HZ. ŞEMS-İ TEBRİZİ
HZ. ŞEMS-İ TEBRİZİ
Kaddesallahu Sırrahulaziz
Konya’da, eski adıyla güllük mevkiinde Şems Parkı olarak bilinen alanın içinde eski bir cami ve türbe vardır. Yılın her günü ziyaretçilerle dolup taşan Mevlânâ türbesine yaklaşık on dakikalık mesafedeki bu mekânı bilen ve ziyaret edenlerin sayısı ise parmakla gösterilecek kadar azdır.
Sözünü ettiğimiz türbe, Mevlânâ’yı hakikâtin sırlarına ulaştıran bir zatın adını taşımaktadır. Tahmin ettiğiniz gibi Şems-i Tebrizi’nin adını….
Büyük bir arif olduğu bilinen Melikdad oğlu Ali adlı bir kişinin oğlu olan Muhammed Şemseddin, 1164 senesinde Tebriz’de dünyaya gelmiştir. Henüz çocukluk ve ilk gençlik yıllarında bile kendi kuşağının çocuklarından bambaşka olduğunu göstermiş, anne babasını,yakınlarını, hocalarını hayrete düşüren davranışlar ortaya koymuştur. Zamanın ölçülerini aşan bu zat, çocukluk dönemine ait bir anıyı şöyle anlatıyor:
“Henüz ergenlik çağına girmemiştim. Aşk deryasına daldım mı otuz kırk gün hiçbir şey yiyemezdim; istekten kesilirdim. Günlerce açlığa susuzluğa katlanırdım. Bir gün babam bana çıkıştı : ’ Oğlum’, dedi ‘ben senin bu halinden bir şey anlamıyorum. Bunun sonu nereye varacak?‘ ben ona şu cevabı verdim:
‘Baba, seninle benim babalık ve evlatlık ilişkimiz neye benzer bilir misin? Bir tavuğun altına tavuk yumurtalarıyla bir de kaz yumurtası koymuşlar. Vakti gelip de civcivler çıktığı zaman, bunlar hep birlikte analarının ardına düşerler, bir göl kenarına gelirler. Kaz yumurtasından çıkan civciv hemen kendini suya atar, bunu gören ana tavuk, eyvah yavrum boğulacak der. Çırpınmaya başlar. Halbuki kaz yavrusu, neşe içinde suda yüzmektedir. İşte, seninle benim aramdaki fark da böyledir.”
Muhammed Şemseddin, bazı görüşlerin ve Mevlana’nın müridi, öğrencisi olduğu yolundaki yaygın inanışın aksine, basit bir batıni dervişi değil, üstün vasıflarla bezenmiş, hatta vasıftan dahi söz edilemeyecek yapıda bir zattır. Mevlana gibi zahir ve batın ilimlerinde yüksek derecelere ermiş, müderrislik, müftülük yapmış seçkin bir insanı aşk ateşiyle pişirip ona mânâ aleminin pencerelerini açan biri hakkında başka nasıl düşünebiliriz ki?
Her sözü, sohbeti ve bakışı ile insanları alt üst eden, dar, sınırlı bir ahlaktan Allah’ın ahlakı anlayışına çeken Şems, kendisi için şunları söylüyor :
“Ben bir tarafta, dünyanın insanla şenelmiş dörtte bir kısmının halkı da bir tarafta olsa,beni sorguya çekse onlara cevap vermekten kaçınmam ve daldan sıçramam. Ne kadar zor şey sorsalar cevap üstüne cevap veririm. Benim bir sözüm, onlardan her birisi için on cevap ve hüccet olur.”
Bir gün Baba Kemal’in, kendisine Şeyh Fahreddin Iraki’ye açılan sırlardan ve hakikâtlerden yana bir keşif gelip gelmediğini, sorması üzerine Tebrizi:
“Ondan daha çok müşahade gelir! Ancak onun bildiği bazı ıstılahlar vardır,onun için gördüğünü en sevimli şekilde sunar. Bana gelince, bende öyle güç yoktur.” diye cevap verir. Baba Kemal de
“Allah ü Teala, sana günlük bir arkadaş versin ki, evvellerin ahirlerin bilgilerini hakikâtlerini senin adına izhar etsin. Hikmet ırmakları onun kalbinden diline aksın, harf ve ses kıyafetine girsin, o kıyafetin rütbesi de senin adına olsun” der.
Makalat adlı eserindeki ifadelerinden onun Tebriz’de Ebubekir adlı Şeyhinden feyz aldığı anlaşılır, ancak yine kendisinin bildirdiğine göre, şeyhi onda olan bir şeyi görememiş, başka kimsenin de göremediği bu farkı, sadece Hüdavendigârı Mevlana anlayabilmiştir.
Zaten şeyhi onu daha fazla olgunlaştırmanın kendi gücünü aştığını anladığı zaman seyahate çıkmasına izin verir. O da diyar diyar gezip Sohbetine dayanabilecek bir dost, bir mürşit arar. Fakat aradığını bir türlü bulamaz, hiç kimse onu tatmin edemez. Konuştuğu kişileri imtihan eder,istediği cevabı alamayınca oradan ayrılır. Kendisini olgunlaştıracak bir şeyh aradığını söyler; ama bütün şeyhleri kendine mürid yapıp arayışına devam eder.
Memleketi olan Tebriz’de kendisine manevi kemalinden dolayı “Kamili Tebrizi”, durmadan gezdiği, yolları tayy ettiği için “Şemseddin-i Perende” (uçan Şemseddin) derler.
Bir gün yolu Bağdat şehrine düşer. Orada meşhur sofilerden Şeyh Evhadüddin Kirmani’yi bulup neyle meşgul olduğunu sorar.
“Ayı leğendeki suda görüyorum” diye cevap verir Kirmani.
Şems Hazretleri bu cevap üzerine:
“Boynunda çıban yoksa neden başını kaldırıp da onu gökte görmüyorsun? Kendini tedavi ettirmek için bir doktor bulmaya bak. Böylece, neye bakarsan gerçekten bakılmaya değer olanı onda görürsün” der.
Kirmani Hazretleri Şems’in ellerine sarılıp müridi olmak istediğini söyler. Şems’in cevabı kesindir: “Sen benim arkadaşlığıma dayanamazsın!”
Ama, Evhadüddin, ısrarlıdır. Nihayet, Şems, Bağdat pazarının tam ortasında birlikte şarap içmek şartıyla kabul edeceğini söyler. Evhadüddin “bunu yapamam” deyince,
“O zaman benim için şarap bulup getirir misin?” sorusunu yöneltir. Onu da yapamayacağını bildiren Kirmani’ye “ben içerken bana arkadaşlık eder misin? ”diye sorar. “Edemem” yanıtı üzerine artık Şems Hazretleri, “ Erlerin huzurundan ırak ol!”diye bağırır. “Bana arkadaş olamazsın . Bütün müridlerini ve dünyanın bütün namus ve şerefini bir kadeh şaraba satmalısın. Bu aşk meydanı erlerin ve bilenlerin işidir. Ve şunu da iyi bil ki ben mürid değil, şeyh arıyorum.
Hem de rastgele bir şeyh değil, hakikâti arayan olgun bir şeyh!..”
Kirmani, teslimiyet ve kabiliyet imtihanını bu nedenle geçememiş, onun asıl maksadını idrak edememiştir.
Tebrizi, arayışları sırasında bir rüya görür. Rüyasında kendisine bir velinin arkadaş edileceği bildirilir. Üst üste iki gece rüya tekrarlanır ve o velinin Rum ülkesinde olduğu haberi verilir.
Onu aramak için yollara düşmek ister, fakat daha zamanının gelmediği, “işlerin vakitlerine tabi ve rehinli olduğu bildirilir.”
Şems ilahi tecellilerle mest olduğu, tam mânâsıyla istiğraka daldığı, müşahedenin güzelliğine beşer kuvvetiyle tahammül gösteremediği zamanlarda “gizli velilerinden birini bana göster” diyerek niyaz eder ve sabırsızlanır. Üzerindeki o yoğun halleri dağıtmak için başka işlerle oyalanmaya çalışır. Para almadan inşaat işlerinde bile çalışır.
Nihayet bir gün;
“Madem ki ısrar ve arzu ediyorsun O halde şükrane olarak ne vereceksin?” diye bir ilham gelir.
O da “başımı!..” cevabını verir.
Bu cevaba karşılık olarak,
Bütün kâinatta Mevlana-yı Rumi Hazretlerinden başka, senin şerefli arkadaşın yoktur.” haberi gelir.
Artık Rum ülkesine gitmek, o sevgili ile görüşmek ve yolunda başını feda etmek üzere yola çıkacaktır.
Uzun bir yolculuğun ardından Şemseddin Muhammed, M. 1244 yılının Ekim ayında Konya’ya gelir. Kaldığı han odasının anahtarını boynuna zamanın tüccarları gibi asıp çarşıda dolaşmaya başlar aşk ve ilmin tüccarı olduğuna işaret ederek…
İkindiye doğru, ana caddede, katıra binmiş, talebeleri etrafında dört dönen bir müderris görünür. Şems aradığı dostun o olduğunu anlar. Önüne geçerek katırın dizginlerini tutar ve keskin bakışlarıyla:
“Sen Belhli Baha Veled’in oğlu Mevlana Celaleddin misin?” diye sorar.
Mevlana “evet” diye cevap verir. Şems:
“Ey müslümanların imamı! Bir müşkülüm var. Hz. Muhammed mi büyük, Bayezid-i Bistami mi?
Sorunun heybetinden kendinden geçen Mevlana, kendini toplayınca;
“Bu nasıl sual böyle? Tabi ki, Allah’ın elçisi Hz. Muhammed bütün yaratıkların en büyüğüdür.”
O zaman Şems:
“O halde neden Peygamber bu kadar büyüklüğü ile Ya Rabbi seni tenzih ederim, biz seni layık olduğun vechile bilemedik” buyururken,
Bayezid, “Ben kendimi tenzih ederim! Benim şanım çok yücedir. Zira cesedimin her zerresinde Allah’tan başka varlık yok!..” demekte?
Mevlana:
“Hz. Muhammed, müthiş bir manevi susuzluk hastalığına tutulmuştu,’biz senin göğsünü açmadık mı?’ şerhiyle kalbi genişledi. Bunun için de susuzluktan dem vurdu. O Her gün sayısız makamlar geçiyor, her makamı geçtikçe evvelki bilgi ve makamına istiğfar ediyor, daha çok yakınlık istiyordu.
Bayezid ise, bir yudum suyla susuzluğu dindi ve suya kandığından dem vurdu. Vardığı ilk makamın sarhoşluğuna kapılarak kendinden geçti ve o makamda kalarak bu sözü söyledi.”
Şemsi Tebrizi, bu cevap karşısında “Allah”diyerek yere yuvarlanır.
Mevlana, hemen atından inip yanındaki adamların da yardımıyla onu yerden kaldırıp medresesine götürür.
Artık bu medresede iki âşık, hiç dışarı çıkmadan, yanlarına kimsenin girmesine izin verilmeden aylarca sürecek sohbetlere dalacaktır. Mevlana bunca zaman kitapların, sayfaların arasında aradığı ve Şeyhi Seyyid Burhaneddin’in yıllarca önceden müjdelediği sevgilisine, gönül dostuna kavuşmuş,o andan itibaren de bütün yaşamı değişmiştir.
Şems, önce onu çok değer verdiği zatların, hatta babasının bile eserlerini okumaktan men eder, değer verdiği bütün kitaplarını birer birer havuza atar. Daha sonra hiç kimseyle konuşmasına izin vermez.
Medresedeki derslerini, vaazlarını terk etmek zorunda kalır.
Şimdi sıra imtihanlardadır…
Bir gün Şems-i Tebrizi, Mevlana’yı denemek maksadıyla güzel bir sevgili ister ondan. O da güzellikte eşi bulunmayan karısını getirir tereddüt etmeden . Şems, “bu benim can kız kardeşimdir. Bu olmaz. Bana hizmet edecek bir erkek çocuğu bul” der.
Mevlana, Oğlu Sultan Veled’i ona kul olsun diye getirir. Şems, “bu kalbimi bağlayan oğlumdur. Şimdi şarap olsaydı, su yerine onu içerdim. Ben onsuz yapamam” deyince, Mevlana hemen gidip Yahudi mahallesinden bir testi şarap getirir.
Şems, bu teslimiyet ve itaatten hayrete düşüp
“Başlangıcı olmayan başlangıcın ve sonu olmayan sonun hakkı için diyorum ki, dünyanın başından sonuna kadar senin gibi gönül yutan bir Muhammed yürekli bu aleme ne gelmiş ne de gelecektir.” dedi.
Ben Mevlana’nın hilminin derecesini anlamak için bu imtihanları yaptım. Onun iç alemi o kadar geniş ki, rivayet ve hikaye çerçevesine sığmaz.” der.
Kendisine hürmetle, sevgiyle yaklaşan diğer insanlara da çeşitli imtihanlar uygulamış, örneğin kendisinden para isteyince bütün parasını, malını mülkünü ayaklarına seren Hüsameddin Çelebi’ye Velilerin gıpta ettiği bir makamı müjdelemiştir. O servetin içinden de sadece bir dirhem alır. Geri kalanını Hüsameddin’e bağışlar.
Mevlana ve Şemsi Tebrizi’ye gönül verenler bu haldeyken, sohbetlerden ve bu sofradaki zenginlikten mahrum kalanlar Şems’ten kendilerine bir gönül hoşluğu gelmediğini öne sürüp kıskançlık içinde fitne tohumlarını atmaktadırlar. Dedikodularla atılan düşmanlık tohumları iyice olgunlaştığında Şems, bir gece aniden Konya’yı terk ederek kayıplara karışır. On altı ay boyunca hiçbir haber alınamaz.
Bu ayrılık süresince Mevlana tekrar eski haline gelmek, halka ve derslerine dönmek şöyle dursun, kimseyle görüşmez konuşmaz, medresesini büsbütün bırakır, keder içinde yalnızlığa çekilir. Hastalanır. Artık neredeyse can verecekken, Şam’dan gelen mektupla canlanır. Şems ikinci kez Konya’ya gelir. Birkaç ay süren sohbetler, görüşmeler neticesinde yine fitneler düşmanlıklar baş gösterir. Bunun üzerine Şems, tekrar kayıplara karışır…
Mevlana için yine ayrılık başlamıştır, coşkun bir aşk ve cezbe halinde aylarca gözyaşı döker gazeller söyler, her gelenden onu sorar, yalan haber getirenlere bile üstünde ne varsa verir, doğru haberi verene canını teslim edeceğini söyleyerek…
Bu arada fesat ve dedikodu çıkaranların çoğu, bu yolla Mevlana’yı kendilerini döndüremeyeceklerini anlar, bazıları da Şems’in kıymetini fark ederek pişmanlık içinde özür dilerler.
Birkaç ay sonra Şems-i Tebrizi’nin Şam’da olduğu haberi gelince Mevlana halini anlatan mektuplar gönderir, yalvarır, dualar eder. Nihayet üçüncü mektuba aylar süren bekleyişten sonra karşılık gelir. Şems de aynı coşkunlukla ona cevap gönderir.
Mektubu alan Mevlana, hemen oğlu Sultan Veledi çağırıp eline dördüncü mektubu vererek şunları söyler:
“Birkaç arkadaşınla Mevlana Şems’i aramaya git. Giderken şu kadar gümüş ve altın parayı da beraberinde götür. Bu paraları Şam’da O Tebriz Sultanının ayakkabısı içine dök ve onun mübarek ayakkabısını Rum tarafına çevir. Benim selamımı ilet ve âşıklara yaraşır secdemi O’na arz et. Şam’a ulaştığın vakit,Cebel-i Salihiye’de meşhur bir han vardır, doğru oraya git. Orada Mevlana Şemseddin’in güzel bir Frenk çocuğuyla satranç oynadığını görürsün. Sonunda oyunu Şems kazanırsa, Frengin malını alır. Frenk çocuğu kazanırsa, Şems’e bir tokat vurur. Sen onun vurduğunu görünce hata edip kızmayasın. Çünkü o çocuk kutuplardandır. Fakat o kendini iyi tanımıyor. Şems’in sohbetinin bereketi ve inayeti ile halinin olgunlaşması lazımdır.”
Sultan Veled, babasının dediklerini aynen yaparak yanındaki adamlarla birlikte yola çıkar. Şam’a varınca hemen hana gider. Şems, Mevlana’nın söylediği gibi bir frenk çocuğuyla satranç oynamaktadır. Sultan Veled, babasının mektubunu, armağanlarını Şems’e teslim ettikten sonra, bütün dostların yaptıklarından pişman olduklarını kendisini saygı ve hasretle Konya’da beklediklerini anlatır. Yalvarıp türlü niyaz ve ricalarla onu dönmeye ikna eder. Birlikte yola çıkarlar. Şemsi kendi atına bindiren Sultan Veled, aşk ve neşe içinde Konya’ya kadar yayan olarak gelir. Şems onun gösterdiği bu saygı ve bağlılıktan çok hoşnut kalır, ona övgü dolu sözler söyler. Uzun bir yolculuktan sonra, Konya’ya yakın Zencirli Hanı’na geldiklerinde babasına müjdelemek için şehre bir derviş gönderir. Mevlana bu müjdeyi duyunca üstünde ne varsa çıkarıp dervişe verir. Konya halkına haber salıp emirlerden, bilginlerden, fakirlerden ve ahilerden onu karşılamak isteyenlerin toplanmasını ister. Kendisi de ata binerek bütün Konya ileri gelenleri ve ahalisiyle birlikte Şems’i şehre getirir.
Bu defa da altı ay boyunca medresedeki bir hücrede baş başa kalırlar. Yanlarına kuyumcu Selahaddin ve Sultan Veled’den başkası girememektedir. Mevlana’nın Şems’e bağlılığı bu son gelişte daha da artmıştır. Öylesine kaynaşmışlardır ki, artık ayrılık mümkün görünmemektedir. Şems, himmet ve teveccühleriyle Mevlana’yı daha da olgunlaştırmış aşk ateşiyle pişirip Hakk’a vuslatı sağlamıştır. Daha önce Şems’e muhalefet edenler de gelip birer birer özür dilerler.
Onun rahat edebilmesi ve hizmetinin görülmesi için evde evlatlık olarak yetiştirilmiş Kimya adındaki genç ve güzel kız Şems’e nikah edilir.
Ama bu sefer de müritler arasında kıskançlık başgösterir. Mevlana’nın diğer oğlu Alaeddin Çelebi bile edebi aşan birkaç davranışıyla kıskançlığını dile getirir. Bu arada Şems’i sevmeyenler de her fırsatta muhalefete, hakaret, iftira ve düşmanlık dolu hareketlere yönelirler.
Şems ile Mevlana, sohbet ve irşadın son merhalelerini, en güzel dönemlerini yaşarken onlar da dışarda kaynamaya, taşkınlık etmeye başlarlar. Artık Mevlana, istenen mertebeye gelmiş Şems’in irşad vazifesi tamamlanmış, daha önce kendisine bildirilen hüküm gereğince başını feda etme zamanı gelmiştir.
Hanımı Kimya Hatun da rahatsızlanıp vefat etmiştir. Bu haberin şehre yayılmasından sonra onu ne pahasına olursa olsun uzaklaştırmak ve Mevlana’yı elinden kurtarmak(!) isteyenler bir plan kurup bu iş için yedi kişi seçerler.
1247 yılının Aralık ayında, aralarında Mevlana’nın oğlu Alaeddin Çelebi’nin de olduğu rivayet edilen bu yedi kişi medresenin avlusunda pusuya yatar. Bir derviş kapıdan seslenerek Şems Hazretlerini dışarı çağırır. Şems derhal yerinden kalkıp çıkarken Mevlana’ya:
“Görüyormusun beni dönüşü olmayan bir davetle dışarıya çağırıyorlar!” diyerek vedalaşıp çıkar.
Sonra bir “Allah “ feryadı yankılanır gecede…
Kapı açıldığında ise, ortalıkta kimseler yoktur.
Sadece birkaç damla kan lekesi görülür yerde…
Başka da bir iz bulunamaz.
Bu son ayrılıktır. Mevlana yine aylarca süren bekleyişe, diyar diyar gezip aramaya başlar. Ama onu maddeten olmasa da manen kendinde bulduğunu şu dizelerle dile getirir:
“Beden bakımından ondan uzağız amma;
Cansız bedensiz ikimiz de bir nuruz;
İster O’nu gör, ister beni…
Ey arayan kişi! Ben O’yum, O da ben”
Hz Şems ve Mevlâna
ONK. DR. HALUK NURBAKİ
Hz Mevlâna hayatının ilk döneminde mânâ bilimleri açılmadan evvel ilim, ahlâk, İslâmî ibadetlere saygı zerâfeti bakımından dört dörtlüktü. Maddî hiç bir problemi yoktu. O halinde çok büyük insandı. İbadeti, ahlâkı, ilmi olan insan elbette büyük insandır.
Ama, Allah’ın asıl görmek istediği şey, Hz Mevlâna’nın mânâ sahnesindeki patlamasıdır. Bu mânâ sahnesine adım atabilmesi, velâyetin başlayabilmesi için bir nokta vardı, o noktanın açılması lazımdı. Nedir o nokta?..”Bir insanın maddeden mânâya geçişi nasıl olur?… Hangi hadiselerle olur?… diye soran meraklılara cevap olarak; BUNUN BAŞ FORMÜLÜ NAZAR’DIR. Bir başka velînin Cenab-ı Hakk tarafından tayin edilmiş bir kimseye nazar etmesi, mânâ âlemine geçmesini sağlar…
Hz Şems’in hocası yetiştirdiği her birisi mükemmel mânâ talebesi olan müridlerine “Diyâr-ı Rum’da Celâlettin isminde bir zatın irşad edilmesi murad edildi. “Hanginiz talipsiniz?” dedi… Hz Şems sağ elini kalbinin üzerine koyarak, boynunu sola doğru eğerek sustu, talibim kelimesini bile söylemedi. Hocası, “sen anladın, bu işin sonunda başını vermek var” dedi.
Şems, Hz Mevlâna’nın Şam’da ders verdiğini öğrenerek Şam’a gitti. O sırada da Hz Mevlâna’nın hocası “Senin artık hadis sahasında öğreneceğin hiçbir şey kalmadı” diyordu. Hz Mevlâna atıyla şehrin dışında giderken, başı koyu renk bir örtüyle örtülmüş esmer bir adam Mevlâna’nın önünde durarak, “Sen her şeyi biliyormuşsun, öyle ise benim de kim olduğu bil” dedi ve çekti gitti. Hz Mevlâna dondu kaldı. “Ben, bana öğretilen şeyleri biliyorum, bir insanın kim olduğunu nasıl bilebilirim” diye düşündü.
Hz Şems, ilk mesajını vermişti. “Mânâ âlemine geçersen her şeyi bilirsin” demek istemişti.
İki sene sonra Hz Şems Konya’ya geldi ve artık Hz Mevlâna’yı irşad etmek için fiiliyata başladı. Bu ihda dediğimiz yaratılışın kuvveden fiile çıkma safhasıydI. Hz Şems mükemmel bir mürşiddi, hiç bir hata olmasın istiyordu. Bunu maddî bir ameliyata benzetirsek, nerdeyse iğnenin girdiği yer bile acımasın istiyordu.
Konya’da misafir olduğu handa Hz Mevlâna’yı tanıyanlara, nelerden hoşlanıp hoşlanmadığını sordu. Onlar da “kibar, temiz düzgün giyimli insanlardan hoşlanır” dediler.
Hz Şems en eski elbiselerini giydi, biraz da toza-toprağa bulandı. Ama Hz Şems KONYA’DA MÂNEVÎ BİR HAVA BULAMAMIŞ OLMAKTAN DOLAYI RAHATSIZDI. Konya Selçuklu Devletinin başkenti idi. Hiç kimse ibadetinden sarf-ı nazar değildi, hiç kimse haram işleyemezdi. İslâm disiplini vardı ama ŞEMS’İN ARADIĞI MÂNÂ RAKSI YOKTU.
O sırada dul bir kadın kendisine İNFAK edilen bir ciğeri Şems’in kaldığı hanın yanındaki fırıncıya kızarttırmak istedi. Fırıncı para istedi, kadın ise “param yok, bu ciğer de zaten İNFAK olarak verildi bana, öksüzlerime var onlara götüreceğim” diyerek ciğeri kızartmasını söyledi tekrar.. Fırıncı “ben de odun yakıyorum, para vermeden olmaz” dedi. O zaman Şems hüzünlendi, kadının elinden ciğeri alarak kalbinin üzerine koydu ve cızır cızır dumanları tüttürerek ciğerin iki tarafını da kızarttı. O kızartmadan çıkan bir mânevî rayiha vardı ki KONYA’NIN ATMOSFERİNE MÂNÂ KARIŞMIŞ OLDU. Şems buna çok sevindi.
İşte, mânâ dediğimiz olay, şeriatın aslıdır. KONYA HALKI İBADETİNİ YAPIYOR, NAMAZINI KILIYOR, ZEKATINI VERİYORDU AMA İNFAK YOKTU… ONUN İÇİN O ATMOSFERDE BİR MÂNEVÎ İLKAH YAPILAMIYORDU. MÂNÂNIN ÖZÜNDEKİ HİKMETİN BİRİSİ BUDUR.
Ertesi gün toza toprağa bulanmış kıyafetiyle Hz Mevlâna’nın evine döneceği yola çıktı. Karşılaştıklarında, Hz Mevlâna’nın atının geminden tutarak, Şems bir nazar attı.
Hz Mevlâna o anda bütün dünyasının yeniden yapılandığını hissetti. Şems’in bu bakışı “Ben kimim” dediği zamanki bakışı değildi. Hz Şems’in en büyük hususiyetlerinden birisi nazarının âşikar oluşudur.
Hz Şems, Hz Mevlâna’ya “söyle bakalım Bâyezid Bestâmi mi daha büyük, Peygamber mi büyük?” diye sordu. Böyle bir soruyu sıradan bir adam soramaz, Bâyezid Bestâmi bir İslam Velîsi, Peygamber ile nasıl kıyas edilir? diyerek, Hz Mevlâna derhal attan indi, ve “elbette bu tartışılmaz. Bâyezid “bana daha çok ver ya Rabbi derken Resulullah ise aman ya Rabbi ben seni hakkıyla bilemedim ben seni anlatamam senin tanıdığın gibi sana hamd ediyorum derdi, tabii Bâyezid bir bardak su gördü, Resulullah deryanın içindeydi” dedi. Bu izah Şems’in çok hoşuna gitti. Ama Hz Mevlâna Bâyezid’i Resulullah’in ayakları dibinde secde ederken gördü ve zaman diliminden atlayarak mânâya geçmekle neler olacağının farkına vardı. Hz Şems’e “misafirim olun” diyerek davet etti. Hz Şems “Sen benim kahrımı çekemezsin” diye cevap verdi. “Olsun elimizden geleni yaparız” diyerek, aldı evinin baş köşesine misafir etti.
Bir gün, Hz Şems, Hz Mevlâna’ya “bir testi şarap getir” dedi. Hz Mevlâna “hayhay” diyerek bir Rum meyhanesine gitti. Bir testi şarap istedi. Şarabı aldı cübbesinin kollarının arasına koydu, tam çarşının ortasında testi düştü kırıldı.
O an Hz Mevlâna’nın geçirdiği NEFS FIRTINASINI hesap etmek çok güç… Hadis hocası ve rektör olan bir kişinin şarap testisi taşıması anlaşılamaz… Bütün halk koşup geldiğinde yere dökülen şarap gülsuyuna dönüşmüştü. Bütün çarşı gülsuyu kokuyordu… Hz Mevlâna bir şarap daha almak için şarapçıya gittiğinde şarapçı elini ayağını öperek, kelime-i şahadet getirerek, “Sultanım senden sonra dükkanımdaki bütün şarap küpleri gülsuyu oldu” dedi ve müslüman oldu. Hz Mevlâna büyük bir coşkuyla Hz Şems’in yanına gitti.
Velîler Kur’an emirlerinin önceliklerinde veya sırasında bize yardımcı olurlar mı diye sorarsak; diyelim ki bir insan bir velînin yanına gidip namaza dair bir şey sorar, halbuki Velî biliyordur ki henüz iman-ı kemal etmemiş. “Sen şu namaz işini bir kenara bırak da EVVELA İMANINI TAMAMLA” diyebilir. Bu Kur’an emirlerine tekaddüm değildir. İSLÂMİYETİN ÇEKTİĞİ EZİKLİK İMÂNI BIRAKIP DA İBÂDET KALIBINDA KALMASIDIR. Ne İBADET TERKEDİLEBİLİR, NE İMAN TERKEDİLEBİR. HİÇBİR VELÎ İBADETLERDEN TÂVİZ VEREMEZ. Eski bir şairin güzel bir sözü vardır “Şeriattan kim ki bir taş kaldıra başını oraya koya” der. Sen git üç rekat namaz kıl diyemez. Çünkü Velîlik demek Kur’an’a daha çok âşık olmak demektir.
Zahiri görüntülere verilen önem bakımından mânâ ilimleriyle kelam arasında bir yaklaşım tarzı farklılığı olmaması lazım ama yapanlar var. Bazı kimseler tasavvuf biliyoruz diye kelam ilimlerine soğuk bakmışlardır. Bu tamamen cahilliklerindendir. Kelam ilmi olmadan tasavvuf anlaşılamaz. Bugün kendilerini mürşid sayan bazı kişiler Kur’an’ın mânâsını bilmiyor. Tamamını bilmeyebilir ama bir bütün olarak kavramak şarttır. Yoksa nasıl ders verebilir?
Klâsik tarih bilgimiz içinde, Hz Mevlâna ile Hz Şems’in buluşması çok çeşitli şekilde tanımlanmıştır, ama mânâ ilimleri açısından önemi fevkalâde büyüktür. Çünkü, Hz Şems’in mânâya ait bir ışığı, Hz Mevlâna’nın gönlüne yansıtması alenî olmuş bir olaydır.
Tasavvuf tarihinde pek çok velî birbirlerine bu ışığı yansıtmışlardır. Fakat bunları hangi anda nasıl yaptıklarını, hangi imtihan perdeleri içersinde seyrettirdiklerini bilemeyiz. Halbukü Hz Mevlâna ve Şems olayı’nda alenî, herkesin gözü önünde olmuştur. Mânâ ışığı bir insana nasıl yansıtılır ve onun gönlünün önündeki mânâyı gölgeleyen perde, nasıl kalkar? Bu aleni olmuştur. Onun için fevkalâde önemlidir tasavvuf tarihi bakımından.
Aleniyetin özünde yatan hikmet de, İlâhî sırların herhangi bir çevre putu olmamasıdır. Yani diğer insanlar bunun gibi görürse görür, çünkü bu bir İlâhî emirdir.
Mevlâna hazretleri, Hz Şems’e bir gün;
-Sultanım, pek çok yerlere uğradın, orada irşâd edecek insanlar bulamadın mı ki buraya kadar zahmet ettin? mânâsına gelen bir soru sorar. Hz Şems’in o zaman yaptığı espri çok güzeldir. Bu zarif, hikmetli bir tasavvuf esprisidir ve pek çok hakikatı olan bir espridir. Hz Şems;
– GİTTİĞİM YERLERDE HEP HÂŞÂ ALLAH’LIK DÂVÂSINDA OLANLARA RASTLADIM. HİÇ “KUL” OLANA RASTLAMADIM, İLK DEFA KUL’A RASTLIYORUM, O DA SENSİN, demiş.
Bunun anlamı nedir? Herkes tasavvuf yapıyorum, tarikat yapıyorum, yahut dindarım diye kendisini ilâhlaştırmış. Her şeyi ben biliyorum, ben yapıyorum, ben, ben, ben… Hz Şems; BU BENLER VAR YA, İŞTE GÖNLÜN ÖNÜNDE, PARÇALANMASI LAZIM GELEN PUTLARDIR BUNLAR. BUNLARIN AZ SAYIDA OLMASI, ANCAK BİR KULA NASİPTİR Kİ, “SEN BÖYLE BİR KULDUN, ONUN İÇİN SENİ TERCİH ETTİM” diyor. Yine bu meâlde Hz Şems’in çok güzel bir sözü vardır; “Biz kıyamete kadar Mevlâna’nın yüzde biri kadar kabiliyetli bir kul bulursak mutlaka teşrif eder, kendisini irşad ederiz.” diyor…
Onun için ilk buluşmanın hikmeti, sırrı, İlâhi emânetin, gönül cereyanının aktarılması tasarrufudur. Onun içinde çok kıymetlidir. O ânın yaşanması, o ânın içerisinde bulunanlar ve o ânı tekrar tekrar yaşayan pek çok dervişler vardır.
Hz Şems, Mevlâna’yı GERÇEK KULLUĞA GÖTÜRMEK İSTİYORDU. GERÇEK KULLUK KENDİ İFADELERİNDE DE SÖYLEDİKLERİ GİBİ KENDİ GÖNLÜNDE NEFSİN BÜTÜN SİLÜETLERİNİ KALDIRIP CENÂB-I HAKK’A HÂZIR HÂLE GETİRMEKTİR. Bunu gönlü takîy etme, nakîy etme işi diye kabul ediyoruz. İşte bu eğitimi verdi ve Hz Şems’in Mevlâna ile sohbetlerindeki ilk dönem esas nokta bu eğitimi vermesidir.
Bu eğitimi verirken Hz Mevlâna’nın o gün için dünya tutkusu sayılabilecek olan iki önemli hâdise vardı… Bunları kaldırdı… MEVLEVÎ TARİHİ OKUNURKEN BUNLAR GÖZDEN KAÇIYOR. BUNLARDAN BİR TANESİ; MEVLÂNA’NIN HOCALIĞI İDİ. Yani Üniversitede ders verme, bunu da âlemi İslâm adına yapma göreviydi. Ama bu da nefse ait bir tutkuydu aslında. Nefsin tamamen tezkiye olması lazımdı. Birinci perde de onu kaldırdı. Hz Mevlâna’nın etrafında teşekkül eden dünya sınırlarını bir alev makinasıyla yakıyordu Hz Şems…
İKİNCİ ÖNEMLİ HADİSE DE, Hz Mevlâna’nın evinde çok zarif bir havuz ve havuzun başında bir gül bahçesi vardır. Burada da kütüphanesi vardı. Kütüphanesi yarı döner vaziyetteydi. Akşamları odasına doğru, gündüzleri ise bahçeye doğru dönüyordu. Bu kütüphanede, sekiz yüzsene evveline kadar gelmiş geçmiş İslâm dünyasına ait bütün kıymetli eserler vardı. Hz Mevlâna’nın âlim yanını nazara aldığımız zaman, bunların hepsini okumuştu.
Hz Şems, “Sen bunlarla mı meşguldün” diye sorunca “evet” cevabını aldı. Hz Şems kütüphaneyi bir anda eliyle tuttuğu gibi havuza attı. Bu da Mevlâna’nın bir başka dünya tutkusuydu. Onların bir tanesi bile feda edilebilinecek kitaplardan değildi. Hz Mevlâna’ya hafif bir mahzunluk çökünce “Niye üzüldün?..” dedi. “Sizin emirleriniz benim için üzüntü vesilesi olamaz. Feriddüddin’in bana imzaladığı bir kitap da vardı içlerinde” dedi… (Feridüddin Attar’ın çok önemli meşhur bir eseri Pendnâme) “O imzalı olduğu için bir hâtıra kıymeti taşıyordu” dedi Bunun üzerine de “Peki onu verelim o zaman” dedi ve elini havuza atarak PENDNÂME’Yİ çıkardı verdi…
ONDAN SONRA MEVLÂNA HAYRETLE ARTIK MESAJLARIN SATIRLARDA DEĞİL, SADIRLARDA, GÖNÜLLERDE OLDUĞUNU SEZMEYE BAŞLADI…
Çünkü, Mevlâna daha düşünmeden Şems anlatıyordu. Hz Mevlâna, “Acaba şu konuyu bir sohbet konusu yapsak mı?” diye düşündüğü zaman, Şems anlatıyordu ve anlattığını Hz Mevlâna ezberliyordu. Acayip bir şey!.. Çünkü Şems, gönülden gönüle eğitime başlamıştı. Hz Mevlâna bir beytinde, (Mecalis-i Seb’a yahutta Divan-ı Kebir’de olsa gerek) “Hani diyor,”bir gün âlemleri seyretmek, Cenâb-ı Hakk’ın hikmetlerini öğrenmek için, senden niyazda bulunmuştum da birdenbire timsah oluvermiştik. Timsahın gözlerinden deryaları seyrettirmiştin bana. Ben de hayretler içerisinde kalmıştım. Çünkü timsahın gözünde deryanın bir bardak su kadar küçüldüğünü bilmiyordum” diyor…
Şimdi bu ne demektir biliyor musunuz?.. Cenâb-ı Hakk’a yakınlık için, Cenâb-ı Hakk’ın her yerde hâzır ve nâzır olan kudretini herhangi bir eşyanın bir noktasından seyredebilmektedir. Bunu da Allah’a yaklaştığımız zaman seyretmek, sezmek zorundasınız. Bu büyük mârifeti öğretiyordu Hz Şems.
Nitekim, aynı sistem içerisinde eğitim devam ederken hiç Üniversiteye gidemediği, kitaplarına da uzak kaldığı sırada, bir gün nasıl olduysa misafirleri okula geldi ziyarete. “Ne oluyor acaba?.. Mevlâna niye yok” diye merak etmişlerdi. Misafirlerle birlikte iken bir konu açıldı ve bir hâdis üzerinde tartışmaya başladılar. (Birisi dedi ki, O hadîs şu cümle ile ifade edilmiş, diğeri, şu hadîs kitabında var ama, ben daha çok başka bir hadîs kitabındaki şu cümlesine daha çok inanırım.) Hz Mevlâna’ya, “Üstad sen ne buyurursun?… Sen hadîs’in ustasısın… Mevlâna daraldı, cevap veremeyecek bir pozisyondaydı. Acaba bu cümlelerin hangisi doğru diye düşünürken, gayr-i ihtiyarî yanında oturan Hz Şems’e baktı. Hz Şems diz çökmüş oturuyordu.
– Bana ne bakıyorsun, git kendisine sor” dedi. Bir anda Asr-ı Saadet açıldı ve orada Efendimizi hadîs-i söylerken seyretti. Daha sonra da dedi ki “Doğrusu budur”. İşte Hz Şems, böyle bir dünyanın eğitimini yaptırıyordu.
Hz Şems ile Mevlâna arasındaki dostluğun, aşk kelimesiyle ifade edilen bir sevdanın boyutlarını, bugünkü insanoğlu, bağırsaklarından kurtulamamış, bağırsaklarını kendi boynuna takıp da kendi kendini idam etmiş olan insanoğlu nasıl anlayacak?… Nasıl bir yaşamdır bu?… ALLAH’ı terennüm eden, ALLAH’ı konuşan, ALLAH’ı yaşayan bir birliği yaşıyorlar. Bunun içersinde şu ders de böyle miydi, şöyle miydi, yahutta niye bu kadar samimi ve dayanılmaz arzu vardı diye aptal aptal bakmak mümkün değil!… ALLAH LEZZETİNİ ALMAMIŞ İNSANLAR NE DÜŞÜNÜRSE DÜŞÜNSÜNLER. O İKİSİ ALLAH SOHBETİNİN LEZZETİNİ ALIYORDU. İNSANLARIN NE DÜŞÜNDÜĞÜ ÖNEMLİ DEĞİL Kİ!…
Hz Şems’in Konya’dan ilk ayrılışındaki hikmetine bakarsak; her ikisinin arasındaki sohbetler, kulluktan İlâhî rakslara geçen o akıl almaz titreşimler meydana gelirken, demek ki Hz Şems’in, Mevlâna’ya, kendi plânında bir istirahat vermesi lâzımdı. Yani bu sevdalaşma operasyonuna gönlünün yahut zihninin İLERDEKİ VAZİFELERİ AÇISINDAN dayanmasında bir zorlama olduğunu sezdi. Hiçbir şey yokken: “BİZE YOL GÖRÜNDÜ, MURÂD-I İLÂHÎ BİZİM ŞAM’A GİTMEMİZİ İSTİYOR” dedi… Şam’a gitti. Hz Mevlâna ağladı, yüreğini parçaladı. Artık dünyaya nasıl dönecek, o insanlarla nasıl görüşecek, Cenâb-ı Hakk’ın bütün boyutlarındaki ışığını seyretmiş bir insan, sıkıştığı zaman Resulullah’ın devrine intikâl edebilen zaman ötesi tasarrufa ermiş bir insan, tekrar insanlarla bir araya gelecek de, “Ahmet şöyle dedi, Mehmet böyle dedi diye bunları nasıl konuşacak”. Hz Mevlâna tahammülü imkânsız öyle bir yalnızlığa itildi ki, bir çok kasidelerinde, rubailerinde o devrin yalnızlığını, isyanlarını, acısını dünyaya nasıl dönüş yapacağının zorluğunu anlatır…
Bu sırada içine bir ferahlık geldi, sanki Hz Şems’in ambargosu kalkmış gibiydi. Gönlünde yeniden gelmesine ait bir ümit ışığı belirdi. Oğlu Sultan Veled’e dedi ki, “git Hz Şems’i getir”..
Çok enteresan bir tablo halinde gelişti Hz Şems’i getirme olayı. Şam ile Konya arası gitmek bir buçuk ay sürüyor. Atına atladı ve Şam’a gitti, Hz Şems’i herkese sordu, böyle bir derviş tanıyor musunuz diye araştırdı… Falan yerdeki kahvede satranç oynar, gidip orada bulabilirsin dediler. Hz Şems’in yanına geldiğinde hasırda oturmuş, bir rahle üzerinde satranç oynuyorlardı. Hasırın kenarına gelince ayakkabılar çıkarılır, hasıra öyle oturulurdu.
Sultan Veled şehzade olduğu için, tıpkı babası Hz Mevlâna gibi çok şık kıyafetlerle kahveye gelmişti. O havanın atmosferinde çok yabancı kaldı. Bir şehzade geliyor, ayakta duruyor, babası gibi elini kalbinin üzerine koyup, başını sol omzuna doğru eğiyor Sultan Veled ve niye geldin sözüne bir cevap olsun diye, Hz Şems’in ayakkabılarını alıyor, Konya’ya doğru çeviriyor. Bu o kadar nazik bir hâdisedir ki… Babam bekliyor diyemiyor… Bu nezaket-i Muhammedî’ye ters düşer, çünkü Şems bir gönül sultanıdır, ona bir şey söylemeye lüzum yoktur, anlamıştır konuyu. Ama bir jest yapması lâzım, bunun için ayakkabılarını alıyor, Konya’ya doğru çeviriyor…
Karşısındakini kumar oynayan, onu sıradan bir adam gibi gören Yahudi şoka giriyor. Çünkü Yahudi’nin en büyük tutkusu servet ve gösteriştir. Bir şehzadenin gelip de Hz Şems’e bu şekilde itibar gösterdiğini görünce çok şaşırıyor. O şokun tesiriyle bir nazar ediyor. Yahudi o anda yere düşüyor, elini ayağını öpüyor, Kelime-i Şehadet getiriyor.
Hz Şems: “Eğer Sultan Veled gelmeseydi, senle daha çok satranç oynardık biz” diyor… “Çünkü kalbindeki put’u yıkmakta zorlanıyordum, ama bir şehzade gelip de bana itibar edince, gönlündeki bütün putlar yıkılıverdi bana karşı” diyor… O geliş anı bile bir başka insanın kurtulması için vesile olarak kullanılmış Hz Şems tarafından…
Hz Mevlâna’nın Hz Şems’in gelişiyle o müthiş olayla ilgili o kadar güzel şiirleri var ki, Şems’in gelişi, başlı başına bir edebiyat, edebiyat değil bir duygu: “O geliyor, o geliyor… Gül kokusu geliyor, bahar geliyor” diye öyle müthiş bir şiiri var ki… Bu sevginin müziğidir… Mevlâna’nın müziğe olan ilgisi, rağbetidir.
Hz Şems’in Konya’ya ikinci gelişinden sonra meydana gelen değişimler daha çok Hz Mevlâna’ya gelecekti Mevlâna’yı hazırlamak devri diye kabul edilir. Yani, Hz Şems’in yaptığı birinci operasyondaki hâdise: bizzat Mevlâna’nın gönlünde aşk ateşini alevlendirmek ve bütün dünyadan tecrit etmek, mekânları, zamanları, zaman ötesini tanıtmak devridir.
İkinci kez geldiği zaman hazırladığı operasyon ise; Hz Mevlâna’yı geleceğin Mevlâna’sı olarak yetiştirmek, yani insanların gönlüne mesajlar verebilen bir Mevlâna yetiştirmektir. Bu sebeple ikini gelişinde sohbetleri daha çok Hz Mevlâna’nın Hz Şems’den sonra yazacağı Divan-ı Kebir, Mecâli- Seb’a, Mesnevi gibi eserlerinin temel hikmetlerini ona lütfetmiştir, daha önemlisi bu devre içerisinde Şems Hazretleri Mevlâna’nın gönlünde yanan o aşk ateşinin ışığı altında mânâ ehli olmanın, hakiki, gerçek mü’min olmanın hikmetlerini anlatmıştır.
Hz Şems’in yemesi, içmesi, oturması, kalkması hayret uyandıran birşeydi. Ne zaman yer, ne zaman içer bilinmezdi. Bir bakarsınız az, bir bakarsınız sırf Hz Mevlâna’nın hatırı için yerdi.
Nihayet bir gün, gül bahçesinde sohbet ederlerken, Hz Mevlâna’nın gönlünde Hz Şems’i Konya’ya bağlamak için, burada evlense kalsa gibi bir temayülün uyandığı sırada, Kimyâ Hâtun’a bakarak teşekkür eder, o anda Kimyâ Hâtun bayılır, içeriye götürürler. Hz Şems, Hz Mevlâna’ya “İstediği oldu, kızcağızı zorla bize bağladın” der… Madem ki sen bunu böyle istiyorsun, bizim için bir nazar meselesidir bu.
Nitekim, Kimyâ Hâtunla, Hz Şems evlenirler, Kimyâ Hâtun’un, Hz Şems’in ağırlığını kaldıracak bir yapısı olmamakla beraber, daha evvelden bir saray terbiyesiyle yetişmiş Mevlâna’dan eğitim görmüş bir kimse olarak, bir müddet bu yüke dayanır ama, bir seneyi bulmayan bir zaman içerisinde dünyasını değiştirir Kimyâ Hâtun.
Hz Şems, Kimyâ Hâtun’un dünyasını değişme hâdisesiyle Mevlâna’ya, gösterdi ki, “Bizim bir yere bağlılığımız öyle senin düşündüğün gibi hâdiselerle mümkün değildir” şeklinde bir yorumu, reçeteyi de vermiş oldu aynı zamanda.
Bundan sonraki safhada, geçen günler içerisinde, Hz Şems enteresan bir teşebbüse geçer. Mevlâna’ya, “Ben Sultan Veled’i bir tarîkat kurma konusunda eğiteceğim” der ve (Mevlevîlik Tarîkatı aslında Sultan Veled tarafından kurulmuş, Hz Şems dersleridir) Sultan Veled her yatsı namazından sonra gelip, Hz Şems’in huzuruna diz çöktükten sonra, (Hz Şems tenbih etmiştir: Sakın bir şey sorma gönlüne al ne istiyorsan diye) gönlünde hangi bahsi, hangi bölümü murad etmişse, Hz Şems onu bir saat kadar anlatır, sonra da git, istirahat et, derdi. Sonra Mevlâna Hazretleri gelir, sohbetlerine başlarlar… bir tarz MEVLEVÎLİK dediğimiz tasavvuf edebiyatında, ilimlerinde fevkalâde kıymetli olan bir dökümantasyon çıkar meydana.
Tabii her şeyi anlatmak mümkün değil… Bizim amacımız Hz Mevlâna’yı (bir teşehhüd miktarı derlerdi eskiden) bir görüntü olarak gösterip çekmektir. Çünkü, diğer velîlerimizin de hikmetlerini nakletmek isiyoruz. Bütün teferruatıyla ayrıntılı bilgi vermem çok zor, ancak şunu söyleyeyim ki, bir tarîkatın, bir mânevi yolun temel bir takım “AHLÂK-I MUHAMMEDÎ YOLLARI VARDIR Kİ, BU YOLLAR FEDAKÂRLIK, HOŞGÖRÜ, MERHAMET, SEVGİ, İNFAK GİBİ KAÇINILMAZ, EFENDİMİZ’E (SAV) AİT MEZİYETLERLE DONANMASI GEREKİR.
Hz Şems, Sultan Veled’e verdiği derslerin en önemli ayrıcalığı budur. YALNIZ AHLÂK ÖĞRETMİŞTİR. Şimdi herkes sanır ki, Mevlevîlik tarîki içerisinde bir takım formüller, formalitesi ehemmiyetli sanır. Bunlar o kadar dışta kalmış şeylerdir ki… Hz Şems’in öğrettiği, insan ahlâkıdır Sultan Veled’e… Bu ahlâkın içerisinde merhametin, sabrın, hoşgörünün ve insanlara güzel bakmanın tarzı öğretilmiştir. Tabiî bu öğretim sırasındaki HER DİNLEYEN İÇİN için bir soru vardır. Hz Şems Kur’an’ın yorumunu intikâl ettirirken, sevdiği insanlara bir tarz, vaaz ve hikmetler verirken bunların içersindeki kaynağın özündeki sırları çıkarıp sunması mümkün değildir, bu böyledir diye ifade eder.
Nitekim, Hz Mevlâna’ya bir gün: (Şems’ten bir kaç yıl sonra) “Böyle kendini parçalıyorsun, harap ediyorsun, onun gaybubetiyle ama BİZ SANA BİR SORU SORMAK İSTİYORUZ, MÜSAADE EDERSEN” dediler…
“SEN ŞEMS GELMEDEN EVVEL KİMSENİN ŞÜPHESİ OLMAYACAĞI DÖRT DÖRTLÜK BİR MÜ’MİNDİN, HOCAYDIN, ÖĞRETMENTDİN, MÜDERRİSTİN, -O ZAMANKİ- SELÇUK ÜNİVERSİTESİ REKTÖRÜYDÜN… (NE ÖĞRENDİN O’NDAN ANLAMINA GETİRİYORLAR) SEN HER ŞEYİ BİLİYORDUN, SANA ÜSTELİK ŞAM’DAKİ HOCAN SÖYLEMEDİ Mİ “SENİN BİLEMEYECEĞİN BİRŞEY KALMADI” DİYE…
Hz Mevlâna,”evet doğrusunuz, doğru söylüyorsunuz” diyor…
– PEKİ SENİN İBADETLERİNDE BİR EKSİKLİK VAR MIYDI?… diyorlar. Mevlâna,
– Hayır diye cevap veriyor.
– PEKİ SEN ŞEMS’TEN NE ÖĞRENDİN Kİ BÖYLE PERİŞANSIN, ŞU HALİNE BAK, DEDİLER…
Mevlâna’nın Hz Şems’in son gaybubetinden sonraki tablosu bembeyaz bir çehre idi. Aşıkların rengi sarı olur, renkleri beyaz bir çehre ile, bitmiş tükenmiş manzarasındaydı. İşte onun hikmet-i sebebini sordular,
O ZAMAN HZ MEVLÂNA’NIN MÂNÂ İLİMLERİ VE TASAVVUFUN ÖZÜNE AİT MÜTHİŞ BİR AÇIKLAMASI OLDU.
DEDİ Kİ:
– EVET, DEDİKLERİNİZİN HEPSİ DOĞRU, FAKAT BEN ŞEMS’E RASTLAMADAN ÖNCE ÜŞÜDÜĞÜM ZAMAN ISINIYORDUM AMA ŞEMS’TEN SONRA ARTIK ISINAMIYORUM. ÇÜNKÜ, ŞEMS BANA BİR ŞEY ÖĞRETTİ…
“YERYÜZÜNDE BİR TEK MÜ’MİN ÜŞÜYORSA, ISINMA HAKKINA SAHİP DEĞİLSİN”
BEN DE BİLİYORUM Kİ, YERYÜZÜNDE ÜŞÜYEN MÜ’MİNLER VAR, ARTIK BEN ISINAMIYORUM. ESKİDEN AÇKEN BİR ÇORBA İÇİNCE DOYARDIM. AMA, ŞİMDİ HİÇBİR ŞEY BANA BİR BESİN HAZZI VERMİYOR. ÇÜNKÜ, BİLİYORUM Kİ AÇLAR VAR. İŞTE ŞEMS BANA BUNU ÖĞRETTİ…
BU ÖĞRETTİĞİ ŞEYLERSE, FAHR-İ KÂİNAT EFENDİMİZ’İN AHLÂKININ TÂ KENDİSİDİR…
Efendimiz’in en hikmetli taraflarından bir tanesi, bütün insanların ızdırabını çekmesidir. Her üşüyen insanın, her aç olan insanın, her darda kalmış insanın ızdırabını çekmesidir. Allah, Efendimize hitap ederken diyorki Sûre-i ÎNŞİRAH’TA “HABİBİM NE KADAR YÜK YÜKLENDİN, SENİN OMURGANIN ÇATIRTISINI HİSSEDİYORUM.” Bu maddî çatırtı olduğu anlamında değil, mânevî çatırtısını, yani o kadar yük yüklendin ki sen bütün beşerin yükünü yükleniyorsun. İşte bu Fahr-i Kâinat Efendimiz’in sırrıdır. Şems’in Mevlâna’ya öğrettiği AHLÂK-I MUHAMMEDÎ DE FAHR-İ KÂİNAT EFENDİMİZ’İN SIRRIDIR. BU SIRDAN DOLAYIDIR Kİ, O ÖĞRENDİĞİ ŞEYİ, O YAKALADIĞI, BULDUĞU ŞEYİ BAŞKA ŞEYLERLE KIYAS ETMEMEK LÂZIM…
Aslında, Mevlâna’nın Mesnevî hikâyelerinde anlattığı gibi, yani, (SEN ÖLMEDEN DİRİLİĞİ BULAMAZSIN”. İşte o ölümü sağlamak, canlıyken ölümü sağlamak o beden ve gerçek diriliği bulmak.
O DİRİLİK NEDİR?… AHLÂK-I MUHAMMEDÎ’DİR…
ONUN İÇİN HZ. ŞEMS’İN MEVLÂNA ÜZERİNE ETKİSİNİ SIRADAN, GAZETE OKUR GİBİ, PEHLİVAN TEFRİKASI OKUR GİBİ SEYREDEMEYİZ. ÇOK MÜTHİŞ ŞEYLERDİR BUNLAR…
Nitekim, Hz Şems’le Mevlâna böyle çok derin bir sohbetteyken, ders saati gelen Sultan Veled içeri girdi. (O sırada Konya’da dedikodular yine devam ediyor: “Bu dervişte ne buldu? Geldi bizim elimizden âlimimizi aldı, biz onun sohbetinden yararlanamıyoruz, bu kim oluyormuş Mevlâna’nın yanında?” gibi dedikoduların sürdüğü bir sırada bir an için düşündü ve gönlünden dedi ki “Bugün şunu niyaz edeceğim; sen istersen ey Şems, Konya’daki bütün bu vızırtıları söndürürsün, babam da, sen de, ben de huzur içinde olur bu mânâ sofrasının ziyafetine iştirak ederiz” Hz Şems, peki otur bakalım Veled dedi… 15-20 dakikalık bir ders yaptıktan sonra hızla kalktı ve çıktı gitti…
Sultan Veled’in de Mevlâna’nın da beklentisi, bütün Konya’yı ihya edeceği, gönüllerdeki bu toz toprağı gidereceği idi ama öyle yapmadı. Şems Alâddin tepesine çıktı, orada bir takım kalabalık, bir kimsenin idâmını bekliyorlardı. İmsaktan bir saat önce yapılacak olan idâm törenini bekleyen kalabalık, Hz Şems’i orada görünce bir fis-kos, dedikodu yaydılar. “Hani ya bu derviş Allah adamıydı, o da bizim gibi birisiymiş, gelmiş burada bir insanın nasıl asılacağını seyrediyor, biz haklıymışız, diyorlardı. Hz Sultan Veled’in niyazı yerine büsbütün bir ufûnet fırtınası doğdu. Tam o sırıada cellat geçiyordu. (Cellât eskiden hep çingenelerden olurdu, onun vazifesi olmasına rağmen ve bu işle görevlendirilmiş olmasını halk yadırgardı. Cellâda kimse dokunmazdı, sanki gusül abdesti bozulacak gibi telâkki ederlerdi) Herkes sağa, sola ayrılarak ve değmemek için yol açıyordu. Tam Hz Şems’in önüne gelince, Şems eliyle Cellâtı okşadı “Allah kuvvet versin…” dedi. Bu söz iki dakika sonra bütün Konya’ya yayıldı. Cellât gitti ve idâm gerçekleşti…
Hz Şems eve döndüğü zaman, Hz Mevlâna ve Sultan Veled sabah namazlarını kılmışlar, bir hasırın üzerine oturup neticeyi bekliyorlardı. Hz Şems geldikten sonra bir de baktılar ki arkadan tozu toprağa katmış sekiz onbin kişi geliyor. Belli ki bir isyan var halkta. Aslında Şems’e, o halk çok büyük zulümler yapabilirlerdi ama Mevlâna’nın Selçuk Hükümdarı yanındaki hatırından dolayı Mevlâna’dan korkuyorlardı. Sultan’dan korkuyorlardı cezalanacakları için, yoksa öyle gariban olsa paramparça edeceklerdi, tahammülü yoktu insanoğlunun Hz Şems’e…
Nihayet, göya sultandan korktukları için aralarından yirmi kişilik bir heyeti göndererek “Şems bizim sorularımıza cevap versin” diye gürültülü bir şekilde geldiler. Hz Şems’in rahatsız olduğunu anlayan Hz Mevlâna olaya yavaş yavaş yaklaşmak istedi, FAKAT BU ŞEMS FIRTINASI…
Hz Şems:
– Gelin bakalım manyaklar, ne istiyorsunuz?…dedi. Tabii büyük bir panik oldu onlarda. Hz Şems’in böyle “ne istiyorsunuz siz?” dediğinde, işte siz de geldiniz idâmı seyrettiniz diyecek oldular.
Hz Şems:
– Ben siz değilim? Ben sizin suratınıza tükürebilsem hepiniz MÜ’MİN OLURSUNUZ, EĞER SIRTINIZI OKŞASAM VELÎ OLURDUNUZ, BUNU BİLİYOR MUYDUNUZ?… Haydi defolun! dedi. Halk panik içerisinde, ilerde intikam almak üzere dağıldılar.
Hz Şems döndükten sonra, Sultan Veled’e dedi ki:
– Sana son dersini vereceğim, sen de kulağını aç iyi dinle! (ama müthiş bir celâl vardı Hz Şems’in üzerinde) Oraya gittik, çünkü o idam olacak şahıs bir HAK AŞIĞIYDI, BENİM DE YOLDAŞIMDI… Biz onunla beş sene önce nice dervişlikler yapmıştık. O Hakk’a kavuşmak için dua ederdi ama Hakk müsaade etmezdi. İslâmiyette kendine kıymak olmadığı için, çatır çatır yanar, fakat Hakk’a kavuşamazdı. Bana bir haftadır yalvarıyor. “Ne olur Şems, duâ et de Hakk’a kavuşayım” diye. Ben de Rabb’ıma elimi açıyorum her namazdan sonra, nitekim bir iftiraya kurban gitti, kâtil zanlısı olarak bugün asılacağını anladım. Ben nasıl gidip te şimdi cellada “Allah kuvvet versin” demeyeyim. Bir Velîyi asmak, bir Hak âşığını asmak öyle kolay mı sanıyorsunuz siz, kimse asamaz. Cellada bir mânevi ceryan verdim, gitsin assın, benim sevgili dostum da Rabbına kavuşsun diye…
Tam o sırada toz toprak içerisinde cellat geldi, yerlere kapandı Şems’in önünde, “Aman Sultanım, benim başıma gelen nedir?” dedi…Hz Şems’in Sultan Veled’e dönerek, Celladın Velî olduğunu biliyor musun? dedi… Çünkü benim arkadaşım Hakk’a teslim olurken “Ya Rabbi, ben sana beş seneden beri yalvarıyorum benim emânetimi al diye. Almadın. Şimdi ben de Senden bir ricada bulunuyorum, canımı vermem yoksa, bende dünyalık olarak ne varsa al, beni sana kavuşturmaya vesile olan bu cellâda ver.
Sen de şahitsin ki şu yırtık gömleğimden başka birşey yok. Bende çok kıymetli birşey var. Velîlik… O velîliği al, bu cellada ver ben sana SAF BİR KUL OLARAK GELEYİM.” dedi O Hak âşığı… Cenab-ı Hakk da kabul buyurdu ve onun velîliğini aldı bu cellada verdi.
Hz Şems ile Hz Mevlâna’nın arasındaki mânevî iletişimleri seyretmek yalnız onlara ait tarihsel bir olayı değil, tasavvufa ait de bir çok ipuçlarını meydana çıkaracaktır.
Biz bir hayat öyküsü anlatmıyoruz, yalnızca mânâ yönünü alıyoruz olayın. Vak’a diyebileceğimiz hayata yansımış şeyler, zaten bütün kitaplarda mevcut, bunları isteyen okuyucularımız tetkik edebilirler. Ama mânâ ağırlıklı hâdiseleri (zaten olay mânâ olayıdır) alıp da güncelleştirmek, edebî kalıplara sokmak, bence yanlış olur.
Şimdi, Hz Şems’in o günkü volkanik çıkışından,yıldırımvâri çıkışındam sonra arkada bir başka kader sayfasının açılacağı belliydi. Niçin Şems böyle bir fırtınalı girişimde bulunmuştur? Halbuki bunu herkesin gözünden saklayabilirdi.
Yatsı namazından sonra, beraber otururken, sükûtî sohbet vardı. (Sukûtî sohbet: Gönül dostları bazen bir araya gelirler hiçbirşey konuşmadan, gönüllerinden birbirlerine karşı olan sevgilerini terennüm ederler yahut, gönüllerinden Efendimize ait bir olayı tefekkür ederler, bunlara Sukûtî Sohbet denir) Hz Mevlâna, hz Şems ve Sultan Veled, üçü de böyle bir sukûtî sohbet sırasındayken, bir aralık kapı çalınır oldu, gürültüyle kapı çalınması arasında bir hâdise zuhur etti…
Hz Şems,yerinden hemen fırlayarak:
– Ayrılık zamanı geldi, bize müsaade dedi… Nereye, nasıl, ne oluyor diyecek vakit bırakmadı. Ne Sultan Veled, daha genç olarak kapıya benbakayım, ne oluyor diyecek fırsatı bulabildi, ne Hz Mevlâna aman sultanım nereye gidiyorunuz, bune biçim ayrılık diyecek mecâli bulabildi. Çünkü takdirin düğmesine basılmıştı o anda… Hz Şems kapıya fırladı ve açar açmaz sekiz, on baği (eşkiya kılıklı adam) hançeriyle Hz Şems’e saldırdılar…
Hz Mevlâna ve Sultan Veled yalnız bir “AH” sesi işittiler o kadar. Kapının önüne fırladıkları ve o mecâli kendilerinde buldukları zaman, kaçışan bir takım adamlar gördüler, fakat ŞEMS YOKTU… Kapının önü kan izleriyle doluydu, o kan izlerini takip ettiler, bir yerde bir insanın öldürülmesine yol acacak miktarda kan izi gördüler. Tabiî ilk yorum kapının önünde yaralandı, bir müddet, yürüdü, sonrada bulundukları yerde de bütün kanını akıtmış gibi bir görüntü biçimindeydi.
Nitekim, Hz Şems’in hâdisesi hemen duyulmuş, o zamanın Emniyet Müdürü (Asesbaşı derlerdi) hemen koştu geldi. (Hz Mevlâna yine bunu şiirler halinde terennüm etmiştir.) “Asesbaşı, Şems’i bul bana” dedi Mevlâna, Assesbaşı dedi ki, “Şems burada olmalıdır, çünkü yerdeki kan miktarı bir insanın, bir adım dahi atmasını imkânsız kılacak kadar çok, bütün kanı boşalmıştır”. dedi. Hz Mevlâna; “Nerde peki?” diye sordu. “Bir adım atması dahi imkansızdır” cevabıyla karşılaştı…
Hz Şems ölmüş müdür? Ölmüşse bedeni nerdedir? Ölmemişse bu kan nedir? Bu ikisinin arasında tereddütlü bir geçiş vardır. Allah’ı bulmak açısından ümitsizdir. Çünkü NEFS vardır. Tıpkı kan gibi, o nefs orda bulundukça Allah’ı bulmak imkânsızdır. Ama nasıl ki Şems’in bedeninin yok olması onun ölmediğine bir varsayımsa, İNSANIN DA BÜTÜN NEFSİNE RAĞMEN, ALLAH’I BULAMAMASI DİYE BİR ŞEY YOKTUR.
ÇÜNKÜ, İNSANDA GÖNLÜN BULUNULMASI, GÖNLÜN VARLIĞI, BİR TARZ HZ. ŞEMS’İN KAYBOLMASI GİBİ PERDE ARKASINA GEÇİSİ SİMGELER… Hz Şems de bedenini perde arkasına geçirmiştir. ONUN İÇİN YOKTUR. ACABA TEKRAR GELECEK Mİ SORUSU, HZ MEVLÂNA’YI SON NEFESİNE KADAR ŞEMS GELEBİLİR DİYE BEKLETMİŞTİR…
Bu geliş aslında mânâ perdesinin arkasından bir geliş olabilirdi. Böyle bir geliş oldu mu, olmadı mı, gözlemlerimiz dışında, bunu biz bilemiyoruz. Bilmekte mümkün değildir. Ancak bu Şems’in birinci Şam gezisine benzemiyor. Birinci Şam gezisi, maddesel bir mesafedeki ayrılıktı. Bu ayrılık ise, kesinlikle mânâ âlemine bir intikaldır. Ama, bedeniyle intikal etmiştir Şems…
Burada yine tasavvuf âleminin çok üzerinde durarak, çok enteresan bulduğu husûsiyetleri vardır. Hz Mevlâna üzerine de pek çok şeyler söylenmiştir. Bir de ayrıca kendi eserleri var, herkes yarım yamalak eserlerinden kıyasen anlatabilir. Onun mânâsını anlatmak çok güç. Hz Şems ise büsbütün mânâ ehlidir, O’nu anlatabilmek çok daha güçtür. Hz Şems için derler ki; Dünyaya metelik vermezdi. İşte o Konya’lıların kalabalığına karşı restleri, bütün bunlar Hz Şems’in hususiyetlerindendi, ama dünyaya ait iki şeye çok özen göstermiştir. Bunların bir tanesi; yemezdi içmezdi ama Resulullah Efendimiz (sav) tiridi severdi (Ekmek ve et suyu ile yapılmış bir yemek) diye mutlaka sık sık tirit yerdi, sırf Resulullah Efendimizin sünnetini uygulamak açısından…
“Mânâ ehli, hangi derecelerde, ne olursa olsun ancak Resulullah Efendimizin sünnetlerinden birini taklit ederse makbuldür” Bunu izah ederdi Hz Şems. Yani siz beni nasıl görürseniz görün der bunu önemsemezdi. Çat bakıyorsun orda, burda evrenin en gizli yerlerinden gelip raporlar getiren bir adam ama satranç oynarken bile görüyorsunuz O’nu. Ancak “Resulullah’ın sünnetine uyarak, ayakta durur mânâm” diyor. Bu çok önemli bir şey.
Bir de dünyayı terk ediş şekli ile HZ ALİ Efendimizin sünnetini icra etmiştir. Çünkü Hz Ali’de bedenini kaybetmiştir. Bu yalnız alevilerin kendi öykülerinde değil, tasavvuf âleminde de, Hz Ali’nin şahadetinden sonra kaybolduğuna inanılır. Hz Ali gerçekten bedenini alıp gitmiştir. Mânâ perdesini bedeniyle geçmiştir. Bu Hz Ali Efendimizin sünnetini, Hz Şems uygulamıştır.
Hz Şems, dünyadan iki büyük örnek aldı. Biri Hz Ali sünnetini gidişinde yapması, diğeri de Resulullah gibi “tirit” yiyerek, ancak O’na benzeyerek insanlığın varlığını ayakta tutabileceğini göstermesidir derler…
Hz Şems’in şehâdete giderken “ayrılık geldi” demesi çok mühimdir. Ölüm geldi demiyor, dikkat ederseniz “ayrılık geldi” diyor. Buradaki ince hesap, acaba nasıl bir ayrılıktır, sorusunu getiriyor. Niçin gitti? Şehid olacağını bile bile, niçin böyle bir kadere sıcaklık duydu?… Çünkü, kaderin önüne geçilemez, kaderde olduktan sonra, elbette olacaktır diye düşünebiliriz ama bir sıcaklık meselesidir kadere. Herkes kaderini seçse bile kaçacak yer arar bilfarz, halbuki Şems koşacak yer arıyordu…
Arkadaşının idam hâdisesinde olduğu gibi kadere koşuşta ki sıcaklık var ya…İşte bu sıcaklığı, bu ayrılığı tercih etme olayı acaba nasıl bir hikmet taşıyor diye tasavvufta uzun boylu düşünülmüştür.
Çünkü Hz Şems’in şehâdetinden sonra, Hz Mevlâna’nın hayatının üçüncü perdesi başlamıştır. Ondan evvelki bir devreydi, “HAMLIK DEVRİ” kendi şiirinde hamdım der. İkinci devresinde “PİŞME DEVRİ” Hz Şems’in eğittiği devrede piştim buyuruyor. Üçüncü devresinde de “YANDIM” diyor. Burada Hz Şems’den sonra Mevlâna raksının titreşimi üçüncü devrede başlamıştır. Onun için çok önemli bir olay.
Hz Şems kendi şehâdetini biliyordu, kaderine sıcak yaklaştı diyoruz, peki Hz Mevlâna, şehadeti biliyor muydu, mâni olabilir miydi, ya da niçin olmadı diye sorarsak, Böyle bir ânı bilmiyordu. Günün birinde her an Hz Şems’in avucundan kaçabileceğini, her an bir yansıma üzerine olacağını biliyordu. Çünkü, artık Hz Şems’deki İlâhî ceryanı farketmişti. Çat bu dünyada, çak kapı bir mânâ âleminde, bunları seyrettiği için, Hz Şems’in herhangi bir ân’da gaybubetini düşünebiliyordu ama, o ânı bilmiyordu. Yani şehâdet anını bilmiyordu.
Hz Şems’in gaybubeti şartmıydı veyahut gaybubet olmasaydı da devam etseydi… Hz Şems’in murâdı şuydu: Hz Şems gönül aynasından bir şeyler seyrettiriyordu Hz Mevlâna’ya. Şems varken, Mevlâna vardı, İlâhî sıcaklık, sevgi ancak Şems’in sayesinde vardı. Şems’in olmayışı, onu buruşturup sanki herşeyden, beşeriyetten bile alıkoyuyordu. Hz Şems ise, meydana gelen bu mânevi eserin kendi kendine, kendindeki aşk-ı bulmasını istiyordu. Yani , ŞEMS KAYBOLMALIYDI Kİ, HZ MEVLÂNA GÖNLÜNDEKİ ALLAH’I BULABİLSİN.
Bu tasavvufun çok önemli rükünlerinden birisidir…
Kendindeki Allah’ın sırrı (Sakın, Allah bir insana geldi, oturuyor gibi, bir saplantılara gitmemek lazım. Gönülde bir Allah makamı vardır insanın, oraya bir İlâhî tecellî olur, ama bir gram olur ama trilyonlarca ton olur, her insanın kendi kâbiliyeti nisbetinde Cenâb-ı Hakk’a karşı olan yakınlığını tesbit eden bir hikmettir ki, bu ancak mânâ eğitiminden sonra, gönüldeki ilâhî tecellî, kapılanmanın açılmasından sonra meydana gelebilen bir hâdisedir. Yani böyle yarım yamalak eğitimlerle, bilgilerle, olacak bir hâdise değildir. Nitekim “MEN AREFE NEFSEHÛ FAKAT AREFE RABBEHÛ” hadis-i şerifinde Fahri Kainat Efendimiz şöyle buyurmuştur: Kim ki nefsine ârif oldu bildi, Allah’ı bilmiş ârif olmuştur” ) meydana geldikten sonra, bunu bulması lâzım Mevlâna’nın. AMA ŞEMS KALIRSA BULAMAZ. KENDİNE DÖNÜP, KENDİ GÖNLÜNDEKİ İLÂHÎ CERYANI BULAMAZ. ONUN İÇİN, HZ ŞEMS’İN MUTLAKA AYRILMASI LÂZIMDI…
Hz Şems,çok zarif bir cümle sarfetmiştir bir başka âlemden. Âlemin bir başka sayfasına çekmek isterim sizi, Hz Mevlâna ile mânâda buluştukları zaman, (hangi anda?.., her ikisi de dünyasını değiştirdikten sonra mı, yoksa Şems gaybubetindeyken mi geldi de konuştumu diye tasavvur edelim) ” BU GÖNÜL SENİ O KADAR SEVİYOR Kİ CELÂLEDDİN, SENİN UĞRUNDA ÖLMEDEN HUZUR BULMADI” Onun için Hz Mevlâna, mânâ âleminden telsizle aldığı bu cümlesinden sonra, Hz Şems’den bahsederken “AŞK ŞEHİDİ” diye bahseder. Yine ilâve ederek “AŞK ŞEHİDİ’NİN KANI TAZEDİR, KURUMAZ VE KOKUSUNU KAYBETMEZ” diyor…
Hz Şems’in gaybubetindeki iki esrarın, bir tanesi, Hz Mevlâna’nın kendi kendini bulma eğitimi, (üçüncü safhası) Mevlâna’nın üçüncü perdesini sağlamak için, kendi kendinde İlâhî sırrı bulmasıdır. İkincisi de Aşk Şehidi dediğimiz hâdiseyi bir anlamda repertuara kazandırmak için kabul etmiştir bu gaybubeti.
– Hz Şems’in gaybubetinden sonraki, o İLK FIRTINALAR Hz Şems’in bedenini aramak, kanının hesabını sormak gibi fırtınalar geçtikten sonra, Hz Mevlâna’da müthiş bir yangın oldu. Bu yangın, her hücresinde seyrettiği, izlediği bir yangındı. Hiçbir şeyi düşünememek, hiç kimseyle konuşamamak gibi dertleşmek şöyle dursun, ifade edememek, bakamamak… Baktığı zaman Şems’le bakmaya alışmış, O’nunla baktığı zaman başka şey görüyor, Şems’siz baktığı zaman herşey bomboş… Bir sahne düşünün, o sahnede insanlar vardı… birden bire ışıklar söndü âdeta kartondan silüetler kaldı…
Evet… Hiçbir şey kalmadı, Mevlâna eridi… gidiyor, herkesin gözünün önünde… Başta Sultan Veled olmak üzere, gerçekten çok seven yakînleri vardı yanında. Bunlar perişan oldular. Gözlerinin önünde mum gibi eriyip sönüyordu. Ayne böyle idi Mevlâna’nın o safhası. Her gün bir adım, her gün bir adım daha eriyordu… Beden bitmek üzere idi. Böyle bir bitkinliğe doğru giden bir çöküş… Rengi bembeyazdı… Öyle sarı filân değil. Yemek yok, içmek yok… Bir an için Sultan Veled Hazretlerinin “Baba sünnete riayet etmeyecek misin?” yani (tirit yemeyecek misin ? anlamındaki ikazından sonra) haftada bir gün tirit yemeğe başladı Mevlâna…
Şimdi buradaki bu iniş, çöküş ve yokluğa doğru gidiş, madde gözüyle görülürse, (Hani mum gibi eridi, bir insan için, bir ağır hasta için kıyas olmaz ama iyi anlaşılması için söylüyorum) nasıl böyle çöker denir ya… Biran için ölümün eşiğine gelecek gibi olur ya… İşte öyle eridi. Peki niye bu kadar eridi?.. Ne oldu?.. BİR SIFIR NOKTASINDAN GEÇMESİ LÂZIM Kİ, GÖNLÜNDEKİ İLÂHÎ AŞKI BULABİLSİN. İŞTE O SIFIR NOKTASINA ÇEKİLİYORDU…
VUSLAT VE FİRKAT EĞİTİMİ
Hz Şems’in sağlığında yaptığı eğitim, vuslat eğitimiydi. (Vuslat eğitiminden kasıt şu: Karşı karşıya geçip her şeyi öğretmek, ceryanını ona aktarıp bilmediklerini göstermek, evreni seyrettirmek, bu bir vustal eğitimidir)
Çok hoş bir şeydi ama, sıfır noktasından geçmesi lâzımdı. Bu sıfır noktasından geçmesi için de bedensel olarak en asgâriye indi. İşte o en asgâri düzeye inipte, neredeyse öldü ölecek, kurudu kuruyacak dedikleri an, çat diye sıfır noktasından geçti ve gönlünde yavaş yavaş İlâhî Aşkı sezmeye başladı. Hikmetlerin en incesidir ki, bu seyrettiği, sezdiği AŞK’TI. Şems’in sedasını duymaya başladı.
İlk, CENAB-I HAKK’IN KENDİSİNE TECELLİSİ, ŞEMS’İN FOTOĞRAFINI GETİREREK TECELLİ ETTİ GÖNLÜNE… Bu O’na yepyeni bir dirilik verdi. Bu dirilikle o zayıf bedeninde, bembeyaz çehresinin arkasından öyle bir dinçliğe kavuştu ki cihan pehlivanı oldu bu sefer. Yani onun bedene yenilmesi, ONUN HÜCRELERE TÂBİ OLMASI TAMAMEN KALKTI ARTIK. TAM MÂNÂSIYLA BİR CİHAN PEHLİVANI OLDU. ÇÜNKÜ, GÖNLÜNE AŞK-I İLÂHÎ BİR İKSİR GİBİ AKMAYA BAŞLAMIŞTIR…
İşte ondan sonra da takdirdeki; “GEL BAKALIM, SEN BU KÖPRÜYÜ GEÇTİN, ŞİMDİ GÖNLÜNDEKİ BU İLÂHÎ AŞK-I İNSANLARA AKTAR BAKALIM” EMRİ ZUHUR ETTİ ve ondan sonra, o zayıflama, o çöküş devrinde oğluyla bile konuşmaktan imtina eden Mevlâna bir anda bütün dünyayla konuşmaya başladı. Çünkü Cenâb-ı Hakk’ın akıttığı aşk ceryanını öyle kendi kendine frenlemek mümkün değildir. İşte o sırada, Hüsamettin Çelebi ve başkaları rastladı. Vaazları oldu, sohbetleri oldu ve hiç kesiksiz dağıtmaya başladı bu sefer İlâhî sırrı. Bu dağıtım sırasında da , (pek çok öyküleri var) Mevlâna, üçüncü sayfa diye tarif ettiğim hayatında insanlara yansıyor. İlâhî Aşk Şems’e, ondan da Mevlâna’ya yansıyor…
HZ ŞEMS’İN MEVLÂNA’YA İKİNCİ EĞİTİMİ “FİRKAT EĞİTİM” DİR.
(Mânâ ilimlerinde buna Fîrkat Eğitimi, YAKAN AYRILIK denir) YAKAN AYRILIK’ta bir eğitimdir. Şems’in gitmesi yakıcı bir ayrılıkla, onu eritip sıfır noktasına getirip, ondan sonra bırakıverir tekrar gönül sath-ı mailine. İnsanları yetiştirme faslına geçti. Hayatının bu safhasında çok ilginç hâdiseler olmuştur. (Fakat bunları biraz evvel söylediğim gibi bizim kastımız Hz Mevlâna biyoğrafisi değil, bunların teferruatını okuyucularım kitaplarından okuyabilirlir) Benim çok hoşuma giden iki önemli öykü var, onları size anlatmak isterim…
Benim çok hoşuma giden iki öyküsünden bir tanesi; Konya’da saray kuyumcusu olan Selâhattin Zerkubî’nin (Zerkubî demek: Kuyumcu, altın alan, işleyen anlamına geliyor) öyküsüdür. Selâhattin Zerkubîn’nin köşe başında bir dükkanı vardı… Mevlâna bir gün 8, 10 talebesiyle o dükkanın önünden geçerken, o sırada da altın çekiçliyordu Selâhattin. Altın çekiçleme; eskiden kuyumculukta böyle silindirler gibi, altın işleyecek fazla mekanizmalar yok, çekiçlerle bir örsün üzerinde ince ince, tık tık tık… vuruşlarla vurularak bilezik haline getirilirdi. Kuyumculuğun ustalığı işte odur. Hassas bir şekilde, belli bir tazyikte vurulacak ki altın dağılmayacaktır. Böyle bir operasyon içerisindeydi Selâhattin Zerkubî. Mevlâna’yı tanırdı ama onun âşıklarından, dervişlerinden değildi, özel bir yakınlığı yoktu.
İşte tam o sırada Mevlâna oradan geçerken… bu tin tin tin… ince ince… o altının kendine has güzelliğinde, tık tık tık… o çekiçin darbelerindeki hassasiyette… ve bu ritimde, bir İlâhî cezbe buldu… Yani bir anda raks meydana geldi… Bu raks hâli dolayısıyla, dönmeye başladı Mevlâna… dükkanın önünde…
Hz Mevlâna’yı Konya’lılar çeşitli kademelerde çok iyi tanıdıkları için herkes toplandı, Hz Mevlâna’yı seyretmeye başladı. O anda da bileziğin kıvamı geldi, bir daha vurulursa ezilir, çekicin bırakılması lâzım… Fakat Selâhattin o raksı bozmak istemedi, vurmaya devam etti… bilezik parçalandı… Yenisini aldı taktı, yenisini aldı taktı, yenisini aldı taktı… üçbuçuk saat semâ etti. Mevlâna Hazretlerinin nihayet ayakları yerden kesildi… Durdu… Selâhattin çekici masasının üzerine bıraktı…
– Ey Konya halkı! Dükkanım helâldir, yağmadır, gelin boşaltın diye haykırdı Selâhattin Zerkubî; halk şaşırdı… Koskoca saray kuyumcusunun dükkânındaki altınlar nasıl yağma edilir. Tekrar: helâldir, benim için zevktir. Allah razı olsun benim malımı yağmalayanlardan… dedi. Sonra da Hz Mevlâna’nın peşine takılıp, bir numaralı talebelerinden birisi oldu.
Buraya kadar coşkulu bir insanın, Hz Mevlâna karşısında erimesini irşad olma olayını seyrediyoruz ama, bunun arkasından bambaşka bir hâdise geldi.
Bir gün Selâhattin’in kızı, “babacığım sana hayırlı bir haberim var, Vezirin oğlu beni istiyor. Biz birbirimize meftunuz… Babasına söylemiş, babası da Selâhattin gibi bir kuyumcunun kızı, ancak bizim (küfüv derler eskiden, denklik) asâletimize yakışır diyerek sevinmiş.
Ama Selâhattin bir an düşündü ki; o eski Selâhattin değil, artık. Şimdiki Selâhattin’de bir şey yok ki… Bozuk para bile kalmamış, bırak altını… O eski denk olma hâli kalmamış. Bir vezirin oğluna verilecek kızın çeyizi, hatırından hayâlinden geçmez bile… Üç arkadaşı yardım edecek olsa, nihayet normal ev eşyasını ancak alabilirlerdi. Böyle bir bunalım içesirisinde kızına hiçbir şey söylemeden, Hz Mevlâna’nın huzuruna gitti, hiçbir şey belli etmeden oturdu.
Hz Mevlâna:
– Selâhattin gönlünde bir yük var, kaldır. Bu yük beni de bunaltıyor… dedi.
– Yok efendim dediyse de Selâhattin Zerkubî,
– Hayır bunalıyorum, lütfen anlat dedi…
Selâhattin de bu emir üzerine aynen anlattı…
Hz Mevlâna sohbetten sonra ayağa kalktı “Rabbim bilir, kendi bilir diye niyaz etti” Yani üstü kapalı olarak sen bizim için bütün altınlarını feda ettin, kızın şimdi mahçup olacak, yahut kızı beş parasız bir kuyumcunun kızı olduğu için vezir oğluna istemeyecek gibi bir tezat doğdu.
O zamana kadar da, şehrin ileri gelenleri, zenginleri, devlet adamları, Mevlâna’ya her ziyaretlerinde veya rastladıklarında saygıyla eğilirlerdi. “Efendim, bir emriniz var mı diye usulen sorarlardı. Mevlâna’da hayır, sağolun. Allah razı olsun der, bir şey istemezdi. Hiç kimseden birşey istemezdi. Ama, Cenâb-ı Hakk’ın tecellisi, o gün Sultan Keykubat yanından geçiyordu. Mevlâna’yı görünce, gayet hürmetkâr ve bir şekilde sultanlığını üzerinden atarak, büyük bir tevâzuyla selâmladı ve biz size hizmet edemiyoruz, dünyaya daldık bizi hoş gör, bir emrin var mı, dedi…
Bunun üzerine Mevlâna Hazretleri “VAR” dedi. “Şu benim adamımdır. Bunun kızını vezirin oğlu istiyormuş, kız babası sen olacaksın dedi…
Sultan,
– Başüstüne efendim dedi ve Selâhattin Zerkubî’nin kızına çeyiz yaptı. Hem öyle bir çeyiz yaptı ki, eğer Selâhattin, Mevlâna’ya gelmeyip, kuyumcu olarak kalsaydı, bunun onda birini bile yapamazdı… Hattâ o düğün için derlerki, develer üzerindeki çeyizler geçemediği için, Konya’da üç, dört sokağın duvarları yıkılmıştır. Tek o saltanat yerine gelsin diye…
İşte gözyaşları içerisinde, Hz Mevlâna, Selâhattin’e dedi ki (Taa o zaman aklına gelmişti, Allah bunu öder diye) Sen altınlarını bizim için dağıttın, Allah ödedi bunu dedi. Bir hususiyet yok bunda, fazla gözünde büyütme dedi…
Bu öyküsü çok hoşuma gider. Çünkü Selâhattin gerçekten de çok ileri derecede bir aşka sahip, gönle sahipti ve Mevlâna’nın dünyasını değiştirdiği güne kadar hizmet etmiş, bir rivayete göre cenazesini kıldırmış, bir rivayete göre de cenazesinin önünde bulunmuş gibi yakînliği olmuştur. Bu çok hoşuma gider, bir de hâlen Konya Meram’da bulunan Tavus Sultan öyküsü çok hoşuma gider…
TAVUS SULTAN Hindistan’da bir şeyhin talebesidir. 25-30 yaşlarında bir hanımefendidir. Şeyhi Mevlâna’yı çok severmiş. Sohbetleri sırasında Mevlâna’nın yazığı şiirleri okurmuş. Mevlâna’nın şiirleri, ticârî kervanlarla üç ayda, beş ayda, altı ayda Hindistan’a ulaşırmış. Selçukluların bir devlet olması ve devletin kendine has bir takım ihtiyaçları bulunması dolayısıyla, Hindistan’la ticârî münasebetleri devamlı surette işlerdi, onun için sık sık Hindistan’a gidilir gelinirdi.
Tavus Sultan, o beyitler Hindistan’a geldikçe, alır, okur, Hz Mevlâna’ya hayranlığı, sevgisi dürüle dürüle yumak haline gelirdi… Son kez bir Rubâisi daha geldi ki; müthiş derecede yakıcı…
Ne duruyorum, ne yürüyorum,
Üzengideki ayak gibi…
Ne susuyorum, ne konuşuyorum,
Kitaptaki yazı gibi…
Ne varım, ne yokum,
Gülsuyundaki koku gibi…
Bu Rubâi gelince, Tâvus Sultan gönlünün coşkusuna, gönlünün tazyikine sahip olamadı. Şeyhi farkına vardı ve:
– Hadi kalk Konya’ya git sen… dedi.
Tâvus Sultan çok zengindi. Konya’ya geldi ve Meram’da bir ev aldı… Bir tanburu vardı. Tâvus Sultan, tanburunu kendi başına çalar dururdu… Mevlâna hazretleri de on günde, bazen yirmi günde bir Meram’a sabah namazına giderdi talebeleriyle. Bir gün yine Sabah namazından dönerken bir tanbur sesi duydu… Şems’den bir selâm erişti… Bu ses, Şems’in selâmı olmadan çıkmaz… Ben buna bakacağım dedi… (Talebelerden bazıları oraya bir hanımefendinin geldiğini biliyorlardı, hiç ağızlarını açmadılar) Hz Mevlâna kapıyı açtı, içeri girdi… Baktı ki tanbur çalan bir hanımefendi. Oradaki sohbetleri ve muhabbetleri üç buçuk gün devam etti.
Bu müddet zarfında talebeleri hiçbir şey söylemeden Efendi Hazretleri tekrar çıkacak diye beklediler. Ama bu bir nev’i Şems gaybubeti gibi bir şey olmuştu. İçerdekinin bir hanımefendi olması nedeniyle yavaş yavaş yine o hain dudaklara bir takım dedikodu silüetleri geldi. Artık Mevlâna Hazretleri böyle dedikodu gibi ilkelin de ilkeli hadiselerden o kadar uzaktı ki, kim ne konuşmuş, kim ne yapmış, üzerinde bile durmuyordu.
Talebeleri, kapı açılıp Hz Mevlâna görününce hepsi saf olmuştu. Mevlâna Hazretleri, talebelerine, sizden ummam da belki ileri geri konuşanlar vardır, açın da bakın Tâvus Sultan’a dedi… Kapıyı açtılar ki, BİR AVUÇ KÜL… Yandı dedi… Bu kadarmış tahammülü… Üç buçuk gün yanma operasyonuydu…
Bu ne anlama geliyor, bunun hikmeti nedir, nasıl oldu diye sorarsanız,
-BU AŞKIN MADDEYE YANSIMASIDIR. YAKMA… MADDEYİ YAKMADIR… Biliyorsunuz, Aslı’da aşk ateşiyle yanarak ölmüştür. Yani aşk ateşi çok şiddetli geldiği zaman resmen yakar, kül eder. Bu samimiyetini gösteriyor. Hiç kimse kendi kendisini, beşeri sevgiler, mecâzi sevgilerle, ben İlâhî aşka kıyasla bu sevgiyi duyuyorum diye, aldatmasın… O NEFSE AİTTİR. ÇÜNKÜ, İLÂHÎ AŞKLA KARŞI KARŞIYA GELEN KİMSENİN HÂDİSESİ MUTLAKA YANGINLA BİTER. İLÂHÎ AŞKA aitse o birliktelik, onun dışı mecâzi aşk dediğimiz beşeri aşka aittir. Ama bir mü’minin, bir mü’mine sevgisi fazla olabilir. Bilhassa karı koca arasında çok sıcak olabilir, bunlar mahzurlu şeyler değildir. Şeriatların emrettiği güzel şeylerdir. ÖYLE KENDİ KENDİLERİNE AŞKLARINI YÜCELTENLER TÂVUS SULTAN’NIN KÜLÜNÜ UNUTMAMALIDIRLAR…
HZ. ŞEMS-İ TEBRİZİ
Mehmed Nuri GENÇOSMAN
Büyük arif Melikdâd oğlu Ali oğlu Muhammed Şemseddln, yaradılışında üstün vasıflarla bezenmiş, Allah vergisi yüksek bir istidat ve kabiliyetle doğmuş Allah âşıklarından, ilâhî aşk şarabiyle başı dönmüş hakikat ve mânâ ehli erenlerdendir. Altıncı hicret yüzyılında Tebriz’de hayata gözlerini açmış, henüz çocukluk ve ilk gençlik çağlarında bile çağdaşı olan kuşağın çocuklarından bambaşka bir vasıfta yaratıldığını göstermiştir. Coşkun, hareketli, duygu ve düşünce bakımından daima ileriye bakan ve zamanının değer ölçülerini aşan bu harika çocuk, bize kendini şöyle anlatıyor:
«Henüz erginlik çağına girmemiştim. Aşk deryasına daldım mı, 30-40 gün hiç bir şey yiyemezdim; istekten kesilirdim, günlerce açlığa susuzluğa katlanırdım. Bir gün babam bana çıkıştı, ‘Oğlum, dedi, ben senin bu halinden birşey anlamıyorum; bunun sonu nereye varacak? Bu davranışlar seni felâkete götürecek.’ Ben ona şu cevabı verdim: Baba! Seninle benim babalık ve evlâtlık ilişkimiz neye benzer bilir misin? Bir tavuğun altına tavuk yumurtalarıyle karışık bir de kaz yumurtası koymuşlar. Vakti gelip de civcivler çıktığı zaman bunlar hep birlikte analarının arkasına düşer giderler, yolda bir göl kenarına raslarlar. Kaz yumurtasından çıkan civciv hemen kendisini suya atar, bunu gören ana tavuk, eyvah yavrum boğulacak der. Çırpınmaya başlar. Halbuki kaz yavrusu neşe içinde suda yüzmektedir. İşte seninle benim aramdaki fark da böyledir.»
Ahmet Eflâkİ’nin, sayın dostum Prof. Tahsin Yazıcı tarafından dilimize çevrilmiş olan Ariflerin Menkıbeleri adlı eserine göre Tebriz şehrinde Şemseddin’e Şems-i Perende yani Uçan Şems derlermiş. Bu lakabın ona, çok gezmesinden ve sık sık zamane ariflerini ziyaret için şehirler arasında dolaşmasından ötürü verildiği anlaşılmaktadır. Ayrıca ona manevî mertebesi ve ergin ariflerden sayılması dolayısiyle Kâmil.i Tebrizî de denilirmiş. Ama bunun, hem büyük arif Şemseddin Muhammed’in hem de başka bir Şemseddin’in lakabı olduğu anlaşılmaktadır. Merhum üstat Furûzan Fer’in İran’da vaktiyle neşretmiş olduğu Menakıb-i Evhaduddin-i Kirman adlı eserde Evhaduddin şöyle anlatıyor: «Kayseri’de bulunduğum sırada Kâmil-i Tebrizî denilen bir zat vardı; bu, perişan halli bir âşık idi. Sultan Alaeddin ile vezirleri ona çok saygı ve sevgi gösterirlerdi. Batın ehli bir adam idi. Sultan yanında çok itibarı var idi. Herhangi bir adam için bin dinar bile iltimas etseydi red olunmazdı.» Şimdi Evhaduddin’in bahsettiği bu Kâmil-i Tebrizî ile büyük arif Şems-i Tebrizî’nin başka başka kişiler olduğunda şüphe etmiyoruz. Çünkü Şems-i Tebrizî, sözü geçen Kirmanlı Evhaduddin’in uzun uzadıya aleyhinde bulunmuş ve Evhaduddin, Şems’in yüce mertebesini anlayamamıştır. Şu hale göre onun Kayseri’de rastladığı Kâmil-i Tebrizî, başka birisidir yani Kâmil sözünün, o Şemseddin’in vasfı değil ismi olduğu anlaşılmaktadır.
Yine Eflâkî’nin Ariflerin Menkıbeleri kitabında, Mevlânâ Celâleddin, yukarda sözü geçen ikinci Şems-i Tebrizî’den bahsederken, «Tebrizli Kâmil, Konya şehrinin aptalıdır, Fakih Ah-med’den birkaç derece daha üstündür,» demektedir. Bu Kâmil-i Tebrizî’nin, çok vakit zamane sultanlarının, devlet büyüklerinin makamlarına teklifsizce girip çıktığı, Saray kapıcılarının ona ses çıkarmadığı, hatta sultanın tahtına çıkıp oturduğu, meclislere vakitli vakitsiz girip çıktığı, meclislerdeki aletlerden herhangi birini alıp dışarı fırladığı halde hiç kimsenin ona engel olmaya cesaret edemediği anlaşılmaktadır. Bazı açık gönüllü büyükler, Mevlânâ Şemseddin-i Tebrizî’ye, Seyfullah yani Allah Kılıcı da demişlerdir. Bu Kâmil-i Tebrizî’nin adı, Makalât kitabında da aynen geçmektedir. İlerde görüleceği gibi Makalât’ ın ikinci bölümü şöyle başlıyor:
«Pir Muhammed’e sordular: Tebrizli Kâmil’in hırkası önünde ne hale geliyorsun? Tıpkı doğan pençesine tutulmuş bir serçeye dönüyorsun sonra diyorsun ki, ‘doğanı öldüreyim de kendimi kurtarayım. Çünkü o kendi hesabına yaşıyor»
Yukarıdaki sözlerden de anlaşılıyor ki bu Kâmil-i Tebriz başka bir Allah eridir. Evhaduddin’in Kayseri’de gördüğü, Mevlânâ’nm, «Fakih Ahmed’den birkaç kat daha üstündür,» diye bahsettiği zat da Kâmil-i Tebrizi’den başka birisi değildir. Çünkü bunun büyük arif Şemseddin Muhammed’e benzer bir tarafı yoktur. Zaten Eflâkî’nin verdiği bilgi ile Mevlânâ Çelâleddin’in Şems hakkında kullandığı deyimler arasında da çelişki vardır. Mevlânâ, hiç bir zaman üstadını başka vasıfla övmemiş, onu Kâmil-i Tebrizî diye anmamıştır. Bu açıklamalardan sonra şimdi yine asıl konumuza dönebiliriz.
Büyük arif Tebrizli Muhammed Şemseddin, bazı yanlış görüşlü tetkikçilerin sandığı ve bize tanıttıkları gibi basit bir bâtınî dervişi değildir. O yüzyılların yetiştirdiği büyük mürşitler arasında üstün vasıflarla yaratılmış eşsiz bir ariftir. Böyle olmasaydı, Mevlânâ gibi zahir ve batin ilimlerinde yüksek derecelere ermiş, zamanında müderrislik ve müftülük mertebelerine yükselmiş seçkin bir insanı, Allahsal bir aşk ve iştiyak ateşiyle tutuşturabilir miydi? Mevlânâ’ya bütün normal hayatını bir tarafa iterek, işini gücünü, medresesini ihmal ettirerek, onu madde âleminin dışında başka bir âleme götüren; ona mânâ âleminin pencerelerini açan bu Tebriz güneşi, bu Türk velisi olmuştur. Şu halde, bu nitelikte ve bu yetenekte olan ulu bir arifin bayağı bir bâtınî dervişi olamayacağı; onun, gönlü yüce hakikatlerle dolu bir irfan ve irşad kaynağı olduğu şüphesizdir. Makalât’ın incelenmesi, bize, Tebrizli Şemseddin’in, zamanında en yüksek islâmî bilgilerden, tefsir, hadis, fıkıh, felsefe ve kelâm bilimlerinde de yeter derecede ilerlemiş olduğunu ve dört mezhebin fıkıh esaslarına da âşinâ bulunduğunu ve bu cümleden olarak Şafiîlerin meşhur beş kitabında Tenbih adlı eseri de incelediğini gösteriyor. Şems’in, Arap edebiyat ve filolojisinde de üstün bir bilgiye sahip olduğunu anlıyoruz. Yıllarca Suriye’de Halep ve Şam gibi büyük şehirlerde yaşadığı, Araplarla ilişki kurduğu, onların dillerini gayet iyi bir şekilde konuşup yazdığı Makalât’taki yer yer Arapça pasajlardan anlaşılmaktadır. Bir aralık Erzurum’da ve Türk şehirlerinde öğretmenlik yapmış olan Şems’in Konya’ya nasıl ve niçin geldiği bahsine dönelim:
Makalât’ta şu satırları okumaktayız:
«Allah’a yalvardım. Yarabbi beni kendi velilerinle tanıştır, onlarla yoldaş et dedim. Rüyamda, ‘Seni bir veliyle yoldaş edelim,’ dediler. ‘O veli nerededir?’ diye sordum. Ertesi gece bu velinin Rum diyarında (Anadolu’da) olduğunu söylediler. Bir müddet sonra tekrar gördüğüm rüyada, ‘Henüz vakti gelmemiştir, her işin bir zamanı var,’ dediler.»
Bu açıklama bize, Mevlânâ’nın da vaktin olgun velileri mertebesine yükselmiş kendisine muhatap olacak kuvvetli bir mânâ ehli bulamadığı için zahir bilgileri çerçevesi içerisinde kalmış olduğunu göstermektedir. Şems bunu duymuş ve sezmiştir. İçindeki coşkun hisleri aktaracak derin ve geniş bir gönül aramaktadır. Aradığını da Mevlânâ Celâleddin’de bulmuştur.
Mevlânâ Celâleddin, gerçi mânâ âlemine ait bilgilerden yoksun değildi. İlk tasavvuf neşesini babası Sultanu’l-Ulemâ’ dan, onun ölümünden sonra da Horasan erenlerinden babasının arkadaşı Tirmizli Seyid Burhaneddin’den almıştı. Ama Şems ile buluşması bambaşka bir hadise olmuştur. Bu hadiseyi Eflâkî, Molla Cami ve diğer tezkirecilerle Mevlânâ’nın büyük oğlu Sultan Veled, çeşitli ve renkli dekorlar içerisinde anlatırlar. İlerde bu konuya dönmek üzere bir de Şems’in ilk üstatlarına -ve tasavvufla nasıl ilgilenmiş olduğuna dair elimizdeki bilgileri özetleyelim:
İlk Çağları
Şems, kendi ifadesine göre ilk nasibini Tebriz’de, Ebûbekr Sellebaf (Sepetçi Ebubekir) adında bir mürşitten almıştır. Eflâkî’nin Sultan Veled’den naklederek anlattığına göre bütün velîlik niteliklerini onda bulmuştur ama kendisinde, şeyhinin göremediği ve hiç kimsenin farkında olamadığı birşey vardı ki onu ancak Mevlânâ Celâleddin görebilmişti. Yine Şems’in Sultan Veled’e anlattığına göre çocukluk günlerinde Allah’ı, melekleri, yerlerde ve göklerde bir çok olayları görür, herkesi de kendisi gibi sanırmış. Ama sonradan anlamıştır ki bunları başkaları göremiyor. Şeyh Ebubekir de bunları herkese söylemesini yasaklarmış.
Hafız Hüseyin Kerbalayî’nin, Ravzatül Cinan (Cennet Ban. çeleri) adlı eserinde şu satırları okumaktayız:
Şems-i Tebrizî uzun süre Tebriz’de Şeyh Ebûbekr Selle-bafın hizmetinde bulundu. Büyük bir olgunluk ve erginlik mertebesine erdi ama onu daha fazla olgunlaştırmak Şeyhinin takati üstüne çıkınca Ebûbekr, insaf ve takdir yoluyla ona artık bu olgunlaşmanın daha ileri mertebesini başka yerde aramasını tavsiye etti; seyahata çıkmasına izin verdi. Şems önce Kirmanlı Şeyh Evhaduddin’in piri Şecaslı Şeyh Rükneddin’e, sonra da Tebrizli Şeyh Şahabeddln Mahmud’a gitti. Zamanın büyük mürşitlerinden olan o zatın hizmetlerinden de çok feyiz aldı. Daha sonra zamane şeyhlerinin önderi sayılan Cent’li Baba Kemal’e baş vurdu; ondan da hayli faydalandı ama Mevlânâ ile buluşuncaya kadar, ilk üstadı Ebûbekr’in hatırasını daima saygı ile andı; onu hiç unutamadı. Ebûbekr’in manevî mertebesini Şeyh Sadi de Bostan kitabında şöyle övmektedir:
«Tebriz taraflarında bir aziz vardı ki, daima uyanık gönüllüydü, geceleri uyumazdı. Gecenin birinde bir hırsızın dama çıkmak için kement attığını gördü. Adam o sırada, halkın sesini işitince o tehlikeli durumda sığınacak bir yer bulamadı; telaş ve korku içerisinde kaçmaya çalışıyordu. Bunu seyreden aziz derviş, mum gibi erimeye başladı, zavallı hırsızın çektiği korkuyu düşündü. Karanlıkta dama doğru yürüdü, başka bir yoldan hırsızın karşısına çıktı, ‘Dostum gitme,’ dedi. ‘Ben sana yabancı değilim. Yiğitlikte senin ayağının toprağıyım.’ Hemen kavuğunu, sarığını, yanındaki eşyasını yukarıdan hırsızın eteğine bıraktı ona çok özürler diledi ve ‘Haydi çabuk şimdi buradan kaçıp canını kurtarmaya bak; duman gibi kendini yok etmeye çalış,’ dedi.»
Cennet Bahçeleri’nin yazarı Kerbelâlı hafız Hüseyin, işte bu azizin Şems-i Tebrizî’yi yetiştiren Ebûbekr olduğunu; onun, eli vergili, cömert ve çok üstün yaratılışlı seçkin bir zat olduğunu kaydetmektedir.
Şimdi Mevlânâ’nın Şems’i nasıl gördüğünü, ona bağlanmasının nedenlerini tekrar araştıralım: Eflâkî şöyle diyor: «Hazreti Mevlânâ buyurdu ki ‘Bir gün bana Melekût âleminin yolları açıldı; ilâhi bir temaşa zevkiyle Miraç etmek nasib oldu; dördüncü kat göğe kadar çıktım, ama o feleğin yüzünü kararmış gördüm. Beytül Mâmur denilen sarayın sakinlerinden bunun sebebini sordum. O makamın kutsal sakinleri, ‘Bizim güneşimiz, fakirler sultanı Şems-i Tebrizî’yi ziyarete gittiği için karanlıkta kaldık,’ dediler.»
«Ben o kutsal yerleri dolaşıp tekrar dördüncü kat göklere geldiğim zaman büyük güneşin eskisi gibi kendi merkezinde nur ve ışık saçtığını gördüm.»
Şimdi bir de Mevlânâ hakkında Şems’in görüşlerini dinleyelim:
«Dünyanın hiç bir yerinde Mevlânâ’nın eşi ve benzeri yoktur. Bütün fenlerde, temel bilgilerde, din bilgisinde, gramer, sentaks, mantık ilimlerinde en büyük uzmanlarla kuvvetle konuşur, tartışır; onlardan daha üstün, onlardan daha zevkli, onlardan daha lâtiftir. Gerekirse, gönlü isterse, üzüntüsü engel değilse ve konunun tatsızlığı sebep olmazsa, hepsinden daha yetkili konuşur. Ben akıl yönünden bilinmesi gerekli bu bahislerde yüz yıl uğraşsam ondaki ilim ve hünerin onda birini elde edemem. Halbuki o kendisini bilmezlerden sanır ve öyle zanneder. Benim önümde, beni dinlerken, nasıl anlatayım, ayıptır söylemesi, babasının önüne oturmuş iki yaşında bir çocuk yahut müslümanlığa dair hiç bir şey işitmemiş dönme bir müslüman gibi öylesine utangaç bir hal alır.» (Şems-i Tebrizî, Konuşmalar, M. 77.)
İşte her iki Allah âşığının aralarındaki karşılıklı sevgi ve saygıdan birer örnek alarak yukarda naklettiğimiz vesikalar bize gösteriyor ki, Şems ile Mevlânâ biri birini tamamlayan, biri birinden renk ve ışık alan iki irfan hazinesidir. Her ikisi de aşk ve hakikatla dolu; madde ve mânâ âleminin sırlarına ermiş üstün vasıflı birer Allah velîsidir.
Şems’in Ailesi
Devletşah Tezkeresî’nin anlattığına göre Şems-i Tebrizî İsmailiye mezhebi büyüklerinden Büzrükümid’in torunu Havend Alâeddin’in oğludur. Alâeddin, dedelerinin sapkın inançlarını bir tarafa atarak zındıklık yolundan ayrılmış baba ve dedelerinin kitap ve defterlerini yakmış, tam manasiyle islâm ve ehli sünnet inançlarını benimsemiştir.
Bazı tezkerecilere göre de Şems’in aslı Horasanlıdır. Babası ticaret maksadiyle Horasan’dan Tebriz’e gelmiş, orada yerleşmiş; Şemseddin de Tebriz’de doğmuştur. Devletşah diyor ki, «O, nerede doğarsa doğsun işin suretine değil manâsına bakmalıdır. Asıl zevk, ruh âleminin manasına erebilmektedir. Yoksa, bedenler nerede olursa olsunlar ne değeri var.»
Konya’ya İlk Gelişi ve Mevlânâ ile Buluşma
Konuşmalar’dan anladığımıza göre Şems,’642 hicret yılı Cemaziyelahır ayının yirmi altıncı günü Konya’ya gelmiştir. (M. 48). O
Mevlânâ ile ilk buluşma hakkında Eflâkî’nin verdiği bilgi ile Molla Câmi’nin Nefahat-ül-üns’de ve bizzat Makalât metninin 56’ncı sahifesindeki Arapça pasajda biraz değişik bir dekor içinde özetle şöyle anlatılmaktadır: Şems yukardaki tarihte Konya’ya gelir; Şekerciler Hanı’nda bir odaya yerleşir, Mevlânâ’yı sorar; onun, o sırada Meram bağlarında sayfiyede olduğunu, ikindiye doğru şehre geleceğini söylerler. Şems yol üzerinde beklemekte, sabırsızlıkla Mevlânâ’nın yolunu gözetmektedir. Derken belirli vakit gelir, Mevlânâ bir katıra binmiş, aheste aheste sürmekte ve kendisine yaklaşmaktadır. Yıllardır içi aşk ve iştiyak ateşiyle dolu olan Şems, katırın dizginine yapışır, selâm verir ve «Hemen söyle bana,» der, «Hazreti Muhammed mi daha büyüktür, yoksa Bayezid-i Bistamî mi?» Mevlânâ, «Bu ne sorudur?» der, «Hazreti Muhammed (selât ve selâm ona olsun) peygamberlerin sonuncusudur, en yücesidir. Onunla Bayezid arasında ne münasebet var?» Şems, «Ama niçin Hazreti Muhammed (S.A.) hep ‘Yarabbi biz seni sana layık bilgiyle bilemedik,’ dediği halde Bayezid, ‘Beni ululayın şanım ne yücedir,’ diye öğünmüştür?» Mevlânâ, bu sualin heybet ve azameti karşısında kendinden geçmiş, bir süre sonra kendine geldiği zaman Şems’in elinden tutarak piyade bir halde kendi medresesine götürmüş, onunla kırk gün halvette kalarak hiç kimseyle münasebette bulunmamıştır. Bu süre içinde bütün ihtiyaçlarını Mevlânâ’nın büyük oğlu Sultan Veled sağlamıştır.
Eflâkî’ye göre Mevlânâ, Şems’in ilk sorusu karşısında güya yedi kat göklerin biri birinden ayrılarak yere yıkıldığını, büyük bir ateşin kafatasında alevlendiğini hissetmiştir. Ona şu susturucu cevabı vermiştir: «Hazreti Muhammed (S.A.), cihan varlıklarının en büyüğüdür, Bayezid kim oluyor? Bayezid’in susuzluğu bir yudum su ile diner, o zaman da suya kandığından söz eder. Onun idrak hazinesi o kadar bir suyla dolar; güneşin cihanı aydınlatan ışığı onun evinin ufacık penceresine kadar sızar ve ancak o kadar girer. Ama Hazreti Muhammed Mustafa’nın (S.A.), susuzluğu o kadar derindir ki, şüphesiz hep susuzluğundan dem vurur ve her gün o susuzluğun daha da artması niyazında bulunur. Şu halde bu her iki davacıdan Hazreti Muhammed Mustafa’nın davası çok büyüktür. Şu sebepten ki, Bayezid kendisini Hakka ermiş görünce hemen dolu verir ve daha fazlasına bakmaz ama Hazreti Mustafa (S.A.), her gün daha fazla Hakkı görür ve bu görüşle daha çok ilerler. Hakkın yüceliğinin, kudretinin, her varlığa hâkim olan saltanatının parlak belirtilerini her gün, her saat gördükçe aşk ve hayreti artar ve ondan dolayı da ‘Yarabbi biz seni sana yaraşan bilgiyle bilemedik,’ diye hep özlem duyar.» Bu cevap karşısında Şems-i Tebrizî, bir nağra atarak yere yıkılır.
Bu ilk misafirlik sırasında her iki Hak âşığı tam üç ay hep halvette kalır, gece gündüz, oruç, namaz, ibadet ve sohbetle meşgul olur, hiç dışarı çıkmazlar. Ama. öte yanda her gün Mevlânâ Celâleddin’in ilmî konuşmalarından, irşad ve sohbetinden yoksun kalan büyük bir halk topluluğu ve gençlik, Şems hakkında uygunsuz sözler söylemeye ve düşmanca hareketlere başlarlar. Konya şeyhleri arasında bir sofi de, «Yazıklar olsun ki bilginler sultanı Bahaeddin Veled’in oğlu bir Tebrizli oğlanın arkasından yürümeye başladı. Artık Horasan toprağının yetiştirdiği değerler, Tebrizlilerin uydusu haline geldi,» diye halkı ayaklandırıyordu. Bir kısım Konyalılar da, «Acaba Mevlânâ’da o kadar akıl yok mu ki, bir Tebrizlinin peşine düşmüş? Mevlânâ dünyadan el çekmiş bir insandır, halbuki Şemseddin henüz dünyadan el çekmemiştir,» diyorlardı. Bu dedikoduları işiten Mevlânâ da onlara şöyle diyordu: «Siz, Şemseddin’i anlamadığınız için onu sevmiyorsunuz, eğer sevseydiniz onu öyle çirkin karşılamaydınız.» Bazıları da, «Bize, Şemseddin’den bir gönül hoşluğu gelmiyor,» diyorlardı.
Şems ile Mevlânâ’nın İlk Buluşmalarının Çeşitli Yankıları
Mevlânâ’nın Şemseddin’le buluşması, ona, sanki kaybettiği değerli bir mücevheri Şems’in manevî benliğinde, onun velilik hazinesinde yeniden bulmasına fırsat sağlamıştır. O, Şems’in kudretli kişiliği önünde öylesine mest ve coşkun bir hale gelmişti ki, bütün normal işlerini, müftülük, müderrislik, vaizlik gibi meşgalelerini bir tarafa, iterek artık Şems’in pervanesi olmuştu. Dış âlemle ilişkisini kesmiş, artık başka bir âleme dalmıştı. Gözü kulağı Şems’in sohbet ve irşadında, hep onun işaretlerine dönük, hep onunla göz göze diz dize idi.
Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi bu yüzden dedikodular gittikçe artmış, iş artık açık bir düşmanlık haline dönüşmüştü. Bunu en çok Mevlânâ’nın yakınları, talebesi, sohbet arkadaşları yapıyor, hoşnutsuzluk ateşini körüklüyorlardı. Şemseddin, hakkındaki bu dedikoduları, düşmanlık teranelerini anlamaz değildi. O da artık birkaç damla suyun bardağı taşıracağını sezmiş ve bu düşmanlık çemberinden kendini kurtarmak için kararını vermişti. Gecenin birinde Konya’dan ayrıldı; kayıplara karıştı. Nereye gittiğini hiç kimse anlayamadı. 643 hicret yılının 21 Şevval perşembe gününe rastlayan bu ayrılıştan sonra onun Şam’a gitmiş olduğu anlaşıldı. Bu ayrılık süresi, aşağı yukarı 16 ay kadar uzadı. Şems’in Konya’dan ayrılması Mevlânâ’yı eski hayatına döndürmek şöyle dursun, aksine, bağrının hasret ve firkat ateşiyle yanmasına, sıhhatinin bozulmasına yol açtı. Kimseyle konuşmuyor, meslislere gitmek istemiyor; hep gam, keder ve hicran içinde yine halvete kapanıyordu. Neredeyse o ayrılık ateşi içinde son nefeslerini vermek üzereyken Şam’dan gelen bir mektup imdada yetişti. Bu mektup Şemseddin’den idi. Mevlânâ’nm gözlerinde bir ümit ve hayat güneşi parladı. Çünkü Şems’in Şam’da olduğu anlaşılmış ve kayıp hazinenin yeri belli olmuştu. Şems’in mektubu şöyle başlıyordu:
«Mevlânâ’ya malûm olsun ki, bu zaif hayır duası ile meşguldür. Hiç bir yaratıkla ilgisi yoktur. Her birinin ahvali sohbet sırasında anlaşıldıktan ve dostlar ayrı ayrı kendilerini gösterdikten sonra ancak pek değerli, diri gönüllü bir dervişe rastladım. Öyle bir derviş ki, Mevlânâ eğer onun iç yüzünü, ger. çek tarafını bilselerdi şüphe yok ki ona sevgi nazarıyla bakar, saygı göstermekten geri durmazlardı. On yıldan fazladır ki burada bu duacınızın sohbetinde bulunmuş olan bu eski dost Şam’a tekrar gelişimde bana yine dostluk ve aşinalık gösterdi.»
Şemseddin’in Şam’da uzun süre kalması Hz. Mevlana’yı çok üzüyordu. Onun bu üzüntü ve ıstırabını gören dostları devamlı olarak halvetten ayrılmayan, toplumla ilişkisini kesmiş ve sağlık durumu bozulmuş olan Mevlana’yı tekrar eski hayatına ve neşesine kavuşturmak için çareler aradılar, yaptıklarına pişman olduklarını söylediler, özür dilediler. Bunun üzerine Mevlana, Şems’e çok içli ve özlü bir mektup yazdı. Ona şu anlamdaki gazeli de ekledi:
Başlangıcı olmayan zamandan beri diri, yaratıcı, kudretli, bütün varlıkları ayakta tutan ulu Allah’a ant içerim ki onun nuru, yüzbinlerce sır açıklansın diye aşk ışıklarını parlattı. Onun eşi ve benzeri olmayan hükmü ile cihan aşk ile âşıklarla, hâkim ve mahkûmlarla doldu. Şems-i Tebrizî’nin tılsımlarıyle, büyüleriyle onun akla hayret veren hazinesi gizlendi. Senin ayrıldığın günden beri ağzımın tadı bozuldu, mum gibi erimeye başladım. Cemalinden uzak düşünce beden bir virane, can da o viranenin baykuşu oldu. Aman ne olur, yine dizginleri bu tarafa çevir! Aşk filinin hortumunu yine şahlandır; akşamım seninle aydın bir sabah gibi olsun Ey Şam’ın, Ermen ve Rum ülkesinin kıvancı sevgili!
Mevlânâ bu mektubu yazdıktan sonra büyük oğlu Sultan Veledi, yirmi nefer atlı, birkaç yük değerli hediye, altın ve gümüş armağanlarla Şemseddin’i tekrar Konya’ya getirmek üzere Şam’a gönderdi. Söylediklerine göre iki bin dinar altını Şems’in pabucu içerisine doldurarak onu Konya tarafına çevirmesini de Sultan Veled’e tembih etti. «Benden selâm götür, âşıkane secdeler et. Şam’a girer girmez Salihiye semtinde meşhur bir han vardır oraya git ve mümkün ise şu gazeli de onun huzurunda irşad, et,» dedi.
Gidin ey yoldaşlar, dostumuzu bu tarafa çekmeye bakın! Nihayet o kaçak sevgiliyi tekrar bana getirin!
Tatlı teraneler, renkli bahanelerle o güzel yüzlü ay parçasını o hoş çehreli sevgiliyi eve doğru yürütmeye çalışın.
Eğer başka zaman gelirim diye söz verirse aldanmayın! Bütün sözleri hile ve kaçamaktır. O, sizi atlatır.
Onun çok sıcak bir nefesi vardır. Cadılıkla, büyücülükle suya düğüm vurur, havayı bağlar.
Eğer mübarek ve sevinçli haliyle o sevgilim buraya gelirse, sen otur da seyret; bak Allah’ın ne garip işlerini göreceksin.
Bir kere onun cemali parlayınca, güzellerin güzelliği hiç kalır. Onun güneş gibi parlayan yüzü karşısında bütün ışıklar söner.
Ey hafif kanatlı gönül kuşu git bensiz benim dilberime uç; o değer biçilmez mücevhere selâm ve sevgiler götür.
Sultan Veled, babasının tavsiyesine uyarak yol arkadaşları ve dostlarıyle birlikte Şam’a yollandı. Oraya varır varmaz, babasının işaret ettiği hana gitti, Şems’in odası önünde edeple durdular. Mevlânâ’hm mektubunu, armağanlarını teslim ettikten sonra bütün dostların yaptıklarından pişman olduklarını ve kendisini hasretle, saygı ile Konya’da beklediklerini anlattılar. «Umarız ki, bu dileklerimizi kabul buyurursunuz,» diye çok yalvardılar. Şems, bu İsrarlar karşısında dayanamadı; Sultan Ve-led, kendi binmiş olduğu rahvan atına Şems’i bindirdi, kendisi de neşe ve sevinç içinde Şems’in önünde piyade olarak yola koyuldu. Uzun süren bir kara yolculuğundan sonra Konya’ya yakın Zencirli hanına geldikleri zaman babasını müjdelemek için şehre bir derviş gönderdi. Mevlânâ, dervişin müjdesini işitince bütün elbise ve giysilerini çıkardı ve dervişe bağışladı. Konya halkına haberler salarak Şems’in geldiğini, halktan emirlerden, bilginlerden, fakirlerden ve ahilerden onu karşılamak isteyenlerin toplanmasını diledi. Kendisi de ata binerek bütün Konya ileri gelenleri ve ahalisiyle birlikte Şems’i büyük bir sevgi ve saygı hâlesi içinde şehre getirdi.
Şems, bir gün, bu yolculukta Sultan Veled’in gösterdiği hizmet ve saygıdan dolayı çok duygulanmış, teşekkür etmiştir. Bu ikinci gelişte, Mevlânâ’nın Şems’e karşı sevgi ve bağlılığı bir kat daha artmış; ona eskisinden daha çok saygı göstermiştir. Yıllarca ayrı düştükten sonra tekrar vuslata ermiş iki âşık gibi birbirleriyle öylesine kaynaşmışlardır ki artık ayrılmaz bir hale gelmişlerdir. Nasıl ki Mesnevî’de bu buluşmayı şu mısralarla anlatmaktadır:
Onun yüzünü görünce gül gibi açıldı, sevindi;
vuslatda ayrılık bağlarından kurtuldu, özgür oldu.
Ey canların etrafında döndüğü Hak ankası, dedi,
ok şükür ki o Kaf dağından tekrar geldin!
Ey aşkın, kıyamet meydanının İsrafili!
Ey aşkın aşkı, ey aşkın gönlünün istediği sevgili!
Ey tek güneş! Yüzbinlerce defa seni dinlemek
arzusiyle aklım başımdan gitmişti.
Sence bilinen benim kalp sözlerimi,
hep sağlam akçe gibi kabul eden sendin.
Şems’in rahat ve huzur içinde yaşayabilmesi için evlâtlık gibi evde yetiştirilmiş olan Kimya adındaki genç ve güzel kızı da Şems’e nikâh etti. Ama bu sefer müritlerle bazı kıskançlar tekrar harekete geçtiler; dedikoduya, sövüp saymaya başladılar. Eflâkî’nin anlattığına göre bu ikinci gelişte de tam altı ay yine Şems ile Mevlânâ medresedeki bir hücrede halvete çekildiler. Güya ki insanlık gereği olan yemek içmek ve başkaca ihtiyaçlardan uzak bir bir yaşantı sürüyorlardı. Yanlarına yalnız Kuyumcu Selâhaddin ile Sultan Veled’den başka hiç kimse giremiyordu. Öte tarafta Şems’i sevmeyenler, onu fırsat buldukça küçümsemekten, hakaretler savurmaktan geri durmuyorlardı. Şems, bu saldırılara bir zaman katlandı, ses çıkarmadı ama artık dayanılmaz bir hale gelince işi Sultan Veled’e anlattı ve gördüğü hakaretlerden hayli yakınarak, «Artık bu halkın kötü davranışları yüzünden öyle bir yere gideceğim ki, hiç kimse izimi tozumu bulamayacak,» dedi. Bu müddet içinde ansızın oradan kayboldu, ertesi gün Medresesindeki hücresinde dostunu ziyarete gelen Mevlânâ, odasını bomboş bulunca dayanamadı. Bahar bulutları gibi yaş dökmeye başladı ve hemen Sultan Veled’in evine koştu. Yüksek sesle, «Kalk Bahaeddin kalk! Ne uyuyorsun? Kalk da şeyhini aramaya çık! Çünkü canımız yine onun güzel kokusundan yoksun kaldı,» diye feryada başladı. Bir müddet ondan, o hakikat güneşinden bir haber beklediler. Ama hiç bir yerden ses çıkmadı. Mevlânâ artık gece gündüz onun ayrılığını terennüm eden şiirler ve gazeller söylüyor; öte yandan da onu yine Şam taraflarında aramak için yolculuk hazırlıklarına girişiliyordu. Bazı dostları ve sevdikleriyle beraber Şam’a kadar giderek orada aylarca Şems’ ten bir iz ve haber almak için çırpındılar. Ne yazık ki, hiç bir sonuç elde etmeden eli boş gönlü kırık Konya’ya döndüler. Bu olay, 645 hicret yılı . içinde bir perşembe gününe rastlar. Sipehsâlâr Menakibi yazarı Feridun Ahmed diyor ki: «Bu sefer sırasında Mevlânâ şu gazeli inşad buyurmuştur:
Biz Şam’ın âşığı başı dönmüş sevdalısı ve Şam delisiyiz. Şam sevgilisine can vermiş, gönül bağlamışız. Rum Ülkesinden Şam tarafına, yârin yurdu olan Şam’a koşuyoruz; onun akşam karanlığı gibi siyah kâküllerinden Şam’da tazeleniyoruz. Salihliye dağında bir mücevher madeni var ki, onu aramak için Şam denizinde boğulmuşuz. Eğer Tebriz’in Hak güneşi Şemseddin oradaysa Şam’ın kulu kölesiyiz; hem de ne mutlu bir kul ve köleyiz.
Şems’in ortadan kaybolması olayı hâlâ bir esrar perdesi arkasında kalmıştır. Eflâkî’nin anlattığına göre güya Sultan Ve-led şöyle demiştir: «Bir gece Şemseddin halvette Mevlânâ ile birlikte otururken bir adam dışarıdan Şems’i çağırır. Şems, hemen yerinden fırlar ve Mevlânâ’ya, ‘Beni öldürmek istiyorlar,’ der. Bir süre durduktan sonra, ‘İyi bilin ki madde ve mânâ âlemi Allahındır,’ diyerek dışarı çıkar. Kapı dışında pusu kurmuş olan yedi kişi bu fırsattan faydalanarak, hemen bir bıçak saplarlar. Şems o sırada öyle bir nağra atar ki saldırganların hepsi kendinden geçmiş olarak yere serilirler. Kendilerine geldikleri zaman da birkaç damla kandan başka hiç bir iz ve eser göremezler.»
Yukarıdaki hikâye ile Mevlânâ’nın Şam’a giderek Şems’i araması ve Sultan Veled’in Mesnevîleri’ndeki bilgiler arasında büyük bir çelişki vardır. Eflâkî, eserini Mevlânâ’nın torunu Ulu Arif Çelebi zamanında yazmıştır. O zamana kadar halkın hayal gücü ile yarattığı bu efsaneyi doğru sanarak kitabına geçirmiştir. Ama olayın bir de mantık yönü vardır. Konya’da göz önünde geçen bu acı dramın Mevlânâ’dan aylarca gizlenmesi; onun, Şems’in peşinden diyar diyar dolaşması, Şam’da aylarca Şemsi araması, biri birini tutmayan rivayetlerdendir.
Yine Efiâkî’nin anlattığına göre Şems’in kayıplara karış, masından sonra Mevlânâ hiç bir yerde karar kılmazmış; hep Medresesinde dönüp dolaşır, şu anlamdaki rubaiyi söylermiş:
Senin aşkından her tarafta bir gece uyanıklığı var; gece oldu kâküllerin yine amber saçıyor. Gönlüm sükûnete kavuşsun diye ezel nakkaşı her tarafa Tebrizi nakşını işliyor.
Şems’in Konya’dan ayrılışından sonra Mevlânâ’nın yazdığı şiir ve gazellerde, onun öldürülmüş olduğuna dair hiç bir işaret yoktur. Olaydan kırk gün sonra Mevlânâ başındaki beyaz sarığı atıyor; duman renkli sarık sarıyor ve matem nişanesi olan Yemen hırkası, Hint ferecîsi giyinerek ömrünün sonuna kadar bu kıyafeti devam ettiriyor.
«Cevahir-ül Esrar» Şems Hakkında Ne Diyor?
Kâşanlı Hüseyin bin Hasan, Mesnevi Şerhi başlangıcında bize Şems hakkında şu tamamlayıcı bilgileri vermektedir:
«Şeyh Şemseddin-i Tebrizî, ticaret maksadıyle bir çok şehirleri dolaştıktan ve bir çok gönül ehli erenleri ziyaretten sonra, Dest tarafından Türkistan’a gitti. Yolda bir soyguncu sürüsünün saldırısına uğradı. Sonra Baba KemaLi Cendi’nin tekkesine sığındı. Baba Kemal ona halvet ve çile geçirmek üzere bir hücre verdi. O sırada bir raslantı eseri olarak Lemeât sahibi İbrahim Fahreddin Irakî (ölümü 688 H.)de, mürşidi Moltanlı Zekeriya’mn tavsiyesi ile Baba Kemal’in tekkesine gelmişti. Baba Kemal, onu da çileye oturttu. İbrahim Fahreddin, her günkü doğuşlarını şiirlerle, gazellerle ifade ediyordu; bunları besteleyerek şeyhine sunuyordu. Fakat Şemseddin duygularını onun gibi açıklayamıyordu. Bir gün, Şeyhi, «Oğlum Şemseddin, sen de Fahreddin gibi çilede duyduğun ilâhî sırlardan birşeyler anlatamaz mısın?» dedi. Şemseddin, şu cevabı verdi: «Ben, ondan daha çok müşâhade ve tecellilere şahit oluyorum. Ama o bu işte gerekli terimlere ve bilgilere âşinâ olduğu için duygularını uygun sözler ve deyimlerle anlatabiliyor; bazı sırları açıkça terennüm edebiliyor. Fakat bende bu cihet eksiktir.» Bu cevab üzerine Baba Kemal, «Allah sana öyle bir sohbet arkadaşı verecektir ki, o ilk ve son hakikatleri senin adına dile getirecektir.»
Şu rivayete göre Lemeât sahibi ibrahim Fahreddin İrakî ile Şems’in, Kübrevîye kolunun kurucusu meşhur Necmeddin-i Kübrâ’nın halifelerinden Cendli Baba Kemal’den feyz aldıkları anlaşılmaktadır. Tezkerelerin anlattıklarına göre ibrahim Fahreddin, ilk zamanlarda Hindistan’a gitmiş, Mollan şehrinde yerleşmiş orada Şeyh Şahabeddîn Sühreverdî’nin müridi ve daha sonra onun damadı olmuştur. Fakat son zamanlarda Hindistan’dan hacca gitmek maksadıyle ayrılmış; dönüşte Şam’da bir müddet kaldıktan sonra Konya’ya gelerek Şeyh Sadreddin’le görüşmüş ama Konya’da iken Şeyh Şemseddin’le görüşmek fırsatını bulamamıştır.
İranlı çağdaş yazarlardan Nimetullah Kadi’nin araştırmalarına göre Şemseddin henüz delikanlılık yaşlarında evini barkını terk ederek Tebriz’den ayrılmış, bir tesadüfle Zencan halkından pîr Rükneddin-i Secasî’nin dergâhına gitmiş, onun derviş ve müritleri arasına girmiştir. Orada yıllarca manevî sahada ilerledikten sonra Şeyh Fahreddin İrakî’nin ününü duymuş onun şu anlamdaki gazelini işitince, Fahreddin’e karşı büyük bir ilgi göstermiştir:
Bardağa dolan ilk şarabı sakinin sarhoş gözlerinden ödünç aldılar.
Âlemin neresinde bir gönül derdi varsa,
onları bir araya topladılar adına aşk dediler.
Diyelim ki âşıklar kendi sırlarını açıkladılar.
Ama İraki’nin adını niçin kötüye çıkardılar?
Şems, bu gazeli gece gündüz dilinden düşürmez, bunu okumaktan pek hoşlanır, okudukça durmadan duygulanır, yaş dökermiş. Şems’in yanıp yakılmasını, Şeyh Rükneddin görünce çok içlenmiş, müridinin alnından öperek, «Sevgili evlâdım, sen artık dilediğin mertebeyi buldun,» demiş.
Yukardaki hikâyeyi Molla Cami, Fahreddin-i İrakî hakkında anlatır. Güya Şeyh Zekeriya Moltanî onu çileye sokar, on gün sonra Fahreddin’e bir coşkunluk hali gelir ve o coşkunluk haliyle yukarıda anlattığımız gazeli yazarak yüksek sesle okumaya başlar, hep ağlar gezer; Dergâhtaki dervişler bu hali tekke kurallarına, dervişlik geleneklerine aykırı görür, Şeyhe şikâyet ederler. Şeyh, onlara şu cevabı verir: «Fahreddin’in yaptığı şeyler size yasaktır ama ona yasak değildir.»
Hikâyenin gerçek yönüne gelince Fahreddin İrakî’nin ilk gençlik ve dervişlik çağlarında, Şems oldukça ileri bir yaşta idi. Büyük bir ihtimale göre Halep, Şam ve Anadolu taraflarında yaşıyordu. Öte yandan, Fahreddin de Hindistan’da yerleşmişti. Onun şiirlerinin, o derece hudutlar ötesi bir şöhretle yaygınlaşarak Bağdat’ta Şeyh Rükneddin’in Dergâhına kadar ulaşması biraz şüpheli olsa gerektir. Hele o zamanın koşullarına göre Şems’in bunları öğrenip gece gündüz sayıklaması yolundaki masal ciddî sayılamaz.
Şemseddin’in Tarikat Bağlantısı
Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri’nde, Şemseddin’in Mevlânâ Celâleddin’e intisap ettiğini, onun müridi olduğunu söyler ve aşağıdaki tarikat zincirini şöyle sıralar:
«Hazreti Ali, Hasan-ı Basrî’yi; Hasan-ı Basrî, Habib-i Acemiyî; o, Davud-u Taî’yi; Davud, Maruf-u Kerhî’yi; Maruf, Serî-i Sakatî’yi; o, Cüneyd-i Bağdadî’yi; o, Şiblî’yl; o, Muhammed Zeccac’ı; o, Ebûbekr Nessacı; o, Ahmed Gazalî’yi; o, Ahmed Hatibî’yi; o, Şemsül Eimme Serahsi’yi ve o, Sultan’ül-ulemâ Bahaeddin Veled’i; Bahaeddin Veled, Seyyid Burhaneddin Tirmizî’yi; o da, Mevlânâ Celâleddin’i; o da, Şemseddin-i Tebrizî’yi; Tebrizî de, Sultan Veled’i irşad etmiştir. Oysa bütün tezkere yazarlarının anlattıklarına ve Mevlânâ’nın Şems’i öven kaside, gazel ve şiirlerindeki açıklamalarına göre asıl Mevlânâ Celâleddin’in, Şems-i Tebrizî’ye mürid olduğu neticesine varılmaktadır. Bu da, Eflâkî’nin sözleriyle çelişmektedir. Nasıl ki, onun şu anlamdaki gazeli de, buna bir delildir:
Eğer bizim gecemiz gündüzümüz Şemseddin’in aşkı ile geçmeseydi, bize sebepler âleminin her türlü tuzağından kurtulmak nasıl mümkün olurdu.
Onun aşkının parlaklığı bize kudret ve tahammül vermeseydi arzularımızın ateşi takatimizi mahvederdi.
Onun aşkının okşayışları, sevgisinin güzellikleri bizi kurtardı; bütün ıstırap ve belâlardan onun sayesinde uzak kaldık,.
Bu hakkın ne mutlu kimyasıdır ki, onun canındaki şefkat bize aynı zevk ve rahat olmuştur; bütün zorluklarda bize yardımcı olmuştur.
Allahsal inayetler, yardımlar, o şahın hizmeti İçindir; ondan filizlendi o; edep kaynağından bize varlık verdi.
Onun lütfuyle sürahilerin dolandığı mecliste canımız ve gönlümüz, neşeden ağır başlı, hafif ruhlu olur.
Tebriz ülkesi taraflarında bir bengi su pınarı var ki, gönülleri hep o tarafa çeker; biz istemesek bile Hızır gibi bizi hep o pınara çağırır.
Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi Şemseddin, ilk çocukluk ve gençlik çağlarında önce Ebûbekr Sellebâf’a mürid olmuştu. Eflâkî’nin yazdığına göre de, onun terbiyesi sayesinde velîlik mertebesine yükselmişti. Nasıl ki Konuşmalar’da da şöyle demektedir: «O Şeyh Ebubekr’in sarhoşluğu, Allahdan idi. Fakat o sarhoşluktan sonra gelmesi gereken ayıklık onda yoktu.»
Bu o demektir ki, Ebubekr’in manevî coşkunluğun verdiği ilâhî sarhoşluktan (sekir halinden) sonra tekrar sahiv yani ayıklık haline dönmesi daha başka deyimle telvin yani kararsızlık mertebesinden temkin mertebesine geçip sükûn bulması mümkün olmuyordu. Bu yüzden Şemseddin’i başka pîrlerin terbiyesine havale etmiş ve bu sebeptendir ki onu zamanenin büyük mürşitlerinden Rükneddin Muhammed Secasî’nin Dergâhına tavsiye etmiştir. Bu Rükneddin, çağdaş pirlerden Kirmanlı Evhaduddin ile Tebrizli Şeyh Şahabeddin Mahmud’un da üstadıdır. Bağdat’ta Rıbatı Derece denilen bir tekkesi vardı. Şemsin Suriye, Şam ve Bağdat yolculukları sırasında bu Dergâhta bir zaman kaldığı ve gerekli olgunlaşma devresini burada yaptığı sanılmaktadır. Rükneddin Secasî’nin ölüm tarihi kesin olarak bilinmemekteyse de, Şeddülizar müellifinin verdiği bilgiye göre 606 hicret yılında hayatta olduğu anlaşılmaktadır. Yukarıdaki açıklamalara göre Şemseddin’in tarikat silsilesinin, Rükneddin’den başlayarak geriye doğru Kutbeddin Ebu Reşid, Ahmed Bin Ebû Abdullah Ebherî, Ziyaeddin Ebunnecip Abdul Kahir Sühreverdî’ye; ondan da, Ahmed Gazalî’ye; ondan. Tuşlu Ebûbekr Nessac’a; ondan, Ebul Kasım Bin Abdullah Gürgânî’ye; ondan, Ebû Osman Sait Bin Selâmi Mağribî’ye; ondan, Ebû Ali Hasan Bin Ahmed Kâtib’e; ondan, Ebû Ali Rubarî’ye; ondan, Ebul Kasım Cüneyd Bin Muhammed Nehâvendî’ye (Bağdadî); ondan, Serî.i Sakatî’ye; ondan Maruf-u Kerhî’ye; ondan, İmam Musa Rıza’nın oğlu Ali’ye dayanmaktadır.
Üstad Ahmed Hoşnuvis şöyle diyor: «Merhum üstadım Füruzan Fer, Makamat-ı Evhadî adlı kitabının başlangıcında, yukarıda adı geçen pîrlerden Kutbeddin Ahmed-i Ebherî’nin (500-577), Ebul Necip Abdulkadir Sühreverdî’nin halifesi olduğunu kaydetmekte ise de, bu doğru değildir. Çünkü bütün tezkereciler, Kübreviye kolunun büyük mürşitlerinden Bitlisli Ammar bin Yâsir’in, Sühreverdî’nin makamına geçmiş olduğunu kaydederler. Ammar’ın ölümü 582 yılında olduğuna göre bu cihet gerçeğe daha yakındır. Nasıl ki, Şeyh kendi elyazısıyle nisbetini şöyle anlatır: Ben şeyhimiz Ammar biri Yâsir’in sohbetine eriştim; o, Ebul Necip Sühreverdî’nin; o, şeyh Ebul Kasım Gürgânî’nin; o, Ebû Osman Mağribî’nin; o, Ebû Ali Kâtib’ in; o, Ebû Ali Rubârî’nin; o, Cüneyd-i Bağdadî’nin; o, SerîJ Sakatî’nin; o, Maruf-u Telhî’nin; o, Dâvud-u Taî’nin; o, Habib-i Acemî’nin; o, Hasan Basrînin; o, Hazreti Ali bin Ebi Talib’in; o da Hazreti Muhammed’in (S.A.) sohbetinden feyz almıştır.» Evsafu’l – mukarrebin adlı eserin müellifi Ağa Mirza Ah-med’in verdiği şu bilgi de önemlidir: «Mesnevî sahibi Mevlânâ Celâleddin Rumi’nin tarikat bağlantısı, Şemseddin-i Tebrizî ara-cılığıyle, Baba Kemal Cendi’ye ondan da büyük mürşid Nec_ meddin Kübrâ’ya ulaşır» Şu hale göre, Cevahirü’l Esrar sahibi Kemaleddin Hüseyin Harezmî’nin kaydettiği gibi, Mevlânâ Celâleddin Rumî’nin tarikat nisbeti iki yoldan, meşhur Kübreviye şubesinin Altın Zincir (Silsiletü’z-zehep) diye anılan koluna bağlanmakta ve şeyh Necmeddin-i Kübrâ’ya ulaşmaktadır. Birinci yoldan, Sultanü’l ulemâ aracılığı ile (çünkü o, Necmeddin-i Kübrâ’dan feyz almış, onun himmet ve terbiyesiyle yüce manevî derecelere yükselmiştir) bu ilişki sağlanır. Necmeddin-i Kübra da yukarıda adı geçen Bitlisli Amman Yâsir’in; o, Ebul Necip Sühreverdî’nin; o da, Şeyh Ahmed Gazalî’nin; o, Ebûbekr Nes-sac’ın; o da, Şeyh Ebul Kasım Gürgânî’nin; o, Ebû Ali Kâtib’in; o, Ebû Ali Rubârî’nin; o, Ebû Osman Mağribî’nin; o, Cüneyd’in; o, Serî-i Sakatî’nin; o, Maruf-u Kerhî’nin; o da, Risale-i Kuşeyriye’nin verdiği bilgiye göre İmam Ali bin Musa Rıza’nın yetiştirmesidir.
Mevlânâ, ikinci yoldan da, Şems-i Tebrizî aracılığı ile Baba Kemal Cendî’ye; ondan da, tekrar Şeyh Necmeddin-i Kübrâ’ya bağlanmaktadır.
Şems’in Son Günleri
Şems’in büyük tarikat ve tasavvuf erenleri arasındaki mevki ve derecesini yukarıda adları geçen kaynakların ışığı altında belirttikten sonra bir de onun kayboluşu ve ölümü üzerindeki esrar perdesini açmaya çalışalım.
Şems’in, Konya’ya ikinci gelişinde Mevlânâ’nın, onu daha iyi bir rahat ve huzur içinde yaşatmak için, Kimya adındaki kızla evlendirdiğini; onunla zaman zaman anlaşmazlıklara, dargınlıklara yol açan, bir geçimsizlik devresi geçirdiğini biliyoruz. Konuşmalar’da bu anlaşmazlıklardan acı acı şikâyet etmektedir. Ferudun Ahmed Sipehsâlâr’ın anlattığına göre bu geçimsizliğe âmil olanların başında Mevlânâ’nın ikinci oğlu Alâeddin gelmektedir. Alâeddin, Şems ile Kimya’nın özel harem dairelerine teklifsizce ve hiç bir izin almadan girer çıkar ve bu yüzden Şems’in haklı ihtarlarına uğrarmış. Gerek gördüğü bu hakaretlerden, gerek daha önce Kimya’ya gizli bir ilgi beslediği sanılan genç Alâeddin’in Şems’i bir düşman, bir engel gibi görmesinden dolayı araları çok açılmış. Şems, bunu Mevlânâ’ya sezdirmemek için çok tahammül göstermiş fakat son zamanlarda bardağı taşıran bazı olaylar olmuş. Şems’in ortadan kayboluşu hadisesinde onu yok etmek isteyen bir güruhun başında Alâeddin Çelebi’nin bulunduğundan bahseden bazı tezkereciler, şüphe yok ki sonradan uydurulan komplo masallarının tesiri altında kalmışlardır.
Şems’in kayıplara karışmasından bir müddet sonra Kimya, derd-i gerden (boyun ağrısı) hastalığından ölmüş. Alâeddin Çelebi de sayılı müderrislerinden iken genç yaşta hayata gözlerini yummuştur. Aziz arkadaşım Prof. Ferudun Nafiz Uzluk’un himmetiyle bastırılan Mektûbât-ı Mevlânâ’da, Hazreti Pîr’den zamane kadısına bir mektup görüyoruz. Bu mektupta, Fahru’l Müderrisin yani Müderrislerin Kıvancı Alâeddin’in terekesinin mirasçıları arasında taksimi istenmekte ve Alâeddin hakkında hiç bir küskünlük eseri sezilmemektedir. Şems-i Tebrizî’ye gelince, onun Konya’dan tekrar Şam’a döndüğü, oradan Tebriz’e gittiği ve Tebriz’de Hakkın rahmetine kavuşarak Geçil Kabristanı’na gömüldüğü, değerli bilginlerimizden merhum mütercim Asım Efendinin araştırmalarından anlaşılmaktadır.
12/12/1973, Ağın
Mehmed Nuri GENÇOSMAN