İddialara karşı şiirleriyle Mevlana

A+
A-

“Başımı koyduğum her yerde secde edilen O’dur
Dört köşe ve altı bucakta tapılan hep O’dur
Bağ-bahçe, gül-bülbül, Semâ-sevgili
Bütün bunlar hep bahane; asıl maksat olan O’dur.”
(Mevlâna, Külliyât-ı Dîvân-ı Şems, Rubai No: 247)

1

Mevlâna
Doğum tarihi 1207 veya 1189…
Doğum yeri “Belh” yada “Vahş”…
Adı, “Muhammed”; lâkabı, “Celâleddin”;
Nisbesi, “Konevî” veya “Rûmî” veya “Belhî” veya “Vahşî”
Milliyeti “Türk” veya “Afgan” veya “Tacik” veya “İranlı”…
*****

Belh

Türk efsanelerine göre Turan hükümdarı Efrasiyab (Alp-Er Tunga)’ın başkentliğini yapmış; tarihte Zerdüştlük (Mecusilik), Budizm, Nasturi Hıristiyanlık ve Mani gibi dinlerin önemli merkezlerinden biri olmuş; Büyük İskender’in fethiyle de Yunan kültürünün yoğun olarak yaşandığı bir şehir halini almış. M. 708 yılında Arap Müslümanlarının fethiyle İslâmlaşan kent, ardından XII. yüzyılda Büyük Selçukluların eline geçmesinden sonra büyük bir gelişme göstermiş; “Ümmü’l-bilâd” (Şehirlerin Anası) ve “Kubbetü’l-İslâm” (İslâm’ın Kubbesi) sıfatlarını almıştır. Zerdüşt inancının hüküm sürdüğü dönemlerde de Belh, ateş-perestlerin merkezi ve burada bulunan Budist tapınağı Nevbihar da onların kâbesi konumunda idi.
XIII. yüzyılda da Harzemşah ülkesinin en gelişmiş kentlerinden biri olan Belh, geçmişindeki kültürlerin de izinde bilim adamlarının, din âlimlerinin ve mutasavvıfların toplandığı ve dini konuların en hararetli olarak tartışıldığı; müfessirlerle mutasavvıfların zâhir ve bâtın algılamalarının hat safhaya vardığı bir yer haline gelmişti. Mevlâna’nın babası Bahâuddin Veled’i inciterek buradan ayrılmasına sebep olan Celâleddin Harzemşah’ın yönetimindeki Belh, 1221 yılında Cengiz Hanın saldırısıyla da tarihinde bir daha ayağa kalkamayacak şekilde yerle bir oldu.

Bugünkü görünümüyle bir kasaba niteliğinde olan Belh, günümüzde ise daha çok Mevlâna’nın doğduğu yer olarak tanınmakta. Ama son dönemde eline kalem alıp Mevlâna’nın “yeni bir şeyler söylemek lâzım…” sözünü farklı algılayan bazı bilim adamlarına göre de o burada doğmadı; Tacikistan’ın Vahş kentinde doğdu. Afganistanlılar ise Belh’in yakın bir köyünde bulunan yarı yıkık ve hiçbir koruması olmayan kerpiç bir binayı göstererek “Mevlâna’nın babasının ders verdiği medrese ve Mevlâna’nın doğduğu yer” olarak lanse ediyorlar. Ellerindeki tek kanıt da henüz 50 yıl kadar önce yazılmış matbû bir eserden alıntıyla Belh’li yaşlı insanların tevatüre dayalı sözleri.

Vahş

Belh’in 250 km kadar kuzey doğusunda, bugünkü Tacikistan sınırları içerisinde, başkent Duşanbe’nin 65 km doğusunda yer alan bir şehir. Mevlâna’nın babası Bahâeddin Veled bir kaç sene burada müderrislik yapmış; Ma‘ârif adlı eserinde kısa da olsa buradan bahsediyor ve “Biz Vahş’ta iken…” gibi cümleler yazıyor. Amerikalı genç Mevlâna araştırmacısı dostum Franklin Lewis gibi bazı bilim adamları bu görev tarihini 1204-1210 yılları arası olduğunu söyleyerek Mevlâna’nın burada doğduğunu ve çocukluk dönemlerini burada geçirdiğini yazıyorlar. Ancak Mevlâna’nın eserlerinde birçok yer ismi geçmekle birlikte “Vahş” adına rastlamamamız bu tezin tarih kısmını tartışılabilir kılmakta. Öbür taraftan bizce de mutlaka üzerinde durulması gereken bir tez olarak gördüğümüz; Mevlâna’nın 1207 tarihinden 5-10 yıl kadar önce doğmuş olabileceği bilgisi -ki merhum Abdülbaki Gölpınarlı’nın da üzerinde önemle durduğu bir husustur- dikkate alındığında Mevlâna’nın Vahş’ta doğmadığı ve bu bilginin kayda değer hiçbir kaynakta yer almadığı, Mevlâna dönemine yakın kaleme alınan kaynaklarda da doğum yeri olarak Belh zikredildiğini hesaba katmalı; bu değerlendirmeler neticesinde de bu yeni iddianın sağlam bir temelinin olmadığını söylemeliyiz. Kaldı ki merhum Gölpınarlı da daha önce yazdığı bir makalesinde Mevlâna’nın 1189 gibi bir tarihte doğduğunu söylese de bu düşüncesinden vazgeçmiş olmalı ki, daha sonraki eserlerinde hep 1207 tarihini kullanmıştır.

Rum Diyarı

Türklerin daha önce de gaza için geldikleri, ancak 1071 yılında Sultan Alparslan’ın Malazgirt zaferiyle kapılarını açan ve bizlerin “Anadolu” olarak adlandırdığımız 1000 yıllık vatanımız. Her ne kadar tarihte haksız olarak “barbar ve yağmacı” olarak adlandırılsak da fethettiğimizde Rumların da bu topraklarda dillerine dinlerine ve kültürlerine sadık kalmalarına izin verdiğimiz Türk illerinin en batısı olan Anadolu. Başkenti Konya’da Mevlâna’nın kiliselerine gidip sohbet ettiği ve çok ince lâtifelerle onlara İslâm’ı sevdirerek öğretmeye çalıştığı papazlarının bulunduğu; Türk’ün, Ermeni’nin, Acem’in, Arab’ın, Hintli’nin bir arada yaşayabildiği; günümüzde; “Hepimiz Ermeni’yiz” sloganına cevap olabilecek Mevlâna’nın 750 yıl öncesi söylediği; “Aşk öyle güzeldir ki, Ermeni’yi bile Türk yapıverir!” beyitinin sokaklarında çınladığı bir yurt.

Konya

Çevresini de dikkate aldığımızda 10 bin yıllık bir şehir. Adı Frigler döneminde “Kawania” Romalılar döneminde “İkonium” olarak kullanılmış; tarihte Hıristiyanlığın ve azizlerinin de önem verdiği bir şehir. 1073 yılı sıralarında Türklerin ele geçirmesiyle belki de bu iki ismin ortak telaffuzuyla “Konya” adını almış. 1097 yılından itibaren ise Rum diyarının yani Selçuklu Anadolu’sunun başkenti olmuş. Doğu Asya’da başlayan Moğol saldırılarıyla birlikte Anadolu Selçukluları’nın belki de en güçlü ve ilim sever sultanı Alâeddin Keykubâd (slt.1220-1237) döneminde “Dârü’l-huzûr” sıfatıyla âlimlerle birlikte ticaret erbabı ve halkın da sığınacağı bir huzur kapısı olmuş. Mevlâna’nın günümüzde dahi peşinde koşulan tüm eserlerinin söylenip yazıldığı, yine Mevlâna’nın beyitiyle döneminin en büyük şehirleri olan Semerkand ve Buhara’dan da değerli bir şehir.

Karşılığında kesin bir bilgi elimizde olmadığı için bugünkü bulgularla 1207 yılında Belh’te doğduğunu kabul ettiğimiz Muhammed adlı, Celâleddin lâkablı; bizde Mevlâna diye şöhret bulmuş, batıda ise daha çok Rumi olarak tanınan 802 yaşındaki bu değerimiz tarih içerisinde de Molla, Monla, Molla Hünkâr, Hüdavendigâr ve nadiren Şeyh gibi lâkablarla anılmıştır. Bugün en çok kullanılan Belhî ve Rumî nisbeleri de Mevlâna tarafından kullanılmamış olup çok sonraları ismine izafe edilmiştir. Vahşî nisbesi de eski ve yeni hiçbir kaynakta geçmemiş olmakla birlikte yukarıdaki iddialar ve Tacikistan Cumhurbaşkanı İmam Ali Rahman’ın 2007 yılı başındaki ve yıl boyunca verdiği; “Mevlâna, Vahş’ta doğmuştur ve Tacik asıllıdır…”, “Mevlâna ailesi Vahş’ta yaşamış, sonra Belh’e göçmüştür…”, “Eserleri Tacik dilindedir…” gibi beyanatlarına binaen tarafımızdan “uydurulmuştur.” Tâcikler kendilerini M. 892-999 yılları arası İran bölgesinde hüküm süren Samanlılar’ın devamı olarak kabul ederler ve Sovyetler Birliği’nden ayrılıp bağımsızlıklarını ilan ettikten sonra da resmi dillerini zaten yüzyıllardır konuştukları, ancak kril alfabesiyle yazdıkları Farsça olarak belirlediler. Bu dil onlara göre Tacikce’dir ve Mevlâna’nın eserlerinin tamamı da Farsça olduğu için onlara göre Tacikce’dir. Tacik ve Afgan Farsçası Fârsî-i Derî olarak adlandırılıp her ne kadar Mevlâna’nın Farsçasına yakın olsa da Mevlâna’nın eserlerindeki Anadolu (Selçuklu) Farsçasının etkisi gözden uzak tutulmamalıdır. Burada şunu da belirtelim ki, 7-8 Eylül 2007 tarihinde Tacikistan’ın başkenti Duşanbe’de dünyanın 27 ülkesinden 120 bilim adamının katılımıyla uluslararası bir Mevlana konferansı yapıldı. Tacikistan Cumhurbaşkanı İmam Ali Rahman’ın da katılıp açılış konuşması yaptığı etkinlik sonrasında ülkenin güneyindeki en büyük ilçelerden Kolhozobod’un adının “Rumi” olarak değiştirilmesi kararı alınarak Tacikistan Milli Meclisi tarafından onaylandı. Bunun yanı sıra Mevlâna’nın 800. Yıldönümü kutlamaları çerçevesinde Mevlâna’nın doğduğu bölge olan bugünkü Korgantepe şehrinde bir müze ve bir kütüphanenin kurulacağı ve şehir merkezine de heykelinin dikileceği açıklandı.

Mevlâna’nın nisbesi konusunda günümüzde hiç kullanmadığımız ve 1300’lü yıllarda yazılan bir eserin Mevlâna bahsinde geçtiği şekliyle o dönemde kullanıldığı anlaşılan “Konevî” nisbesini hatırlatıyor ve bunun maalesef ilgi görmediğini ve bizim sahiplenemediğimizden dolayı da tarihin sayfaları arasında kaybolup gittiğini belirtmek istiyoruz. Biz bu nisbeler konusunda daha fazla yoruma girmeden sözü Mevlâna’ya bırakalım ve onun gazelinden bir bölümünü nakledelim:

Şiir:
“Türk kim, Tacik kim, Rum kim, Zenci kim?
Sen, mülk sahibisin; her gizliyi, her açığı çok iyi bilirsin.
Şiirim, şiirin elbisesidir; fakat şiirin içinde kim var?
Ya elbiseyi süsleyen huri, yahut da elbiseyi soyan şeytan.
Şeytanın şiirini başımızdan atalım, huriyi bağrımıza basalım.”

Yine burada bazı zihin bulanıklıklarını gidermek adına Mevlâna’nın sözleriyle Türklere bakış açısına bir göz gezdirmek istiyorum. Mevlâna en önemli eseri olan Mesnevî’sinde Türkleri son derece güzel, lâtif ve cesurâne beyitlerle över. Bu babdan olarak, Türkleri ‘Güzel ve beyaz yüzlü’ olarak nitelendirir; zenci ve Hintlinin zıddı olarak gösterir. Yine Türk’ün nârası karşısında aslanların bile titrediğini, savaşmanın Türklere ait bir özellik olduğunu vurgular. Türk’ün bazen at üstünde maharetler sergilediğini, hendeklerden atladığını ve âdeta gökyüzüne çıkacak gibi at sürdüğünü anlatır. Hele hele “Türk var olduğu müddetçe vatansız kalmaz” şeklinde dile getirdiği beyti Mevlâna’nın kendisinin de mensup olduğu Türk ırkıyla ilgili düşüncelerini âdeta özetler. Mevlâna, Dîvân-ı Kebîr’inde Türkçe söylediği bir şiirinde de “Okçılardur gözleri, hoş kemandur kaşları; öldürür yüz süvari kimdür ol Alparslan” diyerek Malazgirt ve Anadolu fâtihi Alparslan’ı över.
***

2

“Mademki Mevlâna Türk’tü eserlerini niçin Türkçe söylemedi?”, “Mevlâna eserlerini Farsça söylediği için İranlıdır; hayır Afganistanlıdır; hayır Tacikistanlıdır”, “Hayır hayır, ceddi Hz. Ebubekir’e dayanıyormuş, o halde Araptır”, “Mevlâna bazı beyitlerini Rumca söylemiş, Ermeni gençleri de yanına almış acaba…”

Yıl 1952;

Mevlâna’nın Doğum Yıldönümü nedeniyle UNESCO tarafından Paris’teki Gime Oriental Museum’da bir anma toplantısı düzenleniyor. Törene Türkiye delegeleriyle birlikte Mısır, Afganistan, İran ve Pakistan’dan da üyeler katılmakta. Törenin başlamasından önce verilen resepsiyonda bu delegeler arasında Mevlâna’nın milliyeti konusunda bir tartışma başlıyor.

Mısırlı delege; Mevlâna’nın ceddinin Hz. Ebubekir’e dayandığını, bu yüzden de onun Arap olduğunu ileri sürüyor,

İranlı delege; Mevlâna İranlıdır, çünkü bütün eserlerini Farsça yazmıştır, diyor,

Afganlı delege ise; Mevlâna Belh’te doğmuştur. Belh de Afgan topraklarındadır. O halde Mevlâna Afganistanlıdır, tezini savunmaya çalışıyor,

Türk delege de Mevlâna’nın Türk olduğunu belirttiği bir rubaisini söyleyerek Mevlâna’nın kendisini Türk ilân ettiğini belirtiyor.

Bu tartışmalar üzerine kongrenin havası bir hayli gerginleşiyor.

Pakistan delegasyonunda bulunan Fıkıh âlimi Prof.Dr. Hamidullah Han ise tartışmalara müdahale ederek “Mevlâna hiçbir milletin değil bütün insanlığın malıdır” diyerek son noktayı koymak ister. Devamında da Mevlâna’nın güneş gibi olduğunu, güneş nasıl bütün dünyayı aydınlatıp ısıtıyorsa Mevlâna’nın da bunu yaptığını belirtiyor. Hamidullah Han’ın bu görüşü İranlı delege haricinde diğer üyeler tarafından kabul görüyor ve hava yumuşuyor.

***

1952 yılında Paris’te yapılan anma töreninin benzeri şimdi yapılsa şüphesiz bütün dünya devletleri -özellikle Amerikalılar- bir yolunu bularak Mevlâna’yı sahiplenirse hiç şaşmamak gerekir. Çünkü yeni kuşak Amerikalılar’ın bazısı hemen hemen her kitapçıda eserlerini bulabildikleri Rumi’yi (Mevlâna) kendi ülkelerinin bir şâiri zannetmektedir.

Ancak burada da Fransız bilgin Pasteur’un “İlmin vatanı yoktur, fakat âlimin bir vatanı olmalıdır.” Sözüne samimiyetle katıldığımı da belirtmek isterim. Yine Mevlâna’nın kendi döneminde bazı muhaliflere cevap vermek istediği şeklinde algılanabilecek; “Ey güneş! Başka bir âlemi aydınlatmak için bu gül bahçesini terk edip gidiyorum.” beytini de sizlere hatırlatmak istiyorum.

Aslında doğruyu söylemek gerekirse, Mevlâna’nın bizim sahiplenmemize ihtiyacı yoktur. O, zaten modern fikirleriyle her dönemde, her milletten insana hitap edebilmiş, muhatap bulabilmiştir. Ama; ülke olarak, ülkemizin tanıtımına katkı olarak; ve hattâ kısırdöngülü iç çekişmelerimize cevap bulabilmek için onun fikirlerine ve yardımına hayli ihtiyacımız var. Eğer bu değerimizin farkında olamazsak, farkında olanlardan da şikâyetçi olmaya hakkımız yoktur.

Konya’da, Türk-İslâm kültür ve an’anesiyle yetişen Mevlâna ile ilgili yapılan bilimsel çalışmalar Osmanlı ve Cumhuriyet tarihimiz boyunca İran’a ve dünyaya oranla en fazla bizde yapılmıştır. Bunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Ama bunların tanıtımını ve Uluslararası literatürde kullanılmasını sağlayamamış; sadece semâ gösterileri ve Şeb-i Arûs kutlamalarını ön plâna çıkarmış; mâlesef, bugün dünyanın hemen her tarafında okuyucu bulabilen İngilizce ile kayda değer Mevlâna’yı, fikirlerini ve Mevleviliği doğru anlatan eserler yayınlayamamışız. Hâl böyle olunca da özellikle Batılılar yazdıkları eserlerle, Mevlâna’yı istedikleri gibi anlamış ve anlatmışlardır. Biz ise Mevlâna’yı doğru olarak anlamak şöyle dursun, eserlerini Farsça yazdığı için, değil modern edebiyatımıza, divan edebiyatımıza bile dahil etmeyerek Mevlâna’yı sahiplenmek isteyenlerin ekmeğine yağ sürmüşüz ve hâlâ da sürmekteyiz. Bazıları, daha da ileri gidip Mevlâna’yı İran kültürünün bir temsilcisi sayma gibi bir cehaletin içine düşmüştür.

Burada yine Yavuz sultan Selim başta olmak üzere Mevlâna’dan 300 yıl kadar geçmesine rağmen Osmanlı sultanlarının ve şehzâdelerin Farsça şiirler söylediğini, hattâ Farsça Divan meydana getirdiklerini de hatırlatmayı istiyoruz. Bunun karşılığında da Safevî hükümdarı Şah İsmail’i “Hatayî” mahlasıyla Türkçe şiirler söylediğine değinerek Yavuz’la mücadelelerini de dikkatlerinize sunmak istiyoruz. Biri Osmanlı Farsça söylüyor, diğeri İran bölgesi hükümdarı Türkçe söylüyor.

Şimdi yine bu bana göre biraz da gereksiz gibi görünen bu konuya da Mevlâna’nın sözleriyle yorum getirmeye çalışacağım:

Şiir:

“Bîgâne megîrîd men hem ezin kuyem
Der ku-yi şumâ hâne-i hod mî cûyem
Düşmen neyem egerçi düşmen rûyem
Aslem Türkest egerçi Hindû gûyem”

“Yabancı bellemeyin beni, ben de bu ildenim,
Sizin ilinizde kendi yuvamı aramaktayım,
Düşman gibi görünsem de düşman değilim,
Hintçe (Farsça?) söylesem de aslım Türk’tür benim”

***
3

“Mevlâna eserlerinde Hz. Muhammed’den daha çok Hz. İsa’dan, Hz. Musâ’dan bahsediyor; hattâ Zerdüştlükten, Hinduizm’den söz açıyor, acaba…”

Bu konu üzerine durmaya bile gerek görmüyor, yine Mevlâna’nın rubailerinin bulunduğu bütün yazma nüshalarında bulunan ve hepinizin çok iyi bildiği şu rubâiyi hatırlatmak istiyorum; ayrıca Mevlâna’nın Selçuklu başkenti Konya’da müftü makâmında oturduğunu ve geçimini buradan aldığı maaşla sağladığını da vurgulamak istiyorum:

Şiir:
Men bende-i Kur’ân’em eger can dârem
Men hâk-i reh-i Muhammed-i Muhtârem
Eger nakl koned coz în kes zi guftârem
Bîzârem ez u ve’z ân suhen bîzârem”

“Yaşadığım müddetçe Kur’ân’ın kölesiyim ben,
Hz. Muhammed’in yolunun küçücük bir hizmetçisiyim ben,
Benimle ilgili kim bundan başka bir şey söylerse,
O kişiden de, söylediği sözden de şikâyetçiyim ben.”

***
4

“Mevlâna Anadolu’ya saldıran Moğollarla işbirliği yaptı…”, “Mevlâna bir Moğol ajanıydı…” Mevlâna babası ile birlikte Anadolu’ya (Karaman’a) geldiğinde 8-10 yaşlarındaydı. Anadolu’ya hicret için Belh’ten ayrıldığında ise 5-6 yaşlarında idi. Bu dönemlerde Anadolu için Moğol tehlikesi diye bir şey yoktu. Anadolu ve Konya, tahtta bulunan I. Alâeddin Keykubad’ın (slt. 1220-1237) güçlü askeri kişiliği ve sosyal yönünün zenginliği sayesinde daha önce de vurguladığım gibi hem “huzur beldesi”, hem de birçok âlim ve edebiyat adamını bağrına bastığı bir yerdi. Zaten o dönemde Karaman’da bulunan Mevlâna ve ailesi de bu Sultanın birkaç kez “ısrarlı” davetleri neticesinde Konya’ya gelmişlerdi.

Moğolların Anadolu ve Konya’ya saldırısı Mevlâna’nın olgunluk dönemlerine rastlar. Yani Mevlâna bu dönemlerde, bildiği doğruları çekinmeden söyleyen, hattâ halka yaptıkları eziyetlerden dolayı dönemin Selçuklu Sultan ve devlet ileri gelenlerini bile azarlayan bir özgürlüğe sahipti. Moğolların Konya’yı kuşatmalarında da Moğol askerleri karşısında dirençsiz kalan milletine belki de Anadolu Fâtihi Alparslan’ı hatırlatarak; “Biz binlerce arslanken iki-üç çıplak ve yarı canlının elinde niçin bu derece âciz kaldık?” diyerek onları harekete geçirmeye çalışır. Taht kavgasına düşerek güçlerini bölen ve Moğolların karşısında yekvücud olarak direnç gösteremeyen kardeş Selçuklu Sultan adaylarının birleşmeleri için de gayret sarf eder. Bu tarihi gerçeklerden Mevlâna’nın “Moğol ajanı” olup-olmadığı fikri nasıl çıkarılabilir mi? Zaten Mevlâna’nın, halkın; hattâ devlet ileri gelenlerinin bile huzurlarında elpençe divan durdukları Moğollar’ı hiç çekinmeden “hilekâr” olarak nitelendirmesi onlara bakış açısını sergilemektedir. Konya’yı kuşatan Moğol lideri Baycu (ölm. 1295) ve adamları bir müddet Mevlâna’nın sohbetlerine katılmışlar ve sonrasında Konya’yı yakıp-yıkmaktan vazgeçmişlerdir. Bu da Mevlâna’nın Asya’yı talan ederek askeri gücünü ispat etmiş düşmanı, silâhla değil de masa başında yenilgiye uğratması demektir. Baycu’nun bu konuda “Her şehirde ve ülkede böyle bir adam olsaydı oraların halkı asla bize mağlup olmazdı” demesi de Mevlâna’nın ikna gücünü ortaya koymaktadır. Yine Moğol (İlhanlı) hükümdarı Kazan Hanın, Mevlâna’nın “Sen Moğollardan korkuyorsan Allah’ı tanımıyorsun demektir. Ben ise onları yüz tane iman sancağı ile karşılıyorum” beytini kaftanına altın sırma ile işletmesi anlayana çok şey ifade eder. Anlamak istemeyenler ise, âdeta Kur’ân’daki “…namaza yaklaşmayın” âyetini okurlar da onun öncesi olan “sarhoş iken…” kısmını görmezler. Burada yine belirtelim ki, Mevlâna’nın Moğollara ajanlık yaptığını veya onlarla işbirliği içinde olduğunu iddia eden kişi genellikle Eflâkî Dedenin menakıb kitabını eksik olarak kullanıp, bu saçma tezine delil arıyor. Adı geçen bu eserin birçok yerinde Mevlâna’nın Moğollara karşı olduğu apaçık görülür. Aynı eserin II. cildinde (s. 373 vd.) Moğolların güdümünde olan Emir Muîneddin Pervâne’nin Mevlâna’ya gelip “Moğollar’ın devleti ve hâkimiyetleri ne zaman sona erecek” diye sorması üzerine Mevlâna’nın “bizim insanlarımıza adaletli ve iyi davranmadıkları ve halka zorbalık yaptıkları zaman” diye cevap vermesi bugün bile âdil olmayan devlet ve hükümetlerin çabucak yok olup çökeceğine güzel bir örnektir. Yani Mevlâna’nın bu çağdaş tespiti günümüz deyimiyle “Adalet mülkün (devletin) temelidir” demektir. Yani yakın tarihimizde literatürümüze kazandırıldığı gibi “Obama gibi gelip Bush gibi olmamaktır.”

Tarihî olaylara günümüz mantığıyla bakmak ve bugünün değer yargılarıyla geçmişi değerlendirmek en cahil tarihçinin bile yapmaması gereken bir olaydır. Eğer böyle bakılırsa özellikle Osmanlı Devletinin o çoğu parlaklıkla geçen ve Türk insanının şânının ve mensubu olarak şereflendiğimiz İslâmiyetin 7 düvele yayıldığı 700 yıllık şaşaalı geçmişini bir kalemde bazı tespitlerle silebiliriz. Bir Fâtih Sultan Mehmed Han’ı düşünelim. İstanbul’u fethederek Peygamber Efendimiz (S.A.V.)’in hadis-i şeriflerine mazhar olan ve Avrupa’yı Türkler’e açan bu övünç kaynağımız devlet adamını “beşikteki kardeşini öldürmekle” suçlayıp, pekâlâ aşağı bir duruma getirebilir, hattâ “kardeş kâtili” damgası bile vurabiliriz. Yada Anadolu Selçukları Dönemine geri dönüp Alâaddin Keykubad II’nin annesinin Gürcü olduğunu, annesi tarafından da hükümdar soyuna mensup olduğu için diğer kardeşlerinden üstün tutularak veliahd seçildiğini söylersek bugüne göre taraflı gözlükle bakıp nasıl bir yorum çıkarmamız gerekiyor. Tarihte bolca görebileceğimiz bu tarzdaki örnekler çoğumuzun malûmu olduğu için bu iki örnekle yetiniyorum.

Şimdi Mevlâna’ya gelirsek:

Selçuklu kardeşleri II. İzzeddin Keykavus ve IV. Rükneddin Kılıçarslan

**

Burada şunu da belirtelim ki, Keykubâd ve Keykavûs gibi isimler Mecûsi dönemi İran Padişahlarının sıfatlarıdır. İstediğimiz takdirde bunları bile eleştirebilir, bu Müslüman Selçuklu Türk Sultanları âteş-perestlerin isimlerini niçin aldılar, diye onları yargılayabiliriz; yada Anadolu’yu kuşatan Moğolların bir kuşak sonrasında İslâm’la şereflenip Müslüman adları aldıklarını da söyleyerek kafaları iyice karıştırabiliriz)

**

İki kardeş olmakla birlikte ilki Anadolu halkının bir bölümüyle, ikincisi ise yine Anadolu’daki halkla ve Moğollarla yakınlaşmış ve mücadele ve hattâ savaşmaları neticesinde tarih ikincisini sultan yapmıştır (13 Ağustos 1261). Yine bazı popüler tarihçilerin IV. Rükneddin Kılıçarslan tahta geçtikten sonra karşı taraftakilerin mallarının alındığını ve hattâ öldürüldüklerini dile getirmesi de oldukça garip, hattâ komiktir. Bir savaş olmuş ve bir gâlip ortaya çıkmıştır. Savaş ortamında bu tarz şeylerin olduğu herkesin mâlûmudur. Nihayetinde tüm dünya tarihinde de sıkça yaşandığı gibi, iki kardeş mücadelesinden biri gâlip çıkıp tahta oturuyor. Burada Yüce kitabımız Kur’ân’da geçtiği (Bakara, 247) ve Mevlâna’nın torunu Ulu Ârif Çelebi’nin de Moğollarla ilgili olarak kullandığı; “Yüce Allah kime dilerse ülkeyi ve yönetimini ona verir” felsefeli bakış açısını hatırlatmak; yine Moğolların Anadolu’ya sahip olmasını da bu şekilde değerlendirmek gerekiyor. Zira Mevlâna’nın Fîhi mâfîh adlı eserinde de bu konuya verilebilecek oldukça anlamlı birkaç olay vardır ki şöyledir: Müritlerinden biri Mevlâna’ya gelerek “Moğollar Anadolu’ya gelmeden önce çok fakirdiler, binek hayvanları öküz, silahları da odundandı. Şimdi nasıl oldu da en iyi Arap atlarına ve silahlara sahip oldular?” diye sordu. Mevlâna da şu cevabı verdi: “Onların gönülleri kırık ve fakir iken Allah onların yalvarmalarını kabul etti ve onlara yardım etti. Şimdi ise bu kadar zengin bir durumdalar, ancak halkın fakirliği ve zayıflığı vasıtasıyla (bu sefer) Allah onları yok edecektir.” Bu husus özellikle dinimizin ve “yaşadığım müddetçe Kur’ân’ın kölesiyim” diyen Mevlâna’nın fakirliğe ve dertli bir durumda iken gönülden yapılacak bir duânın Allah katında kabule daha yakın olduğu şeklinde tasavvufî olarak yorumlanması gereken bir durumdur. Bu olayın devamında yine Mevlâna’nın bir müridinin “Tatarlar da (Moğollar) kıyamete inanıyorlar ve bir sorgu-suâl günü olacak, diyorlar” şeklindeki sözüne onun şu cevabı oldukça anlamlıdır ki, âdeta Anadolu’yu işgal eden Moğolların yönetimi hakkındaki Mevlâna’nın görüşünün ana fikrini temsil eder. Mevlâna’nın cevabı şudur: “Yalan söylüyorlar, kendilerini Müslümanlarla aynı göstermek istiyorlar. Deveye ‘nereden geliyorsun?’ diye sormuşlar, ‘hamamdan’ karşılığını vermiş; ökçenden belli demişler. Eğer Moğollar Kıyamet Gününe inanıyorlarsa bunun delili hani? Bu yaptıkları günahlar, zulümler, kötülükler, üstüste birikmiş karlar gibi kat kat yığılmıştır. Eğer Yüce Allah’a yönelirlerse bu karlar erir.” Bütün bu anlatmaya çalıştıklarımıza tekrar Mevlâna’nın bir gazeliyle son vermek istiyorum:

Şiir:

“Sevgili’nin küpünden bir erlik kadehi doldurdum mu,
iki dünyayı da gizli âlemi de tümden, işten-güçten alıkoyarım.
dağın ardından çıkar, aşk bayrağını yüceltirim.
kayaların, mermerlerin gönüllerinden ikrar soluğunu çıkartırım.
o yüce dağın beline aşk kemerini bir bağladım mı,
münâfığın belindeki zünnârın ucunu tutar, söküveririm.
sen Tatar’dan korkuyorsun, demek ki Allah’ı tanımıyorsun;
oysa ki ben Tatarlar’dan iki yüz iman bayrağı yücelteceğim.
hele bir soluk susayım da aşk şarabını içeyim;
savaş zırhımı giyineyim de orduyu kırıp geçireyim.”

Evet, Mevlâna’nın eserlerini okuyup da anlayamayan ve bir bütün olarak kıyaslamaya tabi tutamayıp değerlendiremeyen, bazı “taraflı” bilim adamlarının uğraştıkları konular bunlar. Ama en güzel cevapları yine eserleriyle Mevlâna veriyor; ama renkli camdan baktıkları için her şeyi olduğu gibi yalın göremiyorlar.

Mesnevî’den:
“Bütün renkli camların lideri renksiz camdır.”

***

ANLAYANA MEVLÂNA’NIN DİLİNDEN MESNEVÎ’Sİ

Eşek yurdundan adamın biri şunu bunu kınayıp duranlar gibi itiraz ederek dedi ki; (III/4232)

Bu sözler, yani Mesnevî, aşağılık bir söz; Peygamber’in hikâyesi ve ona uymayı anlatıp durmada. (III/4233)

Mesnevî’de öyle velilerin at koşturdukları makamlara ait yüce bahisler, yüksek şeyler yok vs… (III/4234)
(Ne diyeyim) lâhavle çekiyorum; ama kendi söylediğim sözlerden değil! O kötü düşüncelinin vesveselerinden lâhavle çekiyorum. (IV/765)

Çünkü o, benim sözlerime karşı hayallere düşmekte, gönlündeki vesveseler ve şüpheden doğan inkârlar yüzünden hayaller kurmakta. (IV/766)

Lâhavle diyorum; yani çaresi yok; çünkü onun gönlünde benim sözlerimin zıddı olan düşünceler ve sözler var. (IV/767)

Mesnevî, Nil ırmağının suyu gibidir. Kıpti’ye kan görünür; ama Musa kavmine kan değil, sudur. (IV/33)

Mesnevî’deki sözlerden maksadım senin sırrındır; onu şiir halinde söylemekteki muradım senin sesindir. (IV/758)

Mesnevî, masal diyene masaldır; fakat bu kitapta halini gören, bu kitapla kendini anlayan kişi de er kişidir. (IV/32)

Sanır mısın ki Mesnevî sözlerini okuyasın da ucuzca, bedavaca duyasın, anlayasın; (IV/3459)

Yahut hikmet sözleri ve gizli sırları kolayca kulağına girsin, ağzına gelsin! (IV/3460)

Duyarsın, duyarsın ama sana masal gibi gelir. Dış yüzünü duyarsın, iç yüzünü değil! (IV/3461)

Ben doğruyu söylüyorum, doğru söz acıdır. (I/1179)

Akl-ı Küll’den ilham edilen bu sözler, o gül bahçesinin, o servi ve sümbüllerin kokusudur. (I/1899)

Sevgili, benim sözüme darılsaydı susardım; bana bir lahzacık mühlet verseydi sükut ederdim. (I/1993)

Fakat “Söyle, bu söz ayıp olmaz. Senin sözün, gayb âlemindeki kaza ve kaderin zuhurundan başka bir şey değildir” demekte. (I/1994)

İnsanlar benim sırlarımı bilmiyor da sözlerimi saçma sanıyor. (III/2367)

Hakları da var. Gaybın sırrını, Yüce Allah’tan başka kim bilebilir ki? (III/2368)

Esasen tutalım yürekleriniz taş kesildi, kulağınıza, gönlünüze kilitler vuruldu. (III/2926)

Sözümüzü kabul edecek yahut etmeyeceksiniz, biz buna aldırış etmeyiz. Aldırış ettiğimiz şey Yüce Allah’a teslim olmak, O’nun fermanını yerine getirmek… (III/2927)

Bize bu kulluğu O buyurdu; bu söz söylememiz, kendiliğimizden değil ki! (III/2928)

Canımız, O’nun emrini yerine getirmek için; bunun için yaratıldık, bunun için yaşıyoruz, “Kuma tohum ek!” dese bile, biz ekeriz. (III/2929)

Sözlerim, boğazına tıkıldı kaldı (değil mi?). Artık ben sustum… Hadi, (ben demeyeyim) kendine lâyık olanı kendin söyle bakalım! (IV/768)

Bir veli sana gayba ait yüz binlerce şeyi, yüz binlerce sırrı apaçık söylese bile, (II/2344)

Sende o anlayış, o bilgi olmadıkça yine fışkıyı öd ağacından ayırt edemezsin. (II/2345)

(Çünkü) eğri duygu eğriden başka bir şey göremez. Önüne ister eğri getir, ister doğru, fark etmez. (IV2394)

Şaşı göz, bil ki tek göremez! (IV/2395)

Büyükler, bu sözü boş yere söylemediler: “Temiz kişilerin cisimleri de, can gibi saftır, temizdir.” (I/2000)

“Temiz şeyler temizlere aittir; pislere de pis şeyler.” (II/272)

Mecliste bana söz söyletecek adam bulsam çimenlik gibi yüz binlerce gül bitiririm. (IV/1319)

Fakat söz söylerken de nefes öldüren bir ahmak olsa gönüldeki nükteler hırsız gibi kaçar. (IV/1320)

(Mecliste) anlatılanı anlamaya; söyleneni dinlemeye liyâkati olanlar yoksa, söz söyleyenin söyleme kabiliyeti onu görür, anlar; ve yatar, uyur!.. (III/3207)

(Aslında) ahmak kişiye verilecek cevap sükuttur, ne diye sözü uzatıp dururum bilmem ki!.. (Ama); (IV/1488)

Yüce Allah, rahmetinin yüceliği ve kerem denizinin dalgalanması yüzünden çorak yerlere de yağmur yağdırmada. (IV/1489)

Cevap vermemek cevaptır; ahmağa verilecek (en güzel) cevap da susmaktır. (Başlık)

(Ancak) sen yine de gülün sözünü terk etme, söylemene devam et! Bu söz, pek büyük bir kimyadır. (IV/2025)

Bir bakır, senin sözünden nefret eder, kaçmaya kalkışırsa yine de sen kimyayı ondan esirgeme! (IV/2026)

Onun büyülenmiş nefsi bu sözüne şimdi kulak asmıyorsa, belki sonunda ona da tesir eder, bir fayda verir. (IV/2027)

Söz söyleyen insân-ı kâmil olursa söz sofrasını yaydı mı her çeşit aşlarla doldurur. (III/1895)

Hiçbir konuk mahrum kalmaz; herkes o sofrada kendi gıdasını bulur. (III/1896)

O sofra, Kur’ân’a benzer; Kur’an’ın da yedi mânası vardır; alelâde insan da doyar, irfan sahibi de. (III/1897)

Ey oğul, gel, gel! (Bu sofra) sizi Yüce Allah’ın esenlik yurduna çağırmada!.. (IV/2028)

Biz neye bu derecede söze daldık? Hikâye söyleyelim derken hikâye olduk gittik! (III/1147)

Ben yokum zaten, ağlayıp sızlayarak masal oldum gitti. Bu suretle secde edenler arasına katılayım, onlarla beraber yatıp-kalkayım bari. (III/1148)

İş bilen, söz anlayan adama bu söz, hikâye değil. Halimi anlatıyorum ben, Sevgili’nin huzurundayım ben! (III/1149)

“Mümin, Tanrı nuruyla görür” sözü saçma değil. Yüce Allah’ın nuru gökleri bile delip geçer! (IV/3400)

(İşte) bu sözler alelâde halkın aklına göre söylendi, kalanı ise gizlendi! (IV/3286)

***
Mevlâna Mesnevî’sine diyor ki;

Yüce Allah, gönlümü gök gibi sâf hale getirdi;
size nasihatler vermeye,
şeker gibi temsiller getirmeye,
mânâlı sözler söylemeye başladım.
şekerden taze süt çıkarıp,
balla şekeri sözlerime katmaya,
size tatlı tatlı öğütler vermeye koyuldum.
bu öğüdümü tutun da gönlünüz, canınız belâlara düşmesin.
ben, sizi pişmanlıklardan kurtarmak için elçiliğimi yaptım;
boynumdaki öğüt borcumu ödedim.
sözlerimizin mükâfatı;
Yüce Allah’ın rahmetiyle, iki misli olarak bize geri gelmesidir.
bu sözlerim insanlara bir tekrarlama gibi gelebilir;
ama bence tekrarlanan (söz değil),
tazelenip uzayan bir ömürdür…
öğüdü tutanın sonu da, ancak kutluluktur.
ben, size iyilik ettim;
sizi kötü işlerden kurtarmak için öğütler verdim.
(siz de) elinizde kalan şu kadarcık tohumu ekin de
şu iki anlık ömürden, daha uzun bir ömür yeşersin.
bu aydın çırağ sönmeden kendinize gelin de
hemen fitilini düzeltin, yağını tazeleyin.
‘yarın yaparım’ demeyin; nice yarınlar geçti.
ekin zamanı tamamıyla geçmeden uyanık olun;
nasihatimi dinleyin.
ten, kuvvetli bir bağdır;
yeniyi istiyorsanız, eskilerden soyunun,
ten bağına yepyeni tohumlar ekin…
(Mevlâna Celâleddin-i Rumi)

SONUÇ;

Dünya geneline baktığımızda da hem 600 yıllık Osmanlı dönemi ve Cumhuriyet tarihimiz boyunca Mevlâna hakkında yapılan kütüphaneler dolusu Türk insanının çalışmalarını ve 3 kıtaya yayılan Mevlevîhâneleri görmezden gelen İran, Afganistan ve Tacikistan gibi ülkeler gözlerini yeni açıp Mevlâna’yı sahipleniyorlar; hem de “Türkiye’de Mesnevî okumak yasak, zaten Farsça bilmedikleri için okuyup anlamıyorlar…” gibi en yetkili ağızlardan aslı olmayan karalama kampanyaları yürütüyorlar. Bizim kendi içimizdeki bazı sözde bilim adamları da dini konularda ahkâm kesmelerinin yanı sıra; “Şöhret âfettir” Hadisini görmezden gelerek Mevlâna ile Türk insanının arasını açmak amacıyla uydurma “tez”lerle şöhret peşinde koşuyorlar ve bu milletlerin ekmeklerine yağ sürüyorlar. Allah bilir, ya birilerine şirin görünmeye çalışıyorlar, yada Mevlâna’nın; “Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız; sevdiriniz, nefret ettirmeyiniz” Hadisini benimsemiş öğretileriyle dinini “özde de” yaşamaya çalışan samimi Mü’minler arasında temsilcisi oldukları tasavvuf karşıtlığının yayılamayacağı endişesine kapılıyorlar.

Son olarak batı dünyasına ve özellikle ABD’ye de bir bakmak gerekirse; çok ırklı milletlerin oluşturduğu günümüzün süper gücü Amerika, 150 yıldır Mevlâna’yı biliyor; ancak süper güçlülüğün verdiği sınır tanımaz, adalet bilmez politikalarıyla okuyup duyduğumuz kadarıyla yaptıklarına kendi halkını bile ikna edemez konumda. Bu özgürlükler ülkesinde yaşayan insanlar materyalist düşüncenin hâkimiyeti altında insani değerleri unutmuş, unutmak zorunda kalmış. Bu durumdan çıkmak için bazen bir Hintli Guru’nun, bazen bir Budist rahibin peşine takılıyorlar; bazen de Satanizm gibi, Ateizm gibi inanışsızlığın halkalarına takılıp iki dünyalarını da karartıyorlar. Şanslı diyebileceğimiz bazıları da ya seyrettiği bir Semâ’dan; yada duyduğu veya okuduğu Mevlâna’nın bir sözünden etkilenerek, “Budizm gibi, Kabala gibi” zannettiği Mevlevîliği tanımaya çalışıyor. Bu gurup içerisinden de daha şanslı olanları önce Mevlâna’yı, daha sonra da onun düşüncelerinin merkezinde bulunan İslâm’ı araştırıp tanımaya çalışıyor ve işin sonunda da doğruyu bulup; “Allah dilediğini hidâyete erdirir” müjdesine nâil oluyorlar. Bu guruptaki “Mü’minler” Mevlâna’nın dediği gibi; “Dinini babandan miras olarak buldun da kıymetini bilmiyorsun” sözünü ispatlarcasına samimiyetleriyle bizlere de dersler veriyorlar. Hidâyete erme konusunda daha az şanslı olan bazıları ise Mevlâna’yı fazla okumaya gerek görmeden Semâ ve musıkî ile tatmin olup yaşamını devam ettiriyor; içlerindeki boşluğu bu ikisiyle doldurup, “kânî” oluyorlar.

ABD demişken; California’nın bu ülkenin Mevlevî merkezi olduğunu; Hawai adalarından birinde Galata Mevlevîhânesi örneğinde bu yıl inşasına başlanan Mevlevîhâneyi de hatırlatarak, samimiyetlerine inanmaya çalıştığımız bu ecnebi Mevlevîlerin fedakâr hizmetleri ve çalışmaları sonucunda önümüzdeki dönemlerde Mevlâna’mızın adını “Mevlâna Celâleddin-i Californiayî” olarak duymamayı ümit ediyoruz. Çünkü; İslâm âlemi olarak hep birlikte gururla sahiplenebileceğimiz İbn Sina, Farabi, Ömer Hayyam, Ebu Reyhan Biruni gibi bilim adamlarını anlama, araştırma ve dünyaya tanıtma yerine onların milliyetleriyle uğraşıp birbirimizle kavga edip dururken işte Mevlâna örneğinde olduğu gibi ne dili, ne dini, nede kültürü bizimle aynı olmamakla birlikte “ecnebiler” bu değerlerimizi birer birer alıp kendilerine göre şekillendirmeye devam edeceklerdir…

Sözün Özü;

Nereli olursa olsun, hangi dille yazarsa yazsın, hangi dinden bahsederse bahsetsin “renksiz cam”la bakabilenler için Mevlâna’dan öğrenilecek daha çok şey var; eserlerinde keşfedilecek daha çok bilgi var…

“Dikkat edersen görürsün ki bir münkirin inkârı, sırf inkâr için değildir.
Hasedinden düşmanı kahretmek, yahut üstün olmayı dilemek, kendini göstermek içindir.” (Mevlâna, Mesnevî, IV, 2991-2992)

 

[1] Mevlâna, Külliyât-ı Dîvân-ı Şems, Neşr. Bediüzzamân Furûzânfer, I-II c., Tahran, 1374 hş./1995, Gazel No: 1949

[2] Mevlâna, Mesnevî, III, 3440, I, 2370, 3466, I, 3521 vd.; krş. VI, 1870

[3] Mevlâna, Mesnevî, V, 2960

[4] Mevlâna, Mesnevî, V, 3779

[5] Mevlâna, Mesnevî, III, 3613, 3614

[6] Mevlâna, Mesnevî, II, 456

[7] Mevlâna, Divan-ı Kebir, I-VIII c., Çev. Abdülbaki Gölpınarlı, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara, 1992, I, LXXXV

[8] Mevlâna, Külliyât-ı Dîvân-ı Şems, Rubai No: 1178

[9] Mevlâna, Külliyât-ı Dîvân-ı Şems, Rubai No: 1331

[10] Mevlâna, Mesnevî, III, 4482-4483

[11] Mevlâna, Mesnevî, III, 858 vd.

[12] Şemseddin Ahmed-i Eflâkî, Menâkıbü’l-ârifîn, I, 282 vd.

[13] Meselâ bkz. I. cildin 286 vd., 365 vd., 600 vd., II. cilt, 31 vd. sayfalar

[14] bkz. Kerîmüddin-i Aksarâyî, Müsameretü’l-ahbâr, çev. M. Nuri Gençosman, Ankara, 1944, s. 133

[15] Şemseddin Ahmed-i Eflâkî, Menâkıbü’l-ârifîn, II, 324

[16] Mevlâna, Fîhi mâfîh, s. 101 vd.

[17] Mevlâna, Divan-ı Kebir, Çev. Abdülbaki Gölpınarlı, I-VIII c., Kültür Bakanlığı Yay., Ankara, 1992, c. VII, Gazel No: XIX

[18] Mevlâna, Mesnevî, I, s. 1120