İnsan
İnsan
Sayın hocam insan konusu tabiî saatlerce hatta bir ömür boyu konuşulabilir ama, genelde insan’ın tarifi, tanımı gibi şeyleri ben çok sevmiyorum ve fakat özellikle tariflerde ve tanımlamalarda gerek psikolojik olarak gerekse sosyolojik tanımlara baktığımızda hep bir parçacı yaklaşım görünüyor; insan şu’dur… Ama o şu’dur denilen şey insanı tam olarak karşılamıyor. Bir başkası kendi açısından insan şu’dur diyor, o da tam karşılamıyor. Burada belki en mâkûl olarak düşünülebilecek şey, insanı en iyi yine insanı yaratan anlatır, tarif eder denilebilir mi?
Herşeyi… Sadece insan’ı değil, herşeyi en iyi O tarif eder, anlatır. Şimdi, bir yanlış kavrama saplanılıp kalındığında insanı sapıklığa götürür. Maalesef tariflerde de böyle noksanlıklar olduğu için o târiflere saplanıp kalanlar sonuçta sapkınlığa gidiyorlar. Eski bir tâbirle “Tarif etrâfını câmî, ağyarını mânî olmalıdır.” yani bütün ihtiva ettiği kapsadığı bütün özellikler târifin içinde olmalıdır, ama o tarif edilen şey’de… Bakın ben ‘şey’ kelimesinin herkesin zannettiği gibi laf bulunamayınca, ifade edilmek istenen kavram, bulunamayınca kullanılan bir ‘şey’ olarak algılamam. Şey, eşya’nın tekilidir ve ‘şey’ önemli bir ‘şey’dir. O lafı bulamayanların ‘-ee…şey’ demeleri benim anlattığım mânâda ki ‘şey’ değildir.
Çok hakikatli birşey demek sizin dediğiniz anlamda.
Bir de eşya’yı da, koltuktu, kanepeydi gibi anlıyorlar, hayır. Eşya nesneler demek, şeyler demek. İşte insan tarif edilirken o tarifin içinde kapsadığı bütün özellikler olmuyor, insan’da olmayan yani ‘ağyarını mâni’ yabancılıklar da insan tarifinin içine giriyor.
Yani orada, insan ne değildir; etrâfını câmî, ağyarını mânî, insan nedir ne değildir’i hani zaman zaman kullanıyoruz.
Ama bunu bir tarif’le anlatmak lazımdır. Maalesef, buyurduğunuz gibi tek istikamette anlatılıyor. Bunun için de o tek istikameti yegâne doğru tarif kabul edenler insanı tanımıyorlar. Mesela, dinî itikadımız gereği insan kul’dur. Kul’un ne olduğunu yeterince anlamıyoruz. Makâm-ı Abdiyet sahibi demek olduğunu bilenimiz kaç tane?
Hatta köle mânâsı biraz daha olumsuz bir anlama kaydırılıyor.
‘Abd’ yani kul nedir? Peki, günde mutlaka abdest alırken , keza tahiyyat’ta, namazda onlarca defa söylediğimiz ‘abduhû ve rasûluh’
Hatta önce abduhû sonra rasûluh
Ve bunun içinde genellikle sadece yaratılmıştır ve kuldur’u anlatıyorlar. Resûl-i Kibriyâ’nın makâm-ı abdiyet sahibi olduğunu ve en yüce mâkam’ın ne kutbiyyet, ne kurbiyet değil, Allah’a kul olmak olduğunu kaç kişi biliyor? Onun için Hazret-i Mevlâna’nın “Bütün köleler, kullar azad edildiği zaman sevinir, ben sana kul olarak kaldığım için seviniyorum” lafını kim anlıyor? İşte bunlar yanlış tariflerden kaynaklanan şeylerdir. Hazret-i insan bila istisna hazret-i insan; kâfir, putperest, şaki, ayyâş, zâni, hırsız, katil ne derseniz deyin, bütün kötü sıfatlar, o hazret-i insan’dır. Neden? Çünkü halîfetullah’tır. İnsan’ın en önemli bilinmeyen vasfı. Tabiî âlîmlerimiz, meşgul olanlarımız, büyüklerimiz biliyorlar ama efkâr-ı umumiyemiz, kamuoyumuz bilmiyor.
Yani halîfe-i ruy-i zemin oluşu nazarından çok fazla bakan yok.
O halîfe-i ruy-i zemin daha ziyade halîfe-i müslimîn için kullanılan birşey. Yeryüzünde Allah’ın halîfesi insan. Onun için Türkçemizdeki maalesef artık az kullanılmaya başlanan ama eskiden devamlı karşılıklı konuşmada kullanılan ‘zât-ı âliniz’ tabiri insanı anlatan en güzel tabirdir. Yüksek zât…çünkü insan zât îtibâriyle halîfetullah’tır. Ayyaşlık, kâfirlik, şakilik, katillik, zanilik, hırsızlık bunlar sıfatlardır. Bu sıfatlarından tövbe eden kişiler tekrar ‘âli’ zattır.
Zât-ı âli olmaya devam ederler.
Zaten zât itibariyle âli’dir, çünkü Allah halîfetullahı insana vermiştir. Tabiî halîfe kelimesinin maalesef yeni Türkçeleştirilmeye çalışıldığı zaman ardıl deniliyor, halîfe ardıl değildir. Yani ‘kronolojik olarak daha sonra gelen’ değildir. Halîfe müstahlef’in, yani kendisini halîfe tayin edenin, halîfe tayin ettiği mevzuda aynıdır. Onun için Allah u zulcelal’in sâdece ilahlık, Tanrılık vasfı tek’tir, diğer bütün esmaları insan’da vardır.
Bu itibarla, yani Esmâ-Ül Husnâ’ya ayine olması itibari ile insan…
Sâdece âyini olması değil mazhardır aynı zamanda.
Oradan bir de tabiî Efendimiz aleyhisselatu vesselam’a yol gidiyor ama onu ayrı bir zamanda ele alalırız inşa’Allah
Kâinat’ın züptesi o. İşte Şeyh Gâlib Hazretlerinin “Hoşça bak zâtına, kim zübde-i âlemsin sen” demesindeki nokta budur. Zâtına diyor bakın, kendine demiyor. Sonra, insanın kendi nedir? Maalesef özellikle materyalizm rüzgarlarının etkisiyle biz insanı bu saç telinden ayak tırnağına kadar bu kalıba dökülmüş, bu kalıpla sınırlı yani beden hapsine mahkûm bu şekil olarak görüyoruz.
Görünen, maddî, cismâni âlemde işgal ettiği yer itibariyle.
Beş duyuyla algılanan madde gibi; tutulur, koklanır, tadılır, görülür, duyulur. Ve ölüm korkusu bu bedenin göreceği zararlarla anlatılıyor. Kabir azabında akrepler, çıyanlar yiyecek, benim canım, sinirim yok ki o zaman akrep yese ne olur, çıyan yese ne olur…
Veya karanlık bir yere girilecek korkusu gibi…
Niye karanlık? Uyuduğum zamanda da karanlık farkında mıyım? Ama Hazreti Peygamberin “Kabir ya cennet bahçelerinden bir bahçedir, ya cehennem çukurlarından bir çukurdur.” demesindeki, buyurmasındaki mânâyı anlayanımız kaç tane? Bütün mesele bu. Ben yani kişi beden değildir. Ben mi bedenim, beden mi benim…
Hep denir ya ‘ben diyen ruh’tur’ manası belki
O ‘ben’ zaten iyi bir söz değildir özellikle…
Evet, ene – enaniyet noktasına doğru gidiyor.
Benlik, o iyi birşey değil o ayrı mesele, fakat yine de bir nûfus tekili yani nefs olarak ben varım. Mutlak mânâda yokum ama nisbî mânâda varım. Yani bir sacid bir mescud var, bir abid bir ma’bud var, bir kul bir Rab var elbette var ama O’nun varlığı kendinde, benim varlığım O’ndan.
Kayyumiyet sırrı.
Kayyumiyet bende de var. Bırakın kendi yavrunuzu, bir ufak çocuk sokakta ayağı takıldı düşmek üzereyken bir hızlı adım attınız kolundan, koltukaltından yakaladınız düşürmediniz tuttunuz o çocuğu, işte o çocuğa ne yaptınız siz; kayırdınız. İşte buyrun kayyumiyet. Ama kayyum-u mutlak Allah u Zülcelâl’dir. Sizin kayyumluğunuz o çocuğun düşmesini önleyecek gayret ile sınırlı. Peki, ‘Bana ne’ dediğiniz zaman, Allah’ın size vermiş olduğu halîfetullah sıfatının gereği olan esma’yı kullanmadığınız için mesûlsünüz. Bana ne yok. Çünkü insanlar ya din’de kardeştir ya yaradılışta eştir. Hazret-i Ömer radiallahu anh efendimizi düşünelim; katil Ömer olarak gitti, Hazret-i Ömer olarak döndü Huzur-u Risâlet-Penâhî’de.
Bu hâli dönüştüren neydi?
Ne farketti? Yine efendim uzun’a yakın orta boylu, zayıf, iri kemikli, yapılı, asabi duruşlu Ömer’de bir değişiklik yok… Ama o asabi duruş katil Ömer’den Hazret-i Ömer’e dönüştüğünde, Hz. Ebubekir efendimizin ifadesiyle, ‘O’nun o celali size adalet olarak intikâl eder’ haline dönüştü.
Hakk’a sebata dönüşüyor değil mi?
Çünkü, buğzenillâh, hubbenlillâh’tır. Kızdığımıza da nefsimiz için değil Allah için kızacağız, sevdiğimizi de nefsimiz için değil Allah için seveceğiz. Bu halîfetullah olma meselesinde çok ihmal edilmiş bir bilgi içindeyiz. Halîfetullah çok önemli. Bütün esma’ya sahip ve mazhar olması çok önemli; Rezzâk ismi şerifi. Hani ‘kara gece’de kara taşın üstünde kara karıncasından vazgeçmeyen’ Allah onun rızkını verir ve Rızâk-ı mutlak Allah u Zülcelâl’dir, ama bana da kulu olarak… Mesela nikâhım altındakinin ve yavrularımın ve ana-babamın rızkını temin etmek görevi yüklemiş. O zaman ben bakmakla yükümlü olduğum kimselerin rezzâkıyım. Ne kadar? Kendim kadar, yani nisbi. Siz kendiniz kadar, Allah’ın yeryüzündeki bütün kulları’da kendileri kadar… Ama bunun hakiki müsebbibi ve Rezzâk-ı Âlem Allah u Zülcelâl. Dolayısı ile esma-i hüsna’nın taşınması ve mazhar olunması çok önemli, halîfetullah olunması çok önemli. “Herşey’i sizin için yarattım, sizi Kendim için yarattım” sözünü iyi anlamak lazım.
Tanınmak ve bilinmek üzere…
Tabiî, makam-ı abdiyyeti bilmek lazım ve Allah’ın velileri, dostları insan’dandır, melekten değildir başka birşey’den değildir. Dolayısı ile Allah’ın kendisine dost edindiği insan cinsi, diğer sıfatları da hâiz olsa hazret-i insandır.
Sohbetin bu noktasında bizi geri götürür mü bilmiyorum, insan deyince kitaplara baktığınızda insan kelimesinin kökeni itibariyle ‘nisyan’ ve ‘ünsiyet’ kelimeleriyle hatırlatılıyor veya bağlantı kuruluyor. Aslında bu ikisi bir bakıma insan’ın iki yönünü de ifade ediyor diyebilir miyiz?
Gayet tabiî ikisi de yanlış değil. İşte demin arzettiğim tariflerdeki noksanlıklar insanı sapıklığa götürür derken, insan kelimesinin kökü olarak kabul edilen ünsiyeti yani Allah ile yakınlığı veya nisyanı yani Allah’ı unutmayı, biri sâdece mutlaktır, biri sâdece mutlaktır dendiğinde ikisi de sapıktır. Birleştiğinde ve belli oranlarda, belli hadiselere göre kullanıldığında doğru olur. Nisyan malûm unutmak demek, biz ruh halindeyken -yani yaratılmışlığın evreleri var ya o evrelerin biri ruh hali- ruh halindeyken bütün yaratılmışlar malûm bezm-i elest meselesi, toplandık Cenâb-ı Allah sordu “Ben sizin Rabbiniz değil miyim”, menfi sualdir, çok enteresandır.
Elestü’bi–Rabbiküm
Orada bir takım incelikler vardır, tercümelerle bu incelikler anlatılmaz. Yani ben sâdece tercümeyi okuyayım, anlayayım olmaz ve tercüme üzerine de hüküm bina edildiği zaman bu iş anlaşılmaz. Orada ki hususa ancak şu kadar dikkat çekelim; menfi sualdir yani olumsuz sualdir, cevap olumludur.
Neam değil belâ…
Evet, çok enteresandır o. Arapça bilmekte buna yetmez. Eğer Arapça bilen herkes Kur’an dilinden anlasaydı, Arabistanda ki milyonlarca gayrımüslim bulunmazdı. Yani sâdece Kur’an okuyayım, ögreneyim anadilinden bile olsa olmaz. Anatomi kitabı okuyup, doktor olmanın mümkün olmadığı gibidir. Şimdi pek moda ya ben Kur’an okurum dinimi ögrenerim. Öğrenemezsin. Namazın kaç rekat olduğunu bile öğrenemezsin çünkü yazmıyor. Rükû’nun eğilmek olduğunu, secde’nin başı yere koymak olduğunu öğrenemezsin çünkü öyle bir tarif yok. ‘Secde et’ diyor Allah, ‘Rükû et’ diyor. Rükû kelimesinde zaten eğilmek vardır, fakat ne kadar eğilmek? Başı yere koymak, ne kadar koymak, burun değecek mi? Dolayısı ile öyle anatomi kitabı okuyayım, ben doktor olayım, olamazsın. Kur’an-ı Kerîm’i okuyayım din âlîmi olayım ile bırak din âlîmi olmayı normal mükellefiyetini dahi kişi yerine getiremez. Veya Türkiye Cumhuriyeti anayasasını okuyayım, Türkiye’nin hukuk sistemini anlayayım, anlayamazsın. Bir dilekçe dahi yazamazsın, çünkü dilekçe şekil şartına tabidir. O şekil şartı anayasa’ya aykırı değildir ama anayasaya’da şekil şartı yazmaz; davalı, davacı, adres olsun açıklama yazmaz. Ama böyle dilekçe yazılmazsa da mahkeme kabul etmez. Dolayısı ile böyle Kur’an-ı Kerîm’in tercümelerinden hüküm üretmek fevkalâde yanlıştır. İnsanın Cenâb-ı Hakk’ın “Ben sizin Rabbiniz değil miyim” hitabına verdiği “Evet, Rabbimizsin”- tabiî bu tercüme yanlış, onu söyleyeyim, tercüme edilemez bu, çok uzun konuşmak lazım- bunu unutup nefsimi Rabbim haline getirirsem nisyandan dolayı insan; ama bana hitab etti, beni muhatab kabul etti ruh halinde bile olsam bana hilafet verdi, bana esmasını verdi, diye O’nunla ünsiyetimi yani yakınlığımı hatırlarsam o zaman da insan olurum. Hangisi makbul o ayrı mesele… Bu Resûl-i Kibriyâ Aleyhisselâtü Efendimizin beşîr ve nezîr olması gibidir; mü’mine müjdeci, kabahat yapana ikaz edicidir. İnsan’da nefsini Rabbi haline getirdiği zaman nisyana düşmüştür, cahildir, nankördür. Öyle Efendimiz “Ya Rabbî benim ümmetim acizdir. Ne olur onları affet, beni affet” böyle konuşurlarken, yani niyâz da bulunurken Rabbine, “Hep böyle söylüyorsun ey Habîbim ama hiç asiliklerinden, Beni unutmalarından, nefse uymalarından bahsetmiyorsun.” buyurduğunda, “Ya Rabbî onları zaten biliyorsun, Sen onların acizliklerine bakıver.” diyor. Bu Allah’ın huyu aynen insanlarda da vardır. Yalvarana, kabahatli bile olsa naz edene, niyâz edene, sığınana cevap vermeyene ne derler? Gaddar derler. Affedene aferin derler. Kişi halîfetullah olduğu için Allah’ın ahlâk’ı ile ahlâklanmalıdır, salâvat okumakta buna dâhildir. İnsan olmanın gereklerinden biri salâvat okumaktır.
Çok teşekkür ediyorum hocam.
Ben teşekkür ederim.
* Bu söyleşi Dost Tv’de Hayri Akıncı’nın sunduğu ve Ö. Tuğrul İnançer’in konuk olduğu “Gönül İkliminde” adlı program’dan deşifre edilmiştir.