Hz. SALÂHADDİN-İ ZERKÛB
Hz. SALÂHADDİN-İ ZERKÛB
(Hz. Mevlâna’nın Şems’ten sonraki Yakın Dostu, Halifesi ve Dünürü)
Mevlâna’nın kutlu çevresinde müstesna bir yeri olan Salâhaddin Feridûn Zerkûb, Konya’da bir göl kenarında kurulmuş olan Kâmile köyündendi. Fakat Şems-i Tebrizî gibi aslen Tebrizli olduğu söylenirdi. Ümmî idi, yani okuma yazma bilmezdi. Buna rağmen son derece zeki ve anlayışlı idi. İlim ve irfan âşığı idi. Bu aşkla genç yaşta Seyyid Burhâneddin Tirmizî’nin müridi olmuştu. Şeyhine hizmet eder, sohbetlerini kaçırmazdı. Seyyid Burhâneddin Kayseri’ye gittikten sonra Salâhaddin de gönlünde açılan ayrılık acısıyla Konya’da duramamış, anasını, babasını ziyarete köyüne gitmiş, orada evlenmişti. Bir müddet sonra yine Konya’ya döndü. Bir gün Cuma namazına gitmişti. Mevlâna camide ders veriyor, Seyyid Burhâneddin’den bahsediyordu. Âşık ruhlu Salâhaddin, birdenbire Mevlâna’nın zâtında Seyyid’in hâl ve nurunu gördü; vecd ve istiğrak içinde feryat ederek minberin önüne atıldı, Hüdâvendigâr’ın ayaklarına kapandı. O andan itibaren içinde Mevlâna’ya karşı büyük bir sevgi ateşi belirdi ve dostlarının en bağlılarından oldu.
Şems-i Tebrizî Konya’ya gelip iki denizin birleşmesi misâli, Mevlâna ile mahrem sohbetlere koyulduğu zaman Salâhaddin-i Zerkûb, iki ulu zâta kendi hücresini tahsis etmiş, hizmetlerine de kendisi bakmıştı.
Salâhaddin’in en mühim hususiyetlerinden biri de dinlemekti. Mevlâna’nın huzurunda daima diz üstü oturur, kollarını yenlerinin içine sokar, başını kalbinin üzerine eğer, onun sohbetini dikkatle dinlerdi. Ancak kendisinden bir şey sorulduğu zaman da ârifâne cevaplar verirdi.
Şems-i Tebrizî’nin gidişinden sonra bir gün Mevlâna, Konya çarşısında dalgın dolaşmakta idi. Yolu kuyumcuların olduğu tarafa düştü. Salâhaddin’in bu çarşı içinde bir dükkânı vardı. Çırakları ile içerde altın dövüyorlardı. Bir çok çekicin âhenkli vuruşundan öyle bir mûsikî meydana geliyordu ki, dükkanın önünde Mevlâna durakladı. Sesleri dinledi; heyecanı artıyor, dayanılmaz vecd hâlini alıyordu. Bir eliyle feracesinin yakasını tuttu ve semâ’ya başladı. Çarşı halkı şaşkın seyrediyordu. Bu hâli gören Kuyumcu Salâhaddin, çekici bıraktı. Kalbinde coşa gelen aşk ve şevk şûlesiyle çıraklarına;
-Siz devam edin, altınların ziyan olmasına bakmayın, dedi; dışarı fırladı, koştu, Mevlâna’nın ayaklarına kapandı.
Mevlâna semâ esnasında şu gazeli söylüyordu :
Yekî gencî pedîd âmed der în dükkân-ı Zerkûbî
Zihî sûret, zihî ma‘nî, zihî hûbî, zihî hûbî
(Bu kuyumcu dükkanında bir hazine göründü.
Ne hoş sûret, ne hoş mânâ, ne güzellik, ne güzellik…)
O gün öğleden ikindiye kadar âşıklar sultanı semâ’ya ara vermedi. Öyle ilâhî bir âlemdi ki Mevlâna’nın bu semâı Kuyumcu Salâhaddin’in gönül gözünden perdeleri kaldırıyor, mânâ göklerinde uçuyordu. Bir ân geldi, fânî cihanın bütün maddesiyle alâkası kesildi. Varlığı eridi, gitti; sırf ruh kaldı. Mânevî hazineye müstağrak oldu. İşte o zaman;
-Yağma, ey ahâli, yağma! diye seslenmeye başladı.
Pek kısa zamanda dükkânındaki altınlar kapışıldı. Zahirî varlığını, bulduğu mânevî ve ebedî hazine uğruna yağma ettiren Salâhaddin’in servetinden ortada eser kalmadı.
Vaktiyle Seyyid Burhâneddin’in feyzi ile olgunlaşan Salâhaddin, Mevlâna’nın aşk ateşiyle bir anda pişmişti.
Kuyumcu Salâhaddin yukarıdaki olaydan sonra Mevlâna’ya şöyle diyecektir :
-İçimde nur kaynakları varmış da haberim yokmuş. Onları öyle bir uyandırdın, coşturdun ki…
Kuyumcu Salâhaddin’in nur kaynakları coşmuş taşmıştı. Ya Hüdâvendigâr’ın hâli nice idi? Âşıklar sultanı da Hz.Şems’in yüce mânâsını Salâhaddin’de bulmuş, onu gönül tahtına oturtmuştu. Erlerin eri olan Salâhaddin’i “Hak velîsi, zamanın Bayezid’i, devrin Cüneyd’i, Hızır kademli, İsa nefesli, Hak dinin Salâh’ı, iki âlemin Kutbu” diye övüyordu.
Tebrizli Şems’in kayboluşundan sonra Mevlâna, kendine tâbî olanlarla meşgul olma işini ve irşâd vazifesini 1229 senesinde Salâhaddin-i Zerkûb’a bıraktı ve onu Şeyh yaptı.
Seyyid Burhâneddin, Hz.Şems ve Mevlâna gibi üç büyük irfan güneşinden feyz alan Şeyh Salâhaddin, dinî usullere son derece riayet ederdi.
Mevlâna Şeyh Salâhaddin’e olan sevgisinden oğlu Sultan Veled’i Şeyhin kızı Fatma Hatun’la evlendirmişti. Bu suretle arada zahirî bir bağ ve akrabalık kurulmuştu. Keramet ehli ve kâmile bir hanım olan Fatma Hatun’un Hediye isimli bir de kız kardeşi vardı. Mevlâna onu da pek sever, “Fatma benim sağ, Hediye ise sol gözümdür” derdi. Hediye Hatun da Nizameddin-i Hattat ile evlendirilmişti.
Böylece on sene geçti. Riyâzet ve mücahededen pek zayıflayan Şeyh Salâhaddin günün birinde hastalandı. Mevlâna hemen her gün ziyaretine geliyor, başucunda oturuyordu. Nihayet Şeyh Salâhaddin;
-Bana müsaade et de dedi, artık bu dünyadan göçeyim, dedi.
Mevlâna bu yalvarışa boyun eğdi. Bir gazel yazıp gönderdi ve ziyaretini kesti. 1239 senesinde Şeyh Salâhaddin’in canı maksuduna erdi.
Cenaze, vasiyet ettiği gibi, kudümler, defler çalınarak, neyler üflenerek kaldırıldı.
Salâhaddin’in ölümüne son derece üzülen Mevlâna, onun için şu gazeli söylemiştir.
“Hakikatte sen bir kişi değildin, yüz cihandın. Dün gece gördüm ki senin gittiğin o cihan bıraktığın bu cihana ağlıyordu.
…
Yazık, yazık, pek yazık oldu. Böyle gören göze, şüphe gözü ağlamaktadır.
Ey, Şah Salâhaddin! Ey, çabuk uçup giden devlet kuşu. Yaydan fırlayan ok gibi uçup gittin. O yay da ağlamaktadır şimdi.
Salâhaddin’e ağlamayı herkes bilmez. O ağlamayı, kimlere, hangi insanlara ağlanacağını bilen bilir.”