“İnsanlar ya dinde kardeş, ya yaratılışta eştir”
Ropörtaj
Ömer Tuğrul İnançer: “İnsanlar ya dinde kardeş, ya yaratılışta eştir”
Kültür ve Turizm Bakanlığı, İstanbul Tarihi Türk Müziği Topluluğu Müdürü Ömer Tuğrul İnançer, 22-26 Ocak tarihleri arasında, Amsterdam Türkevi Araştırmaları Merkezi’nde, “Mevlâna ve Mevlevilik” konulu dersler verdi. Tasavvuf alanındaki ciddi ve samimi tecrübe ve eserleriyle de maruf olan Tuğrul İnançer ile bir mülakat yapıldı. Aşağıda bu mülakat yer almaktadır.
Hollanda’daki genel izlenimlerinizi alabilir miyiz?
Hollanda’ya bu ilk gelişim değil. Birkaç defa daha geldim. Hollanda’nın hemen her tarafını dolaştım. Bu tür görevler dolayısıyla da dünyanın birçok yerini dolaşmıştım. Şu kanaati edindim: İnsanlar arasındaki farklılaşma, insanların zannettikleri kadar büyük değil. İnsanlar kendi bilgileriyle değil, zanlarıyla hareket ediyorlar. Her toplumu, her milleti, her şehri ayrı ayrı zannediyorlar. Hakiki güzelliği görebilenler için, şehirler de, tabiat da, insanlar da hep Cenâb-ı Hakk’ın kudretinin izharı. Bu gözle bakıldığında arada çok fark olmadığı anlaşılıyor. Aslında insanların genel davranışları birbirine çok benziyor. Herkes nasırına basıldığında bağırıyor. Ancak özel terbiyeliler bağırmıyor ve bu özel terbiyeliler de herhangi bir topluma ait değil. Her toplumda böyle insanlar var. Ancak toplumları idare edenler birbirleriyle çekişirken, toplumları kendi çekişmelerine alet ediyorlar. Toplumlar, ne yazık ki, bu alet edilmenin farkında olmadan sadece bir şeyin zahiri farkına varıyorlar: “O benden değil”. Hâlbuki şunu unutmamak lazım: İnsanlar ya dinde kardeş, ya yaratılışta eştir.
Bir mülakatınızda, “İmanın tahsini aşktır” diyorsunuz. Açabilir misiniz?
Biz aşk kelimesini nefsimize tâbi olarak çok ucuzlaştırmış ve şahsi meyillerimizi, arzularımızı ve heveslerimizi “aşk” kelimesiyle ifade eder olmuşuz. Aşk bu değildir. Her şeyden önce onun tarifini yapmak lazım. Batı dillerinin hiçbirinde aşk kelimesinin karşılığı yoktur. Aynen gönül kelimesinin karşılığı olmadığı gibi. Ama mesela, Farsçada gönül kelimesi vardır; “dîl”dir. Aşk zaten Arapça bir kelimedir. Batı dillerinde “sevgi”nin karşılığı var. Aşk, sevgi değildir. Aşk, sevginin cünûn şubesidir. Kişiyi mecnunlaştırmaktır. Mecnunluk da zannedildiği gibi delilik değildir. Akla, akılla veda ederek, gönlün emrini dinlemeye aşk derler. Gönül, Molla Cami’nin tarifiyle, “Allah’ın tecelli ettiği yerdir.” Elbette Allah’a iman, O’nun tecelli ettiği yerde olur.
Mecazi mahbupların üstündeki “fani” damgasını görememenin sebepleri nedir?
Çünkü biz hem faniliğe, hem de kesafete mahkûmuz. Hâlbuki beden hapishanesine sokulmadan önce hürdük. İşte “Ölmeden evvel ölünüz” hadisi, iradi olarak o hürriyeti yeniden kazanmak demektir. O hapishaneden kendini azat edebilmek demektir. Bu yüzden, zanlarımızın değil, imanlarımızın peşinde koşmalıyız. İmanla zan bir araya gelen kavramlar değildir, ama zannı iman zannetmek çok geçerli bir haldir.
Türkçemizde güzel bir söz vardır: “Allah’ın işine karışılmaz”. İnsanlar, Allah’ın işine nasıl ve niçin karışır?
Biz Cenâb-ı Hakk’ı yüceltirken, farkında olmadan çok aksini yapıyoruz. Mesela dua ettiğimizi zannediyoruz. Dua etmeyip Allah’a akıl öğretiyoruz. “Öyle yapma, böyle yap” diyoruz. Bu dua etmek değildir. Türkçemize yerleşmiş şu sözler de var: “Allah’a havale et”, “Allah korur”. Allah bizim ne korucumuzdur, ne bekçimizdir ne de hizmetçimizdir. Allah Mabudumuzdur, Rezzakımızdır, Kayyumumuzdur. Biz onun kulu olduğumuz halde, kul olduğumuzu unutup Allah’tan arzularımızı yerine getirme kudreti olarak istifade etmeye çalışıyoruz. Bu kullukla bağdaşan bir hal değildir. Ama burada şöyle bir incelik ve Allah’ın ululuğunun izharı var. Birçok insan günlük hayatında, işinde gücünde, ailesinde muvaffak olduğu zaman, Allah’ı pek aklına getirmez. Ne zaman sıkışır, “Allah!” der. Bazı sofu kardeşlerimiz, “Sıkıştığın zaman Allah’a gidiyorsun. İyiyken de Allah’a gitseydin. Şimdi sana yardım etmez” diye zanlarını, Allah’ın âdeti olarak sunarlar.
Sıkıştıkları zaman Allah’ın kapısını çalan kardeşlerimiz bize neyi öğretiyorlar? “Sıkıştığın zaman da bile Allah’tan başka çalacak kapın yok.” Bu açıdan baktığımızda onların o davranışlarının eksik de olsa doğru olduğunu görürüz.
Birçok Müslüman’ın zannettiği gibi, Allah-ı Zü’l-celâl, sadece “Rabb’ü-l Müslimîn” (Müslümanların Rabbi) değil, “Rabb’ü-l âlemin”dir (Âlemlerin Rabbi). Rasûlullah Efendimiz’in de (sallalahu aleyhi ve sellem), “rahmeten li’l-müslimin” (Müslümanlara rahmet olarak gönderilen) değil, “rahmeten li’l-âlemin” (alemlere rahmet olarak gönderilen) olduğu gibi. Bu kavramlar üzerinde biraz düşünebilirlerse insanlar, hem Allah’ı hem Rasûlünü çok daha iyi tanırlar.
Bir spor takımını tutar gibi, ben onların taraftarıyım veya onlar benim taraftarım gibi hallerden çıkıp birlik ve beraberliğin önemini, hepimizin “Âdemzâde” olduğunu, hepimizin Rasûlullah Efendimiz’in davetinin muhatapları olduğunu ve sıfatlarımızdan, yanlış fillerimizden dolayı aramıza duvar örmememiz gerektiğini; gözle, gönülle, lisanla ve her türlü vasıta ile rabıta içinde olmamız gerektiğini daha rahat anlarız. Bunun için sadece irfan sahibi olmak yeter. İrfan ise imanın gerektirdiği filleri yapmakla kazanılır. İman bir kavram ve bir kabulden ibaret değildir. Fiile intikal ettiğinde nuru artar. Yol gösterici bir projektör olur.
Bunları Mevlânâ ve benzeri Tasavvuf büyüklerinden öğreniyoruz. Onları öğrenmek, Rasûlullah’ı öğrenmek, Rasûlullah’ı öğrenmek de Allah’ı öğrenmek demektir. “Direkt Kur’ân’dan öğrenelim” lakırdısı pek moda bugünlerde. Öğrenilmez efendim… Direkt Kur’ân’ı Kerim’i okuyarak beş vakit namaz kılmasını bile öğrenemeyiz. Sabahın iki, öğlenin dört, akşamın üç rekât olduğu Kur’ân’da yazmaz. Çünkü Allah insana, insandan tecelli eder. O insanın da en yücesi Muhammed Mustafa’dır. Muhammedsiz Müslümanlık olmaz.
Zahiren sahip olduklarımızı emanet olarak göremeyişimiz neden kaynaklanıyor?
Benlik, enaniyet, ego… adına ne derseniz deyin. Kendimizin bile kendimize emanet olduğu şuurunu edindiğimiz zaman, işimizin de, aşımızın da, eşimizin de, yavrumuzun da bizlere emanet olduğunu ve bizim onlara hizmetle mükellef olduğumuzu idrak etmiş oluruz.
Rasûlullah Efendimiz’in yüceliği nereden kaynaklanır? Gelmiş geçmiş bütün insanlık içinde, insanlığa en büyük hizmeti yapan olduğu için. Çünkü insanlığa Allah’ı öğretmiştir. Ondan daha büyük hizmet olmaz. Yani en büyük “hizmetçi” Rasûlullah’tır; onun için en büyüktür. Kendisi gayet sarih bir şekilde buyurmuştur: “İnsanların hayırlısı, insanlara faydalı olandır.” İnsan evvela kendisine faydalı olacak. Kendine faydalı olmak için aklının değil, imanının istikametinde yürüyecek. Çünkü insanlara iki şey yol gösterir: Biri akıl, biri iman. İman ya haktır, ya batıldır. Hak iman, akıldan daha güzel yol göstericidir. Akıl, batıl imandan daha güzel yol göstericidir. Bunun toplumdaki yansımasını, Batı dünyasındaki Reform hareketinden anlarız. Bundan beş asır öncesine kadar, Batı dünyası batıl bir itikadın peşinde koşmaktaydı ve geri bir toplumdu. Batıl olan itikatlarını geriye atıp akıllarını öne aldılar; yolları aydınladı ve yükseldiler. Yalnız, akılda menfaatperestlik vardır. Başkasının sırtına basma pahasına da olsa, başkasının ayağının altına muz kabuğu koyma pahasına da olsa bir menfaat vardır. Buna rağmen batıl bir inancın peşinde koşmaktansa aklın peşinde koşmak onları yükseltti. Biz ise hak mı batıl mı olduğunu ayırt etmeksizin dini geriye attık, aklı öne aldık; onun için geri kaldık.
Kendimiz de dâhil her şeyin bir emanet olduğu ve ölüm anında, dünya hayatında ehemmiyet vererek arkasında koştuğumuz şeylerin hiçbirinin ehemmiyetli olmadığını anlamış olacağız. Marifet; kafa teneşire vurmadan onu anlamaktır. Çünkü kafası teneşire vuran herkes zaten onu anlıyor.
Şu çok önemli: “Emaneti ehline veriniz” ayet-i kerimesi, Mekke’nin fethedildiği gün, Kâbe’nin içinde geldi. Cenâb-ı Hak bu ayeti, Rasûlullah Efendimiz, Kâbe’nin dışına çıktığında da gönderebilirdi, ama Allah, lisânen değil, fiili durum olarak bu ayetin özel ehemmiyetine dikkat çekmek için, Habib”i (sav), Kâbe’nin içinde put temizlerken gönderdi.
Bu meselelere dikkat etmek için dinimizi “tapınma” dini halinden çıkarmak lazımdır. Çünkü dinimizi “tapınma dini” haline biz getirdik. Bizim dinimiz “yaşama dini”dir. Din, evde seccadenin üstüne, dışarıda caminin dört duvarı arasına, yıl içinde de Ramazan ayına hapsedilecek bir olgu değildir.
Feyiz nedir?
Efendim, biz maddi bir dünyada yaşadığımız ve bir kesafete maruz kaldığımız için izahlarımız da maddi olmaya başladı. Elektrik akımı da enerji de bir tür maddedir. Her şeyi maddeyle tarif ettiğimiz için feyzi de enerjiye benzeterek tarif edebiliriz. Feyiz, enerji gibi maddesel değildir, ama enerjiye benzer. Mesela, bir heyecan anında adrenalin salgımız artıyor. Peki adrenalin nasıl bir enerji sağlıyor? Takatten düşmüş, yorgunken; bir sözle, bir hareketle, bir uyarılışla adrenaliniz yükseliyor ve birden takatiniz yerine geliyor. Feyiz buna benzer. Adrenalin kişilerde tek tek zuhur eder. Feyiz ise bir topluluğa geldiği zaman ayrı ayrı tesir etse de tamamına gelir. İşte onun için ibadetin aslı cemaatle ibadettir. Mesela bir zikir meclisinde bir feyiz gelirse, herkes birden kendinden geçer. Üç beş kişi nara atıyorsa, inanmayın… Şahsi keyfidir o, feyzi değil. Ya sarhoş narası gibi bir naradır veya ortalığı gaza getirmek için söylenmiş bir lakırdıdır. Feyiz geldi mi herkese gelir. Miktarı ve tesiri ayrıdır, o başka mesele.
İşte feyiz böyle bir şeydir. Maddeyle ancak bu kadar anlatılır. Lisan da bir maddedir, bu kadar sığar. Suyun tadını, susuz kalıp da içen bilir.
Akıl kendisini aşan şeyleri kabullenmekte niçin zorlanıyor? Kalpsiz akıl olur mu? Olursa, bu nasıl bir akıl olur?
Büyüklerimiz aklı izah ederken, “akl-ı meaş” ve “akl-ı mead” diye iki tarzda izah etmişler. Birisi sadece menfaati gerektiren şeyleri yapma yollarını gösteren akıl, öteki de biraz daha maneviyatı düşündüren. Ama her hal-ü kârda akıl bir mahlûktur. Her mahlûk gibi evvela menfaatini düşünür.
“Gönül ve aşk meselelerinde akıl, bataklığa düşmüş eşek gibidir; çırpındıkça batar” der Hazreti Mevlânâ.
Akıl şuna benzer: Uçak, havada uçan bir araçtır, fakat bu uçak havalanmak için piste ve tekerleklere muhtaçtır. Aprondan hareket edip piste gidene ve havalanana kadar iki kanadı, pervanesi ve motoru da olsa, fonksiyon olarak o bir uçak değil, tekerlekler üzerinde hareket eden, yere temas eden bir “araba”dır. Ne zaman tekerlekleri yerden kesilir, o zaman uçak fonksiyonunu yerine gelmiş olur. İşte akıl, kişinin yükselmesi için “pist” gibidir. Uçak pisti terk etmezse uçamaz, insan aklı terk etmezse yükselemez.
Kafa ve kalp, dünya ve âhiret, bilim ve din dengesinin bozulma sebepleri nelerdir?
Batıl inançla bilim bir araya gelmez. Dünyanın döndüğünü söyleyen Galilei’nin aforoz edilmesi gibi. Ama hak inançla bilim asla birbirinden ayrı değildir. Türk toplumu olarak özellikle Tanzimat’tan beri Batı kaynaklı ilim tahsil ettiğimiz için, onların kendi içlerindeki “batıl inanç ve bilim” çatışmasını, “batıl” kelimesini kaldırarak, “inanç ve ilim” çatışması halinde anlamaya başladık. Bu bizim yanlışımızdır, hakikatte böyle bir şey yoktur.
Biz ağzımızı hep mübarek olarak görürüz. Güzel söz söylemeli, helal yemeli. Her yemeğin sonu helâdır. Hiç helâdan bahsetmeyiz. Helâsız bir dünya düşünülebilir mi? Her şey lazımdır. Kafa da lazım, gönül de lazım. İnanç da lazım, ilim de lazım. Bunlar birbirine aykırı şeyler değildir. Birbirinin tamamlayıcısıdır. Sindirim ağızda başlar, anüste biter. Anüssüz bir sindirim düşünülemeyeceği gibi, kafasız bir gönül, gönülsüz bir kafa düşünülemez.
Bunu sembolize etmek için eskiden şeyhler ve âlimler, sardıkları destarın ucunu serbest bırakırlardı. Şimdiki gibi, sarık sarıp ucunu içine sokmazlardı. Taylasan denilen bir parça bırakılırdı. Bu parça genellikle meme hizasına kadar uzatılırdı. Bu bir sembolik anlatımdır: “Kafa ile gönül arasında rabıta olacak; kafasız veya gönülsüz adamdan, şeyh ve âlim olmaz” demektir.
Zamanımızda “tearuf”u nasıl anlayıp uygulayabiliriz?
Kur’ân-ı Kerim’i okurken, şimdiki moda tabiriyle, satır aralarını da okumak lazımdır. Kur’ân-ı Kerim’in satır aralarının aydınlatıcısı, Rasûlullah Efendimizin hayat-ı seniyyeleridir. İnsanlar birbirini iyi tanırsa, aslında kimi iyi tanımış olurlar? Mahlûklar birbirini iyi tanırsa, Hâlıklarını iyi tanımış olurlar. Kullar birbirini iyi tanırsa, Rablerini iyi tanımış olurlar. “Ben sizi kabile kabile, meşrep meşrep yarattım ki birbirinizi daha iyi tanıyasınız.” İbare burada bitti, şimdi satır arası başlıyor: “Böylelikle beni daha iyi tanıyasınız.” İşte bu demektir bu ayetin mânâsı. Tabii bundan ibaret değil, mevzu ile alakalı olanı bu kadar. Hiç kimse hiçbir ayet için “bundan ibaret” diyemez.
İhlâs ile iktidar telif edilebilir mi?
Telif edilmemiş olsaydı, Hulefa-i Raşidin ve Ömer ibn-i Abdülaziz Hazretleri gibi zevat olmazdı. Biraz örnek ve abide şahsiyetler hakkında fikir edinirsek, ihlâs ile iktidarın pekâlâ bir arada olabileceğini öğreniriz.
Müslümanları birbirine bağlayan “nurani bağlar” nelerdir?
Tek Allah, tek peygamber, tek kitap, tek kıble… Daha ne istiyoruz? Mesela, kıbleye yönelmeyi yeterince kavradığımızı söylemek pek kolay değildir. Çünkü bir camiye gittiğimizde, birbirimizin arkasında, saflar halinde durduğumuzu görürüz. O safların hepsini teker teker Kâbe’ye yaklaştırın ve tam Kâbe avlusuna sokun. Birbirine sırtını dönmüş saflar mı göreceksiniz, yoksa bir nokta etrafında halka olmuş saflar mı göreceksiniz? Bir nokta etrafında halka olma hususunda Hazreti Mevlana, “Aradan Kâbe’yi kaldır, birbirine doğru secde edersin ey insanoğlu” der. Bunu da anlamak için birazcık göz sahibi olmak lazımdır. Yine aynı sözü söyleyeceğim: Bunu anlamak için dinimizi tapınma dini olmaktan çıkarmak lazımdır. “Yedim aşı, kıldım beşi, yattım aşağıya” kafasıyla Müslüman olunmaz.
Ağır gelmesin… Hazret-i Peygamberin sözlerinden bir milim dışarıda bir laf asla söylemiyorum. Buyuruyorlar ki, “Sizin davranışlarınıza bakıp da Müslümanlığa özenen insanlar yoksa imanınızı gözden geçirin.” Bugün insaf ile bakalım Müslümanlara. Bir yabancı, bizim bu halimize bakıp Müslümanlığa özeniyor mu? Peki, daha önce başka dinlere mensup olup da Müslümanlığı kabul eden bu kadar insan var. Hiçbiri Müslümanlara bakarak Müslüman olmuyor; Müslümanlığı tetkik ederek oluyor. 1978’den beri yurtdışına gidiyorum. Müslüman olmuş, belki 1000′ den fazla din kardeşimizi tanıyorum. Hiçbirisi bize bakarak Müslüman olmadı. Hepsi kaynak tetkik ederek oldu.
Kur’ân-ı Kerim’de kendisi hakkında, “Benim Habib’imin (sav) hayatında sizler için alınacak güzel örnekler vardır” buyrulan, dolayısıyla her hareketi örnek ittihaz edilmesi lazım gelen bir peygamberin ümmeti olduğumuzu unutmuşuz. Cebinde ayna ve tarak taşıyan, yani zahir itibariyle çok tertipli olan bir peygamberin ümmeti olduğumuzu unutmuşuz.
“Taş atan bizden, taş attıran bizden değildir.” Bunu da erbabı anlasın.