İNSANIN YARATILIŞ GÂYESİ

A+
A-

 

İNSANIN YARATILIŞ GÂYESİ

Mevlâna’ya göre insanın dünyadaki varoluş gayesi; ona yükle­nen İlahî emaneti yerine getirmektir. Yüklenen İlahî emanet ise; hem kendini, hem çevresini, hem de başka varlıkları idrak eden tek varlık olması hasebiyle, insana yüklenen teklif ve sorumluluktur.

Mevlâna’ya göre insanın bu dünyaya gönderilişinin asıl amacı kulluktur. Bunu unutur, başka işlere dalarsa yaratılış amacından sapmış olur.“Örneğin; bir padişah seni belirli bir iş için bir köye gönderse, sen de gidip yüzlerce iş yaptığın halde onu yapma­dan dönersen, esasen hiçbir şey yapmamış sayılırsın. İnsan da bu dünyaya bir iş için gelmiştir ve gayesi odur. Eğer onu yapamazsa hiçbir şey yapma­mış olur.”[1]

Mevlâna, kişinin yaratılış amacından sapıp başka işlerle meşgul olmasının mazeretini komik görüp, bunu “elimden şu kadar iş geliyor, ama o işi yapamı­yorum!” deme ahmaklığında bulunmak olacağını belirtir. Devamla bunu, altın işlemeli çok değerli bir Hint kılıcını kokmuş eti doğramada kullanmaya yahut çok değerli mücevherlerle süslü bir bıçağı kırık bir kabağı asmak için çivi yerine kullanıp sonra da: “Ben bu aletleri işe yaramaz bir halde bırakmıyorum ve onları başka işlerde de kullanıyorum” demeye benzetir. “Böyle yapan birine tabi ki gülünür. Hâlbuki kabağın işi, bir paralık bir bıçakla da görülür. Paha biçilemeyen bir bıçağı böyle bir iş için kullanmak akıl kârı mıdır? Yüce Allah, insana pek büyük bir değer vermiştir.”[2] Bu yüzden insan, kendi değerini ayağa düşürmeden ulvi yaratılışının ulvi gâyesini düşünmesi gerekir.

İnsanın asıl hedefi, murâkabeye dalarak ilâhî sırlara muttali olmak ve bunun sonucunda da yücelmek, yüceliklere ermek, Yüce Sevgili’ye ulaşmaktır.[3] Onun amacı, sevgiliyi, canı ve Cemâl’i görme, onu temaşa etme; dost olma, gönül kesilmedir.[4] Onun tek gâyesi Sevgili’yi hoşnut etmektir, ta ki, Sevgili, âşığının kendisini görmesini engelleyen örtüleri açsın… Sonuçta âşığın benliği Sevgili’nin zatında yok olur ve geriye bir tek O’nun zâtı kalır.[5]

İnsanın maksadı, kendi sahte varlık bağından kurtularak Tanrı’yı müşâhede etmeye ulaşmak, O’nunla bir olabilmek, O’na benzemeye çalışmak, O’nun aşkıyla dolu dolu yaşamak ve O’nda yok olmak (fenâ fillah)tır. İnsan, Hak sevdasıyla, Hak yolunda, yanmayı, olmayı ve ermeyi amaç edinmelidir. Bu durum, Mevlânâ’nın çok yaygın olarak bilinen şu ifadesinde kendisini bütün açıklığıyla gösterir: “Hâsılı bütün sözüm, şu üç sözden artık değil: Hamdım, oldum, yandım.” [6]

İnsanın maksadı dil kafesinden yani dilin dar kalıplarından çıkarak, onu aşarak geniş alanlara özgürce açılmaktır. Bu konuda Mevlânâ şu çağrıda bulunur: “Çık dışarı şu sözlerden, ceylansın, senin yerin ovalardır![7]

İnsanlar birçok iş-güç arayıp durmaktalar, hâlbuki Allah’ı aramaları gerek.[8] Dost olarak O yeter, dayanak olarak da O yeter.[9] Bunun için çoban olmuş can Musa’sı, gibi sürüyü yani maddi şeyleri bırakıp Tur Dağı’na gitmeli. Zira gerçek Allah yolcusunun dayanağı sopa değil, Allah’tır.[10]

Haliyle bu varlığı, bu benliği Allah yoluna harcamalı, can suyunu can denizine döküp uçsuz bucaksız bir deniz kesilmeli, Allah’ta yok olmalıdır.[11] Bir an için insana halvet âleminde Hak ile birlikte bulunmak, candan, cihandan, her şeyden daha büyük bir bahtiyarlıktır.[12] Bağ, gül, bülbül, sema, güzel bunların hepsi birer bahane, hep aranılan, istenilen O’dur.[13] Allah’tan başka ne varsa baş ağrısından ibarettir, sersemlikten ibarettir.[14]

Mevlana’ya göre kişi akıldan, candan, gönülden geçip gözünü, gönlünü, göğsünü Yüce Sevgiye açmalı, O’nu amaç edinmelidir.[15] Bir başka ifade ile insan geçici aşkı bırakıp cana canlar katan Diri’yi sevmelidir.[16] Zira O, bütün aşkların kaynağıdır; bütün insiyatif O’ndandır.[17] Allah’ın aşkı pek sağlam bir kaledir.[18]

Bahtiyar, talihi yaver kişiler, Allah’ın gölgesinde olur; kardeş sakın sen de başka bir yerde uyuma. Yusuf babasından ayrılınca belalara uğramadı mı? Sen de Yusuf’sun. Kendine gel de uyursan babanla uyu ancak.[19]

Sanat ıssının aşkıyla geçmeyen ömür, yitmiş gitmiştir. Tarikatta başka işi boş bil, başka sözü herze say. Baht da budur, devlet de bu; zevk de budur, yaşayış da bu aşktan sevdadan bu sevdadan başka bir alışveriş, başka bir kâr nerde?[20]

Allah insanı yaratıp ona ruhundan üfürdüğü için insan da Allah’tan bir eser taşımaktadır ve dolayısıyla değerlidir ve kutsaldır. O sebeple Mevlânâ’nın nazarında kim olursa olsun, ister dinli ister dinsiz, ister kadın ister erkek, ister zengin isterse fakir olsun hepsi saygı değerdir. Bütün insanları bir gözle görmek ve ona saygı göstermek gerekir. Ayrıca insanlardan şikâyet etmek de doğru değildir. Çünkü Mevlânâ’ya göre, “Yaratıktan şikâyet, Yaratan’dan şikâyettir.”[21]

Hz. Mevlânâ yaratıkları üçe ayırır:

  1. Melekler, sırf akıldan ibaret olup sorumlulukları yoktur.
  2. Hayvanlar, sırf şehvet yani arzu ve istek sahibidirler. Akılları da yok sorumlulukları da yoktur.
  3. İnsan ise, kendisine akıl ve aşırı isteklerin beraberce verildiği varlıktır. Onun yarısı şehvet yarısı melek, yarısı yılan yarısı balıktır. Dolayısıyla insan, zıt kuvvetlerin mücadele sahnesi durumundadır. Aklı daima şehvetine galip gelen meleklerden daha yüksek, şehveti aklına galip gelen ise hayvanlardan daha aşağıdır. Melek, bilgisi ile; hayvan bilgisizliği ile kurtulur. İnsanoğlu ise bu ikisi arasında keşmekeşte kaldı, mücadele eder durur.[22]

İnsan; Allah’ın emanetini-dini yüklenmiş, meleklerden daha üstün olan ve Cenab-ı Hakkın tecellisine ayna olarak yaratılan ulvi bir varlıktır. İnsan, yaratılışındaki yüksek gayeyi ve kendisindeki cevheri sezdiği zaman insan olur.

Canında bir can var, o canı ara…

Beden dağında bir hazine var, o hazineyi ara…

Yürüyen dervişi arıyorsan,

Senden dışarıda arama; kendinde ara![23]

Ancak insan kendisine bağışlanan bu üstünlüğe ulaşmak için dört vasfından kurtulmalıdır. İnsana ayak bağı olan bu dört huy, dört kuşa aittir: Tavus kuşu gibi azametli, kaz gibi hırslı, horoz gibi şehvete düşkün olmak ve kuzgun gibi olmayacak ümitlere düşüp, uzun ömre tamah etmek. Sûret-i Rahman olan insana bu hayvâni vasıflar yakışmaz. [24] Haliyle bu kötü huylar insanın yükselmesine, yücelmesine engel teşkil etmektedir.

Mevlânâ, yücelmek için arınmayı, susmayı, olgunlaşmayı, hırslanmamayı, kaygılanmamayı, şaşkınlıktan geçmeyi şart koşmaktadır.[25] Bedeni çeşitli gıdalarla besleme yerine, canı düşünce, anlayış ve buluş gıdalarıyla beslemek gerekir. O zaman varılacak hedefe ulaşılabilir. İlâhî aşkla temizlenen can, gökten gelen nuru alır ve o zaman o nura bürünür; havalara ağar ve yücelir.[26] Yücelmek için canın beden bağından kurtulması gerekir. Zira beden cana her zaman yük olmuştur. Beden yere, can yücelere çekmek ister. Yücelmek için aşk gerek. Aşk, insanı gam zindanından kurtarıp hürriyetine kavuşturarak göklere yükseltir.[27]

Mevlânâ, yücelmenin bir yolu olarak da teâzuyu görmektedir. O, insana, gönlünü kar gibi hafifletmesini önerir. Eriyen gönül, deryaya kavuşur. Daha sonra kar suyunu aşmayı, gerçek bilgilere varmayı, onlarla coşmayı, neydeki nefes haline gelmeyi öneren Mevlânâ, yücelere erecek kişinin her an daha fazla coşacağını, akıl gibi kanatsız uçacağını savunmaktadır. İşte bu yüceliş ilâhî eğitimle olacaktır.[28]

Mevlânâ’ya göre insan sadece dışını değil ondan daha fazla içini temiz tutmalıdır. Ancak o zaman olgun bir insan olabilir. İnsan bir kap, bir çanak gibidir. Onun dışını yıkamak vacipse de içini yıkamak daha vaciptir. Dışını yıkamak farzsa içini yıkamak daha farzdır. Kur’ân’da Allah “Benim evimi temizleyin”[29] buyurmaktadır.[30]


[1] Fîh, s. 23.

[2] Fîh, ss. 24-25.

[3] Dîvân, IV, s. 312, b. 3012; V, s. 57, b. 474.

[4] Mesnevî, c. V, s. 320, b. 3939; Dîvân, c. IV, s. 397, b. 3818.

[5] Ebû Zeyd, “Sûfî Düşüncede Hakikat-Dil İlişkisi Üzerine”, İslâmiyât, Çev. Ö. Özsoy, c. II, Sayı, 3, Ankara, 1999, s. 15.

[6] Dîvân, c. V, s. 69, b. 815.

[7] Dîvân, c. V, s. 432, b. 5879.

[8] Dîvân, c. V, s. 182, b. 2062.

[9] Dîvân, c. V, s. 344, b. 4291.

[10] Dîvân, c. VII, s. 544, b.7139 vd.

[11] Mesnevî, c. VI, s. 395, b. 45.

[12] Rûbâiler-I, s. 85, Rubâi: 411.

[13] Rubâiler-I, s. 44, Rubâi: 206.

[14] Dîvân, c. III, s.184, b.1672.

[15] Dîvân, c. IV, s.187, b.1739-1741.

[16] Mesnevî, c. V, s. 267, b. 3272; Dîvân, c. I, s.10, b. 39.

[17] Dîvân, c. VII, s.137, b.1711.

[18] Dîvân, c. IV, s. 220, b.2065.

[19] Dîvân, c. I, s. 348, b. 3202-3203.

[20] Dîvân, c. VII, s. 575, b. 7608.

[21] Mektuplar, Mektup:136.

[22] Fîh, s. 122-123.

[23] Rubâiler-I, s. 11, Rubâi: 43.

[24] Mesnevî, c. V, s. 7, b. 31- 55.

[25] Dîvân, c. III, s. 35-36, b. 717-733.

[26] Dîvân, c. III, s. 85, b. 642-643; c. IV, s. 172, b. 1596-1598; c. II, s. 262, b. 2136-2137.

[27] Dîvân, c. III, s. 119, b. 966; 372, b. 3627; c. IV, s. 251, b. 2395-2397

[28] Dîvân, c. I, s. 115, b. 1069-1079; Usta, Mustafa, Divân-ı Kebir’de Mevlânâ’nın Eğitim Görüşü, İstanbul 1995, s. 245-246.

[29] Bakara, 2/125.

[30] Eflaki, Âriflerin Menkıbeleri (Menâkıbu’l-Ârifîn), c. I, s. 624-625, 465-466