İhsân
“Kulluğun En Güzel Kıvâmı: İhsân”
“İhsân nedir ey Allah’ın Resûlü?”
Buyurdular ki: “Allah’a O’nu görüyormuş gibi ibâdet/kulluk etmendir.
Zîrâ sen O’nu görmesen de O seni görmekdedir!”[1]
“İhsan”, yapılması gereken şeyi yüksek bir bilinçle ve güzel bir şekilde yerine getirmek, başkasına iyilikte bulunmak, Allah’a ibâdet ve kulluk, her işi en güzel şekilde, önemine binâen hakkıyla ve lâyık olduğu şekliyle ifâ etmek anlamlarına gelmektedir. Yapılan bir işin ihsan mertebesine erişebilmesi için kişinin öncelikle, farkındalık sahibi olması ve onu itina ile en iyi, en uygun ve en güzel şekilde yerine getirmesi gerekmektedir.
Hz. Ali’nin “Kişinin değeri, işindeki ihsânıyla ölçülür!” buyurduğu nakledilir. Onun bu yaklaşımı bizâtihî insanın ve amellerinin değerinin, ortaya koyacağı anlamlı, ölçülü, güzel davranışlarla değer kazanacağına işarettir.
Yine ihsanın, amellerdeki ihlâs ve murakabe yani Allah’ın insanları görüp gözetmesi anlamına geldiği de söylenmiştir.
Murâkabe, denetlemek, gözetlemek, kontrol etmek, devamlı olarak gâyeyi düşünmek, korku, göz altında bulundurmak, kendi iç âlemine bakmak, dalıp kendinden geçmek[2] mânâlarına gelmektedir. Tasavvufî literatürde ise; kötülüklerden kalbini korumak için kişinin nefsini kontrol altında bulundurması (oto-kontrol) ve devamlı sûrette kalp ile Allah’a bakmak olarak nitelendirilmekte, “Kulun murâkabesi kalbinde ve gönlünde bulunan şeylere Allah’ın muttalî olduğunu bilip yakînen kavramasıdır. Bu sûretle kul kalbini Allah’ın zikrinden alıkoyan şeylere karşı murâkabe eder”[3] şeklinde de târif edilmektedir.
Kur’ân-ı Kerîm’de de murâkabeye işâret eden âyet-i kerîmeler mevcuttur. Kur’ân’ın ifâdelerine göre, “Allah her şeyi murâkabe etmekte, gözetmektedir.”[4] İnsanın sürekli murâkabe altında olduğu, “İnsan hiçbir söz söylemez ki onu gözetleyen, dediklerini zapteden bir hazır melek bulunmasın”[5], “Yaptıklarınızı bilen değerli yazıcılar sizi gözetlemekte, murâkabe etmektedir”[6] şeklinde dile getirilmekte, “Bilmezler mi ki, Allah onların sırlarını ve gizli konuşmalarını bilir ve Allah gizlileri bilendir”[7] âyetiyle de Allah’ın kulun gizli açık her şeyinden haberdâr ve onları bilen olduğu üzerinde durulmaktadır. Bir başka ayette de; “Âsî ve kâfir olan bilmez mi ki, Allah Teâlâ herkesin ahvâlini görür ve esrârına muttali’ olur ve ona göre onlara cezâ kılar”[8] buyurulmaktadır.
Yine Kur’ân-ı Kerîm’de “Yaratan bilmez olur mu? O, latîftir, haberdardır”[9], “Şüphesiz O, gizliyi de bilir, gizlinin gizlisini de”[10], “Hiçbir şeyiniz Allah’tan gizli kalmaz”[11] gibi âyetlerde hep bu ilâhî murâkabe ve tarassut üzerinde durulmaktadır. “Nerede olursanız olun, Allah sizinle beraberdir.”, “Göklerdeki ve yerdeki her şeyi Allah’ın bildiğini görmüyor musunuz?” gibi birçok âyette aynı şekilde Cenâb-ı Hakk’ın murakabesi vurgulanmakta ve her şeyden haberdar olan, her zaman ve her yerde yapılanlara şahid ve murâkıb olan Allah’a samimi bir şekilde kulluk ve ibadet edilmesi gereğine işaret edilmektedir.
Kur’ân-ı Kerim ve sünnet-i seniyyedeki bu anlayışı Hz. Mevlânâ da Mesnevî’de şu ifadelerle dile getirmektedir.
“Cenâb-ı Hak görüşü her an seni uyarıcı olsun diye, kendisine ‘Basîr/Gören’ dedi. Çirkin ve kötü sözlerden dudaklarını kapatasın diye, kendisine ‘Semî’/İşiten’ dedi. Korkasın da fesat çıkarmayasın, bozgunculuğa ait şeyler düşünmeyesin diye, Allah kendisine ‘Alîm/Bilen’ dedi.”[12]
Hz. Peygamber’in Cibrîl hadîsi diye bilinen hadîs-i şerif’te “Allah’a sanki O’nu görüyormuş gibi kulluk et! Her ne kadar sen O’nu görmüyorsan da O seni görüyor!”[13] buyurmaktadır. İslam düşüncesinde önemli bir yeri hâiz olan bu hadis-i şerif mutasavvıflar tarafından “ihsân” mertebesine ve murâkabeye işâret olarak değerlendirilmektedir.[14] Bu itibarla ihsân’ı tarif eden bu hadîsin ilk kısmı kulun Allah’ı murâkabesinden, ikinci kısmı, Allah’ın kulu murâkabesinden bahsetmektedir denilir. Buna göre kulun Hakk’ın rızâsını gözetmesi, yâni kulun Hak için murâkabesi ve Hakk’ın kulunu denetlemesi ve murâkabe etmesi olmak üzere iki tür murâkabeden bahsedilmektedir. Sûfîler murâkabe’yi tasavvuf’ta ihsân mertebesi ya da dâimâ huzurda olmak şeklinde ifade edilen kurbiyet hâli’nin bizatihi yaşanması olarak algılamışlar ve mânevî hayatlarının bir parçası haline getirmişlerdir.
Murâkabe tasavvuf ehli tarafından bu ikili tasnif dışında bir başka değerlendirmeye göre üç kısımda elel lalınmaktadır ki,[15] bunların birincisi, Allah’ın insanın iç dünyâsına muttalî olduğunu idrâk ederek gönle sahip çıkmak şeklindeki mübtedîlerin murâkabesidir. İkincisi, kulun Hakk’ın dışında her şeyden fânî olarak Hakk’ı Hak ile murâkabe etmesidir ki, bu da âdâb, ef’âl ve ahlâk îtibâriyle Allah Rasûlüne tabî olanların, mutavassıtların murâkabesi olarak kabul edilmektedir. Üçüncüsü ise, murâkabe ile gönüllerini Allah’a bağlayan has kulların murâkabesidir. “Sübhân’ın huzûrunda gönüllerinizi koruyun ki, sonra gönüllerinizden geçenkötü düşüncelerden dolayı utanmayasınız. Çünkü O; hâlis sütün içindeki siyah kıl gibi bütün gizli şeyleri, düşünceleri, her şeyi görür”[16] diyen Mevlânâ bu mertebeye işâret etmektedir.
İhsan, kişinin kulluk ve ibadet görevlerini yerine getirirken Allah’ın kendisini gördüğü, davranışlarını gözetlediği bilincinde olmasıdır. Bu mertebeye eren ve ihsan bilincine sahip olanlar, “Allah, her an beni görmektedir, her yaptığımı bilmektedir, benim kalbimden geçenlerden dahi haberdardır” duygusuna sahip olacaktır. Bazı insanlar sorumlu oldukları şeyleri sadece sorumluluktan kurtulmak için yapar. Gerçek ihsana ulaşanlar, muhsin’ler ise her türlü harekât ve davranışlarını, Allah’ın kendilerini görüp murâkabe ettiğinin farkında olarak ihlâs ve samimiyetle yerine getirirler.
Binâenaleyh “ihsan” insana düşüncede derinlik, incelik ve hassasiyet duygusu kazandırır. Onu saflaştırıp, arındırır ve her an Cenâb-ı Hakk’ın huzurunda olma duygusu ile kemâle erdirir. Bütün amellerin, ihlâs ve samimiyetle en iyi şekilde yerine getirilmesini sağlar. Öyle ki, ihlâs ve ihsân arasında önemli bir bağlantı da ortaya çıkar. “İhlâs kul ile Allah arasında öyle bir sırdır ki; melek onu bilmez ki sevap yazsın; şeytan ona muttali olamaz ki, ifsâd etsin; nefis onu fark edemez ki, kendisine meylettirsin!” diyen Cüneyd-i Bağdâdî de bu hakîkate işâret etmekte, kulluğun en güzel kıvamı olan bu mertebenin Allah ile kul arasında husûsî bir ilişkiye delâlet ettiğini dile getirmektedir.
Kur’ân-ı Kerîm’de ihsan ile hareket edenlere “muhsin” denilmekte ve bunların güzel hasletlerinden sitâyişle bahsedilmektedir.
“İhsan ile davranmanın karşılığı, aynı şekilde ihsandır.”[17] İhsan, sadece Allah’ın huzurunda, kulluk ve ibadetlerde değil aynı zamanda beşerî ilişkilerde ve bütün varlıklar karşısında geçerli olan ahlâkî bir davranış ve erdemdir. Resûlullah (s.a.v.); “İnsanlar iyilik yaparlarsa biz de iyilik yaparız, zulmederlerse biz de zulmederiz.” diyen zayıf karakterli kimseler olmayın. Bilakis iyilik yaptıklarında insanlara iyilikle karşılık vermeyi, kötülük yaptıklarında ise onlara zulmetmemeyi alışkanlık hâline getirin”[18] buyurmuştur. Binâenaleyh insanların muâşeret esasları çerçevesindeki davranışlarının ihsan boyutuna ulaşabilmesi için amaç ve gâyenin sadece Allah rızası olması gerekir. Bu îtibarla herkesin eğer hayır eğer şer yaptığının karşılığını göreceği anlayışıyla insanın kendisini sürekli kontrol ve murâkabe ile muhâfaza etmesi ve karşılığında hidâyet ve doğrulukla Allah katında hüsn-i muamele ve hüsn-i kabûle mazhariyeti temin etmesi dâima dikkat edilmesi gereken bir husustur.
Çünkü; “Allah her işte ihsanı (güzel davranmayı) emretmiştir…!” Bu hadîs-i şeriften de anlaşılacağı üzere nebevî bir işarete ittibâen her şeyde ihsân üzere hareket etmek gerekir. Niyetlerimizde, vakitlerimizde ve hallerimizde ihsân üzere olmayı gözetmek durumundayız. Meselâ niyetlerde ihsân üzere olmak niyeti hâlis kılmak, ihlâslı bir gönülden samimi niyetlere kapı aralamayı; vakitlerimizde olan ihsân her vakitte huzûr-i ilâhîde olmak bilinci ile müşâhede üzere olmayı; ahvâl ve davranışlarımızda olan ihsân ise, içinde bulunduğumuz hâlin şer’î ahkâmını gözetmek ve ona riâyet etmek ve onun sadece Allah’ın bir lütuf ve ihsânı olduğunu bilmektir.
Yine hemen her Cuma günü hatiplerimizin minberlerden okuyarak hatırlattığı ve ikaz ettiği ilâhî bir bir emir olarak “Şüphesiz Allah, adaleti, ihsanı, yakınlara yardım etmeyi emreder; hayâsızlığı, fenalık ve azgınlığı da yasaklar” âyetinde adalet ve ihsan ilkelerinin hayata tatbîkinin emredilmesi bu gayeye matuftur.
Neticede ihsan, gerek kulluk ve ibadetlerin ve gerekse bütün davranışların Allah rızası gözetilerek, ihlâs ve samimiyetle, karşılık beklemeksizin, en güzel şekliyle ifası demektir. İnsanın yaratıcısı ve kâinâtla bütünleşmesi ve üst düzey bir varlık bilinci ile hareket etmesi, Allah, kâinat ve insan arasındaki ilişkiyi doğru okuyup değerlendirmesidir. Bütün amel ve fiilllerimizin anlamlı olması ve bir değer taşımasının, fert ve cemiyet için faydalı olmasının yolu da budur. Çünki, Cenâb-ı Hakk’a kul olmak yaratılış gayesini idrâk etmiş bir kimse için en yüce mertebedir. Hz. Mevlânâ bu hakîkati ne güzel ifâde eder:
“Kul oldum ben! Sâdece senin kulun oldum! Kulluk vazîfemi hakkıyla îfâ edemediğim için mahcûbiyetimden başımı önüme eğdim. Bir köle âzâd edilince sevinir, mutlu olur. Ben ise sana kul oldum diye seviniyorum!”
Kulluğun en güzel kıvâmı olarak başlıklandırdığımız “ihsân” kavramı çerçevesinde Kur’ân-ı Kerîm ve Hz. Peygamber (s.a.v.)’in örnek ahlâkı ve anlayışını, selef-i sâlihîn’in bu husustaki anlayış ve yaklaşımlarını satırlara döktüğümüz bu ifâdelerimizi Mevlevî Esrâr Dede’nin şu şâheser dizeleriyle itmâm edelim:
“Matlûbunu cânân edene aşk olsun!
Her zerrede seyrân edene aşk olsun!
Maksûd olan bildiğine ermekdir,
Îmânını ihsân edene aşk olsun!”[19]
[1] Buhârî, Îmân, 37/Tefsîr -Sûre 31-, 2; Müslim, Îmân 1; Ebû Dâvud, Sünnet, 17; Tirmizî, Îmân, 4; Nesaî, Îmân, 5; İbn Mâce, Îmân, 9.
[2] el-Cürcânî, Ta’rifât, s. 236; Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, s. 201.
[3] Serrâc, el-Lüma’, s. 82.
[4] el-Ahzâb, 33/52.
[5] Kāf, 50/18.
[6] el-İnfitâr, 82/10-12.
[7] et-Tevbe, 9/78.
[8] Alak, 96/14.
[9] el-Mülk, 67/14.
[10] Tâ hâ, 20/7.
[11] el-Hâkkā, 69/18.
[12] Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, c. IV, b. 215-217.
[13] Buhârî, “Îman”, 37; Müslim, “Îman”, 1; Tirmizî, “Îman”, 4.
[14] Kuşeyrî, er-Risâle., s. 189.
[15] Serrâc, a.g.e., s. 82-83.
[16] Mesnevî, I, 252-253 (b. 3144-45)
[17] Rahmân, 55/60.
[18] Tirmizî, Birr, 63
[19] Horata, Osman, Esrar Dede, Hayatı, Eserleri, Şiir Dünyası ve Dîvânı, Ankara: KBY 1998. s. 630.