüz fehmine göre tanımını nasıl yaparız?

Süleyman Uludağ: Hz. Peygamber zamanında ve daha sonraki dönemlerde müslümanların ilmî, fikrî, dinî hayat bakımından bazı temayülleri olmuştur. Kimisi hadise, kimisi tefsire, kelâma, bir kısmı da tasavvufî hayata ilgi duymuştur. Ama giderek daha müşahhas, somut hale geldi. Başlangıçta sözlü olarak anlatılan bu ilimlere dair bilgiler, kitap halinde yazılmaya başlandı. Bundan sonra tasavvuf müdevven (sistemli) hale geldi. Tasavvufî hayata diğerlerinden daha fazla ilgi duyan, ibadet hayatı itibariyle, ahirete verdiği değer itibariyle, insanın dünya ile olan ilişkileri itibariyle bu tarafa meyilli olanların yaşadığı hayata biz erken dönemde zühd hayatı diyoruz. Sonradan bu hayat tasavvufî hayat olarak biliniyor. Ama “tasavvuf” tabirini ya da “sûfî” kelimesini Hz. Peygamber dönemi yahut dört halife dönemi, hatta birinci asır dindar müslümanları için kullanmak doğru değil. Yani tarihe uygun değil. Bu sadece tasavvufa mahsus da değil, kelâm da böyledir. Kelâmı da o zaman kimse bilmezdi. Kelâmın bir ilmin adı olması ikinci asır sonrasına rastlar. Diğer ilimlerde de az çok böyledir.

İslâm’da tasavvuf şudur: Hz. Peygamber zamanında bazı sahabiler var ki daha çok ibadet ediyorlar, daha çok oruç tutuyor ve namaz kılıyorlar. Dünyayla olan ilişkilerini asgariye indiriyorlar. Çalışmamak anlamında değil. Çalışıyorlar, para kazanıyorlar ancak bir birikimleri olmuyor. Dinin haramlarına ya da emirlerine daha bir hassasiyetle yaklaşıyorlar. Her müslümanın yapması gereken şeyler ama bazı müslümanlar bu konuda daha duyarlı. Hz. Peygamber zamanında mesela Hz. Ebu Bekir’in, Hz. Ömer’in, Hz. Abdullah b. Ömer’in hayatı böyledir. Daha başka sahabiler de var. Tasavvuf kitaplarında bunlar âbid olarak, zâhid olarak geçer. Abdullah İbn Amr b. As, Ebu Zer Gıffarî, Selman-ı Farisî, Ebu Derdâ böyledir. Hatta Ebu Zer’in aşırıya kaçan bir tavrı vardı. Kendisi dünyaya önem vermediği gibi, Hz. Osman başta olma üzere halifeleri de tenkit ediyor “Siz dünyaya fazla önem veriyorsunuz.” diyerek onları eleştiriyor. Bir ara bu sebeple Medine’den Suriye tarafına gönderiliyor. Orada da Muaviye ile aynı problemi yaşıyor.

Bunlar Hz. Peygamber zamanında da vardı. Hz. Peygamber bunları itidal çizgisine çekiyordu. Dünyayı terk edip insanın tüm hayatını ahirete vakfetmesi İslâm dininin istediği bir şey değil. Abdullah b. Ömer’in eşi Peygamberimiz’e şikayette bulunuyor: “Akşama kadar oruç tutuyor, sabaha kadar ibadet ediyor, bizimle, çocuklarıyla ilgilenmiyor.” Hz. Peygamber uyarıyor,

“İçinizde Allah’tan en çok korkanınız benim. Allah’a en çok ibadet eden de benim. Ama buna rağmen oruç tuttuğum günler de oluyor, tutmadığım günler de. Namaz kıldığım zamanlar da oluyor, kılmadığım zamanlar da. Bir gün oruç tut, bir gün iftar et.” buyuruyor. Demek ki Hz. Peygamber daha hayattayken bile zühd ve ibadet hayatında ileri gidenler oluyor. Hz. Peygamber’den sonra artık otorite olarak peygamber olmayınca bu gibi kimseler daha rahat hareket etmeye başlıyorlar. Onları yine itidal çizgisine getiren şey Hz. Peygamber’in sahabilere tavsiye ettiği şeyler oluyor. Bu hadisler nakledilerek, zühd hayatı mutedil bir noktada tutulmaya çalışılıyor. Hicri 150-200 senelerinde iki asır boyunca zühd hayatı yaygınlaşıyor. Yeni fetihlerle renklenen İslâm toplumunda eski dinlerinde zühde benzeyen dinî hayatları olan yeni müslümanlar oluyor. Velhasıl ilk asır içerisinde zühd, verâ, takvâ diye bilinen yaşayış tarzına sonradan tasavvufî hayat deniyor.

O devirde “muhabbet” kavramı üzerine rivayetler var mı? Biz sahabileri hep ibadetlere düşkünlükleri ile biliriz. “Allah aşkı” ve “Peygamber aşkı” kavramları daha sonradan mı oluşuyor?

Süleyman Uludağ: Mutasavvıflar hicri 5. 6. 7. asırlarda aşktan bahsetmişler, yazmışlar. Bunu Hz. Peygamber döneminde görmek istemek yanlıştır. Hz. Peygamber ve sahabi zamanında, ilk nesilde ibadetlerin sâiki neydi diye soralım. İlk neslin dünyayla olan ilişkileri nasıldı, ne kadar önem veriyorlardı? Allah ile olan ilişkileri nasıldı? Diğer insanlarla olan ilişkileri, nasıldı? Motivasyonları neydi? Hz. Peygamber zamanında motivasyon inançtır. Genellikle cehennem ve bir de cennete girme ümidi.

Başka bir açıdan bakıldığında bu bir kurtuluş meselesidir. Kurtuluş Kur’an-ı Kerim’in fevz, felâh, necât dediği şeydir. Yani bizi tehlikeler bekliyor, kıyamet, kabir, hesap gibi. Sırat, cehennem, ebedî yanma korkusu Kur’an-ı Kerim’de de hadislerde de çok açık olarak vardır. Yani ilk motivasyon kurtuluş, ikinci motivasyon da ümittir. Sığınacağımız bir yer olmalıdır, orası da cennettir. Ayet ve hadislerde ibadetler cennete girmek için teşvik edilir. Cennete girmenin de mertebeleri var. Bu onları ibadete sevk ediyor, heveslendiriyor. Üçüncü motivasyon ise “sırf Allah emrettiği için”dir. Allah’ın emrettiği ibadetleri yapma, sırf Allah yasakladığı için haram olan günah olan şeylerden uzaklaşma, başka bir ifadeyle cennet ve cehennemi hesaba katmadan sadece Allah rızası için ibadet etme.. Bu da var İslâm’da ilk dönemde ama daha sonraki dönemlerde daha çok öne çıkıyor. Özellikle Basra’da Râbiatül Adeviyye ve bazı sûfîler, Anadolu’da Yunus Emre, Mevlânâ ile çok ileri boyutlara taşındığı için o muhitlerde yaşayanlar o dönemlerde gördükleri şeyi Hz. Peygamber zamanında göremeyince “Niçin kitapları okuduğumuzda bunları göremiyoruz?” diyorlar. Onları göremezsiniz çünkü her şeyden önce süreci görmek lazımdır. O zaman anlaşılır hale gelir.

Burada bir mesele daha var. Dindarlık yani dinî konularda hassasiyet gösterme sadece ehl-i sünnete has değildir. Ehl-i sünnet olmayan mezhepler arasında da -ki Hz. Ali zamanından sonra biliyorsunuz hâricîler çıktı, daha sonra kaderiye, mutezile mezhebi çıktı- aynen sûfîler gibi düşünenler çıkmıştır. Zühd, dindarlık, takvâ dediğimiz şey o mezhepler için reddedilen bir şey değil, tam tersine sahip çıkılan bir şeydir. Yani ehl-i sünnetin zâhidleri vardır diye söyleniyor ama hâriciler ile şiilerde de, öbür mezheplerde de aynı şekilde zâhidler vardır. İlk iki asırdan sonraki gelişmelerle mezhepler arasındaki farklar belirgin hale geldi. Bir bilgi, birikim de meydana geldi. Ayrıca zâhidane hayat yaşayanların sayısı da artınca ehli sünnet arasında daha çok yayıldığı ve daha erken dönemde başladığı için, ehl-i sünnet zahidleri öbür mezheplerden daha fazladır. Kur’an’da ve hadislerde anlatılan zühde bağlı oldukları için ehli sünnet arasında zühd, takvâ ve dindarlık hareketi daha çok gelişti. Yalnız, bunun dışındakiler dindar değildi anlamında söylemiyorum. Bir özellik, bir hususiyet, bir eğilim yahut bir meşrep olarak böyle bir hareket yaygınlaşınca diğer mezhepler de buna sahip çıkınca ehl-i sünnet zâhidleri kendi dindarlıklarına tasavvuf, sûfilik adını koydular.

Eski kitaplara baktığınız zaman o zamanki sûfîlere fakir/fukara, ârifler, zâhidler, âbidler gibi çeşitli isimler veriliyordu. Bölgeden bölgeye isimler fark ediyor, her yerde aynı olmuyordu. Bağdat’ta Irak’ta bunlara sûfî denilirken Horasan’da melâmetî dendiği de oluyordu. Bazılarına fü-tüvvet ehli deniliyordu. Sonra sonra bunlar birbirine yaklaştı, tasavvuf kelimesi bunların hepsini kapsayan, kapsamlı bir terim haline geldi. Melametî de olsa, fütüvvet ehli de olsa bunlar tasavvuf adı altında birleşti. Bundan dolayıdır ki tasavvuf/tabakât kitaplarına baktığımız zaman -Sülemî’nin Tabakâtu-s Sûfiyyesi, Hacı Abdullah Ensarî’nin aynı isimdeki kitabı, Ebu Nuaym’ın Hilyetü’l-Evliyâsı gibi-bu eğilimde olan sünnî mutasavvıfların, dindarların hepsi alındığı gibi, bazen diğer mezheplere mensup aşırı olmayan dindar kişilerin de girdiği oluyor. Mesela şiîlerin çok rağbet ettikleri imamların bir kısmı, hatta on iki imam olarak bahsedilen isimlerin tamamı, Zeynel Abidin gibi, Cafer Sadık gibi, Ali Rıza gibi şiîlerin benimsedikleri ama sünnîlerin de kabul ettikleri şahsiyetler de bu kitaplarda yer alıyor. Tasavvuf hareketi böyle ortaya çıkıyor.

Kitap ve sünnetten neye dayanıyor diye o noktadan baktığımız zaman, evvela “Din nedir?” sorusuna doğru cevap verirsek tasavvufu da anlamak mümkün olur. Din, Allah’a ibadettir, hâlisâne, şirk koşmadan. Bu ibadetlerin ne olduğu Kitap’ta ve sünnette bellidir. Yani farzlar var oruç, hac, zekat, namaz gibi ve bunların nafileleri var. Bu ibadetler dinimizin istediği gibi yapılır, ihlaslı bir şekilde. Daha sonraki dönemlerde cahilce şeyler çıktı, biraz heyecan eseri olarak: “Ben cehennem için ibadet etmiyorum.” gibi. Maksat ibadet etmektir, Allah rızası için ibadet ediyorsan mesele yok. Ama insanların çoğu öyle değildir, hele okuma/yazmanın olmadığı ve Araplar gibi çöl hayatı yaşayan insanların birinci derecede kaygıları daha çok bedensel ve hissî işkenceler ve azaplardır. Çünkü Kur’an-ı Kerim dünyadaki azabı dünyadaki işkenceleri sıkıntıları bahis konusu ederek ahirettekile-rin bunun kat kat fevkinde olacağını söylüyor. Buna inanan bir insan ebedî hayatta yanmamak için ibadet ediyorsa buna söylenecek bir şey yok. Bunu hafife almaya da gerek yok. Zaten mesele ibadet etmek ise Allah’a onlar da o yoldan gidiyorlar diye düşünmek lazım. Ama kendilerini aşka vecde çok kaptıranlar bazen böyle konuşuyorlar. Sûfîlerde de var. Mevlânâ gibi, İbn Arabî gibi. Yunus Emre de;

Cennet cennet dedikleri, birkaç köşkle birkaç huri,

İsteyene ver sen anı, bana seni gerek seni! diyor.

Bu sözler hoştur ama diğerini hafife almamak şartıyla. Zâhir ulemâ ve benzeri kişiler cennete girme arzusu ve cehennemden kurtulma sâikiyle ibadet hayatını geçiriyorlarsa onları rahatsız etmek için bir sebep olmaması gerekir.

Maksat ibadetlerle Allah’a yaklaşmaktır. Kur’an-ı Kerim’de “mukarrebûn” kelimesi geçiyor: “Allah’ın yakınlığını kazananlar”. Yakınlık neyle kazanılır? Sahih bir itikat, inanç esasları, ihlâslı ibadet. Çünkü riya ve gösteriş şirke gidebilir. Ondan sonra da ahlâk, insan hak ve hukuku gibi hususlar. Allah’ın yakınlığını kazanmak gayedir, çünkü Allah’ın yakınlığını kazanınca zaten O’nunla olacaksın. Dünyada da ahirette de… Allah’ın razı olduğu kul cehenneme gitmez. Gideceği yer cennettir. Allah’ın iyi bir kulu olmak, Allah’ın dostları (evliya), Allah tarafından sevilen insan olmak Kur’an’da ve hadiste ifade edilen gayelerdir. Bundan sonra Allah’la birliktelik (maiyet) her zaman Allah’ı zikretmek, Allah’la beraber olmak. Buna teşvik eden hususlar var Kur’an’da: takvâ, ihsan gibi. Bahsettiğimiz eğilimlerin kalkış noktası budur. O zamanlar buna tasavvuf denilmiyordu, gayet tabii İslâm deniliyordu.

Sûfîlerin dayandığı ikinci şey Hz. Peygamber’in hayat tarzıdır. Aslında Kur’an’da anlatılanlarla Hz. Peygamber’in hayatı paralel şeylerdir. Hz. Peygamber Kur’an’ı en iyi uygulayan yaşayan ve anlayan olduğuna göre, herkesin örnek aldığı, görebildiği anlayabildiği somut bir hayattır. Tasavvufî hayat da hadislerde ve siyer kitaplarında anlatılıyor. Onun yaptıklarını yaptığımız vakit bu hayatı yaşamış oluyoruz. Kur’an-ı Kerim bunu emrediyor:

“Peygamber’e tâbî olun, “Allah’ı seviyorsanız Peygamber’in peşinden gidin.”, Peygamber sizin için güzel bir örnek-t i r.” Hz. Osman döneminde yazılı altı tane Kur’an nüshası var. Kim eline geçirecek, nasıl okuyacak? O zaman Kur’an okunarak değil Hz. Peygamber örnek alınarak yaşanıyor. Hz. Peygamber’in hayatı böyle bir hayattır. Allah’ın rızasını, sevgisini, yakınlığını kazanmak isteyen bir hayat. Sonra sahabeye intikal ediyor, bu bir silsiledir. Sahabeden tâbiîne, etbâu-t tâbiîne intikal eden sadece bilgi değildir aynı zamanda marifet, irfan dediğimiz, yaşanarak öğrenilen şeylerdir. Tasavvuf kâl ilmi değil, hâl ilmidir. Hâl ilmi, tasavvufî his ve heyecanlardır. Hocadan talebesine veya şeyhten mürîdine aktarılır. Bu heyecan aktarma, hislerini aktarma yakîn halindeki bir dinî hayatı aktarma mânâsına da geliyor, bilgi aktarmaktan farklı bir şeydir. O silsileden günümüze kadar bu şekilde geliyor. Sadece tasavvufî çevrede bu hale geliyor demek istemiyorum. Fıkıhçılar arasında da dindarlar var gayet tabii. Hadis alimleri arasında da böyle bir silsile var.

Bu noktada bize tasavvufun okullaşma süreci, bir ilim haline dönüşmesi, farklı neşvelerin teşekkülü meselesine dair neler söylemek istersiniz?

Mustafa Kara: Mezhep, meşrep, tarîkat meselesi Hz. Adem’le başlayan bir meseledir. İnsan, yani peygamber, peygamberle birlikte Kitap ve bu Kitap’ın yorumuyla başlıyor herşey. Bütün dinlerde bu böyle: Peygamber, kitap ve yorum. Her din mensubunun kendi mukaddes kabul ettiği kitaba getirdiği yorumlarla başlıyor bu iş. Hıristiyan tarîkatlar tarihinin temelinde ne var? İncil, Hz. İsa ve hıristiyanların yorumu var. Yahudi mistisizminin temelinde ne var? Tevrat, Hz. Musa ve yahudilerin yorumları var. Dolayısıyla tasavvuf da oradan başlıyor ve yürüyor. Cüneyd-i Bağdâdî ne diyor? “Bizim ilmimiz Kitap ve sünnetle kayıtlıdır.” Nokta! Nokta ama o noktayla iş bitmiyor. Bu sefer müslümanların Kitap ve sünnete getirdiği yorumlar başlıyor ki, önümüze âlem kadar geniş bir saha açılıyor. Fıkıhçılar geniş bir dünya açıyor… Kelâmcılar başka bir cenahta bambaşka bir âleme doğru yürüyorlar. Bin küsür yıllık bir yürüyüş. Bir yerde de tarîkatler. Daha da renklendirmek mümkün ama, hocamın da kitabında malum bu üç saha öne çıkarılıyor, selefiye, kelâmiye, sûfîye. Dolayısıyla insan olarak bu renklilik bizim kaderimiz, bir defa bunu söylemek lazım. Mezhebi ve tarîkati olmayan din yoktur! İnsanın fıtratı bu, kendi mukaddes ve mübarek kabul ettiği metne bakacak ve fakat o metinden bambaşka şeyler üretecek. Bizim sûfîler kelâmın ve fıkhın ürettiklerinden başka şeyler üretiyor, bu dinin ana damarlarından birini meydana getiriyorlar. Kelâm ya da fıkıh damarı tıkalı olsaydı İslâm medeniyeti oluşmazdı. Bazılarına göre tasavvuf damarı tıkalı olsaydı bir şey olmazdı! Ama bu yanlış bir düşüncedir. İnsanlık tarihine bakamamakla ilgili bir problemdir. Çünkü tasavvuf da bir insanî yorumdur. Er geç ortaya çıkacak o insanî yorum. Aynı ayete bakacak ama o ayetten başka bir şey üretecek.

Hocam zühd ve takva meseleleriyle başladı. Bir ara muhabbete değindik. Muhabbet de o Kitab’ın içinde. Ama onu açmak, netleştirmek, mahabbet meselesine yoğunlaşmak zaman istiyor. Hocamın “süreci anlamak” dediği husus bu. Yoksa,

“Vellezîne âmenû eşeddu hubben lillah” ayeti var. Evet zühd ve takvâyla alâkalı da ayetler var. Tabii ki cennet-cehennem ayetleri var. Bir de “eşeddu hubben lillah ” var. Bunu da birileri işleyecek elbette. Muhabbetin en üst noktası, “şedîd” kelimesini kullanıyor. Veyahut “Allah’ı sevmek istiyorsanız Peygambere tabi olun ki Allah da size sevsin.” Burada da muhabbet kelimesi vardır. Allah sizi sevince ne olacak? Karşılıklı bir muhabbet oluşacak. Dolayısıyla tasavvufî âlemde zaman içinde ortaya çıkan bu yollar ki biz bunlara tarîkat diyoruz, tasavvufî zevki, neşeyi, anlayışı, zihniyeti insanlara aktarıyor, insanların da ilgi duyanları o yola geliyor, kulak kabartıyor. Daha doğrusu herkes meşrebine uygun bir yer buluyor. Herkes sesleniyor, mesela kelâmcılar üst perdeden vâcibu’l-vücûdu tartışıyor, ona ilgi duyan oraya gidiyor. Dolayısıyla müslümanların da bir kısmı haliyle “Râdiyyeten merdıyye”nin altında ne yatıyor?, “Radıyal-lahu anhum ve radû anh” ile ne demek isteniyor?, Rıza nedir?, Onun benden razı olması, benim ondan razı olmam ne demek? “Yuhibbuhum ve yuhibbûnehu” nedir? bunu merak ediyor. Buradan bir aşk felsefesi doğuyor. İsteyen bunun izinde yürümeye çalışıyor.

Tasavvuf dediğimizde bir yol algılıyoruz, yollardan bir yol. Ama tasavvuf kendi içinde yüzlerce yol. Onun için turuk-ı aliyye deniyor. Veya Kuran’daki ifadeyle konuşursak

“Vellezîne câhedû finâ lenehdiyennehum subulenâ” Allah, “yollarımız” diyor. Demek ki Ona giden tek bir yol yok. Bu sadece tarîkat yolu deyip yobazlık yapmamak lazım. Yol bir tanedir o da bizim tarîkatin yoludur, diyen yobazlar da var. “Subulenâ”yı geniş anlamak lazım. Bu öyle bir yol ki yedi buçuk milyarı alır. Allah yedi buçuk milyar insan yarattıysa yolunun da o kadar geniş olması lazım. Böyle bakmak gerekir meseleye. Biz tam aksine daraltıyoruz, kendi kafamıza uymayan insnaları da bunun dışına atıyoruz. Bu tutum çağdaş yobazlığın en mükemmel halidir, dinle diyanetle de ilgisi yoktur!

İlk yüzyıllardaki zühd hareketi daha sonra farklı yollara sebep olacak. Farklı yolar demek İslâm’ın, müslümanların farklı kültürlerle karşılaşması demek aynı zamanda. İslâm Şam’ı, Bağdat’ı, Kuzey Afrika’yı fethetti, Hindistan’a uzandı, Endülüs’ü kurdu. Bahsettiğimiz bu coğrafyalarda binlerce yıllık kültürler var. Bu kültürlerle karşılaşıyor, temasa geçiyorsunuz. O kültür orada yaşıyor, sen henüz misafirsin. Fethettin, onlar da “eyvallah” dedi. Ama bin yıllık mâbedler var, yaşayan bir din var. Doğu Akdeniz medeniyeti dedikleri şey çok mühim.

Bu temasta hep biz galibiz, hep bizim dediğimiz oluyor gibi düşünüyoruz. Halbuki böyle bir şey mümkün değil. Yüksek basınç-alçak basınç kadar tabiidir temas ve alışveriş. Doğu Akdeniz havzasında o kadim felsefeyle yüz yüze geldik. Hem etki ettik, hem etkilendik. İslâm düşüncesi için de, tasavvuf düşüncesi için de bu hakikati kabul etmeliyiz. Tabii bir olaydır bu, hamâsete gerek yok. Doğu Akdeniz de olsa, Batı Akdeniz de olsa, bu aslında mîrî maldır. Düşman değil mîrî mal, Adem’den beri gelen insanlığın düşüncesi.

Hatta adını bile bilmediğimiz peygamberlerin ve ümmetlerinin yaşadığı coğrafyalar buralar…

Mustafa Kara: Gayet tabii. Adem’e bağlayınca insanlık tarihi bir peygamberler tarihidir. Biz tarihin belli bir kısmına düşmanca bakıyoruz. Öyle bir şey yok. Haa bu insanlık düşüncesinde saçmalıklar, yanlışlar, gaflar yok mu? Var tabii, olacak elbette. Geçmişte de vardı, bugün de var, yarın da olacak. Çok tenkit ettiğimiz meslektaşlarımız var. Bunların bazı sözleri yüz yıl sonraya büyük yanlışlar olarak, gaf olarak geçecek belki, yiğitlik Çin’de de olsa doğruyu almak, yanlışı terkedebilmektir. Bu müthiş bir kafa gücü istiyor. Doğru nedir önce onu tespit edeceksin, onu ölçüye vuracaksın. Bu sofra Adem’in sofrası. Bu sofrada bazen zehirli yemek de olabilir. Onları da usûlünce ayırırsın. Tasavvufî düşüncede de bu mîri maldan pay vardır. Burada önemli olan aldığımız şeylerin tevhid inancına aykırı olup olmamasıdır. Bunda ölçüyü kaçırırsak bir daha dikiş tutturamayız. Neticede yüzlerce yol vardır, tamam eyvallah. Ama bu yüzlerce yolun, bendenizin tarifiyle sağında ve solunda iki kırmızı çizgi var: Farzlar ve haramlar. Bu iki kırmızı çizgiyi koyarak o yüzlerce yolu belirlemek lazım. Dört filan değil, yüz tane mezhep var. Mezhepler de çok, tarîkatler de. Osmanlı dönemine bakarsanız on iki tarîkat vardır deniliyor. Kim demiş on iki tarîkat? Kim tahdit edebilir? Mümkün değil! Yollar var. Yalnız, bu yolların kırmızı çizgilerine bakarak yürümek gerekir.

Bir ana damar var yani…

Mustafa Kara: Elbette. Ana damar aslında Cüneyd’in o cümlesinde. Başka bir sûfî de şöyle söylüyor: “Gönlümde bazen bir takım nükteler hissederim, fakat o nükteler için iki adil şahit ararım. O iki adil şahit bu nüktelerin doğruluğuna şehadet ediyorsa eyvallah, etmiyorsa orada dururum. Bunlar da Kitap ve sünnettir.” Çok güzel bir cümle. Fakat insanoğlu öyle bir varlık ki, herkes Kitap ve sünnet diyor. En uçta gördüğünüz cemaat de Allah’ın Kitab’ı, Resûlüllah’ın sünneti diyor. Ama işin detayına geldiğinizde Kitab’ı ve sünneti yorumlamada problemimiz var. Kitap, peygamber ve yorum. İşte bütün bu insanî melekelerimiz o yorumda ortaya çıkıyor. İster kelâmda olsun, ister tefsirde, ister tasavvufda… Mesele, bu yorumu sahih bir yol üzerinde sâbit-kadem yapabilmektir.

Bahsettiğiniz gibi pek çok ilim dalı, her birinin kendi içinde kolları var ama bu kadar geniş bir coğrafyaya bu ilim dallarıyla değil de tasavvuf gibi gönül diliyle konuşan bir ilimle girilip nüfuz edilebildi. Neticede tasavvuf bu geniş coğrafyada tesir bıraktı, öyle değil mi?

Mustafa Kara: Aslında fıkıh mezhepleri de tesir etti tabii. Şu anda tarîkatlerin yaygın olduğu coğrafyalarda mezhepler de var. Hadi şiî mezhepleri koyalım bir tarafa, İslâm dünyasının yüzde onunu temsil ediyor zira, sadece sünnî mezhepleri düşünelim. Rengârenk bir sünnî dünya. Kelâm ve fıkıh mezhepleri İslâm dünyasının her köşesinde var. Dolayısıyla bunların faaliyet alanını daraltmak veya yaptıklarını küçümsemek doğru değildir. Bu yorumların da yaşaması gerekiyor, tasavvufî ekollerin de.

Tüm bu renklilik içinde sınırları zorlayan, çizgi dışına çıkan ekollerle, mezhepleri, nasıl değerlendireceğiz?

Mustafa Kara: İnsanoğlunun bazen çizgi dışına çıktığını kabul etmeliyiz. Bu yüzden ulemâ ister istemez zaman zaman hak tarîkatler, bâtıl tarîkatler diye tasnif yapıyor. Bu bir zorunluluktan doğuyor. Tabi bu tasnif de tartışmalıdır. Aslında her tasnif tartışmalıdır. Niye? Çünkü, o tasnifi yapan kişinin zihniyetine göre oluşuyor. Tasnif hangi coğrayada yapıldı? Hangi şartlarda yapıldı? Mesela Gazzâlî de bir tasnif yapıyor: Kelâmcılar, sûfîler bir de Bâtıniye var. Bâtıniye diye bir ekolden bahsediyor Gazzâlî, İbn Rüşd. Bâtıniye o çağlarda çok mühim ve yaygın bir cereyan çünki. Mesela bugün için bu terim silik. 2019’da böyle bir tasnif yapılsa Bâtınî diye bir terim olacak mı? Bunun yerine başka bir terim mi kullanacağız? Bu tasnifler aynı zamanda o coğrafyanın, o tarihin özelliklerini taşır, konjonktüreldir. 18. yüzyılda yazılan bir risale var. Şirvanî’nin yazdığı bu risaleyi, Et-hem Ruhi Fığlalı Hoca yıllar önce Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi’nde yayınladı. Bu risale bâtıl tarîkatlerden, bâtıl mezheplerden bahsediyor. Mesela Mevlevîliği de bâtıl tarîkatlerden sayıyor. Ne yapacağız şimdi?! Halbuki umum tasniflerde Mevlevîliği hiç bâtıl listesinde görmedik. Ama bugün de bazı ilahiyatçılara sorarsanız bal gibi bâtıl bir tarîkat. Meseleye böyle bakan bir ilahiyatçı bir tasnif yapsa tarihe bu şekilde intikal edecek.

Peki biz hangisine inanacağız?

Mustafa Kara: Zor bir iş, kolay değil. İşi daha derinlemesine bilmek gerekiyor. Mesela Selçuklular devri için, karışıktı, savaşlar vardı, geçişler yoğundu, haçlı unsuru vardı dolayısıyla bâtıl cereyanlar ortaya çıktı deniliyor ama bu Osmanlılar devrinde olmadığı anlamına gelmiyor. Şöyle toparlanabilir: Tarîkatler tarihi insanlığın tarihiyle ilgilidir. İnsanın kaderidir, mezhep ve tarîkatten kaçınmak mümkün değildir. Ama burada da orta yolu bulacak, orta yolu soğukkanlı bir şekilde tahlil edecek, insanlara sunacak âlimlere ihtiyaç var, militanlara değil!

Öyleyse Osmanlı’daki Kadızadeliler-Sivasîler tartışmaları tırnak içinde militanik tartışmalar mıdır?

Mustafa Kara: Öyle görünüyor. İki aşırı uç. O tarzda tartışmamak lazım.

Bilâl Kemikli: O zaman burada o tasnifle alakalı yeri gelmişken Kâtip Çelebi’nin Mîzânu’ l-Hak isimli eserini analım. Kadızâde Mehmed Efendi’yi de Halvetî şeyhi Abdülmecid Sivâsî’yi de eleştiriyor, dengeyi istiyor. Katip Çelebi diye biri çıkmış işte böyle tasnif yapıyor. Ama kendisinin hocası Üstuvanî Mehmed Efendi de çok memnun değil Mîzan’daki tasniflerden.

Mustafa Kara: Evet herkes tartışsın, eyvallah. Ama tartışmalar aşırıya gittiğinde insanlara pek fayda getirmiyor. Ne kadar sert tartışırsanız tartışın, insanların bir mezhebi olmalı, kendini tatmin edecek bir yol bulmalı. Tasavvufa meyyal olan insanların da buna ihtiyacı var. Doğal bakmak lazım. İlim ehlinin büyük kalabalıklara rehber olması gerekiyor.

Süleyman Uludağ: Mustafa Bey’in sözlerine bir katkıda bulunmak istiyorum. Hiçbir velî, hiçbir Allah dostu, hiçbir mutasavvıf ben böyle bir güce sahibim, benim duam Allah katında makbuldür iddiasında bulunmaz. Ama çevresi buna inanır. Sûfî olmayanların din anlayışı genellikle Hz. Peygamber’in vefatıyla olmuş bitmiş bir vakadır. “Dininizi ikmal ettim.” ayeti ile tamam olmuştur. İnsanların semâ ile gayb âlemi ile irtibatları kesilmiştir. Bunu böyle demeseler bile hayatlarından ifadelerinden anlaşılır. Dindar bir müminin böyle duası kabul edilenlerden olduğuna inanılınca, çevresindeki insanlar buna yaklaşır. Allah’ı seven, Allah tarafından sevilen, duası makbul olan hayırhâh bir adamdır bu. Ziyaretçileri olur, onlara bildiklerini, manevî-ruhî tecrübelerini anlatır, vaaz eder yahut zaman zaman onlarla toplantılar yapar. Hâl ile de anlatır, bakışıyla, duruşuyla vs. Onun için Bâyezid-i Bestamî “Bizim hâlimizden anlamayan kâlimizden hiç anlamaz.” demiştir. Hâl öyle bir şeydir ki his ve heyecan sûfîde olursa çevresindekilere yansır, sirayet eder. Sûfî böyle tanındığı zaman ziyaretçileri olur birçokları bundan feyiz alır, o zatı sever, ilişkileri artar. Böylece bu kişiler etrafında cemaatler toplanıyor. Tarîkatler bu şekilde oluşmuştur. Bunlar nüvedir, çekirdektir. Mesela tâbiînden Hasan Basri hicri 110 tarihinde Basra’da vefat eden âlim, âbid, zâhid, Allah dostu bir zat. Bunu bilenler gelip kendisini ziyaret ediyorlar, hâliyle halleniyorlar, sonra orda gördüklerini başkalarına anlatıyorlar. Kitaplarda Hasan Basri “şöyle dedi” vs. şeklinde ondan semâ yoluyla nakillerde bulunulur. Rabiatül Adeviyye de Basralı’dır. Onun da sohbetleri, müdavimleri vardır. Hasan Basri’nin ve bu zühd hareketinin -o zaman henüz tasavvuf yok- Allah sevgisinden ziyade Allah korkusunu esas alan bir İslâm anlayışı vardır. Hayatına baktığınızda bunu görürsünüz, mahzundur, ağlar, cehennemden bahseder. Ama aynı yerde yaşamış olan Rabiatül Adeviyye Allah korkusuna önem vermekle beraber, onun zühd hareketi mahabbetullahı öne çıkaran bir zühd hareketidir. Hicri 2. 3. asra gelindiğinde fırka denilen cemaatler oluşuyor. Ama bugünkü tarîkatlere benzeyen şeyler değil bunlar. Belli bir âdâbı yoktur, tarîkate girmenin usûlü şöyle, ezkârı böyle vs. değildir. Dindar bir adamın sohbetine katılmak onun hâliyle hallenmek nasihatlerini dinlemek şeklindedir. Mesela Horasan taraflarından Hamdun el Kassar, o da bir Allah adamı önemli bir sûfîdir. Sohbetlerinde nefsini kınamaktan, kötülükleri kınamaktan bahseder buna melâmet diyoruz. Sûfîdir kendisi ama levm dediğimiz Kur’an’da da “Evelâ yehâfûne levmete lâim” konusu üzerinde çok durur, onun sohbetlerine devam edenler de bu geleneği devam ettiriyorlar ve ortaya melâmet hareketinin ilk şekli çıkıyor. Bu hareket Selçuklulara da geliyor, Osmanlılara da geliyor, bugün Bursa’da da melâmîler vardır. Aynı asırda Bağdat’ta Cüneyd-i Bağdadînin etrafında gelişen Cüneydiyye hareketi ortaya çıkıyor, “sahv”i esas alıyor, daha şuurlu.

Daha evvel Horasan’da Bâyezid Bestamî ismli sûfînin de bir cemaati oluşmuş onda da vecd ve cezbeyi öne çıkaran “sekr” hali vardır. Bu bir mizaç meselesi meş-reb meselesidir. Allah sevgisiyle kendisinden geçince aklına gelen her şeyi söylüyor, Allah adına söylüyor, şathiyeleriyle meşhur, “sultanu’l-ârifin” diye anılan bir zat. İşte bu hareketler bu kişilerin etrafında halkalanan cemaatlerle gelişiyor, fikirleri o meclise devam edenler tarafından naklediliyor, daha sonra tarîkatler ortaya çıkıyor. Tarîkatler daha disiplinli, âdâbı var erkânı, evrâdı, ziyaretleri, yazılı kitapları vs. de var. Şimdi anladığımız mânâda tarîkatlerin ortaya çıkışı hicri 4. 5. asırdan sonradır. Daha sonra da düzenli toplantılar için mekan ihtiyacı doğuyor, tekke, dergah, zâviye, hankâh kuruluyor.

İlk büyük sûfiler, kurucu büyükler kendilerini şeyh ilan ettiler mi?

Süleyman Uludağ: Ne mezhep imamları ne de tasavvuf büyükleri “Biz mezhep imamıyız, biz şeyhiz.” diye ortaya çıkmışlardır. Hadiselerin gelişmesi sebebiyle etrafında toplananlar onların görüşlerini devam ettirirler, bir zaman sonra mezhep yahut tarîkat şeklini alırlar. Babadan oğula gelen şeyhlik ilk sûfîlere bakıldığında yok denecek kadar azdır, sonra sonra artar. İlk sûfîlerde seyyid ve şeriflerden de kimse yoktur. Ama şimdi bakıyorsun her şeyh ya seyyiddir ya şeriftir. Onların sey-yidliğini şerifliğini kabul etmeseniz bu defa fitne çıkar, Hz. Peygamber’in soyunu kabul etmemiş olursunuz.

“Nübüvvet bitti fakat velâyet devam ediyor” söylemine açıklık getirir misiniz? Efendimiz’den önce gelen bir damardan bahsediliyor, nûr-i Muhammedî de deniyor, velâyet yoluyla diğer büyüklere geçiyor. Buna ne dersiniz?

Süleyman Uludağ: İlk sûfilerde “nûr-i Muhammedî” veya “hakîkat-i Muhammediye” dedikleri şey yoktur. Sonrakilerde var. Sûfîliğin bilgi üretme kapasitesi vardır. Mücâhede yoluyla, nefsi tezkiye yoluyla, gönül gözünün açılması yoluyla, manevî tecrübe ile yeni bilgilere ulaşıyorlar. Bu bilgileri çevrelerine aktarıyorlar veya yazıyorlar. Böyle bir bilgi birikimi meydana geliyor aynen fıkıh alanında olduğu gibi. Kur’an’da fıkıh konularını toplasanız 15-20 sayfadır, fıkıh kitapları ciltler do-lusudur. Bu demektir ki bunların yarısından çoğu ayet hadis değil, ulemanın içtihatlarıdır. Fıkıhçılar nasıl iç-tihad ve kıyas yoluyla bilgi üretmişlerse sûfîler de irfan yoluyla keşf yoluyla benzer şekilde -ama fıkha benzemeyen bir tarzda- bilgi üretmişlerdir. Genellikle bu bilgilere de marifet, irfan ve hikmet gibi isimler vermişlerdir. Sonraki sûfîler kalp gözüyle gördükleri veya manevî tecrübeyle ulaştıkları bilgileri ayet ve hadislerde de görmeye çalışıyorlar, öyle olmasa bile. Şu ayette, şu hadiste buna işaret var vs. diye yine de o asıla bağlamak istiyorlar. Fakat nihayet bu bir yorumdur.

Edebî metinlerin, şiirin büyük bir gücünün olduğunu biliyoruz. Tasavvufî şiirin gücünü neye bağlayabiliriz?

Bilâl Kemikli: Öncelikle bugün karmaşaya ve kavgaya sebebiyet veren bir husus var ki ona temas etmek isterim: “Hakikati ben temsil ediyorum!” meselesi. Belki derviş bunu böyle görebilir. Nihayet girdiği yolda seyr ü sülûkünü yapan birisidir derviş, yegâne yolun kendi-sininki olduğunu düşünebilir. Ama kemâle ermiş birisi “Ben hakikate ulaştım, hakikat benim ulaştığım yerdir, herkes benim bulunduğum noktaya gelsin.” dediği zaman problem çıkar. Bu eskiden de problemdi günümüzde daha çok problem. Hepimiz bir şekilde hakikate ulaşabilecek formda yaratıldık. Bugün Türkiye toplumunda özellikle müslüman mahallesinde bir ayrıştırma gayreti var. Gönül parçalanıyor, dil parçalanıyor. Bir kimse hakikate ulaşmış olabilir. O onun hakikatidir. Bir kimse kendisi gibi düşünmeyenleri ceffe’l-kalem silip atarsa yegâne hakikat temsilcisi olarak kendisini görürse orada problem başlar. İbn-i Arabi’ye atfedilen bir söz vardır: “Hakikat tek, mazhar müteaddittir.” Güneş tektir. Fakat düz bir ovaya yüz kova koyulduğunda her bir kovaya güneşin ışığı yansır, her kova güneş benim içimde diyebilir, yandaki kovayı bilmeyince. Oysa her kovada güneşin bir yansıması vardır. Bizim bilgimiz de bunun gibidir. Kemâle ulaşan kişinin melâmet neşvesi içerisinde bütün pınarlardan su içmeyi teşvik etmesi gerekir.

Sorunuza gelince, şiirin gücü sadece sûfî şairlerin şiirine münhasır değildir. Mutasavvıf olmayan şairlerin şiirleri de böyledir. Şiirin sırrı budur zaten. Şiir söz ve mânâ sanatıdır, sözü en güzel, en zarif, söyleme biçimidir. Nasıl bir mimar önce bir plan çizer binayı oraya oturtursa şair de söz mühendisliği yaparak mânâyı ortaya koymaya çalışır. Şiirin iki temel unsuru vardır. Birisi söz ve mânâyı buluşturmak, ikincisi ise mûsikî yani âhenktir. Böylelikle şiir daha geniş bir coğrafyaya yayılabilir. Mesela Rilke’yi okuyup kendimize ait şeyler bulabiliriz. Musikîye yüklediğiniz mânâ coğrafyaları zamanı da aşıyor. Ahmet Yesevî sözünü kaç asır önce Asya’nın steplerinde söyledi biz bugün hâlâ onu konuşuyoruz. Bazen söz bize ulaşmıştır ama sahibini bilmeyiz “La edrî” deriz, anonim deriz, atasözü deriz. Sanatlı söyleyiş mânâyı kayda alır.

Fuad Köprülü’nün “Türk Edebiyatının Menşei” makalesini hatırlatarak söyleyeyim, bütün sanatların menşei (süsleme, mimarî, musikî vs.) dindir. Raks bile dinî ayinlerden neşet ediyor. Zaman içinde sekülerleşiyor. Güzel sanatlar dinden neşet eder zaman içinde toplumların değişimine uygun bir çerçevede sanat da değişim arzeder.

Tasavvufî şiire gelince; sûfî şair de evvel emirde bir şairdir ancak şairliği ön planda değildir. Edebiyat tarihimizde üç tip şairden söz edilir. Divan şairi tasannu yapan sanatı öne çıkaran bir şairdir.

“Çoban koyunlarıyla oynar, çocuk oyuncaklarıyla, şair de kelimeleriyle.” (Cevdet Karal) Sanat bir oyundur. Şiir yazmak da bir oyun. Hangi kelimeyi nereye koyacak. Nereye koyarsa vezin kafiye uygun olur. Bunun matematiğini yapan kişi sanatkârdır. Fuzûlî, Bâkî bir sanatkârdır. Bir de âşıklar ve dervişler vardır, sûfî şairler dediğimiz. Bunlar sanatkârlıklarını ön plana çıkaran insanlar değildir. Söz geliyor ve söylüyor. Sûfî şairin de âşığın da derdi vardır. Âşığın derdi belki gördüğü bir Leyla, belki muhayyel bir Leyla’dır. Veysel, Emrah, Âşık Ömer böyledir. Sûfî şairin derdi bundan farklıdır. Yunusun derdi, onun davası seyr ü sülûkde ulaşacağı marifetullahtır. Varlığın hayatın anlamını sorgularken, varlığa, bilgiye yüklediği anlam içerisinde kemâle eren, mutlak hüsnün tezahürü içerisinde o güzellikleri temaşa etmek niyetinde, onları idrak etmek niyetinde. Müşâhede, murâkabe, riyâzetle, nefsi tezkiye ile ulaştığı tecrübeleri dile getirmek istiyor sûfî şair. Neden bunu söylemek istiyor? Hani bu sübjektif bir bilgiydi, kendine mahsus bilgiyi neden dile getirmek istiyor. Çünkü dertleşmek istiyor. Sûfî şairin derdi varlığın mahiyetini kavramak anlamak, onu analiz etmektir ama bunu yaparken bir de dert yüklenir. Onu biriyle paylaşması lazım. Yunus ne diyor “Sevdiğimi söylemezsem, sevmek derdi beni boğar”. Hem-dert olacağı hemhâl olacağı insanı bulur. Sûfî şair hâlinin tercümanıdır. Âşık da kendi hâlinin tercümanıdır. Onlar tasannu yapmaz. Biri Leyla’nın peşindedir, diğeri mutlak güzellik peşindedir. Değişmeyecek olan mutlak hakikate ilişkin güzelliği terennüm etmek ister sûfî şair. Oğlanlar şeyhi İbrahim Efendi Müfid-i Muhtasar’da Mevlânâ’dan nakille anlatır. Mevlânâ’ya gelmiş usta bir erbâb-ı sühan. “Şiir yazıyorum diyorsun, yazdığın şiir de şiir değil ki, bir sürü aruz hataları var, imâle var zihaf var, kafiyeyi de oturtamıyorsun, kulak kafiyesi var göz kafiyesi var, sen şair falan değilsin.” Mevlânâ: “Hakkınız var.” demiş, “Ben şiir yazmak için yazmıyorum, cemâl-i yâri temaşa ediyorum, onu terennüm ediyorum.” Hâli dile getiriyor, o hâli yaşayanın hâline tercüman oluyorlar. Söz sanatının böyle bir gücü var. Şiirin böyle bir gücü var.

Mustafa Kara Hocamız’ın, Sabahattin Ali’yle ilgili makalesi var. Sabahattin Ali, Nazım Hikmet gibi isimlerde bu topraklara dair neşve var. Mevlânâ’yla ilgili yazmışlar. Şu an şiir ve edebiyata daha fazla ihtiyaç duyduğumuz bir dönemdeyiz, bu damar sanki inkıtaya uğramış gibi.

Bilâl Kemikli: Karamsar olmamak lazım, ben ümitliyim. Sabahattin Ali’yi eşele altından Yunus çıkar. Nazım’ın dedesi Nazım Paşa mevlevîdir, babannesinin Gümüşhanevî dergâhıyla bağlantısı var. Şundan dolayı ben umutluyum Türkçe’nin hakikat diline dönüşmesini temin eden, Türkçe’ye o ruhu üfleyen, dili müslüman-laştıran kişi Hoca Ahmed Yesevî’dir. Pîr-i Türkistan deniliyor ama ben Pîr-i Türkçe diyorum ona. Dili müslümanlaştırmak ne demek? Hakikati o dilde terennüm edebilmek demek. Diyor ki: “Ben Farsça bilirim, Farsça zebân eylerim ama Türkçe söylemek gerek.” Türkçeyi mayalayan, Türkçeye ruh üfleyen Ahmet Yesevî’yi buraya taşıyan Hacı Bektaş, Yunus gibi dervişler aracılığıyla, büyük nehir oluştu. İrfan/şiir nehri diyoruz buna. Bu nehir ortada yokmuş gibi görünse de yerin altına girmiş gibi görünse de Türkçe’nin damarlarında vardır. Mesela Abdülbaki Gölpınarlı’nın Tasavvuftan Dilimize Geçen Deyimler ve Terimler Sözlüğü var. Atasözlerimize, deyimlerimize, manilerimize, türkülerimize geçmiş. Yani sûfî olmasa bile örneğin Âşık Veysel, Neşet Ertaş gibi isimler çağın Yunusudur. Yani Yunus mektebi varlığını bir şekilde koruyor.

Şinasi’den itibaren Fransız edebiyatının etkisiyle bir kültür değişimi yaşadık. Zorunlu kültür değişimi politikaları, dil üzerinde oynanan bunca oyun, elbette zihnimizde bir kargaşa oluşturdu. Ama ben bu topraklara güveniyorum. Ahmet Yesevî’nin Asya’da attığı o tohumun burada yeniden neşv ü nema bulacağından hiç şüphem yok, umutsuz değilim.

Kafa karışıklığını aşıp modern zamanların musikîsine uygun âhenkli bir dil çıkacak çünkü o damar var. Ne eksik peki? Eskiden tekkeler vardı, sohbet halkaları vardı. Bizzat kendisini oraya vakfeden manevî miracını yaşayan insanlar, halini terennüm eden şairler vardı. Günümüzde modernleşmeyle birlikte tekke ve zaviyeler kanunuyla birlikte belki onlar inkıtaya uğradı. Sadece şiir için değil, mûsikî için de böyledir, hat sanatı için de böyledir. Şiir bir şekilde kendisine felsefî bir duruş almalı. Şiir sadece gelen ilhamla yazılan bir şey değildir, dertle yazılır. Şiirin temelinde fikir lazımdır, düşünce zemini lazımdır.

Yunus haline tercüman oldu ama alt yapısı vardı. Söylediği her bir beytin altında bir ayet bir hadis bulabilirsiniz. Bu doğrudan bir iktibas değil, telmih yoluyla da olabilir. Yahut siyer-i Nebî’den bir şey bulabilirsiniz. Hz. Peygamber e ait bir işaret bulabilirsiniz. Bir bilgi var ama aynı zamanda bakıyorsunuz içinden geldiği tasavvuf düşüncesi, varlık düşüncesi var. Fikir ve düşünce olmadan olmaz, bunlar birbiriyle iç içedir. Birbirini te-tikleyecek ve böylece birleşecek, hikmet tek başına değil, ilim, düşünce, tefekkürü hikmet olarak değerlendirebiliriz. Hikmet diyorum çünkü Pîr-i Türkistan’da hikmet dedi. Hikmet şiirdir. Hikmet mutlaka yeniden kendi mecrasında akacaktır.

İçinde yaşadığımız topluma baktığımızda adına tarîkat denilen, yeri geldiğinde karşısındakini kolayca tekfir edebilen bazı akımlar var. Bunları nasıl anlamalı, bunlara karşı nasıl bir tavır sergilemeliyiz?

Süleyman Uludağ: Tarîkatsız, mezhepsiz din olmaz, dedi Mustafa Bey. Bu doğru bir ifade. Din varsa onun bir mezhebi, onun içinde tarîkatlar olur, tabiî bir neti-ced i r. “Ümmetler fırkaya ayrıldı, sizler de fırkalara ayrılacaksınız. Onlardan biri fırka-yı nâciye olacak.” diyor. Aslında bu hadisin sıhhat derecesi ayrı bir konu. Fakat doğru bir tespit var ortada. Hangi dine bakarsanız bakın içinde farklı yorumlar bulunur. Bu farklı yorumların coğrafyayla, orada yaşayan kavimlerle alakası vardır. Tarîkatlar genellikle o coğrafyanın o bölgedeki tarihin ve kültürün değerlerini yansıtırlar. Oraya bir ölçüde intibak ederler. Mesela Balkanlara Osmanlılar zamanında yayılan tasavvuf, Irak, İran sahasından Horasan’dan Anadolu’ya oradan da Balkanlara intikal eden bir tasavvuf anlayışıdır. Fakat Balkanlardaki halklar tasavvufa kendilerine göre bir yorum getirmişler. Günümüzde tasavvufu nasıl anlayalım dediğinizde haklı olarak İslâm coğrafyasının tamamını düşünmek lazım. Endonezya’dan Fas’a, Somali’den Kırım’a, Balkanlardan Afrika’ya kadar olan müslüman coğrafyada yaşayan iki milyara yakın insanın tasavvuf anlayışı birbirinden farklıdır. Bunun dışında müslümanların azınlıkta yaşadığı ABD, Avrupa, Hindistan’ı da hesaba katmak lazım orada da tarîkatlar var.

Türkiye’de bakış açımız nasıl olmalı? Bir tarîkatın taraftar bulabilmesi ve yaşayabilmesi için kendisinden önce mevcut olan ve kabûl gören bir akımın devamı olduğunu söylemesi ve bir geleceğe kendisini bağlaması gerekir. Bu tarîkatların tarihte bir geleneği var. Halvetîlik, Mevlevîlik, Rıfâîlik, Nakşîlik, Kübrevîlik, Şâzelîlik vs. Bektâşîlik tarîkatı gibi Osmanlı coğrafyasında oluşan tarîkatlar var, ta Orta Asya’ya kadar arka planı var. Tarîkatların bir özelliği de şubeleşmesi, ayrılmasıdır, şeyh vefat edince genellikle kollar ortaya çıkar. Mezheplerde bunu görmeyiz. Aynı gelenekten gelen tarîkatlerin kendi geleneklerini sıkı bir şekilde korumaları çerçevenin dışına çıkmama gibi bir esası olmakla beraber genellikle aradaki ihtilaflar bu duruma sebebiyet verebilir. Eskiden gelen ana hatlarıyla devam ettirilen tarîkatlar mesela Nakşibendiye, Kadiriye, Mevlevîlik, Anadolu’da oluşan tarîkatlardan biri olmakla beraber bugün bunun mevcudiyetinden bahsetmek çok anlamlı değil. Epeydir Mevlevîliğin adı var kendisi yok veya çok azdır. Bazı tarîkatların kolları da o tarîkatı devam ettiriyor ama o tarîkatla irtibatını geniş ölçüde koparmıştır. Mânâ olarak kopmuştur, gelenek olarak ad olarak devam ediyor. En tipik örnek Melametîlerdir, Balkanlarda Bursa’da İstanbul’da öyle şubeleri var ki namaz, oruç, hac, zekât yoktur. Onlarla tanıştım, sohbetlerinde bulundum, içki de içerler ama günah saymazlar. Peki, aslı da böyle miydi, hayır, hiç öyle değildi. Ama o tarîkatın aslını devam ettirenleri de gördüm. Bursa’da tanıdıklarım da oldu; hassasiyetle Melâmiliği devam ettiriyorlar. Bazı yerlerde tarîkatın başlangıcı kabul edilen zevat var ya, propagandaları var, yüzükleri var, huzur namazı var vs. ben bunları o tarîkatların aslıyla irtibatı olmayan hareketler olarak görüyorum. Ama yurt dışından yayın yapıyor, ülke içinde taraftarları var.

Şunu söylemek isterim ki her şeye rağmen tarîkat Anadolu’da yaşıyor. Bunu yaşatmamak için tedbirler alındı Cumhuriyet döneminde 1925 de tekkeler kapatılıp tarîkatlar yasaklandı. Fakat o dönemden çok daha yaygın daha faal tarîkat var, yani kökünü kazıdıklarını düşündüler ama gizli gizli yaşadı. Buna mâni olmak da imkân dâhilinde değil. Tarîkat bir toplumun geleneğinde varsa kolay kolay atılamaz. Aslına uygun olarak yaşamaya çalışan tarîkatların mevcut olduğuna ben şahsen inanıyorum. Bu tarîkatlar Türkiye’nin fikir, kültür, sanat, şiir, musikî hayatında, siyasî, ekonomik hayatında çok önemli rol oynamaktadır. Sadece bir örnek vereyim; İskenderpaşa Camii imamı Mehmet Zahit Koktu 1960’larda bir şeyh olarak etrafındakileri irşad ediyor. Anlatmaya yaşatmaya çalışıyor, o dönemdeki üniversite talebelerini irşad ediyor. Medrese, ilahiyat kökenli değil bu talebeler, Teknik Üniversite’de okuyorlar ama dindar bir çevreden geliyorlar, din bilgisine ihtiyaçları var. Dünyayı biliyorlar, dinlerini de ondan öğreniyorlar.

Şimdi pozitivist, tarihselci deniliyor ya ilahiyatlarda bunların çoğunlukta olduğunu biliyorum, 50-60 senedir içlerindeyim. Tarîkatlara iyi gözle bakmazlar, bunun ilmî bir bakış olmadığını, İslâm’ı güçlü bir şekilde ortaya çıkarabilmek için, hurafelere, bâtıl şeylere önem vermemek gerektiğini söylerler. Bana göre ortadan kaldıramayacağımız, gerek de olmayan bir hareketle karşı karşı-yayız, onlarla iyi geçinmek zorundayız. Yanlışları varsa uygun bir lisanla uyarmalıyız. Ama az önce zikrettiğim ilahiyatçılar öyle yapmıyor; İslâm’ın dışına atarak konuşuyor, zararlı unsurlar olarak görüyor, öyle tenkit ediyorlar. Bu görüşe katılmıyorum. Bu tavrın müslümanlar arasındaki birlik ve beraberliği, huzur ve güveni sarstığını düşünüyorum. Tarîkat ehlinin de hataları varsa uygun bir şekilde uyarmak lazım, biz zaten tenkit ediyoruz; Tasavvuf ve Tenkit diye kitabım var. Tasavvufu orada tasavvufçulara tenkit ettirdim, biz bir şey söylemiyoruz sûfîlerin söylediğini aktarıyoruz dedim.

Tasavvuf şekilcilikten öte mânâ ağırlıklı, ruh ağırlıklı, müsamaha ağırlıklı bir disiplin ve harekettir. Şekilcilik daha çok zâhir ulemasında, fıkıhçılarda aranır. Ama öyle bir hale geldi ki tasavvuf, âdâb ve erkân adı altında şekilcilik, fıkıhçıların şekilciliğine rahmet okutacak kadar katı bir şekil aldı. Husûmet halinde, münâferet halinde olmak, ayrılıkçılık yapmak, birbirimizi suçlamanın çok zararlı bir şey olduğunu düşünüyorum. Çünkü bu ihtilaflar burada kalmıyor, büyüyor ve bir ucu da başka yerlere, Amerika’ya, Avrupa’ya gidiyor. Onlar tarafından da istismar ediliyor. İşte Suriye’deki hareketleri görüyorsunuz. Birisini Rusya, birisini Amerika, birisini Suud destekliyor ve birbirine kırdırıyorlar. Fitne dediğimiz hadise böyle bir şeydir. Hani derler üç şeyi küçükse-memek lazımdır: Biri düşman, biri fitne, biri de ateştir. Hatta

“El fitnetü eşeddü mine’l katl/Fitne adam öldürmekten daha tehlikelidir.” buyruluyor.

Katılmak zorunda değiliz ama din adına geçinmek zorundayız. Tarîkat yapılarını böyle görmek lazım, diye düşüyorum.

Meclis-i meşâyıh meselesi son zamanlarda gündeme tekrar geldi. Bu hususta neler söylersiniz?

Mustafa Kara: Öncelikle yakın tarihi hatırlatmak için bendenizin size söyleyeceği ilk şey şudur. İnsanoğlu her zaman kendi yüzyılının menfî fotoğrafını görüyor ve dünü idealize ediyor. Böyle bir zaafımız var genel olarak. Bir defa bu zaafın farkına varmak lazım. Bunun için de meşhur bir cümleyi hatırlatmak gerekiyor. 3-4. yüzyılda yaşamış bir sûfî, Ebu’l Hasan Busenci 1000 yıl önce söylemiş, Keşful-Mahcup bize aktarıyor: “Dün tasavvufun hakîkatı vardı, adı yoktu. Bugün ise adı var kendisi yok.” Şimdi bu bakış 4. yüzyılda da var, 14. yüzyılda da var. 2019’a sorarsanız Osmanlı dönemi güllük gülistanlık, şu anda halimiz berbat. Tasavvuf aleminde fena fotoğraflar var mı var. Şeyh diye piyasada olan insanların fena halleri var mı var, ama yüzde yüzünü buraya dahil etmek zor. Zaafımız bugün de devam ediyor demek istiyorum. Eşrefoğlu Rûmî 15. yüzyılda yaşamış. Bize göre 15. yüzyıl Osmanlı’nın altın devri. Öyle anlatılıyor.

Eşrefoğlu Rûmî’nin Müzekki’n-Nüfus adlı eserini açtığınız zaman orada da aynı şeyi görüyorsunuz: “Zira zaman azdı ve karındaşların dahi halleri döndü. Tuğyan ve münafık çoğaldı ve meşâyih kalmadı. Meşâyihe ve meşâyih sözüne itibar kalmadı. Beyler zalim oldular ve kadılar rüşvet-hâr oldular, ilme uymaz oldular ve ilmi kendi hevalarına çeker oldular. Ve müderrisler fâsık oldular: Tefsir ve hadis medreselerde okunmaz oldu. Fakihler ve din ilmin bilir kişiler az kaldı. Vaizler dünya için mescitlerde va’z edip akçe cem’ederler… İlimle, beyler ve zabitler ve avam kapısında rağbet bulamayan danişmentler şeyhlik tarîkin tutup müdara ile halkın dünyalıklarını ellerinden sühûletle alır oldular. Ve meşâyıhların hallerine münasip meşâyıh ağzından sözlerin ezberleyip meclislerde söyleyip kendilerini halka bir ehl-i hâl olarak bildirip halkı kendilerine bir mürid ve muhip edenler ve başlarına talip cem edenler, ârifler libasın giyip, zikir meclislerinde hâmuş olup, riya ile baş salıp, halkın levsin gözetirler. Dilerler kendileri halk arasından söylene. Diyeler: Filan şeyh asrımızın bî nazîr ferdidir. Ehl-i tasavvuf zannederler. Muratları celb-i dünya, etraftan libaslar ve nefâis armağanlar gele.” Bu da 15. yüzyıldan bir fotoğraf. Dolayısıyla biz bugünle ilgili çok menfî şeyler söylesek de bunları aşamayız. Bunlardan daha ileri bir şey söyleyecek halimiz yok. Artısıyla eksisiyle bugüne bakmak gerekiyor.

Esas mesele meclis-i meşâyıh tipi bir kurum kurulabilir mi? Aslında az önce ifade buyuruldu. 25’te tekkeler kapatıldı ama kapatılamadı. 100 yıl geçti ortada kanun duruyor ve hatta kanun anayasaya girdi. Ondan dolayı da mesele çözülemedi. Fakat değişik mahfiller bize bu soruyu soruyor. Meclis-i meşâyıh tipi bir kurum kurulabilir mi, kurulursa nasıl kurulur? Bu kanunen mümkün değil. Kursanız da tekke kelimesini kullanamazsınız. Bir seçim öncesi cemevlerine hukukî statü verilmesi ile ilgili bir durum söz konusu edilmişti. Çünkü anayasada ilgili kanunda cemevi kelimesi geçmiyor, onda bir problem yok.

Tekkelerin açılması için anayasal engel olduğu ortadadır. Anayasaya rağmen bir şey yapılabilir mi? Cemevleri ile birlikte tekkeleri de açıyorum diyebilir, siyasî irade. Diyelim ki kuruldu meclis-i meşâyıh. Yaşayan bazı şeyh efendilerin de buna karşı olduğunu söyleyelim. Mevcut hâl daha iyi diyorlar. Ben buna katılmıyorum. Mevcut durum illegalitedir, iyi bir durum değildir. İllegalitede mikroplar daha çok ürüyor. 1925’ten önce mikrop yok muydu bu alanda? Bal gibi vardı. Çünkü sufîler çok dert yanıyor bu hususta.

Hocam hattâ pek çok kişinin icâzeti iptal edilip, atılan evraklarla Boğaz’ın mürekkep rengine büründüğü de rivayet ediliyor.

Mustafa Kara: İcâzet deyince Niyazi Sayın’dan duyduğum bir hikâyeyi nakledeyim size. 1927 doğumlu olunca o nesilden pek çok ismi tanımıştır Niyazi Sayın. 1925’ten önce, icâzeti olan bir kişi varmış ve millete 25 kuruşa icâzet yazıyormuş. Nihayet bu durum şikayet konusu olmuş. Şeyhülislâmlığa şikayet edilmiş, “Bu kadar da olur mu, iyice ayağa düşürdün!” diye. O da savunmasını yapmış: “Bana da icâzet veren Cüneyd-i Bağdâdî değil ki bana da 25 kuruşluk icâzet verdiler. Ben de onu veriyorum başkalarına.” demiş. Dolayısıyla bugünkü menfî durumun sebebi bu illegalitedir. Ama şöyle de düşünmeyelim. Tekkeler yasak olmasaydı her taraf güllük gülistanlık olacaktı. Öyle bir şey yok. Biraz önce okuduğum metindeki gibi. Her dönemde bu cemâl ve celâl, bu ikili durum vardır.

Bendenizin kanaatine göre 1925 sonrasının farkı şudur, bu hastalıklı kısım daha da büyüdü. Çünkü iyi-kötü 25 kuruşluk icâzet bile olsa, işin resmî oluşu belli bir kontrol mekanizmasını getiriyordu ve tabii bir elemeye sebep oluyordu. Şimdi ise kim şeyh kim değil haberimiz yok. Bugün “Şeyhim” diyen herkes şeyhtir. Çünkü “Sen şeyh değilsin!” diyen bir makam yok. Bu 25’e kadar vardı. Mart 1924’de Diyanet kuruldu. Cevâmi, mesâcid, tekâyâ ve zevâyânın idaresine Diyanet memur kılındı. Diyanet 1925’in Aralık ayına kadar bunu sürdürdü. 1,5 seneden fazla. “Sen şeyhsin, sen değilsin.” diye bunları denetledi. 25’ten beri bunu denetleyen yok. Ama Türkiye’de “Sen müezzinsin, sen değilsin.” diyen bir kurum var. Onun için şu örneği veriyorum: Şu anda Türkiye’de sahte imam-müezzin var mı? Cahili vardır sahtesi yoktur, sebebi Diyanet’tir. Sahte şeyh niye çok, çünkü kontrol eden yok. “Ben şeyhim.” diyen herkes 2019 yılında Türkiye’de şeyhtir. Ama bunların bir kısmı dört dörtlük istismarcı ve sahtekar olduğu için dinî hayata bir problem olarak da aksediyor. Onlara giden insanlar dinî hayatında artıları artırmak, için gidiyor. Ne bilsin sahteliğini. Belki tekke, tarîkat kelimesini ilk defa duyuyor. Diyorlar ki “Oraya git düzelirsin!”. Burada bir toplumsal problem var. Tabi siyasîlerin bir vazifesi de bunu yoluna koymaktır. Bunun meşru zemini açıldıktan sonra adı meclis-i meşâyıh olur, başka bir şey olur o önemli değil. Hakikaten meclis-i meşâyıh önemli ve güzel bir çalışma yapmış zamanında. Tekkenin temizlik âdâbı bile orada maddeler halinde var. 15-17 tane nizamnâmesi var meclis-i meşâyıhın.

Bunu bugün kurduğumuz an karşımıza çıkacak ilk problem şu: Yüz yıllık açık nasıl kapanacak? Bu ciddi bir problem. O yüzden bazıları “Hâl üzre bırakın gitsin.” diyorlar. Gitsin ama yara, problem büyüyor bana göre.

Bilâl Kemikli: Biz çözüm önerileri düşünüyoruz. Tekkeler kültür ocaklarıdır, irfan ocaklarıdır. Kültürü, şiiri, musikîyi demlediğimiz mekanlardır buralar. Diyanet istese yapar. Seçim de yapar. Halihazırda meclis-i meşâyıh uygulaması Bosna-Hersek’te var. Seçim yapıyorlar, ama kim yapıyor? Mesela Mevlevîliği ele alalım. Herkes oy kullanmıyor Mevlevî Âsitanesi oy kullanıyordu. Celvetîlik mesela Hüdâyî Hazretleri’nin dergâhı oy kullanıyordu. Yani bu dönüşürse, merkezler oluşursa seçimler de olur, Diyanet resmî sekreterya işini yapar. Tıpkı Din İşleri Yüksek Kurulu gibi toplanır heyet. Burada önemli olan çözümü meşru zemine taşımaktır, gayr-ı hukukîlikten hukukî zemine taşımak. Şimdiki zeminden kimler yararlanıyor? Dolandırıcılar, korsanlar yararlanıyor. Oradan para, itibar kazanıyorlar.

Tekkelerin kapatılmasıyla tasavvuf yok edilmedi, dinî hayat ortadan kalkmadı. Ancak buradan doğacak boşluğu dolduracak birtakım odaklar ortaya çıktı.

Bence iki tür tehlike var. İlki akşam yatıp, sabah kalkan “Ben tarîkat şeyhiyim.” diyen bir grup türedi. Sahte şeyhler eliyle iş suistimal ediliyor. Ama ikinci bir tehlike var ki, kesif bir şekilde mistisizm, doğu dinlerinden daha çok etkilenerek batı dinlerinden bilhassa Kabbalacılık’tan yola çıkarak bir tasavvuf kültürü ortaya çıkarılmak isteniyor. Tasavvuf bir ilimdir. Bugün tasavvuf ıstılahları, terimleri üzerinde ciddi bir oynama yapılıyor. Ve bu çalışmaların yer aldığı kitaplar çok satıyor. Bunun bir proje olduğunu düşünüyorum. Tasavvuf anabilim dallarında bunlarla ilgili çalışmalar yapılması lazım.

Tasavvufu ilahiyattan, diyanetten silerseniz, iterseniz bir başkası o boşluğu dolduruyor. Bugün Mevlânâ hakkında, onun metinlerinden yola çıkarak İsviçre orjinli metin inşa ediyorlar. Dinî hayata yön vermeye kalkıyorlar. Paraya yön verenler buraya da yön vermeye kalkıyorlar. Mevlânâ bir vaiz ama biz onu camilerde dile getirmedik. Tahirü’l-Mevlevî Fatih Camiinde Mesnevî okumuştur. İsmail Hakkı Bursevî Ulu Camide Mesnevî okudu. Ama siz okumayınca şerh etmeyince başkaları dolduruyor.

Usulsüz vüsûl olmuyor. Erkân ve adâb kitapları var. Belki günümüzde erkân ve adâb kitaplarının yeniden yazılması lazım. O zaman tekke ve zâviye kanuna gerek olmadan kendine gelecek. Şunu söylemek istiyorum nasıl ki fıkıhta müctehid ihtiyacı varsa tasavvufta da var. Muhakkik, hakîm insana ihtiyaç var. O akil insanların seyr ü sülükünü yapması gerekebilir belki ama modern zaman algısına, şehir algısına uygun bir çözüm üretilebilir diye düşünüyorum. Bunlar üretilirse, dinamik hale gelir. Aksi takdirde yoga yapıp rabıtaya karşı olan insanlar çıkar. Rabıtayı doğru tanımlamamız gerekecek demek ki. Bunun bir çeşit sevgi bağı kurmak olduğunu günümüz insanının anlayacağı şekilde anlatamadığımız için, dili güncellemediğimiz için bu boşluğu başkaları dolduruyor. “Celâl içinde cemâl var; kahır içinde lütuf var”. Yunusun döneminde celâl tecellîsi farklı idi bugün farklı.

 

DİN ve HAYAT Dergisi 37- KIŞ 2019/1440