III. MEVLÂNA KONGRESİ – Açılış Konuşması – Mehmet S. AYDIN
III. ULUSLARARASI MEVLÂNA KONGRESİ
Devlet Bakanı Mehmet S. AYDIN”ın Konuşmaları:
Hepinizi saygı ve sevgiyle selamlıyorum. Önce bir memnuniyetimi ve teşekkürümü dile getirerek başlamak istiyorum. Önce memnuniyet; milyonlarca insan gibi bende tabi Konya”yı sevenlerden biriyim ve Konya”yı sevmemin pek çok sebebi var ama en büyük sebebi Hz. Mevlâna”nın ruhaniyetinin her yerde; ama daha çok burayı gördüğümüz için aklımıza geldiği için burada olmasından dolayı son derece memnunum. İkincisi Hollandalı misafirler var. Bir kısmını tanıyorum. Diyaloga açık insanlar. Hep böyle gördüm değerli asistanın dediği gibi. Uzun yıllardır zaten oldukça sık gidip geldiğim, oldukça iyi bir diyalog içinde bulunduğum bir ülke. Onları burada görmekten memnun olduğumu ifade etmek istiyorum. Üçüncüsü de Hollandalı sevgili Türkleri burada görmekle son derece mutlu olduğumu ifade etmek istiyorum. Hollanda”ya ilk sık gidiş esnalarında onların bir kısmı lise öğrencisiydi, bir kısmı üniversite de okuyordu. Bir kısmı da üniversite sonrası eğitimi için, Veyis”e bakarak söylüyorum, çaba harcıyordu. Şimdi maşallah hepsi büyüdüler, maddeten büyüdüler manen büyüdüler. Ve bu toplantının onlar açısından da büyük bir anlam ve önemi var. Sadece bir kısmının Konyalı olmasından dolayı değil ama aynı zamanda hakikaten Hollanda”da çok güzel işler yapıyor olmalarındandır. Dolayısıyla memnuniyetim bir bakıma onları da bugün burada bizimle beraber görmekten kaynaklanıyor.
Açık konuşurum biliyorsunuz. Kimse beni yanlış anlamasın. Eşek de olabilirim. İnsan meleklere de katılabilir, eşeklere de katılabilir, şeytana da katılabilir. Eğer yolda olduğunu, göçte olduğunu unutur ve kendisini maddeye bağlarsa, mevkiye bağlarsa, servete bağlarsa o zaman o insan eşek olmayla şeytan olma arasında bir riske girer. İkisi arasındaki fark ne? Tabi bu arada bunlar sembolik olarak kullanılıyor. Aslında eşeğe haksızlık etmemek lazım onu biliyorum ama bu bir sembol. Şimdi eşek denince akla daha çok işte yemek içmek cinsel ilişki vs. gelir. Yani Mevlâna”nın dediği gibi: “Beden ahırına köle olma” diyor. Hayat nedir? Yemektir, içmektir, vs.dir. Hayat buna bağlı ise insan artık göç felsefesi, göç vizyonu diye bir şey olamaz. Onun vizyonu günlük bu ihtiyaçlarının karşılanmasıdır. Ama eğer dünyaya bu kadar bedene bu kadar hırsla bağlanma bir de kudrete hırsla bağlanma ile birleşirse hakimiyet duygusuyla birleşirse, hakim olma baskı altında tutuma ile birleşirse o zaman ortaya şeytan çıkar. Ve Mevlâna”ya göre insanın şeytanlaşması eşekleşmesinden bin kat daha kötüdür. Niye? Çünkü biri zaten bedenine bakmakla yetiniyor. Haksızlığı o boyutta. Ama şeytanlaşan insan bütün cihana savaş açmış bir insandır. Ve ondan sonra Hz. Mevlâna bunu en güzel en dekoratif bir biçimde Mesnevî”nin muhtelif yerlerine serpiştiriyor. Şeytan”a niye kızıyor, İblis”e niye kızıyor? Bir bakıma da İblis”i sever onu söyleyeyim. Bu sevgi de yine tırnak içerisinde, yanlış anlaşılmasın. Çünkü tevhid söz konusu olduğunda bazen şeytanı sembol olarak gösterir. Allah istese bile Allah”tan başkasının önünde eğilmeyen varlık. Hz. Adem”in yaratılış sahnesini hatırlarsınız. Orada secde et diyor, etmem diyor. Mevlâna bundan tevhidin sırrını çıkarıyor. Geniş bir kafa dünyası ve geniş bir gönül, böyle bir sembolden büyük şey çıkarıyor. Onun için muvahhidtir. Ama muvahhid hatalı muvahhiddir diyor. Şeytan müşrik değil ama hatalı bir muvahhiddir. Niye evvela gönlünü kullanmadan aklını kullanmaya çalışıyor. Mevlâna”ya göre zaten şeytanlaşmasının birinci yolu birinci sebebi gönlü kullanmadan sırf aklı kullanmadır. Sırf aklı kullanırsanız bilgi olabilir, teknoloji olabilir, ama muhabbet olmaz, aşk olmaz. Ve aşktan azade olan bir akıl Hz. Mevlâna”ya göre şeytanlaştırır ve insanı felakete sürükler. O insanlar sadece gasp etmeyi bilir. Akıl ile madde ile yola çıkanlar ve onun sadece onun teknolojisini ve bilimini kullananlar ne yazık ki işgal etmeyi yok etmeyi, hakimiyet kurmayı medenilik zannederler. Oysa işin içine gönül girerse, işin içine muhabbet girerse o zaman sivrisinekten aşağılara kadar her şeyi insanoğlu dil ve muhabbet ışığında görür. Sadece muhabbet ışığında değil akıl ışığı da var, beden ışığı da var ama bir de muhabbet ışığında görür. O bakımda biraz kızması ondan. Bir de benim mesleğime dokunuyor ama ben felsefe hocasıyım. Bir de diyor ki kötü bir mantıkçı sadece kötü bir mantıkçı değil ırkçı bir mantıkçı şeytan için niye bir defa ırkçılığı şurdan geliyor menşei her şeyin üstünde tutuyor. Oysa Allah indinde hiç kimse hiçbir varlık menşeini yüceltemez. Çünkü hepsi Allah”ın yarattığıdır. Hepsi Allah”ın halk ettiğidir. İlahi huzurda bir menşei öteki menşeden üstün tutmak Allah”ın sanatına karşı gelmek anlamına gelir. Ontolojik olarak varlık alanında hiçbir menşe ötekiyle mukayese edilip bu yukarıda bu aşağıda denemez. Her menşein bir değeri vardır. Oysa şeytan ne diyor: “Eğilmem önünde. Çünkü beni ateşten onu topraktan yarattın. E.. Mademki ateş topraktan üstündür, o halde ateşten yaratılan topraktan yaratılandan üstün-dür.” Bunu mantıktaki adı kıyastır. Ama şeytan diyor ki bu biraz akılsızca geliyor. Irkçı bir kıyas. Zira bu kıyas bir başka insanın bir başka meleğin huzurunda değil zaten hepsini yaratan Hallâk-ı âlem bütün alemlerin yaratıcısı huzurunda böyle yapıyor. Tek onun için şeytana karşı göğüs kesiyorlar. Ve yine bir öfkesi de şundan kaynaklanıyor. Ve mübarek diyor, buna benzer bir başlangıcı var Mesnevî”nin. “İşin Adem ile idi bizden ne istersin. Davan Adem ileydi bizden ne istiyorsun” Şeytanın kötülüğü kibri, nefreti yaygınlaştırmasıdır. O neredeyse bütün sülalesine bütün insanlığa yaymıştır. Bu yönüyle Hz. Mevlâna İslâm”ın bir gerçeği olarak, ilahi dinlerin bir gerçeği olarak da diyebiliriz suçun sevkiyatı üzerinde durur. Dava biriyledir. O davayı genelleştirmek, o davayı haksız yere teşvik etmek en büyük haksızlıktır. Şimdi bunları niye söylüyorum? İşte göçte olduğumuzu yolda olduğumuzu bilerek yaşarsak tabi bütün bunları bilerek düşünerek yaşamamız lazım. Bu bizim hayatımızda bir gün var. Bugün hayatımız-da bolca şeytanlık var. Bugün hayatımızda maalesef bolca hayvanlık var. Bu söylediğim ırkçılık sadece kan mezhep meselesi değil. Bir kültürü ontolojik olarak, başka bir kültürden daha erdemli gördünüz mü onun adı kültür ırkçılığıdır. Bir medeniyeti yegâne medeniyet gördünüzmü onun adı medeniyet ırkçılığıdır. Irkçılık hâlâ devam ediyor. Dünyada bana sorarsanız neredeyse yeteri kadar akıl var bilim var teknoloji var ama maalesef yeteri kadar muhabbet yok aşk yok. Ve onun yani o aklı yeteri kadar o bilimi o teknolojiyi muhabbetle aşkla ahlakla tamamlayamazsa insanın geleceği hiçte parlak görünmüyor. Aşktan, muhabbetten uzak kalmış bir akıl sadece fitne ve desise üretir, diyor Hz. Mevlâna ve bugün biz öyle bir fitne ve desise üretilen yapı içerisindeyiz. Şimdi o soy sop düşmanlığını isterseniz hiç anlatmayayım. Bazen küçük bir siyasi laf söylememe izin verirsiniz değil mi! Siyaset yapmayacağım zaten, konuştuğumda yok. Konuşsam da beceremeyeceğim de belli. Ama bir şey söyleyeyim bazen bir insanın bir yere ataması yapılıyor. Hayret ediyorum, ertesi gün bakıyorum çarşaf çarşaf yazıyor. Efendim onun dedesinin kim olduğunu bilmiyor muydunuz? Yav banane dedesinin kim olduğundan. Kardeşinin kim olduğunu bilmiyor muydun. Yani babasından dedesinden kardeşinden dolayı bir insanı ödüllendirme, bir insanı lekeleme, bir insanı eleştirme düpedüz ilkelliktir. Olacak gibi değil. Efendim bir varlık olarak “müstakilim” Kur”an”da öyle diyor. Benim iyiliğimi benim kötülüğümü benim dünyamda değerlendirmek lazım. Benim babamı aramanın bir anlamı yok ki! Hele birde bakalım bunun kardeşleri ne yapıyor? Ne yaparsa yapıyor bize ne kardeşim. Bu bakımdan maalesef o şeytanlık o şeytan huyu devam ediyor. Bazen azalmadan eksilmeden devam ediyor. Şimdi notlarımız burada, ilham alırken, yazdımda onun için, şimdi efendim bu diyalogla ilgili birkaç bir şey söyleyeyim bitireyim isterseniz. İki arkadaşımızda diyalogdan bahsetti. Ve zannediyorum üçü de büyük bir diyalogdan bahsetti. Konuşan arkadaşımız da bir bakıma tasavvuf dininin ne kadar diyalog dili manasına geldiğini ve en azından benim öyle yorumlayacağım bazı şeyler söyledi. Şimdi diyalog esas itibarıyle bilgi ile irade ile ve aynı zamanda bir neticeye ulaşmak için yapılan konuşmadır. Evvela bilgi ile yapılması lazım. Ben genellikle kolay anlaşılması için bunu üçe ayırıyorum. Üç basamaklı bir iş. Evvela deskriptif basamağı var. Yani tasvir ederiz. Yani enformasyon yani birbirimize bilgi vermemiz. Eğer ben beni az tanıyan bir arkadaşıma dersem ki: Arkadaşım bak ben şu şu özelliklere sahibim. O da bana aynı şeyi söylerse bizim aramızda deskriptif düzeyde bir diyalog vardır. Bu bir bilgilenme bilgi verme üzerinde olup biten bir diyalogdur. Eğer bilgiye dayanmıyor ise diyalog bir safsatadır, boş bir konuşmadır. Evvela diyalog dediğimiz şeyin bilgiye dayanıyor olması lazım, bu son derece önemlidir. Çünkü bugün gerek bir toplum içindeki intra diyalog diyelim buna bir toplumun içinde gerek toplumlar arasında inter diyalog diyelim, en büyük sıkıntısı yeteri kadar bilgiye sahip olmadan insanların birbiri hakkında, toplumların birbiri hakkında ve milletlerin birbiri hakkında konuşmasıdır. Doğrusunu isterseniz bu konuda en çok ziyanda olan bizleriz. Mesela biz Türk Milleti olarak bundan haklı olarak yakınıyoruz. Yakınmamızın haklı tarafı var, haksız tarafı var. Haklıyız çünkü hakikaten hakkımızda çok yanlış şey söyleniyor, hakkımızda çok yalan şey söyleniyor. Haksızız çünkü bu yanlışları bu yalanları biz düzeltmek zorundayız. Onun içinde evvela biz neyiz biz kimiz? Tarihi varlıklar olarak, kültürel varlık olarak biz neyiz. Geçmişimizi şimdimizi ve gelecekteki yerimizi evvela kendimize sonra insanlara anlatmak durumundayız. Biz anlatmazsak gelin bizi anlayın deme hakkını kaybederiz. Ama burada her zaman böyle masum değil bazen insanlar. Bilgili oldukları halde, bir sefer bir yalan içinde diyalog değil artık diyalogu koparma çabaları var. Yine burada da küçük bir siyaset yapayım parantez içinde. Bazen mesela benim hakkımda veya arkadaşlarımın hakkında o kadar yanlış şeyler yazıyorlar ki, kendi kendime diyorum: Allah”ım bunlar bu kadar uydurmayı nasıl naklediyorlar. Çünkü söylenen bir şeyde yüz cümle var doksanını hakla hakikatle uzaktan yakında bir ilgisi yok. Bir önceki gün mesela şu sıralarda hani Türkiye Elhamdulillah iyi durumdayız; İslam dünyasıyla konuşabilecek durumdayız. Çok şükür Avrupayla diyalog içindeyiz konuşabiliyoruz çok şükür. Amerika”yla aramız hiçte fena değil dostluk devam ediyor çok şükür. Dolayısıyla ekonomi bugünlerde duyuyorsunuzdur tabi, ama işsizliği ben ne bileyim üretimdeki sıkıntılarınızı ben ne bileyim, ama çok şükür kıyamet senaryolarını düşünün, iki hafta üç hafta önce neler söyleniyordu. Dolar üç milyon deniyordu. Allah”a çok şükür ekonominin de iyileşme göstergeleri elimizde. Yani fena durumda değiliz. Fena yerde değiliz, ama akşam televizyonu açıyorum sabah gazeteye bakıyorum e-fendim bir mucize oldu tesadüfen bunlar böyle oldu. Başka zaman tesadüfe inanmayanlar iş bize gelince tesadüfçü oluyorlar. Ne hikmetse bazen mucizevi oluyor. Akşam bir televizyon programında birisi diyor ki bu resmen mucizedir. Çok şükür iyi ki mucize. Bizim mucizeye de itirazımız yok. Bunu şunu için söylüyorum arkadaşlar, oturmuşsunuz savaş konuşuluyor, bir millet savaşa girecek mi girmeyecek mi yedi saat konuşuyorsunuz. Büyük endişe içinde büyük huzursuzluk içinde konuşuyorsunuz. Ona göre de bir karar alıyorsunuz. Arkasından başka karar, başka karar, başka karar ve Türkiye bugün bulunduğu bu noktaya geliyor. Yani aslında yüz defa düşünülmüş bir kararlar zinciridir. İnsan bir düşünün hesap edin aferin bunlar bunu iyi düşündüler ve hiçte fena olmayan bir kararın ortaya çıkması için bazı kararlar aldılar. Hayır iyi çıksa da suçlu oluyorsunuz. Zaten kötü çıksa külli suçlusunuz ve bu bir yerde büyük bir diyalog eksikliği göstermiyor mu? Açıkçası burada ciddi bir kasıt var. Çünkü insanın şuuru bu kadar kapalı olamaz. İnsanın gözü bu karda kapalı olamaz. Arka arkaya gelen son derece önemli kararları böyle tesadüfen çıktı işte efendim, diye yorumlamanın tek bir izah edilir tarafı yok. Demek ki bilgi son derece önemli. Evvela bilgi ve pek tabii bu arada diyalog derken diyalogdan bahsederken şunu da unutmayalım; kendi içinde diyalogu sağlamamış bir toplum başka devletlerle diyalogda başarılı olamaz. Bir toplum evvela kendi içinde farklı düşünenleriyle, farklı anlayışları olanlarıyla, farklı vizyonu olanlarıyla konuşabilme durumunda konumunda olmak mecburiyetindedir. Bunu başaramayan toplumların başka toplumlarla diyalog içine girmesi mümkün değildir. Yani kendi nefsini tasdik etmemiş bir insanın başkalarının nefsini tasdik etmesi nasıl mümkün olabilir. Onun için evvela Türkiye”yi akıllıca bilgilice ve sorumluca konuşan hale getirmeliyiz. Evvela Türkiye konuşmalı, kendi içinde konuşmalı, ama isteyerek konuşmalıdır. Bir empoze edici güç olarak değil de madem haber basınından bahsettik. Bir de benim çok kullandığım o meşhur “Retinal Comminationed Actional” ın dediği çok önemli eseri var. Rasyonel İletişim Eylemi onun üze-rinde durduğu konulardan biridir. Medeni ülkeler, gelişmiş ülkeler, bilgili ülkeler diyalogun önünü açar. Bir yerde diyalog tıkanması oldumu hemen müdahale edilir ve o kanal açılır. Yetişmemiş insanlar, gelişmemiş insanlar demokrasisi zayıf olan insanlar ise kominikasyon yani iletişim baskısını siyaset kabul ederler okunak “Secretional Cominication” iletişimi baskı altında tutmak, iletişimi baskı altında tutanlar toplumun bir kesimini öteki kesimi ile konuşmaktan alıkoyarlar. Hele bakın bunu da çağlık dediğini zannedenler, addedenler en öz insani bir faaliyeti baskı altında tutuyorlar ve maalesef yanlış bir durumun ortaya çıkmasına sebep oluyorlar. İkincisi de eleştiri sadece bilgi vermekle olmaz. Eleştirel aklı kullana bilmek demek esasında insanın hem kendisine çevirmesi anlamına geliyor. Adı öz eleştiridir bunun, ama şu anda başkasını eleştirmedir. Bu da yeni değil aslında bizim kültürümüzdeki nefis muhasebesidir. Bu nefis muhasebesi dediğimiz şey öz eleştiridir. Eleştiri olmayınca diyalogun fazla bir mesafe alması mümkün değildir. Sadece tasvirdir veya değildir değil, iyidir çalışkandır vs.dir veya değildir arada biter. Oysa onun bir eleştiriden geçirilmesi gerekir. Onun için diyalogun arzu edilen amaca gidebilmesi için edep içinde terbiye içinde ama yine bilgiyle ve iradeyle eleştirinin öz eleştirinin yapılması gerekir. Onun gerek topluluk içindeki insanlar, gerekse kesitler eleştirilmelidir. Medeniyetler figüratif anlamda söylüyorum, sembolik anlamda medeniyetler eleştirilmelidir. Eleştirinin olmadığı yerde fikir büyümez. Eleştirinin olmadığı yerde ilim gelişmez. Bu ikisi de gelişmeyince hiçbir şey olmaz. Onun için eleştiriyi ta evden başlatmak lazım. Bu edep ile eleştiriyi evden başlatmak lazım. Okullarımızın buna müsait olması lazım. Ve siyasi sistemimizin bütünüyle eleştiriye açık olması lazım. Ama dediğim gibi hakkaniyetle, bilgiyle düşünceyle, tefekkürle yürütülen eleştiriyi kastediyorum. Üçüncü metaryesi diyalogun acaba bu konuşmadan bu tanışmadan bu dilişmeden bu yadlığı belli ölçüde geride bırakmadan “yad” dediğim yabancı ne diyor. Yunus Emre “yad isek dilişelim” diyor. Mevlâna çizgisi aynı böyle yad isek dilişelim. İnsan demek ünsiyeti içinde olan varlık demek. Birbirini yıkan değil, birbirini anlayan, birbirine karşı ince olan, ince duygularla bağlı olan varlık demektir. O halde evvela madem öyle bir ünsiyet var, ben konuştuğum insandan acaba kendi varlığıma ne kattırabilirim. Buna ben diyalogun engistansiyel varoluşsal safası diyorum. Ancak bütün bu konuşmalardan bütün bu bilgilerden bütün bu yapıcı edici, kılıcı eleştirilerden kendi özüme kendi öz varlığıma ne katabilirim acaba. Kendi yapıma, manevi yapıma bir tuğla koyabilir miyim? Burada dinleyerek anlayarak olmaz. Öyle varoluşsal dediğimizin sebebi odur. Buraya her diyalog ulaşmayabilir ama halis bir diyalogun, otantik bir diyalogun, buraya ulaşması şarttır, gerekir. Şimdi sevgili Arslan sormuş: 1980″lerin ortasında, öyle zannediyorum, hocam diyalog nedir diye sorduğu zaman ben onbeş senedir bu diyalogun içindeyim. İçinde olduğum için de başıma kalmadık şey kalmadı. Diyaloglar bazen tehlikeliymiş gibi anlaşılıp yorumlanabiliyor maalesef her tarafta. Bu biraz da kendine güvensizliğin işareti. Tabi halis kanaatimi söyleyeyim, diyalog da kendisinden beklenen sonuca ulaşmış sayılmaz. Bilgi düzeyinde bile hâlâ çok aksaklıklarım var. Eleştiri adabı hâlâ büyük ölçüde eksik, egzistansiyel boyutu ise zaten tam yeşeremedi. Hâlâ toprağın altında bir tohum gibi geliyor bana. Umutluyum ama tam yeşeremedi. Bugün çevremizde olup bitenler büyük ölçüde hakikaten bu insani faaliyetin yani diyalogun her üç safhada hala çok önemli bir yerde olmadığını, çok ileri düzeyde olmadığını gösteriyor. Ama bu bizim umutsuz olmamız için bir sebep mi? Hayır sebep değil. Zaten umutsuz olmaya insan olarak hakkımız yok. Madem insan düşünen bir varlık, yaradan öyle yaratmış, madem insan düşünen, konuşan bir varlık nasip dediğimiz o logosu aynı yerden geliyor. Madem insan düşünen ve düşünerek konuşan bir varlık, madem insan seven bir varlık, madem insan bilen bir varlık, madem insan inanan bir varlık, o halde mutlu olmak ve gözümüzü yükseklere dikmek mecburiyetindeyiz. İnsan derken gelin gözlerimizi çalanlara çırpanlara değil, gelin gözlerimizi makam mevki için her şeyi feda etmeye hazır olanlara değil, gelin yıkanlara yakanlara, dökenlere değil, kendisini ruhunu bedenine tutsak yapanlara değil, gelin gözümüzü Hz. Musa”ya (A.S.), Hz. İsa”ya (A.S.) çevirelim. Hz. Muhammed”e (S.A.V), Hz Mevlâna”ya çevirelim. Yunus”a çevirelim. Ahmet Yesevi”ye çevirelim. İnsanlığın medâr-ı iftiharı bunlardır. Onlar gibi olmak mümkündür ki, çünkü onlar olmuştur.
O halde çocuklarımıza bu imkânın kapısını açık tutmaya çalışalım, bu imkânın kapısını açık tutmak zorundayız. Yoksa yükseğe, yoksa yüceye, yüceliğe, aşkına giden yol kapanır. Ve bu dünyaya kilitlenen, bedenine kilitlenen insan, insanlığın sonu olabilir. İyimser olmak zorundayız. İyimser olmak ve iyimserlik çizgisinde yolda olduğumuzun idraki içinde çalışmak insan olmanın ki her büyük kültürde bu böyledir, insan olmanın bize yüklediği ahlaki, manevi ve bedii bir vazifedir.
Hepinizi saygıyla selâmlıyorum.