İnsan-ı Kâmilin Gönül Sadâsı Ney’in Feryadı – Osman Nuri Topbaş
İnsan-ı Kâmilin Gönül SadâsıNey’in Feryadı
Osman Nuri Topbaş
Ruhlar âleminden sonsuzluğa doğru yola koyulan insanoğlu bu yolda nice sevinç ve ürperiş ile dolu iki zıtlığın macerası içinde çalkalanır durur. Yolculuğunun en çetin ve tehlikeli safhası da dünyâ geçididir ki, bu geçitte yaşanan hayat mâcerâsı, beşik ile tabut arasında dar bir koridor ve yolculuktur. Bunun neticesi de, ya sonsuz bir saadet ve kazanç, ya da sonsuz bir hüsran ve kaybedişin hazin âkıbetidir.
İnsanlar, bu geçitte, gözlerine inen gaflet perdeleri yüzünden birçok hakîkati, daha mühimmi ötelerin ötesini göremez hâle gelirler. Bu fânî mekânda mevkîini, vazîfesini ve mes’uliyetini tayin edemeden ve toprak altı karanlığına ne gibi bir hikmet ve zaruretle katılacağını öğrenemeden yaşayanlar, yâni:
“-Ben kimim? Nereden ve niçin geldim? Bu toprak saltanatı nedir? Ömür ırmaklarının kavuştuğu karanlık âkıbet denizinde bu vücud teknesi hangi rıhtıma yanaşacak?!.” şeklindeki suâl ve tefekkürlerin gerisinde olanlar, ölümü nefislerine uzak sanıp âdeta ölümsüzmüş hissine kapılırlar. Ebediyyete olan iştiyakları zayıflar ve âhıret tedarikinde zaafa uğrarlar. Dünyevî yaldızların aldanışına mahkûm olurlar.
Oysa insanın en mühim irfan ve olgunluğu, toprak ve mezar bilmecesini çözmekle başlar. Zihinler ve yürekler, toprak altında pervaneleşmedikçe bu kabristan ülkesinin sırlı iklimine girilemez. Ölümün sırrını çözücü ebediyyet haritasını çizecek ilim ise, ancak Rabbimizdedir… Bu hususta en tatminkâr ses, kat’î ve feyizli irşad da, peygamberler ve onların vârislerindedir. Onun için peygamberlerden sonra onların vazifelerini deruhte eden Hak dostu ârif gönüller, gâfilleri uyandırmak için ilâhî bir vecd ve vazîfelendirilişin heyecanı içinde yaşarlar. Binbir türlü üslûb ve tarz içerisinde kâh mecâzî, kâh hakîkî hikmet ve ibretler sergileyerek ilâhî sırların kulaktan gönle inmesine yardımcı olurlar. Bu meyanda Hazret-i Mevlânâ’nın, Mesnevîsine başlangıç olarak yazdığı on sekiz beyitlik bölüm, pek derin mânâ ve sırlar ihtiva eder. Öyle ki, sırf bu kısımda anlatılan engin sırlardan aldığı intibalar ile İslâm’ı seçmiş olan gayr-i müslimler az değildir.
Hazret-i Mevlânâ, Hak yolunda aşk ile yanan, susuzluğu devamlı şiddetlenen, kanmayan, her ân vuslat iştiyâkı ile çırpınan ve coşan, mest ve meclûb bir gönüldür. Ancak devrinde, onun muhabbet iklîmindeki sır ve hikmetlerle dolu hâlini anlayamayanlar, hakkında türlü dedikodular yapmışlardı. Onun bitip tükenmez bir aşk heyecan ve vecdi içinde olmasına, ızdırap ve çırpınmalarına akıl erdiremeyerek onu incitmişlerdi.
Bu anlayışsızlıktan hayli muzdarip olan Hazret-i Mevlânâ, kâmil insanın gönül sadâsını, bir bakıma kendi hâlini ney’in feryât dilinden anlatmak zarûretinde kalmıştır.
Nitekim:
“Sırrım feryâdımdan uzak değildir, sırrım feryâdım içindedir.” anlayışıyla ve “Dinle!” diyerek yazmaya başlamıştır.
O hâlde yapılacak şey, onun bu feryâdına ve “Dinle!” talebine kulak vermektir. O aşk sultanı ez-cümle özlü bir şekilde şöyle diyor:
“Neyi dinle; nasıl şikâyet ediyor, (hayır) ayrılıklardan hikâye ediyor:”
“(Diyor ki:) Beni neyistândan/sazlıktan kopardıklarından beri, kadın, erkek (herkes) feryadımdan inlemektedir.”
Yâni ney demek istiyor ki:
“Ben önce bir kamışlıktaydım. Köküm ve gönlüm suda, topraktaydı. Orada nazla salınır, her esen rüzgâra uyardım. Fakat gün geldi beni kamışlıktan kestiler. Vücûdumu aşk ateşiyle kuruttular, deldiler. Tenimde türlü yaralar açtılar. Sonra beni bir yüce nefeslinin eline verdiler. Onun sıcak aşk nefesleri benim içimden geçti. Bu nefes, içimde aşktan gayrı ne varsa sürdü çıkardı. Artık aşk ile inleyip feryada boğuldum. Feryât ve inleyişim, aslında içimdeki sonsuz ve ilâhî sırları söylemektedir. Ulaştığım hakikati ve saadeti terennüm etmektedir. Yâni benim sırlarım âdeta ses hâline gelmiş sözlerdir ki bunlar, sırrımın mecâzî bir ifşâsıdır. Lâkin gözleri sisli olanlarla kulakları duymayanlarda benim bu sırlarımı görecek nur ve söylediğim hakîkatleri anlayacak hâl zuhûra gelmemiştir.”
Hazret-i Mevlânâ, Mesnevî’sinde “ney” dinleyenlerin, onun sadâsı ile ulvî duygulara ulaşmasını arzû eder.
Ney’in âid olduğu yer olan Neyistân, yâni sazlık da, bir semboldür. Bununla da insanın ezel âleminde Hak ile olan beraberliği hatırlatılır. Ayrıca Cenâb-ı Hakk’ın insan hakkında: “Kudretimden bir sır üfledim” buyurması ile rûhî âlemimizin Allâh’tan bir sır taşıdığı ve bunun farkına varan kâmil ve âriflerin, bir ömür Rablerine vuslat ateşi ile yanıp tutuştukları beyan edilir.
Mesnevî şârihleri:
“Kur’ân-ı Kerîm’in “ikra’!” (oku!); Mesnevî’nin ise “bişnev!” (dinle!) diye başlamasını îzâh ederken, “bişnev!” (dinle!) sözünün, “ikra'”ın tefsîri olduğunu..” söyleyerek;
“Kelâm-ı ilâhîyi dinle! Esrârı dinle! Kendindeki gizli hakîkati dinle!” şeklinde anlaşılmasını da isterler.
Çünkü Mesnevî, Kur’ân-ı Kerîm’in hakîkat ve esrârından gönül ehline sunulan şebnemlerdir.
Diğer taraftan Hazret-i Mevlânâ, “bişnev” sözündeki “b” harfi ile eserine “besmele” ile başlamış olmaktadır. Çünkü dînî kültürde yazı, mektup, risale başlarında “besmele” yerine “b” harfi de fiilî olarak kullanılmıştır. Bunun temelinde de Hazret-i Ali’nin:
“Kur’ân’da ne varsa Fâtihâ’da, Fâtihâ’da ne varsa Besmele’de, Besmele’de ne varsa başındaki “b” harfindedir.” beyanı vardır.
Mesnevî’nin ilk on sekiz beyti, Mevlânâ’daki fikrî incelik, maharet ve mânâ enginliğini gösteren sırlar deryâsıdır. Onun için beyit-beyit, kelime-kelime, hatta harf-harf açıklanmış ve nice zengin şerhler yapılmıştır. Diğer bir ifadeyle bu on sekiz beyit, 26 bin küsur beyitlik Mesnevî’nin âdeta bir “Fâtiha”sı olarak telâkkî edilmiştir. Bu beyitleri, Hazret-i Mevlânâ bizzat kendisi kâğıda dökmüş ve bundan sonraki asıl kısmı ise o söylemiş, samîmî mürîdi Hüsameddin de yazmıştır.
Hazret-i Mevlânâ, burada ney’i, nefsânî arzulardan kurtulmuş, benliğini yok etmiş, ilâhî sevgi ile dolmuş kâmil insanın sembolü olarak ele alır. Ney’in inleyiş ve feryâdı, kamışlıktan, yâni aslından ayrı düştüğü içindir. İnsan da, bu dünyaya ezel âleminden, yâni Hakk’a yakınlık dergâhından imtihan olarak sürgün edilmiştir. Dolayısıyla Hak’tan ayrı düştüğü için muzdariptir. İnsan, kâmil olduğu ölçüde şu gurbet diyarında, acılar, hastalıklar, belâlar içinde çırpındıkça rûhlar âlemindeki mutluluğunun hasretiyle yanıp tutuşacaktır. Böylece bedenen olmasa da rûhen yabancı olduğu ve sürgün gibi yaşadığı bu fânî ikametgâha aldanmadan vuslat âlemine doğru kanat çırpmanın gayret ve iştiyakı içinde bir ömür sesli-sessiz feryâd içinde olacaktır. Tıpkı ney’in feryâd etmesi gibi…
Ayrıca insan bu dünyâda bir ten kafesindedir. Ten ise, ilâhî vuslata engel teşkil eder. Dolayısıyla kâmil ve âşık gönüller için ten kafesi, daima derin bir hicran ve hasret ateşine vesîle olmuştur.
Bu ateşin yakıcılığıyla gönlün feryâdı yükselir. Bu da, neyin içli nağmeleri gibidir ki, hem vuslatın ve hem de Hak’tan ayrılığın sırlarını anlatır. Dolayısıyla ney dinleyenler, yâni ayrılık ve kavuşma sırlarına kulak veren kadın-erkek herkes, aynı şekilde inler, feryâd ü figân eyler.
Hâsılı Allah aşkı ve muhabbeti ile dolu olanlar denizdeki balıklar gibi olurlar ki, içinde yüzdükleri aşk deryası dahi onları kandıramaz. Ama bu sevgi ve aşktan mahrum olanlar ise, binbir müzeyyen sofranın ortasında karınlarını doyuracak nîmetleri farketmeyerek aç kalan gâfiller gibidir. Her gün, boş yere geceler misâli karanlık ve solgun bir ömür içinde çırpınır dururlar. Böyle ham ruhlar da, elbette ki has ve kâmil ruhların hâlinden, onların yüce nasib ve mazhariyetlerinden habersiz ve mahrûm kalırlar. Öyle ki, böylelerine ne öz, ne de söz tesir eder.
Özet olarak;
“Dinle!” diye başlayıp:
Hâl-i hastan anlamaz bir türlü ham,
Söz az olsun, özlü olsun vesselâm!..
diye nihayete eren on sekiz beyit, umûmî mânâ ve bir bütün hâlinde çok büyük sırlar ihtiva etmektedir. Engin bir deryâyı sadece bir damlada seyredebilen Hazret-i Mevlânâ, her biri bir damla mâhiyetindeki bu beyitlerde bizlere âdeta birer deryâ, hattâ okyanus sergilemektedir.
Mevlânâ âşığı bir mütefekkir, ondaki derûnî hâllerin idrâkinde insanların ekserisinin acziyet içinde olduğunu ifâde sadedinde şöyle der:
“Biz, Mevlânâ Celâleddîn’in vecdinin feryatlarını dinledik. Daldığı huzur denizinin derinliklerini görmemize imkân yok. Denizin tâ dibinden sıyrılıp, tâ suyun yüzüne ne vurdu ise onu görüyoruz. Biz Hazret-i Mevlânâ’nın aşkını değil, sadece aşkının dile gelen feryatlarını elde ettik. Peltek dilimizle anlatmaya çalıştığımız, bütün bundan ibâret. Huzur denizine yalnız o daldı. Bize vecdinin fırtınasından çıkan sesler kaldı. Heyhât! Onu Mevlânâ zannediyoruz.”
Nitekim Hazret-i Mevlânâ, gönlündeki esrarı herkesin idrâk edemeyeceğini, onu ancak kendisi gibi vuslat ateşiyle kavrulan âşıkların anlayabileceğini ifade sadedinde der ki:
“İştiyak ve hasret derdinin şerhini söylemek için, ayrılıktan parça parça olmuş bir gönül isterim.”
Bu cümlenin izahını yine Hazret-i Mevlânâ’nın kâmil insan aramakla alâkalı olarak anlattığı şu temsîlî misâle bırakalım:
“Bir gece vakti evimden dışarı çıktım. Kırlarda geziyordum. Bir adamcağızın elinde fenerle dolaştığını gördüm:
“-Bu gece karanlığında ne arıyorsun?” diye sordum.
Adam:
“-İnsan arıyorum.” diye cevap verdi.
Ona dedim ki:
“-Yazık! Boşuna yoruluyorsun… Ben yurdumu terkettim de yine onu bulamadım. Git evine, yat, rahatına bak. Nafile arıyorsun, onu hiçbir yerde bulamayacaksın!”
Adamcağız acı acı baktı:
“-Bulamayacağımı ben de biliyorum. Ama yine de aramaktan zevk alıyorum.””
Bu çırpınış, varlıkların en şereflisi olan kâmil insanın arayışıdır. Ve arayışlar, böyle bir çırpınış hâline dönüştüğü ân, arananın bulunacağı andır. Aksi hâlde, yâni çırpınıştan uzak olan bilgi ve arayıştan hiçbir semere alınamaz. Bu gerçeği Muhammed İkbal bir şiirinde ne güzel anlatır:
“Bir gece kütüphanemde bir güvenin pervaneye (ışık etrafında dönen kelebeğe perişanlık içinde) şöyle dediğini duydum:
“-İbn-i Sînâ’nın kitapları içine yerleştim. Farabî’nin eserlerini gördüm. (Onların bitmek bilmeyen kuru satırları ve o satırlardaki solgun harflerin arasında gezindim ve kemirdim. Bu meyanda Farabî’nin faziletliler şehri mânâsına gelen Medînetü’l-Fâzıla’sını sokak sokak, cadde cadde dolaştım. Fakat) bu hayatın felsefesini bir türlü anlayamadım. Kâbuslu çıkmaz sokakların hazin bir yolcusu oldum. Bir güneşim yok ki, günlerimi aydınlatsın…”
Güvenin bu feryadına mukabil, kanatları yarı yanmış pervanenin şu güzel ve ince cevabını hiçbir kitapta bulamazsın. Dedi ki:
“-Çırpınıştır hayatı daha canlı yapan; çırpınıştır hayatı kanatlandıran!..””
Yâni pervâne güveye yanık kanatlarını göstererek hâl lisanı ile:
“-Sen bu müteverrim (veremli) çıkmaz yokuşlarda helâk olmadan kendini kurtar! Mesnevî’nin aşk, vecd ve feyz dolu mânâ deryasında nasiplenerek vuslata kanatlan!..” demekteydi.
Aşk, çırpınışla başlar. Hayat okyanusunu aşıp vuslata erebilmek, hep bu aşk ve vecd çırpınışlarının feyizli ve bereketli zemininde gerçekleşir. Çırpınmayan tembel ve paslı yürekler sînede yük olduğu gibi hayat okyanusunun girdaplarında da bir yük hâline gelirler. Neticede boğularak helâk olurlar.
Cenâb-ı Hak, cümlemizi kâmil insanların sır ve hikmet dolu ilâhî sadâsına kulak veren ve Hak yolunda bir ney misâli aşk ve vecd içinde vuslat iştiyakıyla yanarak vâsıl-ı ilâllâh olan bahtiyarlardan eylesin!
Âmîn!..