HZ. MEVLÂNA’NIN VE PAPAZIN HIRKASI

A+
A-

HZ. MEVLÂNA’NIN VE PAPAZIN HIRKASI

Hz. Mevlâna… Günümüzde hemen hemen her konuda eserlerinden alıntılarla “şahit” gösterilen ve bir şekilde konuşmaların arasına yerleştirilen evrensel değerimiz. Sanayici, siyasetçi, sanatçı, sporcu… her meslek gurubundan insanlar kendi alanları ile ilgili değerlendirme yaparken bir yolunu bulup “işte Mevlâna’nın da dediği gibi…” diyerek savını güçlendirmeye çalışır. Buna tabi ilk bakışta bir diyeceğimiz olamaz, ancak Hz. Mevlâna’nın diye nakledilen o sözün doğru olması şartıyla. Günümüzde özellikle sosyal medya diye adlandırılan paylaşım sitelerinde desteklediği veya karşı olduğu kişi ve olaylara karşı Hz. Mevlâna hep şahit konumunda. Bu tarz paylaşımların iyi niyetli olduğundan şüphemiz yok; dileğimiz sözlerin doğru bir şekilde alınıp kaynağı ile birlikte nakledilmesi, paylaşılmasıdır. Mevlâna’nın her alana girmesi normal değildir, ama her alandan insanların Mevlâna veya benzeri düşünce insanlarından istifade etmesi normaldir. Bu hassasiyetin de korunması gerekir.

Yine günümüzde –sanki İslâm’dan başka tabi olunması normal olan başka bir din varmış gibi– dinler arası karşılaştırmalarda “dinler arası diyalog” söylemi ile Hz. Mevlâna “başrol” sıfatıyla senaryoda yerini alır ve onun Konya’da bulunan Hırıstiyan papazları ve Yahudi Hahamları ile dost olduğu hep vurgulanır. Cenazesine Müslümanlarla birlikte bu din mensuplarının da katıldığı anlatılır. El-hak bunlar doğrudur; özellikle Hz. Mevlâna’nın vuslatından 70 yıl kadar sonra yazılan Eflâkî Dedenin menâkıb kitabında vardır, ama eksik alınıp kullanılmaktadır.

“Batılı Mevlevîler”in bir bölümü de Hz. Mevlâna’nın eserlerinde geçen Hz. İsa ve Hz. Musa hikâyelerinde ve atıflarında kendi dinlerini bulur. Ve Hıristiyan, Yahudi ve hattâ ateist bir “Mevlevî” olarak bu senaryoda yerini alır. Böyle durumlarda bile günümüz Hz. Mevlâna dostları bir gün gelip hidayete erebileceklerini umarak, onları “ötekileştirmez”, bir kenara itmez, kazanmaya çalışır. Tabiî ki burada “Allah dilediğini hidayete erdirir” lafz-ı ilâhîsini hatırlamak ve İslam’la şereflenen, Mevlâna’dan Mevlâ’ya ulaşan binlerce Mevleviyi ayrı tutmak gerekir. Yine Mesnevî’de Hz. Ömer örneği verilerek “Hiçbir kâfiri hor görmeyin, olur ya Müslüman olarak ölebilir” beyti de Mevlâna dostlarının düsturları arasındadır.

Bu yazıda yukarıda geçen menâkıb kitabını esas alarak Hz. Mevlâna’nın diğer din mensuplarıyla ilişkilerini yansıtmaya ve onun latifeli ve kıssadan hisseli sözleri ile nasıl sonuçlar alındığını vurgulamaya çalışacağız. Yine burada belirtmek gerekir ki, Hz. Mevlâna her din ve kesimden insanlarla daima diyalog halinde olmuş, ilk olarak onları Yüce Yaradan’ın ruhundan üflediği bir ruh taşıdığı için “kardeş” olarak bilmiş, ancak son Hak dininde olmamaları sebebiyle -her ne kadar samimi olsalar da- yanlış yolda olduklarını “edeb” çerçevesinde söylemekten geri durmamıştır. Onun bu tavrı neticesinde elde edilen dinî kazanımlar âdeta Peygamber Efendimizin “Kolaylaştırınız zorlaştırmayınız; sevdiriniz nefret ettirmeyiniz” düsturunun somut sonuçlarıdır.

***

Bir gün Hz. Mevlâna Meram Mescidinden evine dönerken karşısına uzun aksakalı ile siyalar giymiş ihtiyar bir rahip çıkar ve eğilerek Mevlâna’ya saygı gösterir. Hz. Mevlâna sorar:

Sen mi yaşlısın sakalın mı?

Sakalı çıkmaya başladıktan sonra hiç kesmeyen rahip cevap verir:

Ben yaşlıyım, o benden yirmi sene sonra çıkmaya başladı.

Hz. Mevlâna latifeli bir şekilde devam eder:

Peki o senden sonra çıkmaya başladığı halde kemale ermiş, ak ve pâk bir hale gelmiş, peki sen hâlâ niye böyle karalar içindesin, yanlışta ısrarcısın?

Rahip Hz. Mevlâna’nın bu sorusundan alacağı mesajı çıkarır ve hemen orada rahip elbisesini ve Hıristiyanlık kemerini çıkararak Müslüman olur.

***

Yine Hz. Mevlâna dostları ile cami dönüşünde bir gurup papaz ve rahiplerle karşılaşır. Dostları hemen mırıldanmaya başlar:

Ne kadar gönülleri kara ve sevimsiz insanlar bunlar!

Hz. Mevlâna hemen onları susturur ve şöyle der:

Aslında dünyada onlardan daha cömert kimse yoktur.

Şaşırır dostları bu sözlere. Devam eder Mevlâna:

Şaşırmayın, onlar bu dünyadaki İslâm dininin temizliğini ve bütün ibadetlerini bize terk etmişler böylece de ebedî cennetin nimetlerini bize bağışlayarak kendileri cehennemin azap ve eziyetini üstlenmişlerdir.

Rahip ve papazlardan oluşan gurup bu mânâlı ve latif sözler sonunda hemen orada kisvelerinden soyunup şahadet getirerek Müslüman olur.

***

Bir gün Hz. Mevlâna medresesinde iken Yahudi Hahamlardan ve Hıristiyan papazlardan bir gurup ziyaretine gelir. Ondan Kur’ân-ı Kerim’deki emir ve yasakların hikmetini ve sırrını sorarlar. Hz. Mevlâna kendilerini büyük bir saygıyla karşılayarak konuşmaya başlar:

Yüce Allah müminlere şirkten kurtulmaları için imanı; kibirden arınmak için namazı; rızka sebep olduğu için zekâtı; ihlâslarını sınamak için Haccı; dini yüceltmek için cihadı kan dökülmesini önlemek için kısası emretmiştir… Aklı korumak için şarabı; iffeti ve nesebi temiz tutmak için zinayı yasak etmiştir…

Daha onlarcasını sayar Hz. Mevlâna. Bu tatlı ve anlamlı sohbetin sonunda bütün Yahudi ve Hıristiyanlar tövbe ederek hemen oracıkta Müslüman olur.

Eflâkî Dedenin naklettiğine göre Hz. Mevlâna’nın bu tarz sohbetleri ve vecizeli anlatımları neticesinde yaşadığı dönem içinde on sekiz bin kâfir Müslüman olur.

Bir de günümüzde olduğu gibi, Hz. Mevlâna zamanında da ona büyük sevgi ve saygı duyan, ancak dinlerinde ısrar eden gayri Müslimler vardır ki, yine aynı kaynaktan bir tanesini nakletmek anlamlı olacaktır.

Hz. Mevlâna’nın torunu Ulu Ârif Çelebi zamanında Konya’daki Eflatun Manastırı’nda Mevlâna’yı tanıyan yaşlı bir papaz vardır. Bir gün Ârif Çelebi dedesinin üslubu üzere manastıra o rahibi ziyarete gider ve ona sorar:

Siz Mevlâna hazretlerini nasıl bildiniz, nasıl tanıdınız?

Rahip başlar anlatmaya; önce İncil’den ve diğer ilahî kitaplardan okuduğu mânâlardan ve bunlardaki anlam birliğinden bahseder. Hz. Mevlâna’nın da sık sık yanına geldiğine, sohbet ettiklerine ve cehennemin azabından korunmaları gerektiğini hatırlattığına vurgu yapar. Hattâ bir gün manastıra gelip kırk gün bir hücrede çile çıkardığını tamamlanınca da kendisine, Kur’ân’da Müslümanlardan da cehenneme gidenlerin olacağını o vakit kendileri ile Müslümanlar arasında ne fark vardır, diye sorduğunu belirtir. Hz. Mevlâna bu sözü üzerine papaza bir şey söylemez. Çıkar şehre doğru yola koyulur.

Bundan sonrasını papazın ağzından dinleyelim:

Mevlâna’nın bu suskunluğuna şaşırıp peşine düştüm. Şehre varınca benim farkıma vardı. Hemen bir fırıncıya girdi, ben de peşinden. Hiç konuşmadı, benim siyah hırkamı aldı, biraz kirli olan kendi hırkasını çıkararak benimkini onun içine sardı ve ikisini de iyice kızarmış olan fırının içine attı. Ben şaşırdım, ama bir şey diyemedim. Bir müddet sonra fırından dumanlar yükseldi. Biraz daha bekledikten sonra fırından hırka yumağını çıkardı. Kendisininki tertemiz olmuştu, açtı içindeki benim hırkam ise yanıp kül haline gelip yerlere serpilmişti. Hırkasını fırıncıya giydirdi ve bana dönüp şöyle dedi:

Bak, işte biz cehenneme böyle gireriz (bu sırada fırıncıya giydirdiği hırkasını gösteriyordu), (bu sefer de yerdeki kül haline gelmiş benim hırkamı eli ile işaret ederek) siz de öyle gireceksiniz

***

Lâfı uzatmadan “Mevlâna ve diğer dinler” konusunda maksadın hâsıl olduğunu düşünerek; dünyada hiçbir zaman “dinler” olmamıştır, sadece bir din vardır. Bu dinin son adı İslâm, son kitabı Kur’ân, son peygamberi de Hz. Muhammed (SAV)’dir, diyerek aynı kaynaktan ibret-âmîz bir olayla noktayı koyalım:

Selçuklu sarayının meşhur iki ressamı Kaluyan ve Aynüddevle Rumdular ve Hz. Mevlâna’nın müridi idiler. Kaluyan bir gün Aynüddevle ile sohbet ediyordu:

İstanbul’da bir levha üzerine Hz. Meryem ile Hz. İsa’nın resmini yapmışlar. Sanki onlar gibi emsalsiz duruyorlar. Dünyanın her tarafından gelen tanınmış ressamlar benzerini yapamamış ve bu resim karşısında san’akârlıklarından utanmışlar.

Bu sözler Aynüddevle’nin çok ilgisini çeker ve kalkıp görmek için İstanbul’a gider. Resmin bulunduğu manastıra bir yıl konuk olur, rahiplere hizmet eder. Güven sağladığı vakit bir gece o resmi çalarak Konya’ya gelir, hemen Hz. Mevlâna’ya koşar, ona hikâyeyi olduğu gibi anlatır. Hz. Mevlâna resmi merak eder;

Getir şu resmi bir de ben bakayım.

Aynüddevle hemen resmi getirir, Hz. Mevlâna’ya verir. Resmin güzelliğinden ressamın maharetinden övgüyle bahseder, resme ve ressamına âşık olduğunu belirtir. Hiç konuşmadan uzun uzun bakar Mevlâna resme ve yavaş bir ses tonuyla konuşmaya başlar:

Bu resim ne diyor Aynüddevle biliyor musun?

Şaşırır ve meraklanır Aynüddevle… Devam eder Mevlâna:

Bu güzel resim, ‘Aynüddevle’nin bize olan sevgisi samimi değildir; o, yalancı bir âşıktır’ diyor.

Nasıl olur, ben samimi bir Hıristiyanım
diye itiraz eder Aynüddevle. Mevlâna devam eder sözlerine:

Bu resimdeki Hz. Meryem ve Hz. İsa diyor ki sana; ‘bizim hiç uykumuz yoktu, yiyeceğimiz de bol değildi. Oysa Aynüddevle bizi bırakıp geceleri uyuyor. Gündüzleri de bol bol yiyip bizim yolumuza tabi olmuyor.

Aynüddevle ne diyeceğini şaşırır ve hemen bir bahane ile kendini savunmaya çalışır:

Olur mu efendim. Onlar sadece bir resim. Resimler hiç konuşur mu?

Mevlâna sakinliğini bozmadan cevap verir:

Bu resmi ve ressamı o kadar övdün, ‘âşık oldum’ dedin, resmin peşinden İstanbul’a kadar gidip sahip oldun. Oysaki sen de, biz de, tüm dünyadaki insanlar da; yerdeki ve gökteki bütün eserler de bâkî olan bir San’atkârın (Yaratıcının) eseridir. Sen niye bu eserlerden ve onların yaratıcısından yüz çevirip böyle mânâsız bir resme ve ressamına âşık oldun?