Hz. MEVLÂNÂ’NIN ESERLERİNDE ”GEL – Celâleddin Bâkır Çelebi

A+
A-

Hz. MEVLÂNÂ’NIN ESERLERİNDE ”GEL” ÇAĞRILARI 

Dr. Celâleddin Bâkır Çelebi

“Gene gel!, gene gel!, her ne isen gene gel!

Kafirsen, ateşe tapıyorsan, puta tapıyorsan gene gel…

Bu bizim Dergâhımız, umutsuzluk Dergâhı değil;

Yüzkere tövbeni bozmuşsan da gene gel!”

Bu rubaînin, Huzur-ı Pîr’de bulunan 768 şevvalinin ikisinde (11-7-1367) de, Osmanoğlu Hasan tarafından yazılmaya başlanıp 770 Rebiülahirin ilk günü (13-10-1368) de yazılması biten, iki ciltlik Dîvân-ı Kebîr nüshalarının birinci cildinin kabının içinde yazılı olduğunu görürüz.

Kimi tarafından Hz. Mevlânâ’ya, kimi tarafından ise başka şairlere atfedilen ve çok meşhur olan bu rubâî’nin yarattığı, polemik beni yeni bir araştırmaya sevketti. Her kiminse bu “GEL” çağrısı, Hz. Mevlânâ’nın ifadelerinde şekillenen tasavvuf? görüşüne, Allah’a (C.C.), yarattığı herşeye ve kendisine halife olarak seçtiği insanlara olan aşırı sevgisine uygun düşmektedir. Dîvân-ı Kebîr’i incelediğimizde bu rubaideki ifade ve neş’enin tamamının değişik gazellerde, çeşitli vesilelerle ifade edilmiş olduğuna şahit oluruz.

Bu rubai’nin manasının üzerinde kısaca durduktan sonra, Hz. Mevlânâ’nın Dîvân-ı Kebîr’inde geçen “GEL” çağrılarını görüşünüze arz edeceğim.

Mevlevî tarihi olarak kabul edilen, 13 ncü ve 14 ncü asırlarda yazılmış olan, Sipehsâlâr ve Ariflerin Menkîbeleri’nde, Hz. Mevlânâ’nın “Sebeplerin Müsebbibi Cenab-ı Hak (C.C.) bir sebep yaratarak beni, buradaki insanları hakikat’a davet etmem için Horasan İlinden Konya vilayetine gönderdi. Geldiğimde bu diyarın insanlarının hakikatle hiç ilgilenmediklerini, fakat mûsikî ve rakstan çok hoşlandıklarını gördüm. Ben de onları dalaletten kurtarıp hakikate celb etmek için mûsikî ve raksı alet ettim.” Anlaşılıyor ki Mevlevîlerin semâı ve mûsikîsi gaye değil, insanları hakikata celb etmek için gereken vasıtalardan birisidir. Dünyanın ve bilhassa Garb aleminin asırlardır göstere geldiği ilgi bunun en bariz delilidir.

Şarkta ise, İran’da Afganistan’da, Pakistan’da ve Hindistan’da Mesnevî-i Şerife, Kur’ân-ı Pehlevî (Farsca Kur’ân) denilmektedir. Görülüyor ki Hz. Mevlânâ Farsça söyleyerek, o memleketlerin insanlarına kendi dilleriyle hitab ederek, onları dalaletten kurtarmış, başka inançlara sapmalarını önleyerek onlara Allah’ı, Allah’ın Kitab’ını, Resulünü tanıtmıştır. Hz. Şems’le birlikte hazırlanan bu strateji Türk dehasının, Allah’ın takdir ve emriyle gerçekleştirdiği, dünya tarihinde benzeri görülmemiş olup, günümüze kadar da sessiz sedasız süren bir büyük manevî fetihtir.

Allahü Teala insanları severek yarattı, onları meleklerden üstün kıldı. Adem’in şahsında insanları, Kur’ân’ın ifadesiyle, kendisine halife eyledi. Kullarını diğer mahlukata faik ve seçkin kıldı.

Kendisini Resulü Ekrem’in bastığı yerin tozu-toprağı ilan eden, Hz. Mevlânâ’nın bütün eserlerinin kaynağı, önce Kur’ân-ı Kerîm, sonra da Peygamber Efendimizin Hadisleridir. Peygamber Efendimiz insanlığı kurtuluşa, mutluluğa davet eden en büyük rehberdir. Şüphesiz Peygamberimizin varisleri olan velîler de öyledir. Dolayısıyla bütün velîler gibi Hz. Mevlânâ da, insanlığa kucağını açmış engin bir şefkat ve merhamet ummanıdır..

Allah’ın rahmetinin yanında gazabının, azabının olduğu da bir gerçektir. Ancak Kur’an-ı Kerim Zümer Süresi, Ayet 53’te “Benim adıma de ki: “Ey nefisleri hususunda haddi aşan kullarım! Allah’ın rahmetinden umudunuzu kesmeyin, doğrusu Allah günahların hepsini bağışlar. Çünkü O, bağışlayan’dır, merhametli’dir” A’raf Süresi Ayet 156’da: “Ve rahmeti vesiat külle şey’in= Ve rahmetim herşeyi kaplamıştır.” buyurduğu gibi, bir Hadis-i Kutside Allahu Teala: “Sebakat rahmeti gada-bi = Rahmetim gazabımın önüne geçmiştir” buyurmaktadır.

(Aliyyül Karî Kırlı Kutsî Hadis Terc. (H.Hüsnü Erdem. 1963 Ankara)

Allahu Teala, “Rab’ül Âlemin”dir. (Alemlerin Rab’bidir) Rahimdir. O’nun merhameti hudutsuzdur. Peygamberimize “Biz seni ancak alemlere rahmet için gönderdik” buyurmuştur. (Enbiya Süresi Ayet: 107). Böylece Resulünü alemlere rahmet için gönderdiğini ilan ederken, Allah’ın veli kullarının da bu rahmeti ve merhameti yaşamaları, yaşatmaları gayet tabiidir.

Burada evrensel bir insan sevgisi, İslâmın insan sevgisi görülür. Engin bir hoşgörü insanlığı kucaklar, aydınlatır. Bu ışıktan nasiplenenler, Cenâb-ı Mevlânâ’nın ve doğal olarak İslâmın potasında erirler. Çünkü Hz. Mevlânâ İslâm’dan başka birşey yaşamamış. Kur’ân’dan ve Peygamberimizin sözlerinden bir zerre kadar bile sapmamış, bütünü ile İslâm’ı yaşamış, fakat kabukta kalmayıp öze inmiştir. Ufak denizde değil, ummanlarda kulaç atmıştır…

Aşk-ı îlahî ummanına gark olmuş olan Hz. Mevlânâ’nın Gel çağrılarını en geniş manasıyla görmek gerek. Bu çağrı, Hz. Mevlânâ’nın kendisinde tecelli eden Hakk rahmetinin, Allah’ın yarattığı herşeye bütün insanlığa in’ikası, insanlığı kucaklayışıdır.

Din, dil ırk renk farkı gözetmeksizin bütün insanlığa hitabeden bu çağrı, aslında güneşin ulaştığı yerleri ısıtması, aydınlatması gibi icabet edenleri aydınlatacaktır. Güneşin meyveleri yavaş yavaş olgunlaştırdığı gibi onları olgunlaştırarak, gönül kervanına katacak ve dünya var oldukça katmaya devam edecektir…

 

Mesneviden Bir Kaç Gel Çağrısı

Cefakâr nefis katırlarına bakmak, yola getirmek için Mustafa Hakk’ın imrahorudur.

Kerem ve ihsanın çekişiyle “Kul tealev” dedi… Gelin de sizi riyazatla terbiye edeyim, azgın ve serkeş atları alıştırır, getiririm ben…

Tanrı dedi ki: “Onlara gelin de, ey terbiyeye alışkın olmıyan katırlar, gelin del”

Fakat gelmezlerse gamlanma… o iki temkinsiz için kinlenme! Bazılannın kulakları bu, gelin sözüne karşı sağırdır… her hayvanın ayrı ahırı vardır.

Bazıları bu sesten ürker, kaçarlar… her atın ahırı ayrıdır…

Oğul, gelin de, gelin… sizi Tanrı esenlik yurduna çağırmada!…”

(Mesn. C:4-B:2005…)

Çaresiz müflis… Beni yaratan yalnız sensin. Rızkımı da sen düzene koy demekteydi.

Yıllarca bu duada bulundu. Yüzünü yerlere sürdü, yalvarıp sızladı… nihayet ağlayıp yalvarışı tesir etti…

Çalışıp çabalarken yorulup ümitsizliğe düşünce Tanrı kapısında gel sesini duyuyordu…

(Mesn. C: 6-B:1839)

Kurdun devri, Yusuf kuyunun dibinde. Kıptilerin nöbeti, Firavun, padişah şimdi.

Bu suretle de herkese lüzumsuz gülüp duran ve kimseden esirgenmeyen nzıktan şu köpekler de birkaç gün rızıklansınlar, hisselerini alsınlar bakalım.

“Gelin” buyruğu verilinceye kadar aslanlar, orman içinde beklemedeler.

(Mesn. C:6-B: 1871)

O illetli adam, ulu Yaratıcının cömertliğine güvendiğinden defsiz oynuyordu…

Ümidi, dilsiz, sessiz gel demekteydi. O davet, gönlünden utancı silip süpürüyordu…

(Mesn. C:6-B: 1987-89)

 

Dîvân-ı Kebîrden “GEL” Çağrıları

Onun yüce, geniş, hoş bir ülkesi var. Nasıl olursan, ne olursan ol, ona lazımsın sen; dilersen akik ol, la’l ol, dilersen kerpiç ol, taş ol; o ülkeye o da lazım, bu da.

Lal’sen de gel, taşsan da gel, bela seline düş, yuvarlan, selle denize koş, o şuh aşka konuk ol…

Balıklar gibi denizde git, gel. Kuruluğu hatırlarsan denizden karaya yüz tut…

(Furûzanfer: C5/G2134 -Gölpınarlı:Cl/G121/S164)

Gönlün, gönlün, gönlün için, gönlümü incitme… Niçin, niçin, manası ne? Perperişan edersin beni.

Gel, gel gene gel, barış da eve yönel… gitme, gitme önümden omuz silkme sen öyle…

Gel, gel de bir soluk ver bana; güzelim solukların, Ab-ı hayat gibi gönlümün ömrünü artırır…

Sen Mustafa nurusun; Kâ’be putlarla doldu… hadi, gel de Rahman’ın evinden putları at dışarıya…

(Furûzanfer: C4/G1889 – Gölpınarlı: C7/G226/S305)

Gel-gel ki tıpkı ab-ı hayat içindesin sen; gel-gel ki her derdin şifasısın, devasısın sen.

Gel-gel ki gül bahçesi seni övüyor; gel-gel de onu nerde besledin nasıl yetiştirdin, bir göster.

Gel-gel ki sen olmadıkça hastahanede hiçbir hastanın benzindeki sanlık gitmiyor.

Doğ-doğ ey güneş, sen olmadıkça havadaki acılıkta gitmez, soğukluk da.

Doğ-doğ ey Ay, gözlerin hepsi de yaslı, herkes ağlıyor, sense dönüp duruyorsun; yazıktır bu yazık.

Gel- gel ki bütün kainatın velinimetisin sen; dertten halas edensin; tavlanın zarısın sen.

Gel- gel de kuluna öğret, bellet; çünkü imamlıkta da, öğretmede de anlayıp anlatmakta da teksin sen.

(Furûzanfer: C3/G3083 – Gölpınarlı: C3/G226/S305)

Gel-gel ki sen, semâm canının canına cansın; gel ki semâ bahçesinin yürüyen selvisisin sen.

Gel ki senin gibisi ne gelmiştir, ne gelir; gel ki semâm gözleri, senin gibisini ne görmüştür, ne görür.

Gel ki güneş kaynağı bile gölgendedir senin…

Gel ki Tebrizli Şems, şekle bürünmüş aşktır; semâm ağzı aşktan açık kaldı gitti.

(Furûzanfer:C3/G1295-Gölpınarlı:C3/G148/S225)

Gel-gel ki savaş aslanlarının  aslanısın sen; ormanlıktan çıkta saflar yar…

(Furûzanfer: C3/G1306 – Gölpınarlı: C3/G149/S226)

Gel – gel ki sen, semâm canının canına cansın; semâm soyuna, sopuna,semâ topluluğuna binlerce aydın mumsun.

….gel, semâ göğüne doğan aysın sen.

Gel ki can da güzelim yüzüne hayrandır, cihan da; gel ki semâ aleminde şaşılacak bir güzelsin, görülmemiş bir yaratıksın sen. Gel ki sensiz aşk pazarında peşin bir alış-veriş yoktur; gel ki semâ madeni, senin gibi bir altını görmemiştir.

Gel ki iştiyak çekenler, kapında otura kalmışlardır; semâ merdivenini daya aşağıya in damdan.

Gel ki aşk pazarının parlaklığı dudağından gelmede; şu semâ dükkanında da paralı bir güzel var…

(Furûzanfer: C3/G1296 – GölpınaHı: C3/G147/S224)

… Gel – gel ki halkın canı da sensin, kurtuluşu da. Gel – gel ki Yakub’un ışığı da sensin, gözü de.

Gel – gel ki güzellik bağışlamadasın, ululuk vermedesin

sen; gel – gel ki binlerce Eyyub’a şifasın, dermansın sen.

Gel – gel; gerçi asla gitmemişsin amma gene de gel, her sözü, güzellikle, bir hoşça söylerim sana, gel…

Yüzlerce cana bedelsin, canın yerine sen gel, gir bedenime, otur. Güzelsin, seni seveni çek, bas bağrına…

(Furûzanfer: C3/G3050 – Gölpınariı: C3/G217/S295

Gel – gel; bu uzaklıktan pişman olursun sonra, tatlı davetimize gel, ne diye köpürüp duruyorsun?

Bu mecliste yaşayıp, dalga – dalga köpürüyor; Allah yardımcı, her yanda da Mansûr şarabı var…

Gel de Tûr dağı’na dek Mûsâ’ya yoldaş olalım; Tûr’da Tanrı’yla konuşan Mûsâ’ya “Allah’la konuştu” dendi.

(Furûzanfer: C3/G3073 – Gölpınarlı: C3/G242/S323)

Gel – gel ki bizim gibi bir dost bulamazsın sen; iki dünya da nerde bizim gibi gönüller alan güzel?

Gel – gel, her yana yel gibi koşup durma; senin geçer akçene başkasının yanında pazar yoktur…

(Furûzanfer: C6/G3050 – Gölpınarlı: C3/G144/S326)

Gel – gel ki sen, günlerin eşsiz – örneksiz güzelisin; kardeşsin babasın, anasın, sevgilisin, gönül huzurusun sen…

(Furûzanfer: C6/G3073 – Gölpınarlı: C3/G253/S335)

Gel – gel ki derdinle kara sevdalara uğradım; gir kapıdan gir kapıdan; yalnızlıktan canım dudağıma geldi…

(Furûzanfer: C6/G3097 – Gölpınarlı: C3/G16/S388)

A gönlümün hevesleri, gel – gel – gel – gel. A dileğim, isteğim, gel – gel – gel – gel.

Bağlanmışım düğüm – düğüm, dağılmışım bölüm – bölüm, tıpkı saçların gibi, A benim düğümümü çözen, a benim dağınıklığımı düzene sokan, gel – gel – gel – gel.

Yoldan, konaktan konuşma; artık konuşma, konuşma artık. A benim yolum, konağım gel – gel – gel – gel.

Yerden alıvermiştin hani, bir avuç toprak, bir avuç toprak; o toprağın içindeyim ben, gel – gel – gel – gel.

Ayırırım iyilikten kötülüğü, anlarım – anlarım bunu; güzelliğini ne anlamışım, ne bilmişim, şaşkınım… gel – gel – gel – gel.

Aşkınla yanıp yakılmasın aklım, aşkınla yanıp yakılmasın, hiçbir şey bilmiyorum, akıllı değilim hani, gel – gel – gel – gel.

A padişah Selâhaddîn, hem ortadasın, hem gizlisin; a şaşılacak şeyim, a temel direğim benim, gel – gel – gel – gel.

(Furûzanfer: C1/G156 – Gölpınarlı: C3/G16/S388)

Gökyüzünde cana, hadi geri gel diye bir sestir, geldi. Can da a güzel davetçi, merhaba, geliyorum diye seslendi.

Duydum dedi, başüstüne, her an sana yüzlerce can feda olsun; bir kere daha gel diye çağır da “Hel eta” makamına dek uçayım…

(Furûzanfer: C1/GI7-Gölpınarlı:Cl/G15/S27)

Ey Yusuf, sonucu şu gözleri görmiyen Yak’ub’a gel. Ey gizlenmiş İsa, şu gök kubbeninin üstünde bir görün.

Ayrılıktan ünüm karardı. Gönlüm yay gibiydi, kıla döndü. Yoksul Yakup ihtiyardı, ey genç Yûsuf gel.

Ey İmranoğlu Mûsâ, sana gönlümde, ne Tûr-u Sînâ’lar var. Öküz tanrılık etmede, gel artık Tûr-u Sînâ’dan.

Benzim safran gibi sarardı, boynum büküldü, çenge döndü. Beden mezarında daraldım, sıkıldım, gel ey, genişlik, ferahlık veren can. Muhammed’i gözleyen gözüm gamınla, müştakım sana diyor; “Biz seni alemlere rahmet olarak gönderdik” ayetinin sırrı, o dağınık yüzünü göster, gel.

Güneş sona karşı sanki akşam kızıllığı, ey padişahlardan bile ödülü kapan er, ey Tanrı’yla bakan. Tanrı’yla gören göz, ey her şeyi bilen gönül, gel.

Bütün canlar, sana karşı sanki beden, sense cansın. Cansız beden neye yarar? Çoktandır gönül verdim sana, gel ey sevgili de canımı da vereyim gitsin.

Gönlümü aldığın gündenberi can ekinim biçildi gitti; sonuncu dert sensin, git; sonuncu derman sensin gel.

Ey sevgili, ilacım da sensin, çarem de sen, yüz parça olmuş gönlümün ışığı da sen; çaresiz gönlümde senden gayri ne varsa yok oldu, gel.

Senin kadrini bilmedim de felek, inadına, var diyor, okla gönlümü, vur başını taşlara; gel.

Ey mertebesi, ‘Aralarında iki ok atımı kadar yer kaldı’ ayetiyle bildirilen, ey o yücelik devletine sahip olan; ey padişahım kimsecik mahrem olmaz sana “Belki de daha yakın” makamından gel.

Ey ay gibi güzel padişah, ey yüzlerce güzelden güzel, ey su, ey ateş, gel. Gel ey inci, gel ey deniz.

Ey kendisine canımın kul, köle olduğu Şemseddîn, ey ruh’ul Emin, Tebriz senin yüceliğin yüzünden oturmaklı arşa döndü, Mescid-i Aksâ’dan gel.

(Furûzanfer: CVG16 – Gölpınarlı: CVG12/S14)

Gel – gel ki ayrılığınla ne akıl kaldı, ne din, şu yoksul gönülden sabır da gitti, karar da.

Yüzümün sararmasını, gönlümün derdini, içimin yanışını sorup durma; anlatışa sığmaz onlar; gel de gözlerinle gör.

Senin ateşinle, senin sıcaklığınla pişmiş somun gibi kıpkızıldı yüzüm; şimdiyse bayat ekmek gibi un-ufak olmuşum, yerlere serilmişim; gel de yollardaki topraklardan topla beni.

Yüzünden, ayna gibi hayaller devşirirdim; şimdi gel de sapsarı betime-benzime bak, bumburuşuk yüzümü seyret…

Dedim ki; Başında kil bile olsa yıkama, gel. Ayağına diken batmışsa çıkarmak için oturma gel;

Gel – gel de beni şu gel – git sözünden kurtar, öylesine bir gel ki, canım şundan da halas olsun, bundan da;

Haber yolladım seher yeliyle; dedim ki; ey âşıklar peygamberi, ey emin elçi, Allah için olsun tez git, tarafımdan de ki,

Suya batmışım, ateşe yanmışım dalga – dalga göz yaşlarımla, yalım – yalım gönül ateşimle; bana ne çare yazdı, budur çaren diye ne dedi, gel de bildir.

(Furûzanfer: C4/G2084- Gölpınarlı: C3/G1120/S269)

Gelin – gelin, gül bahçesine gidelim; şu devlet, şu ikbal noktasının çevresinde pergel gibi dönelim.

Gelin, bugün devletle, kutlulukla, yeni aşka düşenler gibi o sevgilinin çevresinde dönüp dolaşalım…

(Furûzanfer: C3/G1473 -Gölpınarlı: C3/G10/S46)

Gelin, gelin, gül bahçesi yeşerdi, güller açıldı. Gelin, gelin sevgili geldi çattı…

(Furûzanfer: C1/G329 – Gölpınarlı: C3/G4/S38)

Hz. Mevlânâ’nın duygu dolu, sevgi dolu, aşk dolu sözlerinin temelindeki hakikata indiğimizde, gel çağrılarının hepsinin, hiç şüphesiz Allah’a yalnız Allah’a davet olduğuna şahit oluruz… O, Kur’ân-ı Kerîm’in Bakara Suresi 2/115’nci ayetini yaşamaktadır. “Allah’ındır doğu da, batı da, hangi tarafa dönerseniz, Allah’ın yüzü oradadır. Çünkü Allah herşeyi kaplıyan geniştir, herşeyi bilen Alîmdir”. Eserlerinde, en çok “GEL” çağrısının da bulunduğu Hz. Şemseddîn-i Tebrizî hakkındaki sözleri ile de bunu açıkça ifade eder: “Kendine gel ey gafil, Şemseddîn-i Tebrizî bir bahanedir ancak. Allah (C.C.) durmadan ben varım demektedir.”

Hz. Mevlânâ hayatı boyunca ne söylediyse inanarak ve yaşıyarak söylemiştir. Duygu dolu sözleri, yaşadığı köklü bir inancın meyvesidir. Hz. Mevlânâ’nın samimiyetini, hayatının son anında Azrail (A.S.)’a “GEL” çağrısıyla, O’nu karşılama şeklinde de açıkça görmekteyiz, beyit:”Pişitera, pişiter ey can-ı men. Peyk der-i Hazret-i Sultan-ı men= Yakına gel, yakına gel; ey benim canım! Ey benim Sultanımın habercisi!”

Bu beyiti okuduktan sonra, Kur’an-ı Kerim’in 37/nci Süre, 102’nci ayet’ini okuyor:

“Kale ya ebet. İfal ma tu’meru, setecidünî inşaallahu min-el sabirin”= Ey Babacığım sana buyurulanı yap, İnşallah, (Allah İsterse) sen beni sabredenlerden bulacaksın.

(Âriflerin Menkıbeleri Şark-islâm Klâsikleri: 26.M.E.yayınları cilt 2 (3/579)

Sözlerimi imanla,inançla, şevkle, aşkla Yüce Yaratan’a, din, ırk, sınıf gözetmeksizin bütün insanları ve herşeyi yaratan’a: Gel! Gel! çağrısı ile bitiriyorum. Milletimizi zelil etmemesini, birlik ve beraberlik içinde korumasını Cenâb-ı Hakk’dan niyaz ediyorum.