Hz. Mevlânâ’ya Göre Hak Yolcusu için Edebin Önemi – Osman Nuri Küçük
Hz. Mevlânâ’ya Göre Hak Yolcusu için Edebin Önemi
Yrd. Doç. Dr. Osman Nuri Küçük
Erciyes Ün. İ. Fak. Öğr. Üyesi.
Tasavvufî gelenekte üzerinde en çok durulan kavramlardan biri edeptir. Sözcük olarak Arapçada her söz ve fiilde güzel muamelede bulunmak anlamına gelen [1] edep, sûfîlerce Hak yolcusunun Cenâb-ı Hakk’a duyduğu derunî saygı ve haşyetten beslenen bir duygu ve hâl olarak görülmüştür. [2]
Allah haşyeti ve sevgisinden doğan bu hâl, kişinin diğer insanlarla ve tüm canlılarla ilişkisinde tesirini gösteren bir duygu ve davranış kıstasıdır. Hak yolcusunun edep algısı manevi yolculuğunun zühd evresinde daha ziyade cehennem korkusu ve Allah haşyetinden beslenirken bu süreçte ilerleyip irfânın hasıl olmasıyla edep hâli aşk u muhabbetle birleşir. Yaratanı sevme, aynı zamanda O’nun ihata ettiği her şeyi sevmeyi de beraberinde getirir. Bu seviyeye erişen ârif, bir yandan kâinata mensup bir sevgi çağlayanı haline gelirken diğer taraftan bir kalp kırmanın endişesiyle titrer ve edep abidesi kesilir. Diğer bir ifadeyle hubbu da buğzu da tam olarak Allah için olur.
Yukarıdaki ifadeleri çağımıza yakın bir Mevlânâ aşığı olan Yaman Dede’nin (ö. 1962) ifadeleriyle somut bir tanıklığa dönüştürelim. Yaman Dede öğrencilerine yazdığı mektuplarında kendisindeki bu sevgi genişlemesini şöyle anlatmaktadır:
“Sevme kabiliyetim son derece gelişmişti. Talebemi pek ziyade seviyordum. Hak rızası için seviyordum.
İçimde onlara karşı öyle bir şefkat deryası coşuyordu ki, her birinin baba ve annesinin gönlünde yaşayan şefkatlerden mutlaka ve mutlaka daha az değildi.” [3]
“Allah’ın bütün mahlûklarına hizmet etmek için içimde kanayan, hıçkıran sonsuz iştiyaklar var. Düşününüz ki bu iştiyak aziz yavrularım için ne kadar şiddetli, ne derece yakıcıdır.” [4]
“… Sizden hayli küçük bir yaşta idim; sevgi ölçümü genişletmeye başladılar, hiç durmadan genişlettiler, genişletiyorlar. Daha doğrusu ölçüyü artırdılar. Ölçüye gelen sevginin en şiddetlisi, en yakıcısı ile dağları taşları sever oldum. Bütün kâinatı kalbimin içine hapsetmek istiyorum. Bütün varlıkları ve onların Ulu Yaratıcısını kalbimin içine, ruhumun derinliklerine çekmek istiyorum.
İnsan sevgisinde ölçüyü aldılar. Bu fakirden manevi bir gıda bekleyen çocuklarımla karşı karşıya gelince yalnız ölçüyü değil, kendimi de kaybediyorum. Yavrularıma bir şey vermek ihtiyacıyla tutuşuyor, adeta kendimi yerden yere vuruyorum. Kalbimden bu ihtiyaç ve iştiyakın kanları damlaya damlaya giriyor ve çıkıyorum. Çocuklarımı her ziyaretimde kürsüye ayak atarken, Ulu Cananına kanını ve canını vermeye giden bir kurbanın iştiyaklarıyla sarsılıyor, onun kılıcında can vermenin doyulmaz ve dayanılmaz zevklerinin yaşamaya başlıyorum. Orası kürsü değil, kurbanın boğazlandığı yer. Oraya boğazlanmak için çıkıyorum… Boğazlanıyorum. Ondan sonra Cananına kavuşan ruhumun sesini işitiyorsunuz. Ruhumda mefhumlar yanıyor, milyonda biri şuurumdan geçebiliyor, üst tarafını şuur almıyor, ufuklara dağılıyor. Şuurdan geçenler kelime kalıplarına dökülüyor, kalıplar yanıyor. Mefhumlar kelimeleri, mazruf zarfı yakıyor. Yanmıyan birkaç kelime sizlere varabiliyor… Her zerre O’nun mahlûkudur. Her zerreye bin can feda olsun.” [5]
Bu muhabbet şümulünün beraberinde nasıl bir hassasiyeti muhtevi olduğunu yine Yaman Dede örneği üzerinden anlatmak için onun Ayten adlı bir öğrencisine yazdığı bir mektuptaki ifadelerine yer verelim:
“İçimde çarpışan iki müthiş kâinat var Ayten: Bütün mahlukata ve tabii pek fazla aziz çocuklarıma hizmet etmek için içimde yanan ve kanayan bir kainat var. Bu kainatın karşısında hiçbir kimseyi milyonda, milyarda bir rahatsız etmemek için titreyen bir kainat. Bu iki kainat çarpışır, ben arada harap olurum. Bundan da ayrı bir saadet duyarım. Hiçbir hadise yok ki saadetimi artırmasın. Volkanın içine fırlatsalar, zevkten başka bir şey duymam.
Size zaman zaman kendisinden bahsettiğim bestekâr bir dostum var; iki manzumemi bestelemiştir. Onun Edebiyat fakültesine devam eden kızı bu fakire “kırk vesvese Dede” der. Ben de, kırkbin vesvese Dede olayım da hiçbir kimseyi kırk binde bir bile rahatsız etmeyim. Yine aynı endişe iledir ki dostlarımla aramda lokma kavgası vardır. Dünyadaki ekmek kavgasının makûsu olarak lokmadan kaçma kavgası. Herhangi bir ziyaretimde isterim ki hiçbir şey ikram olunmasın. Benim için ikramın en büyüğü hiç olmamasıdır. Kahveyi nasıl arzu ettiğimi sordukları zaman: Şekersiz, kahvesiz, susuz… derim. Yerine göre kahveye çoktan sulh oluyorum ama, bu mevsimde uzak mesafeli ziyaretlerde –hayfa ki- yalnız kahve ile yakayı kurtarmak mümkün olmuyor. Lokmasız kurtulmak için binbir mazeret kullanıyorum, bazen tutuyor, bazen de tutmuyor. Derdimi anlatabilmek ve bir fikir verebilmek için Üsküdar’daki çocuğumdan şimdiye kadar bir bardak su istememiş olduğumu söylüyorum. Üzüldüğümü sezenler pek üzerime varmıyorlar, beni serbest bırakıyorlar, geniş bir nefes alıyorum.
Geçenlerde bir zat kaleyi içinden aldı; yemek yiyelim demedi de lokma edelim dedi. Âşıklar sultanının [6] tabirini kullandı. Boynumu bükerek (dahilek) dedim. Arz-ı dehalet; arz-ı teslimiyet ediyorum demek.” [7]
Edebin Hak yolcusu sâlik için önemine işaret eden sûfî önderleri kimi zaman tasavvufu, tümüyle edepten ibaret bir sistem şeklinde târif etmişlerdir. Meselâ Ebu Hafs Haddad (ö. 260/874) tasavvufu şöyle tanımlar:
“Tasavvuf; tamamıyla edepten ibarettir. Her vaktin, her hâlin, her makâmın bir edebi vardır. Bu edeplere riayet edenler hedeflerine ulaşırlar. Etmeyen ise Hakk’a yakın olduğunu zannettiği sırada ondan uzak düşer; kabul görmeyi umduğu sırada reddedilir.” [8]
Tasavvufî düşüncede edebe yapılan vurgu nedeniyle dergâhların girişlerine “Edep ya Hû” ifadesinin yazılması bir adet halini almıştır. İlahi bir nur olarak yüceltilen edep, Yunus Emre’nin ifadeleriyle sûfî gelenekteki duyuşunu şöyle bulmuştur:
Edeb bir tac imiş Nur-u Hüda’dan,
Giy ol tacı emin ol her belâdan
Hz. Mevlânâ’nın kullanımında da edep, sûfî gelenekle paralel şekilde açıklanmaktadır. Mevlânâ’ya göre edep; bir şeyin, olması gereken tabiî seyrinde hareket etmesi, edepsizlik de bu tabiî seyrin dışına çıkmasıdır.[9] Bu anlamıyla edep, Mevlânâ’ya göre mikro dairede hem insan yaşamında hem de makro dairede âlemin işleyişinde usûl ve ölçünün ifadesidir.[10]
Mevlânâ, sâlikin bütün ahvâlinde edebe riayet etmesi gereğini Mesnevî’de müstakil olarak “Sahib-i Tevfik olan Cenâb-ı Hak’tan bütün ahvalde edebe riayet hususunda muvaffakiyet talebi ve edepsizliğin vahameti” başlığı altında işler. Salike öğüdü şudur:
“Huda’dan edebe muvaffak olmayı niyâz edelim. Çünkü edebi olmayan kimse, Allah’ın lütfundan mahrum kalır.
Edebi olmayan, yalnız kendisine kötülük etmiş olmaz, belki edepsizliği yüzünden bütün dünyayı ateşe vermiş olur.”[11]
Mevlânâ, insanî düzlemde edep ve edepsizliğin birinin diğerini var kılan kavramlar olduğuna işaret eder. Bu anlamıyla edebi, edep dışı davranışlara benzer şekilde mukabelede bulunmayıp sabretmek şeklinde tanımlayan Mevlânâ, bu hususu şöyle îzah eder:
“Ey Müslüman, amaç yolunda edep nedir diye sorarsan bil ki edep; her edepsizin edepsizliğine sabır ve tahammül etmektir.
Kimi falan adamın huyu kötü, tabiatı fenâ diye şikâyet eder görürsen,
Bil ki bu şikâyetçinin huyu kötüdür; kötüdür ki o kötü huylunun kötülüğünü söylüyor!
Çünkü iyi huylu, kötü huylulara, fenâ tabiatlılara tahammül eden ve onların kötülüğünü söylemeyen kişidir.”[12]
Mevlânâ “Gam, sıkıntı ve darlıktan başına ne gelirse hepsi, işin sonunu düşünmeme korkusuzluğundan yani edepsizlikten ve küstahlıktan gelir” ifadesiyle edepsizlik ile insanın iç huzursuzluğu ve sıkıntıları arasında bağ kurmaktadır.[13] Mevlânâ’nın edepsizlik ile iç huzursuzluk arasında kurduğu bu ilişki, günümüzde insanî bunalımların nedenlerinden biri olarak gösterilen değerlerin aşınması savını hatıra getirmektedir. Bu kabule göre insanın iç huzursuzlukların temelinde insan eylemlerinin öncelik ve sonralığını belirleyen sabit değerlerin olmayışı yahut değerler arasında yaşanan çatışma yatmaktadır. Diğer bir ifadeyle insan şayet kendini mutlu hissetmiyorsa kendi kurallarını ihlal ediyor demektir.[14] Buna göre edep, sâlikin her vakitte uyması gereken değerler hiyerarşisine uygun hareket etmesi iken; edepsizlik de bu tabiî seyrin dışına çıkılarak değerlerin aşınmasını ifade etmektedir.
Mevlânâ, edepsizliğin olumsuz sonuçlarının sadece insanî düzlemde birey ve toplum hayatıyla sınırlı kalmadığını, edepsizliğin meydana getirdiği dejenerasyonun insanın yaşadığı dünyaya da sirayet edeceğini belirtir.[15] Mevlânâ’nın bu yorumundaki edepsizliğin, Kuran’daki fesat kavramı ile örtüştüğünü söyleyebiliriz.[16]
Mevlânâ’nın izahlarında edep, tüm nimetlere erişmenin usûlüne riâyeti ifade ederken edepsizlik, lanet ve nimetlerden mahrumiyet sebebidir. İsrail oğullarına gökten sofra indirilmesi mucizesine[17] atıfta bulunan Mevlânâ, semâdan indirilen yiyeceklerin kesilmesinin nedenini edepsizlik diye yorumlar.[18] Yine Azazil’in Şeytanlaşması Mevlânâ’ya göre edepsizliğindendir.[19]
Mevlânâ, edep ve edepsizliğin insanın varlık serüveninin başlangıcında yer aldığına işaret eder. İnsanoğlunun atası Adem ile Şeytan arasında meydana gelen olayı edep açısından yorumlayan Mevlânâ, Adem’in affedilmesini edebine, Şeytan’ın lanetini ise edepsizliğine bağlar. Çünkü Adem (as), başına gelenlerin ilahî takdir gereği olduğunu bilmesine rağmen kendi isyanını Cenâb-ı Hakk’a nispet etmeyerek “Rabbimiz kendimize zulmettik (Rabbenâ zâlemnâ enfüsenâ” diyerek[20] edebi elden bırakmadı. Şeytan ise kendi fiilini gizleyerek “Senin beni azdırman nedeniyle (Bima ağveytenî)…” diyerek[21] edepsizlikte bulundu. Adem (as), bu edebine karşılık affedilirken Azazil, edepsizliği nedeniyle lanetlendi. Çünkü edebin karşılığı hürmet, edepsizliğin karşılığı ise mahrumiyet ve reddedilmektir.[22] Binâenaleyh Mevlânâ’ya göre Cenâb-ı Hak, edebe riayet edeni, Uluhiyetine yaraşır, mukabil bir hürmetle yüceltirken, edebi terk edeni hürmetsizlikle cezalandırmaktadır.
Yaman Dede’nin Hz. Mevlânâ’nın tevazu ve edebine örnek olarak verdiği bir olayı yine Yaman Dede’nin ifadeleriyle aktararalım:
“… Hüsameddin Çelebi’den bahis buyurdukları zaman bilmeyen sanır ki Hüsam, kendilerinin üstadıdır.[23]
Subh şud ey subhrâ püşt-ü penâh
Özr mahdûmî Hüsamüddin bihâh
(Sabah oldu. Ey sabahın dayandığı ve sığındığı Zat! Evladım Hüsameddin’den Sen özür dile.)
Aman Allah! Aman Allah! İki hazret sabahlamışlar. Sabahlara kadar Mesnevî yazılmış koca Mevlânâ evladından özür dileyemiyor da Allah’a sığınıyor ve yalvarıyor: Ya Rabbi! Sen özür dile ondan… Düşün.. Hazret, Hüsam’a öyle pâye veriyor ki kendileri için Allah ondan özür dileyecek!..
Çocuklarımdan birinin kalemi yere düştüğü zaman onu alıp sahibine vermek için içimden gelen hamle ve buna benzer bazı hallerim beni şunun için sevindiriyor: Deryanın yanında katre kabilinden bile olsa bu hallerin, O Sultanın hallerine benzer tarafı var. Bunun için sevincime hudut yoktur.
Hazretteki akıllara durgunluk veren inceliğe bakın ki Çelebi’ye Mesnevî’yi yazdırmak gibi cihanlar kadar muazzam bir lütufta bulundukları halde onu hesaba katmıyorlar da o aziz ve bahtiyar evladın sabahlara kadar çalışarak yorulduklarını düşünerek ondan özür dilemek ihtiyacını hissediyorlar, ve … (aman Allah) ve buna Mesnevî-i Şerif’in tek mısraının kâtibi o mübarek ağızdan almak suretiyle katibi olmak değil, o sultanımı bir lahzacık görebilmek için nelere razı değilim ki… Boynuma ip takarak beni sürüklesinler, beni artık hiç uyutmamak suretiyle çıldırtarak öldürsünler!.. Yeter ki gözlerim bir an için nur-ı nazarlarını massetsin..”[24]
Yazımızı Hz. Mevlânâ’nın “Huda’dan edebe muvaffak olmayı niyâz edelim” tavsiyesine uyarak “Edeb ya Hû!” niyâzıyla bitirelim…
[1] Âsım Efendi, Kâmus Tercümesi, c. I, s. 82; Cürcânî, Ta’rifât, s. 24, Tehânevî, Keşşâf u Istılâhati’l-Funûn, c. I, s. 53.
[2] Herevî, Menâzilu’s-Sâirîn, s. 67.
[3] Mustafa Özdamar, Yaman Dede, Marifet Yay., İstanbul 1994, s. 70.
[4] Özdamar, Yaman Dede, s. 263.
[5] Özdamar, Yaman Dede, s. 257-8.
[6] Hz. Mevlânâ’yı kast ediyor.
[7] Özdamar, Yaman Dede, s. 280-1.
[8] Sülemî, Tabakâtu’s-Sûfîye, Kahire, 1969, s. 119.
[9] Bkz. Mesnevî, c. I, b. 88-92.
[10] Mevlânâ’nın güneş tutulmasını, zinadan dolayı salgın hastalıkların yaygınlaşmasını, zekatın verilmeyişi nedeniyle kuraklığın olmasına dair bu olaylarla edepsizlik arasında kurduğu ilgiye binaen yukarıdakine benzer bir değerlendirme için bkz. Konuk, Mesnevî-i Şerîf Şerhi, c. I, s. 119.
[11] Mesnevî, c. I, b. 78’den sonraki başlık ve b. 79-80.
[12] Mesnevî, c. IV, b. 771-4.
[13] Mesnevî, c. I, b. 89.
[14] Benzer değerlendirmeler için bkz. Anthony Robbins, İçindeki Devi Uyandır, çev.: Belkıs Çorakçı, İnkılâp Kitabevi, İstanbul 1991, s. 433.
[15] Bkz. Mesnevî, c. I, b. 80.
[16] Bu bağlamda şu ayeti zikredebiliriz. “İnsanların ellerinin işledikleri ve bundan bir kazanç sağladıkları şeyler sebebiyle karada ve denizde fesat ortaya çıktı” (Rûm, 30/41).
[17] Mâide 5/114 ayeti ile A’raf 7/160 ayetinde anlatılan olaya işaret edilmektedir.
[18] Mesnevî, c. I, b. 79-87. Îsâ (a.s.)’nın duâsı üzerine, mûcize olarak gökten indirilen bu sofradan bir şey alıp saklamaları men edilmişti. Bu yasağa rağmen bazıları karınlarını doyurduktan sonra sofranın bir daha gelmeyeceğinden endişe ederek kalan yemekleri aşırıp evlerinde stokluyorlardı. (bkz. İsmail Hakkı Bursevî, Rûhu’l-Beyân, Erkam Yay., İstanbul 2005, c. V, s. 183 vd.)
[19] Bkz. Mesnevî, c. I, b. 92.
[20] A’raf 7/23 ayetine işaret edilmektedir.
[21] Şeytanın bu şekildeki sözü A’raf 7/16, Hicr 15/39 ayetlerinde geçmektedir.
[22] Mesnevî, c. I, b. 1488-95.
[23] Bu ifadeler için Mesnevî’nin birinci cildinin Arapça mensur mukaddimesine bakılabilir.
[24] 3/4.10.1945 tarihli Ayten adlı öğrencisine yazdığı mektuptan. (Özdamar, Yaman Dede, s. 297-8).