İhsan Fazlıoğlu, insanın mazlum ve mahkûm olduğunu anlattığı bir yazısında insanın kaçacak bir yeri olmadığını geç dönem Erzincanlı bir âlimin görüşlerinden yola çıkarak açıklıyordu. İlgili bölümü alıntılayım:

Evren’de, büyük bir acıyla âkıbetini bekleyen mahkûm insan… Geç dönemde bile olsa, İsmail Sâkib Tercânî, Platon’a nispetle, Yunanî felsefenin bu yapısını şu biçimde özetler: “Âlem küre, yeryüzü merkez, insan hedef, felekler yay, olgu-olaylar oklar, Tanrı okçu; kaçış nerede?”. Tercânî, “kaçış” için “meferr” sözcüğünü kullanır; yani “firâr edilecek yer”

Benzer bir benzetme, Mesnevî’nin birinci cildinde hilekâr Yahudi vezir hikayesinde, müritlerin, vezirin halvete girmesine karşı çıkmasının anlatıldığı bölümde de geçer. Mevlanâ, önce Enfal suresinin 17. âyetinden iktibasta bulunur, sonra da Tercânî’ye benzer bir ifade ile meseleyi özetler. İlgili bölümü de alıntılayım:

616-617/I: Sen [bu] beytin tefsirini yine Kur’an’dan oku; Allah, “Attığın zaman sen atmadın” buyurdu. Oku biz atsak bile, o atış bizden değildir. Biz yayız, oku fırlatan Allah’tır.

Meselenin daha iyi anlaşılması için beyitte iktibas edilen ayet-i kerimenin tamamının meâlini verelim:

Enfal 17: Onları siz öldürmediniz, fakat Allah öldürdü. Attığın zaman da sen atmadın, fakat Allah attı. Allah, bunu mü’minleri iyi bir sınavla sınava tabi tutmak için yaptı. Kuşkusuz Allah, her şeyi duyandır, her şeyi bilendir.

Mevlâna’nın insanlara benzettiği yayı, Tercânî felekler benzetmekte. Her ikisinde de ortak nokta oku atanın yani okçunun Allah olması. Peki, felek ile insan arasındaki fark nedir?

MEVLANA’NIN YAYI İLE TERCÂNÎ’NİN YAYI

Tercânî’nin sözleri açık. Mevlâna’nın yay ile ne kastettiğini ise Bursevî şerhinden yola çıkarak anlamaya çalışalım.

Bursevî bu beyti açıklamaya başlamadan önce bu beytin önceki birkaç beytin açıklaması ve özeti olduğunu söyler.

613-5. Âlemdeki bütün varlıklar [Allah’ın] kudreti karşısında, iğne önündeki gergef kadar âcizdir. [Allah’ın kudreti] gergefe kâh Şeytan resmi işler, kâh insan; kâh mutluluk resmi işler, kâh gam. [Gergefin] eli yok ki onu def etmek için oynatsın; dili yok ki kârdan zarardan dem vursun.

Beyitte zikredilen âyet, Bedir ve Huneyn seferlerinde Müslümanların müşriklere attıkları okları, her ne kadar görünen okçular olsa da hakikatin Allah olduğu zikredilmekte. Okun ve yayın hüviyeti Allah’a aittir. Hüviyeti Allah’a olan nesne de O’na bağlıdır ve aittir. Oku atan ise alettir. Hallac’ın “Ene’l-Hak” demesi de bu hüviyet iledir. Mevlana, bu beytinde tevhid-i ef’âlin haikatine ve nafile ve farzlarla Allah’a yaklaşmanın hakikatine ve sırrına işaret eder. Çünkü Hak ile yayı tutup oku fırlatmak kurb-i nevâfil denilen amellerden sayılır. Hakk’ın vücudu ve zâtı, kulun sıfatlarına ve hallerine ayna olur. Kulda işleyen Hak olmakla da kurb-ı ferâiz neticesi hâsıl olur. Kulun sıfatları ve halleri bu sefer Hakk’ın zatına ve vücuduna ayna olur. Her ne kadar kul yapsa da müessir olan Allah’tır. Böyle bir lütfa nâil olmak ne büyük şeref!

Bazı Allah dostları, Hakk’ın kendini amellere sahiplenmekte kuluyla bir tuttuğunu söyler. Bunda ise birtakım sırlar vardır. Eğer kul, oku ben attım, derse doğru söyler. Allah’ın attığını söylerse de doğru söyler. Yukarıdaki ayet bu sözün doğruluğunun şahididir. Bu mertebeye mevkıf-ı sivâ, yani “gayrının durduğu yer” denilir. Bu mertebede kulun efendisinden, efendinin kulundan farkı anlaşılmaz. “Sen atmadın” ayetinde de “atan Allah’tır” diyen de “peygamberdir” diyen de doğru söyler. Keşif ehli, bu duruma şaşırmaz, hicap ehli, yani sırların kendisine kapalı olduğu gözler şaşırır, anlayamaz. Çünkü onlar beşeriyet gözüyle bakarlar ve Hakk’ı kavrayamazlar. Yunus’un şu beyti;

Evliyânın gönlünden şeyullah kesme kim
Sana himmet eden ol gözüyle kaşı değil

Yani himmet mazhar-ı ehâdiyyet olan gönülden olur, yoksa mazhar-ı vâhidiyet olan bedenden değildir.

Hz. Mevlânâ bu beyti söyledikten sonra kendisine yöneltilecek eleştirileri biliyor olacak ki hemen tembihte bulunur.

Bu bir cebir değildir, bu ma’nâ-yı cebbâriyettir. Cebbârlığın zikri tazarru içindir.

Cebrî yani “insanlara ait fiillerin, kendilerinin hiçbir etkisi olmaksızın yalnız ilâhî irade ve kudretin tesiriyle gerçekleştiğini ve insanların gerçek anlamda herhangi bir fiil sahibi olmadıklarını iddia eden” mezheplere mensup olmadığını söyler.

Şimdi aklınıza “Bir önceki beyitte anlatılanlarla cebrîlik arasında ne fark var?” sorusu gelebilir. Bu sorunun cevabını vermek benim kıt aklımla yapacağım bir şey değil. En iyisi siz bilen birini bulun ona sorun. Cevabını bana da söylerseniz duacınız olurum.

Biz yine önceki sorumuza dönelim. Yay, insan mı felek mi? İnsanın da feleğin de Allah’ın kudret elinin altında olduğunu bildikten sonra ne fark eder! İkisi de aynı şey değil midir?

Madem ikisi de aynı, artık güftesi Semiha Ayverdi Hanım’a ait şu ilahiyi dinleyebiliriz.

Nişangâhım ben, nişangâh..
Gelen vurur, geçen vurur,
Nâdân vurur, dânâ vurur, yâr vurur, ağyâr vurur..
Neme lâzım, vuran vursun.. Âh o okçu..
Deler kanmaz, deşer kanmaz..
Âh o okçu.. Âh..

Nişangâhım ben, nişangâh..
Hancı vurur, yolcu vurur,
Yahşî vurur, yaman vurur,
Bahtlı vurur, bahtsız vurur..
kul cefâsıcefâ değil,
Çalab germiş kemânını..
Çeker, vurur, vurur, kanmaz..
Âh o okçu.. Âh..

İsmail Güleç