III. MEVLÂNA KONGRESİ – Oturum Konuşması – Yusuf HALAÇOĞLU
III. ULUSLARARASI MEVLÂNA KONGRESİ
TTK Başkanı Prof.Dr. Yusuf HALAÇOĞLU”nun Konuşmaları
Sayın Valim, Sayın Rektörüm,
Sayın Milletvekilim
ve
Siz Değerli Konuklar,
Türkiye’de değişik kesimlerde zaman zaman Türk Toplumunun homojen bir yapıya sahip olduğu iddialarıyla karşılaşmaktasınız. Bu, bazı yabancı ve yerli araştırma kitaplarında da görülmektedir. Türkiye’de 47’ye kadar varan etnik gruplardan bahsedilir. Bununla beraber bu konu ciddî bir şekilde araştırılmamış ve bu tür iddiaların ana kaynağı sorgulanmamıştır. Gerçek nedir? Anadolu’nun Türkleşmesi ve demografik durumu nasıl bir gelişme göstermiştir? Bu soruları zamanımızın elverdiği ölçüde ele almak istiyorum.
Orta Asya bozkırlarından Batı’ya doğru olan göçler iki ana kol üzerinde gerçekleşmiştir. IV. yüzyıldan başlayarak bir kol Karadeniz’in kuzeyinden Balkanlara inmiştir. Bu gelenlerin büyük kısmı zaman içinde Doğu Roma İmparatorluğu içinde Slavlaşmış ve özelliklerini kaybetmiştir. Bir kısmı ise Anadolu’ya nakledilmiş, özellikle uç bölgelerde, Türk ve İslâm dünyasına karşı sınır korumasında görevlendirilmiştir. Diğer kol ise Türkistan’dan Horasan yöresine inmiş, bunlardan bir kısmı Hindistan tarafına, bir kısmı ise İran ve daha sonra Anadolu’ya gelmiştir. X. yüzyılda başlayan ve XI. yüzyılda gelişen bu göçler, Anadolu’yu Türkleştiren ilk nüfus hareketidir. Bu gelenler Anadolu’da yeni geleceklerin lojistik destek unsurları olmuştur. İran’a gelenler burada İslâmla tanışmışlar ve fikrî gelişmelerini tamamlamışlardır. Nitekim Anadolu’ya gelenler, bu konuda oldukça deneyimli ve bir o kadar da şuurlu bir topluluk hüviyeti göstermektedir.
Anadolu’ya geliş ve yerleşme, o kadar kolay olmamıştır; büyük bir mücadelenin cereyan ettiğini söylememiz mümkündür. Türklerin Anadolu’ya gelişlerinde, Bizans açısından baktığımızda, şartların son derecede uygun olduğu bir zamana tesadüf ettiği düşünülebilir. Nitekim Bizans’ın Doğu sınırlarındaki etkinliğinin azalması, bu bölgede, yani uç noktalarda arazi sahiplerinin, Bizans’ın eski gücünü yitirmesi sebebiyle eski efendilerine güven duygularını yitirmeleri ve yoğun baskı altında tutulmaları bunlardan bir kaçıdır. Bu bakımdan, 1071 Malazgirt savaşının, Türklerin Anadolu’ya girişlerini hızlandırdığı söylenebilir. Zira Türklerin Anadolu ile tanışmaları bu tarihten çok öncedir ve onların gelişleri, âdeta bir kurtarıcı rolünü kazandırmıştır. Özellikle Doğudan giren Türk aşiretleri, yeni bir devletin temsilcileri olarak, kendileriyle işbirliği yapılabilecek bir dinamik güç olarak görülmüştür. 1071 savaşı normal bir savaştır.? Öyle bir düşünelim. Doğu Roma gibi büyük bir gücün bir savaşla sona erdiğini varsaymak pek doğru olmayacaktır. Buna karşılık merkezî gücünü yitirmiş olan bir devletin uç beylerinin, menfaatlerinin artık Bizans’ta değil de karşı grupta olduğunu düşünmeleri, kapıların sonuna kadar açılmasında önemli rol oynasa gerek-tir.
Değerli dinleyiciler! Anadolu’ya ilk giren gruplar, burada küçük küçük beylikler kurdular. Bu küçük üniteleri daha sonra bir araya getirecek fikrî yapı ise genelde XIII. yüzyılda İran coğrafyasında oluşturuldu. Bu yapı, küçük üniteleri birleştiren ve onları gittikçe daha organize hale getiren bir fikrî güçtür.
Türk toplulukları Anadolu’ya geldiklerinde kimlerle karşılaştılar, yani bu coğrafyada nasıl bir nüfus yapısı vardı? Bunlarla nasıl kaynaştılar veya bunlarla ne gibi bir münâsebette bulundular? Bunların cevapları tabii olarak büyük önem taşımaktadır. Birçok kişi bu yeni gelenlerin Anadolu’nun yerli halklarıyla temaslarını bir iç içe girme ve dolayısıyla homojenlikle ifade etmektedirler. Buna karşılık gerek Türk geleneklerinin, gerekse İslâm”ın bazı temel hükümlerinin böyle bir iç içe girmeye mâni olduğunu görmezlikten geliyorlar. Nitekim hem Selçuklular zamanında, hem de Osmanlı devirlerinde, toplumun yerleşik olanlarının, müslim ve gayrimüslim olarak ayrı mahalleler teşkil edilmek sure-tiyle yaşadıklarını kaynaklar gösteriyor. Bu durum sadece XI-XVI. yüzyıllarda değil, son yüzyıllara kadar muhafaza edilmiştir. Gerçekten de XIX. yüzyılda Anadolu şehirlerinde yaşayan gayrı müslimlerin önemli sayılara ulaşmaları, bir asimilasyonun olmadığını ortaya koymaktadır. Diğer taraftan, göçebe toplumun içe kapanık bir yaşayış biçimine sahip olması, dışa açılmayı önlediği gibi, sadece gayrı müslimlerle Türkler veya Müslümanlar arasında değil, aşiretlerin birbirleriyle olan ilişkilerinde bile bir kısıtlama getirmiştir. Yani bir aşiretin diğer bir aşiretten kız alıp vermesi bile çok zordur. Bu çerçeve içerisinde değerlendirildiğinde, Anadolu’nun yerli halkı ile yeni gelen unsurların çok az müstesna ile hangi ölçüde kaynaştığı ortaya konabilir.
Nitekim, tarafımızdan sürdürülen bir çalışmada, Anadolu’nun, Türklerin gelişinden önceki demografik yapısı ile tarih-coğrafyasını tesbit edip, bu dönemle Türklerin gelişlerinden sonraki durumu karşılaştırmak suretiyle halkların durumlarını ortaya koyma konusunda hayli mesafe katedilmiştir. Buna göre, özellikle Osmanlı Tahrir defterlerindeki aşiretlerin durumları göz önüne alındığında, homojen bir yapının ortaya çıkmadığı sonucu ortaya çıkmaktadır. Gerçekten de, XVI. yüzyılda sadece Anadolu’da yaklaşık beş milyon konargöçer yaşamaktadır. Bu durumda yerleşik olmayan bu nüfusun yerli halklarla kaynaşması beklenemez. Haliyle kısmî ölçüde evlilik durumları ile din değiştirmeler, bir homojenliği ortaya çıkarmaktan uzak kalmaktadır.
Anadolu’ya gelen Türk grupları aşağı-yukarı şu şekilde dağılmıştır: Akkoyunlu ve Karakoyunlu Türkmen grupları başlangıçta Doğu Anadolu bölgesinde yurt tutmuştur. Ayrıca Bozulus adı verilen Türkmen grupları Diyarba-kır bölgesinden başlamak üzere Ege kıyılarına kadar yayılmıştır. Maraş bölge-sinde Dulkadırlı, Adana yöresinde Üçoklardan Ramazanlı ulusu, Çukurova genelinde ifraz-ı Dulkadriye Türkmenleri; Antakya’dan Haleb’e kadar olan kı-sımda Beydili ve Bayat Türkmen grupları; İç-il, yani Silifke’de İç-il Yörükleri, Alanya’dan Antalya’nın batısına kadar olan kısımda Teke Türkmenleri, Beyşehir-Burdur-Afyon bölgesinde Hamid Yörükleri; Aydın-Muğla yöresinde Menteşe Yörükleri, İzmir”in hemen alt kısımlarında Karaca Koyunlu Türkmen grup-ları; yine Erzurum’dan Sivas’a kadar olan bölgede Mamalu Türkmenleri, Sivas-Kangal arasında Yeni-il Türkmenleri, Yozgat ve çevresinde Bozok Türkmen grupları, yine Yozgat’tan Haleb’e, aşağı doğru Halep Türkmenleri, Erzurum’dan Yozgat Çorum-Çankırı’ya kadar olan yörede Ulu Yörük grupları; Kayseri’de Şerefli Türkmenleri, Kırşehir-Nevşehir bölgesinde Boynu incelü Türkmenleri; Ankara civarında Haymana Yörükleri, Ankara-Konya arasında Atçeken ve Eski-il Türkmen grupları; Kastamonu bölgesinde Kastamonu Yörükleri, İzmir-Balıkesir arasında Saruhan Yörükleri, Kütahya’da Kütahya Yörükleri; Söğüt-Bilecik yöresinde Söğüt Yörükleri; Trabzon’dan Samsun’a kadar olan bölgede Çepni Türkmenleri yurt tutmuştur. Trabzon’un doğusunda kalan bölümde Kıpçak grupları yer almaktadır. Bu dağılım içerisinde, 24 Oğuz boyundan 23’ü bulunmaktadır. Araştırmamızda, boylardan sadece Alkaevlilere rastlanmamıştır. Buna karşılık özellikle Toros dağlarından Yozgat’a kadar olan bölgede Var-sak Türkmenleri yurt tutmuştur. Bu sıralarda Anadolu’da yaşayan aşiretlere ait 40 bin civarında cemaat tesbit edilmiştir. Bunlara ait hane olarak bir milyonun üstünde bir nüfus görülmektedir ki, ortalama her ailede beş kişi bulunduğu var-sayılacak olursa toplam beş milyonun üzerinde bir Türk nüfusun halâ göçebe hayatı yaşadığı sonucu ortaya çıkmaktadır. Yaptığımız araştırmada, Oğuzlara mensup Türk gruplarının dışında Kıpçak Türklerine ait 210 çadır, Moğollara ait ise 139 çadır nüfus görülüyor.
Burada herkesin merak edeceği bir konuya değinmek istiyorum. Nasıl oldu da bu kadar küçük ünitlere bölünmüş gruplar bir araya toplanabilmiştir? Bunun cevabını burada geniş olarak vermek büyük zaman alacaktır. Ancak şurasını belirtebilirim ki, Osmanlı Devleti bu konuda son derece mâhir bir politika izlemiş, zaman zaman da kısıtlayıcı hükümler ortaya koymuştur. Bunun sonucu olarak bazı Türkmen gruplarının İran”a gittikleri mâlumdur. Meselâ Gündüzlü Avşarları Urmiye civarına, Teke Türkmen gruplarından bir kısmı da İran”ın Kuzey-Doğu kesimine göç etmiştir. Bu sebeple bugün İran nüfusu içerisinde Türklerin oranı % 53’lere varmaktadır.
Anadolu’nun asıl Türkleşmesi, XIII. yüzyılda Moğol istilâsından kaçan Türk gruplarının gelmesiyle gerçekleşmiştir. işte bunlarla birlikte Anadolu’ya gelen bazı mutasavvıflar, fikrî yapıda da büyük değişimlere imza atmıştır. Her ne kadar daha uzun müddet eski Şaman ve Budist inancın motiflerini görmek mümkün olsa da, Anadolu’nun İslâmlaşma sürecine bu dönemden itibaren girdiğini söylemek gerekir. Bununla beraber, Osmanlı Tahrir kayıtlarına göre henüz konar-göçer olarak adlandırılan Türk göçebeleri arasında İslâmiyetin pek de yaygın olmadığı sonucu ortaya çıkmaktadır. Nitekim sayısal olarak önemli bir nüfusa sahip bazı aşiretler arasında, XVI. yüzyılda bile imam ve hatib gibi din adamlarına rastlanmamaktadır. Ayrıca bu döneme ait şahıs isimlerinde de, sıkça İslâmî olmayan eski Türk isimlerinin kullanıldığı dikkati çekiyor. Bu durumdan göçebelerin Müslüman olmadıklarını sonucunu çıkarmak yanlış olacaktır. Muhakkak ki bu gibi aşiretler de Müslümandı; ancak Müslümanlığı eski inançları ile birleştiren bir anlayışla yaşamaktaydılar. Bunu bugün Anadolu Müslümanlığı içerisinde de görmekteyiz. Yani islâm akideleri içerisinde pekçok eski Şaman ve Budist motiflerin varlığı herkesce bilinmektedir. işte böyle sosyal bir yapı içerisinde, Türkleşme ve İslamlaşmanın temel harcı Hacı Bektaş-ı Velî, Mevlânâ, Yunus Emre gibi Türk mutasavvıflarınca atılmıştır.
Anadolu coğrafyasının dışına çıkan Osmanlı Devleti, özellikle Rumeli fütühatında ve Rumeli’nin Türkleştirilmesinde, bu saf, âdet ve gelenekler açısından kendini muhafaza eden konar-göçer Türkmen aşiretlerinden büyük ölçüde faydalanmıştır. Öyle ki, Rumeli Selânik Yörükleri, Ofçabolu Yörükleri, Vize Yörükleri, Naldöken Yörükleri, Tanrı Dağı Yörükleri gibi yörük gruplarıyla dolmuştur. Nakledilenlerin yerleştikleri şehir, kasaba ve köylerde kendi adlarıyla veya geldikleri yörenin adlarıyla ayrı mahalleler ve köyler kurmaları, onların yerli halkla kaynaşmasını önlemiştir. Zaten yerli halkın Türkçe öğrenmemesi veya yeni gelenlerin yerli dilleri öğrenmemeleri de bunu ispat etmektedir. Zaten Anadolu’daki göçebeler de XVII. yüzyılın sonlarından itibaren yerleşik hale getirilmeye başlanmış ve bu süreç XX. yüzyıla kadar sürmüştür. Bu nedenledir ki, Anadolu’da homojen bir yapının oluşması mümkün olamamıştır. Öte yandan günümüze kadar gelen bir aşiret geleneği, Anadolu’nun tarihî dönemlerine de âdeta bir örnek teşkil etmektedir. Kendi iç dinamizmi, Türk toplumunun kendi kendini muhafazada çok önemli bir rol üslenmiştir.
Konuşmamın diğer bir cephesi olan yerleşik halk üzerinde açıklamalar için maalesef zamanımın kalmadığını görüyorum. Bu cephe de, özellikle Dünya medeniyeti açısından Türk toplumu için büyük önem taşımaktadır. Bu da ancak ayrı bir tebliğ olarak sunulabilir. Bunun için sözlerime burada son veriyorum ve hepinizi saygılarımla selâmlıyorum.