Hz. Mevlâna’nın Eserleri Hakkında

A+
A-

Hz. Mevlâna’nın Eserleri

Doç. Dr. Nuri ŞİMŞEKLER

Hayatının büyük bir bölümünü, başta müritleri, dostları, döneminin idarecileri ve Konya’da bulunan halkı irşâdla geçiren Mevlâna, yaşam tarzı ve davranışlarıyla dönemi insanlarına örnek olduğu gibi vefatından sonra da eline kalem almadan(?) irticâlen söylediği manzum ve mensur eserleriyle kendisinden sonra gelenlere “insan” olarak yaşama felsefesi ve yolunu da öğretmeye devam etmektedir.

Yaşamı boyunca gerek çağdaşı, gerekse kendisinden önceki şair ve ediplerin oldukları gibi eser yazma telâşına düşmeyen Mevlâna, ileride açıklanacağı gibi, bazen cezbe halinde, bazen semâ sırasında, bazen sohbetlerinde kimi zaman da yolda yürürken kalbine doğan ilhamları, mesnevî halinde, gazel tarzında, öğüt olarak dile getirmiş ve çevresindeki müritleri tarafından dikte edilmiştir.

Mevlâna’nın bu tarzda oluşan, tamamı Farsça, ikisi manzum, üçü mensur olmak üzere beş adet eseri günümüze kadar ulaşmıştır. Bilindiği gibi bu eserlerin en çok ilgi göreni VI ciltten (Defter) oluşan ve hikaye ve öğütler yoluyla didaktik bir hüviyet kazanan Mesnevî’sidir. Çoğunluğunu gazellerin oluşturduğu ve coşkunluk ve cezbe halinde söylediği şiirlerini içeren Dîvân-ı Kebîr  ise kırk bini aşkın beytiyle bizlere Mevlâna’nın iç dünyasını yansıtır.

Mevlâna’nın bu iki manzum eserinin haricindekiler ise; çeşitli konularda halkı ve müritleri aydınlattığı sohbetlerini içeren Fîhi mâ Fîh, verdiği vaazların kaydedildiği Mecâlis-i Seb’a ve çeşitli şahıslara yazdığı mektupları kapsayan Mektûbât adlı mensur eserleridir.

Mevlâna’ya ait olduğu kesin olan bu eserlerin dışında, Aşknâme, Tırâşnâme, Risâle-i Âfâk u Enfûsgibi bazı küçük tasavvufî eserlerin de kendisine ait olduğu söylenmekle birlikte, gerek üslup ve gerekse konu bakımından bunların Mevlâna’ya ait olmadığı kesinlik kazanmıştır(1) .

Ayrıca; bir dua kitabı niteliğinde olan Evrâd-ı Kebîr ve Mevlâna’nın vasiyetini kapsayan cüz’î risâleler de Mevlâna’nın eserleri arasında değerlendirilmekle birlikte bunlar münferit bir eser değildir.

Bu yazıda, Mevlâna’nın eserleri gördüğü ilgi ve önem bakımından  yukarıdaki sırayla tanıtılacak, önemli yazmaları, basmaları, tercüme ve şerhleri hakkında kısaca bilgi verilecek ve bu eserlerden seçmeler sunulacaktır:

[divide style=”2″]

1) MESNEVÎ

Mesnevî Kelimesinin Anlamı ve Mesnevî Nazım Türü

“Mesnevî” kelimesi Arapça olup, sözlük mânâsı “ikişer ikişer” demektir(2). Edebiyatta ise; her beyti kendi arasında kafiyeli manzum söz söylemek olup; beyit sınırı olmadığı için uzun eserlerde tercih edilen bir nazım türü olmuştur.

İslâmî edebiyatlarda (özellikle Fars Edebiyatı, ve XV.yy’dan sonra Türk Edebiyatı) şairlerin, uzun aşk hikayelerini ve destanımsı konuları işlerken kullandıkları Mesnevî tarzı, Mevlâna’nın dönemine gelindiğinde bir hayli mesafe kaydetmiş; tasavvufî eserlerin hemen hemen tamamı bu nazım türünde kaleme alınmıştır. Mevlâna’nın da etkilendiği(3), Senâî’nin (ö.1180) Hadîkatü’l- Hakîka’sı (4), Attâr’ın (ö.1193-1234 arası)  Musîbetnâme ve Mantıku’t-tayr’ı gibi eserler tasavvufî mesnevî geleneğinin ilk ve en güzel örneklerinden sayılmıştır.

Mevlâna’nın zamanına gelinceye kadar bu şekilde edebî  bir terim olarak çağrışım yapan “Mesnevî” kelimesi, Mevlâna’nın mesnevî nazım türünde yazdığı ve bizzat adını Mesnevî olarak kendisinin koyduğu eseri, günümüzde de olduğu gibi yazıldıktan hemen sonra bile mânâ değiştirip, tereddütsüz Mevlâna’nın Mesnevî’sini akla getirmiştir(5).

Mevlâna’nın Mesnevîsi

Adı, Mevlâna’nın da eserinin birçok yerinde belirttiği gibi Mesnevî’dir(6). VI. cildin ikinci beytinde Hüsâmeddin Çelebi’ye ithafen “Hüsâmînâme” olarak zikredilse de, hemen bir sonraki beyitte“Mesnevî’nin son cildi…” ibaresinden anlaşıldığı üzere eserin isminde bir tereddüt yoktur. Kaldı ki Mevlâna, Mesnevî’sinin I. cildinin henüz başında “Bu kitap Mesnevî kitabıdır…” diyerek eserinin ismini koyar.

Mesnevî Nasıl Yazıldı?

Daha önce belirtildiği gibi herhangi bir eser yazma endişesinde olmayan Mevlâna, özellikle; Şems ve Selâhaddin-i Zerkûb’un ardından kendisine halife seçtiği Hüsâmeddin Çelebi’nin ısrarlarına dayanamayarak Mesnevî’yi söylemeye, Çelebi de yazmaya başlar. Mevlâna’nın ölümünden 45 yıl sonra onun ve ailesinin menkıbelerini yazmaya başlayan Ahmed Eflâkî (ö.1360), Mesnevî’nin yazılmaya başlanmasını Dergâhın Mesnevîhânı Sirâceddin’in dilinden şöyle anlatır:

“Hüsâmeddin Çelebi, bir gece Mevlâna’ya gelerek onunla baş başa kaldığı sırada baş koyup dedi ki “Gazel divanı çoğaldı, bunların sırlarının nurları deniz ve karaların, Doğu ve Batı’nın her tarafını kapladı. Allah’a hamdolsun bütün söz söyleyenler, bu sözlerin yüceliği karşısında şaşakaldılar. Eğer Senâî’nin İlâhînâme (Hadîka) tarzında ve Mantıku’t-tayr’ın vezninde bir kitap yazılsa bu, bütün insanlar arasında bir hatıra olarak kalır; âşıkların ve dertlilerin can yoldaşı olur. Bu son derece büyük bir merhamet ve inayet olacaktır. Bu kulunuz da ister ki değerli dostların yüzlerini sizin kutlu yüzünüze çevirip başka bir şey ile meşgul olmasınlar. Artık bundan sonrası Hüdâvendigâr (Mevlâna) ın lûtuf ve inayetine kalmıştır.

Bunun üzerine Mevlâna, hemen mübarek sarığının içinden küllî ve cüz’î bütün sırları açıklayan bir cüz çıkartıp, Çelebi Hüsâmeddin’in eline verdi. Bunda Mesnevî’nin başında bulunan on sekiz beyit yazılı idi:

Bi’şnev în ney çun şikÂyet mî-koned
Ez-cüdâ’îhâ hikÂyet mî-koned
Der-ne-yâbed hâl-i puhte hîç hâm
Pes suhen kûtâh bâyed ve’s-selâm

Bu neyi dinle, nasıl şikayet ediyor;
Ayrılıkların macerasını nasıl anlatıyor.
Ham kişiler, hiç olgunların halinden anlar mı?
O halde sözü kısa kesmek gerektir, vesselâm (7).”

Mevlâna da Çelebi Hüsâmeddin’e cevapla, böyle bir eser yazmasının Allah’ın gayb âleminden kendisine ilham olunduğunu belirtir(8); ve böylece Mesnevî’nin söylenmesi ve Çelebi vasıtası ve ricasıyla(9) yazılmasına başlanmış olur.

Ne Zaman ve Kaç Yılda Yazıldı?

Mevlâna’nın diğer eserleri gibi Farsça(10) söylenip yazılan VI ciltlik Mesnevî’nin I.Cildine 1259 yılında başlanıp 1263 yılında tamamlandı(11). II. cilde başlanmak üzere iken Hüsâmeddin Çelebi’nin eşi vefat etti ve Mesnevî’nin yazılması iki yıl kadar beklemede kaldı(12). Çünkü; Mesnevî, Mevlâna tarafından sabah-akşam, semâ-sohbet, otururken-ayakta demeden söyleniyor ve Hüsâmeddin Çelebi tarafından da yazılıyordu(13).

Hüsâmeddin Çelebi, eşinin ölümünden iki yıl sonra tekrar Mevlâna’nın huzuruna gelerek vazifesine devam etmek istediğini belirtti. Böylece 14 Mayıs 1264 günü(14) tekrar başlanan Mesnevî’nin kalan V cildi (15), hiç ara vermeden 1268 tarihinde(16)  tamamlandı.

Yazma, Basma ve Beyit Sayıları

Mesnevî’nin her cildi bittikten sonra, Çelebi bunları gözden geçirerek Mevlâna’ya okur, kontrol ettirirdi. İşte  bu şekilde VI cilt halinde meydana getirilen Mesnevî’nin beyit sayısı  çeşitli yazmalara göre değişiklik göstermekte, 25585 ila 26660 arasında değişmektedir(17). Hindistan bölgesindeki yazmalarda 30 bin beyte kadar çıkan Mesnevî’nin beyit sayısı en güvenilir neşir olarak değerlendirilenNicholson’un hazırladığı metinde ise 25632 dir(18). Şu ana kadar tespit edilebilen en eski nüsha özelliğine sahip 677/1278 tarihli, Mevlâna Müzesi teşhir salonunda sergilenen Mesnevî ise 25668 beyit olup, Nicholson metnini hazırlarken kısmen, Abdülbaki Gölpınarlı ve Veled Çelebi (İzbudak) da tercümelerinde bu nüshadan faydalanmışlardır. Bu nüsha, tıpkı basım olarak, 49×32 cm ve 32×23 cm olmak üzere iki boyutta Kültür Bakanlığı tarafından yayınlanmıştır.(Ankara, 1993, XIV s.+325vr.) Aynı nüsha 1371 hş./1992 yılında İran’da da tıpkı basım olarak neşredilmiştir.( Zîr-i nazar-ı Nasrullah Pur- Cevâdî, Tahran, 28,5×22 cm; 7+610 s.)

Konuları, Kaynakları ve Amacı

Mesnevî’nin konuları hakkında birkaç cümleyle fikir beyan etmek oldukça zordur. ÇünküMesnevî’de hemen hemen akla gelebilecek her konuda bilgi verilmiş(19); Âyet, Hadis ve hikayeler yoluyla da bu bilgiler daha iyi aktarılmaya çalışılmıştır.

“Kur’ân’ın tefsiri” ve “Allah âşıklarının kitabı” olarak da nitelendirilen Mesnevî, Mevlâna’ya göre hakîkate ulaşma ve yakîn sırlarını açma hususunda din temellerinin, temellerinin temelidir(20). İşte Mevlâna bu amaç doğrultusunda hikmetli sözleri ve gizli sırları(21) açarken sıkça hikâyelere(22) başvurur; bu hikayelerin arasında başka bir konuya girer, sonra tekrar başladığı hikayeye geri dönerek öğütler içeren beyitleri sıralar; bununla da yetinmez, Âyet(23) ve Hadis-i şeriflerden(24) delil getirerek vermeye çalıştığı fikirlerin iyice anlaşılmasını amaçlar. Bütün bunlarla birlikte Mesnevî’yi anlamanın öyle kolay olmadığını da(25) belirten Mevlâna, eserini “vahdet dükkânı”(26) olarak nitelendirir ve okuyanlara şöyle der:

Bu kitap, masal diyene masaldır; fakat bu kitapta halini gören, bu kitap vasıtasıyla kendini tanıyan, anlayan da er kişidir.
Mesnevî, Nil ırmağının suyudur; Kıptiye kan görünür, ama Musa kavmine sudur.
Bu sözün (Mesnevî’nin) düşmanı, gözüme cehennemde tepe taklak olmuş bir halde görünüyor(27).

Mevlâna Mesnevî’sini aydın gönüllü, görüş sahibi ve ciğeri yanmış âşıklar için süslenmiş bir bahçe ve lezzetli bir rızk olarak nitelendirir ve Mesnevî’nin konularını anlama hususunda şu öğütleri dile getirir:

Mesnevî’nin nurlarla dolu sırlarını ve inceliklerini anlamak, Âyetlerin, Hadislerin ve hikayelerin tertibinden aralarındaki ilgiyi kavrayabilmek için büyük bir itikat, daimî bir aşk, tam bir doğruluk, selîm bir kalp, kıvrak bir zekâ ve anlama gücü ve bazı ilimleri bilmek gerekir ki insan onun  (Mesnevî) sırrının sırrına ulaşabilsin. Eğer doğru bir âşıksa bu özellikler olmadan da Mesnevî’yi anlama hususunda aşkı ona kılavuz olabilir ve bir menzile erişebilir.” (Eflâkî, II, 182 vd.)

Mevlâna’nın oğlu Sultan Veled (ö.1312) de babasının Mesnevî’sine nazire olarak yazdığıİbtidânâme adlı eserinin girişinde Mesnevî hakkında «Mevlâna, Mesnevî’sinde geçmiş erenlerin kıssalarını zikretmiş; onların kerametlerini, makamlarını beyan buyurmuştur ki bunları anlatmaktan maksadı da kendi keramet ve makamlarını belirtmekti…» diyerek Mevlâna’nın amacının eskiden meydana gelen bu olayların kendi zamanında da olduğu ve bunlardan dersler çıkartmak gerektiğini belirtir(28).

Mevlâna’ya göre; sûfîlerin söyledikleri, yazdıkları ve sözünü ettikleri konu ne rüya, ne de fal; Allah tarafından gönüllerine doğan vahiy (gönül vahyi, ilhamı)dir(29). Hal böyle olunca da Allah istemedikçe dil söze gelmez; geldiğinde de O’nun ilham ettiklerinden başka bir şey söylemez(30). Bazen de kalbe doğan bu ilhamların söylenmesi yasaklanır(31); ya da halkın anlayabileceği, akılların alabileceği ölçü ve seviyede söylenir(32):

Sevgili, benim sözüme darılsaydı, susardım; bana bir lâhzacık mühlet verseydi, sükût ederdim;
Fakat “Söyle, bu söz ayıp olmaz. Senin sözün, gayb âlemindeki kaza ve kaderin zuhurundan başka bir şey değildir” demekte(33).

Ya beni bırak, hiç söylemeyeyim; ya da izin ver, tamamıyla açıklayayım.
Yine de ne bunu, nede onu istiyorsan ferman senin…” (34)

Ey doğacak çocuğun oynaması gibi bu mânâları içimde oynatıp duran Allah’ım! Madem ki bunun (Mesnevî) tamamlanmasını diliyorsun;
Kolaylaştır, yol göster, başarı ver; ya da bu isteği, bu arzuyu gider, bizi suçlama.
Sen olmadıkça, senin inayetin lûtfetmedikçe gece-gündüz nazım ve kafiyenin ne değeri olabilir; (Sen olmadıkça) meydana getirilen şiire kim bakar ki? (35)

Yukarıdaki beyitlerden de anlaşılacağı gibi Mesnevî’nin sadece kendi fikirlerinden oluşmadığını vurgulayan Mevlâna VI. cildin sonlarına doğru «Bu bahisler ancak buraya kadar söylenip, açıklanabilir; bundan sonrakilerin gizlenmesi gerekir.» (b.4620) der ve aşağıdaki beyitle eserini tamamlar:

Gönlümden kopup gelen o söz, o taraftan gelmededir. Çünkü gönülden gönle pencere  vardır(36).

Tercüme ve Şerhleri

Mevlâna, yaşadığı dönemde «Bizden sonra Mesnevî şeyhlik edecek ve arayanlara doğru yolu gösterecek; onları yönetecek ve onlara önderlik edecektir.» demişti(37). İşte, Mevlâna’nın ölümünden yüzyıllar geçmesine rağmen bu söz hâlâ geçerliliğini devam ettirmekte; Mesnevî yüzyıllar boyu Mevlevîlerin el kitabı, başvuru kaynağı olarak vazifesini idame ettirmekteydi. Selçuklular döneminde resmî ve edebî dil olarak benimsenen Farsça, Osmanlı Devleti’nin kurulması ve bilhassa gelişmesiyle geçerliliğini yitiriyor, yerini Türkçe’ye (Osmanlıca) bırakıyordu. XVI.yy’dan itibaren Mevlevîhânelerin yaygınlaşması Mevlevî derviş ve muhiplerinin Farsça’yı tam olarak bilmemeleri veMesnevî’den gerektiği gibi istifade edememelerinden dolayı Mesnevî’nin Türkçe’ye tercüme edilmesi ihtiyacı ortaya çıkmıştı. Bu dönemden itibaren sadece Mesnevî’yi anlayabilmek için Farsça-Türkçe sözlükler dahi yazılıyor; Mevlâna’nın döneminden üç yüz yıl geçtiği için Farsça bilinse dahi tercümenin yanında bu derin fikirler içeren eserin tam anlaşılması için onu şerh etmek (açıklamak) ihtiyacı duyuluyordu. İşte bu ihtiyaçlar doğrultusunda Mesnevî, Türkçe’ye tercüme edilmeye ve hakkında şerhler yazılmaya başlandı.

Şu ana kadar ki tespitlere göre Mesnevî’nin Türkçe ilk tam tercüme ve şerhleri Şem’î’nin (ö.1600’den sonra) ve Sûdî’nin (ö.1596) eserleridir.

İlk yapılan bu tercüme ve şerhlerden sonra “Fâtihü’l-Ebyât” adlı eseriyle Hz.Şârih unvanı alan İsmail Rüsûhî Dede (Ankaravî) (ö.1631) bu konuda haklı bir şöhrete kavuşmuş; eseri günümüzde dahiMesnevî’yi anlama hususunda en önemli kaynak olarak kabul edilmiştir. Bu değerli eser önce Mısır’da (1836) ikinci defa da İstanbul’da (1872) basılmıştır.

XVI.yy’dan günümüze kadar hâlâ devam eden Türkçe tercüme ve şerhlerin en önemlileri(38) ise aşağıda sunulmuştur :

1- Sarı Abdullah (ö.1660), Cevâhir-i Bevâhir-i Mesnevî, I-V c. (Mesnevî’nin sadece I. cildini kapsar), İstanbul, Matbaa-yi Âmire, 1287-1288/1870-1871

2- Bursalı İsmail Hakkı (ö.1725), Rûhu’l- Mesnevî, I-II c. (Mesnevî’nin bir bölümü), İstanbul, Matbaa-yi Âmire, 1287/1870

3- Âbidin Paşa (ö.11208), Tercüme ve Şerh-i Mesnevi-yi Şerîf, I-VI c. (Mesnevî’nin sadece I. cildini kapsar), İstanbul, 1324/11206

4- Ahmed Avni Konuk (ö.1938), Mesnevî Şerhi, 1937 yılında tamamlanan bu tam şerh henüz basılmamış, Mevlâna Müzesi’nde bulunmaktadır.

5- Tâhirü’l-Mevlevî (Tahir Olgun, ö.1951), Mesnevî’nin Tercümesi ve Şerhi, Mesnevî’nin ilk IV cildini ve V. cildin bir kısmını kapsayan bu eser, F. Sezai Türkmen’in teşebbüsüyle 1963-1975 yılları arasında XIV cilt halinde neşredilmiş; daha sonra bu neşir, Şamil Yayınları tarafından tekrar yayınlanmıştır (2000). Bu eksik tercüme ve şerhin kalanı Tâhirü’l-Mevlevî’nin öğrencisi Şefik Can (d.1910) tarafından yapılarak yayınlanmıştır.

6- Abdülbâki Gölpınarlı (ö.1982), Mesnevî ve Şerhi, I-VI c., Mesnevî’nin tamamının tercüme ve şerhini kapsayan bu eser de birkaç kez değişik yayınevleri tarafından basılmış, son olarak da Kültür Bakanlığı tarafından üç defa yayınlanmıştır. (I-VI c., Ankara, 2000, 3.Baskı)

     Mesnevî’nin tercüme ve şerhini kapsayan bu eserler haricinde Muînî’nin, Sultan II. Murad’a (ö.1451) sunduğu Mesnevi-yi Murâdî(39) (1436, Mesnevî hikayelerinin bir bölümünün manzum tercümesi) ilk Mesnevî tercümesi olarak kayıtlara geçer. Ayrıca Nahîfî (ö.1738) Mesnevî’yi aynı vezinde manzum olarak tamamını tercüme etmiştir(40). En son ve günümüzde en çok ilgi görenMesnevî tercümesi ise Veled Çelebi (İzbudak, ö.1953) tarafından mensur olarak yapılmış ve Milli Eğitim Bakanlığı yayınları arasında VI cilt olarak defalarca basılmıştır. Bunların haricinde eski tercümelerden de yararlanılarak Mesnevî’nin bazı bölümleri ya da hikayeleri mensur yada manzum olarak tercüme edilmekte ve sık sık yayınlanmaktadır.

Oldukça hacimli bir eser olan Mesnevî’den, XVI.yy’dan başlayarak çeşitli seçmeler de yapılmış ve tercüme ve şerh edilmiştir. Buna ilk örnek de Yusuf Sîneçâk’ın (XVI.yy) Cezîre-i Mesnevî’sidir. Oldukça ilgi gören bu eser İlmî Dede (ö.1661) ve Şeyh Gâlib(41) (ö.1799) tarafından Türkçe’ye tercüme ve şerh edilmiştir. Ayrıca XVI.yy Mevlevî şairlerinden Muğlalı Şâhidî Dede (ö.1550) de Mesnevî’nin her  cildinden 100’er beyit seçerek her bir beyiti 5 beyitle Farsça manzum olarak şerh etmiş (1530) bu şerh de Türkiye (İstanbul, 1880) ve İran’da (Meşhed,1372 hş./1993) birer defa basılmıştır. Şâhidî’nin Gülşen-i Tevhîd adlı bu eseri Mithat Bahari Beytur tarafından Türkçe’ye tercüme edilmiştir (İstanbul, 1967).

Etkileri

     Mesnevî, birçok âlim, edip ve şair tarafından tercüme edilmekle birlikte Mevlevî olsun olmasın birçok şaire de ilham teşkil etmiş ve adeta bir “Mevlevî Edebiyatı”nın doğmasına sebep olmuştur. Hayli tafsilatlı olan bu konuya burada girilmeyecek ve en önemlilerinden birkaç örnek verilecektir:

Şüphesiz Mesnevî’nin ilk tesiri Mevlâna’nın oğlu Sultan Veled’e (ö.1312) olmuş ve onun ilk mesnevîsi olan İbtidânâme (Velednâme) (1291, 8760 beyit) meydana gelmiştir. Sultan Veled bu konuda, babasına her hususta çok benzediğini mesnevî usulünde de onun yolunu takip etmek istediği için bu eserini meydana getirdiğini söyler ve “Gücüm yettiğince o Hazrete benzemeye çalıştım, ama buna imkan yoktu” der(42).

     Mesnevî’yi ilham kaynağı alarak Türkçe mesnevîler oluşturan bazı önemli şairler ve eserlerinin te’lif tarihi de şu şekildedir(43) :

1- Gülşehrî (ö.XVI yy.), Mantıku’t-tayr (Gülşen-nâme, 1317)

2- Âşık Paşa (ö.1333), Garîb-nâme, 1330

3- Şeyh Gâlib (ö.1799) Hüsn ü Aşk, 1782

Bu eserler defalarca basılmış, günümüz diline aktarılmış ve haklarında gerek tez ve gerekse kitap olarak birçok araştırmalar yapılıp, yayınlanmıştır.

Diğer Dillerdeki Tercüme ve Şerhleri

     Mesnevi’ye başta Farsça olmak üzere Arapça, Fransızca, İngilizce ve Almanca tercüme ve şerhler yazılmış ve hâlâ da yazılmaktadır. Ayrı bir makale konusu olacak bu sahaya da burada girilmeyecek; temel teşkil etmesi bakımından bu dillerde yapılan ilk tercüme ve şerhlerin önemlileri sunulacaktır:

1- Kemâleddin Hüseyin b. Harezmî (ö.1436), Künûzu’l- Hakâyık, I-III c., Mesnevî’nin tamamının Farsça şerhidir.

2- Sürûrî (ö.1561-62), Şerh-i Mesnevî, I-IV c., Mesnevî’nin tamamının Farsça şerhidir.

3- Molla Fenârî (ö.1431), Mesnevî’nin mukaddimesini Arapça olarak şerhetmiştir(44).

4- Yusuf Ahmed el-Mevlevî(ö.1650), Menhecü’l-Kavî li-tullâbi’l-Mesnevî, I-VI c., Arap mevlevîleri için yazılan bu şerh de Arapça’dır.

5- J.D.Wallenbourg, Fransa’nın Türkiye Büyükelçisi olan bu zât, Mesnevî’yi Fransızca’ya tercüme etmiş, 1799 yılında yayınlamak üzere iken İstanbul Beyoğlu’ndaki yangında eserinin büyük bir bölümünü kaybetmiş, daha sonra da neşre muvaffak olamamıştır.

6- E.H.Vhinfield, Mesnevî’nin VI cildinden seçtiği 2500 beyti 1887 yılında İngilizce’ye tercüme etmiştir.

7- S.James Redhouse, 1881 yılında Mesnevî’nin I.cildini manzum olarak İngilizce’ye çevirmiştir.

8- R.A.Nicholson (ö.1945), Mesnevî’nin tamamını İngilizce’ye tercüme ve şerh ederek orijinal metniyle birlikte VIII cilt halinde yayınlamıştır.(1925-1940, Leiden – Cambridge Univercity Press)

9- George Rosen, Mesnevî’nin üçte birini Almanca’ya tercüme etmiş ve 1849 yılında yayınlamıştır.(Mesnevî oder Doppelverse des Scheich Mevlâna Dschalâleddin Rûmî)

10- Eva de Vitray Meyerovitch et Djamchid Mortazavi, Mesnevî’nin tamamını Fransızca’ya tercüme etmişlerdir. (Djalâl-od-Dîn Rûmî, Mathnawî, La Quéte de l’Absolu, 19120,1705 s.)

MESNEVÎ’ DEN SEÇMELER, ÖZLÜ SÖZLER, NASİHATLAR(45)

I. Cildin Önsöz’ünden:

Bu kitap Mesnevî kitabıdır. Mesnevî, hakikate ulaşma ve yakîn sırlarını açma hususunda din temellerinin, temellerinin temelidir. Allah’ın en büyük fıkhı, Allah’ın en aydın yolu, Allah’ın en açık delilidir…

Şüphe yok ki Mesnevî, gönüllere şifadır; hüzünleri giderir, Kur’an’ı apaçık bir hale koyar; rızıkların bolluğuna sebep olur, huyları güzelleştirir…

Ekmek! Ama hem az, hem de helâlinden!

Sen gözyaşı zevkini nereden bilirsin? Gök görmedikler gibi ekmeğe âşıksın.
Karnından ekmeği boşaltırsan, ululuk incileriyle doldurursun.
Nur ve kemâli, artıran lokma, helâl kazançtan elde edilen lokmadır.
Hiç buğday ektin de arpa bittiğini gördün mü?

                                        (I,1638,1639,1642,1646)

Balık baştan kokar!..

Yöneticilerin huyu halkına da tesir eder…
Yönetici bir havuza benzer; halk da bu havuza bağlı bu boruları gibidir.
Eğer havuzdaki su pis olursa, borulardan da aynı bu su akar.
Sen bu sözün mânâsına dal, adamakıllı dikkat et, iyice düşün bakalım!..
                                       (I,2820,2821,2823,2824)

Gerçek makam bizim makamımız

İnsanlar makam ve derece için aşağılıklara katlanır, bayağı hallere düşer; yücelik ümidiyle aşağılık şeylerden lezzet alır.
On günlük makam için alçaklığa katlanırlar; gam ve kederle boyunlarını ip gibi ipince bir hale sokarlar
Nasıl oluyor da benim bulunduğum yere, bu yücelikle, aydın bir güneş olduğum mekâna gelmiyorlar?
Bana yapışın da doğan olun; eğer baykuşsanız bile doğan kesilin!
                                      (II,1104-1106,1165)

Şekilden geç, mânâya ulaş!..

Ne güzel ibadet ediyor, ne hoş işlerde bulunuyor; fakat bir parçacık bile tat yok.
İbadet kabuktan ibaret, içi yok; cevizler çok, ama içleri boş.
İbadetin netice vermesi için zevk; tohumun ağaç olması için iç gerek!
                                        (II,3394-3396)

Kuşkudan vazgeç, emin ol!

Yerde yarım arşınlık genişlikte bir yol olsa, insan hiç kuşkuya düşmeden rahatça yürür;
Fakat yüksek bir duvarın üstünde gitsen, yolun genişliği de iki arşın olsa, yine eğri-büğrü gidersin;
Hatta içindeki kuşku yüzünden belki de düşersin. İşte kuşkudan gelen bu korkuya iyice dikkat et de kuşkunun kötülüğünü anla!
                                       (III,1559-1561)

Mal-mülk, makam; ama sonuç!..

Sığır, kasapların ne yapacağını bilseydi, hiç onların peşine düşer, dükkana gider miydi?
Veya kasapların elinden kepek yer miydi? Yahut da onların gülücüğüne aldanıp, onlara süt verir miydi?
Hatta ot yese bile, niçin beslendiğini bilseydi, hiç otu hazmedebilir miydi?
Şu halde bu âlemin direği gafletten, bilmezlikten ibarettir. Devlet (maddî manevî zenginlik) “Dev” (koş) kelimesiyle “let” (dayak) kelimesinden meydana gelmiştir.
Önce koş; koş da sonundaki dayağa bak! Bu yıkık yerde (dünyada) devlet sahibine eşekcesine ölümden başka bir şey yoktur.
                                        (IV,1327-1331)

Hâlâ şekilcilik mi?

Birisi şehâdet getirdi, imanını gösteren bir şey yaptımı dış görünüşe önem verenler, o adamın mümin olduğuna hükmederler.
Bu şekilde nice münafıklar şekle, gösterişe sığınmışlar; böylece de yüzlerce gerçek iman sahibinin kanını gizlice dökmüşlerdir.
                                        (IV,2176-2177)

Doğruyu söyle; ama gereği gibi!

Kaynayan yağın üstüne su dökersen ocağı da yıkarsın tencereyi de.
Söyle; ama yumuşak söyle, sakın doğrudan başka da bir şey söyleme; yumuşak sözlerle de vesveseler satmaya kalkışma!
                                         (IV,3816, 3817)

Herkesin doğrusu kıyamette ölçülür!

Tüm insanlar bir hayale kapılmış, bir bucağı eşelemekte. Biri define bulmak için bir köşeyi kazmakta;
Bir başkası papaz olmak için kiliseye kapanmış; bir başkası da hırs içinde ekine, tarlaya koşmuş,
Bir diğeri cin çağırmakla meşgul, gönlünü aklını kaybetmiş; öbürü yıldız bilgisine kapılıp nalı yıldızın üzerine koymuş, fal bakmada.
Bunların her biri, bir diğerine bakıp “Ne iş yapıyor bu” diye hayret etmede; her biri bir diğerinin işini boş bulmada.
Bunların hepsi can kıblesini kaybetmişlerde onun için herkes bir tarafa yönelmiş;
Nitekim bir bölük insan da kıble nerede, diye arar; bir hayale kapılıp her tarafa döner, durur.
Sabah olup da Kâbe göründü mü gerçekten kimin yolunu kaybettiği anlaşılır.
Bu şuna benzer: Hani, dalgıçlar denize dalar, denizin dibinde aceleyle ellerine ne geçerse toplarlar ya!
İnci bulurum ümidiyle onu bunu torbalarına doldurur;
Fakat o koca denizin dibinden çıktılar mı iri ve kıymetli inci kimin torbasındaysa meydana çıkar.
Birinin küçük bir inci, diğerinin sadece taş parçaları veya boncuk olduğu anlaşılır.
İşte, kıyamet günü de buna benzer; onları bu gaflet uykusundan uyandırıp, iyiyi, kötüyü, kimin ne topladığını ortaya çıkarır.
                                     (V,319,322,324,326,328-335)

Ölüm gelmeden yoldaşını iyi seç!

Zamanede sana üç yoldaş vardır. Biri vefâkârdır, diğer ikisi ise gaddar:
Biri dostların, öbürü malın-mülkün, üçüncüsü ise iyi işlerin ki, vefalı olan budur.
Öldüğün vakit, malın seninle beraber gelmez, evden dışarı bile çıkamaz; dostun gelir, ama sadece mezarının başına kadar.
Fakat yaptığın işler vefakârdır; onlara iyice sarıl ki mezarının içine kadar seninle gelen onlardır.
Ama!.. Eğer amelin iyiyse, orada sana dost olur; kötüyse yılan kesilir.
                                           (V,1045-1047,1050,1052)

Koyacaksan iyi adet koy!

Yiğidim! Kim kötü bir gelenek koyarsa, ondan sonra halk cahilliğinden bu geleneğe uysa,
Bütün bu adeti işleyenlerin günahı, o adeti ilk koyana da yazılır. Çünkü o baştır, diğerleri kuyruk.
                                           (V,1956,1957)

Ne ekersen onu biçersin…

Yiğidim! Kadere az bahane bul; nasıl oluyor da suçunu başkalarına yüklüyorsun? Kendini araştır, kendi suçunu kendin gör!..
Gündüz vakti çalışıyorsun da, akşam ücretini başkası mı alıyor?
Neye çalıştın da zararını yada faydasını görmedin? Ne ektin de zamanı gelince onu devşirmedin?
Sen de bilirsin ki elde ettiğin şey, yaptığının karşılığıdır. Yoksa âdil olan Allah’ın takdiri, insana yaptığına uygun olmayan cezayı nasıl olur da verir?
Suçu kendine bul! Çünkü o tohumu sen kendin ektin.
                                            (VI,413,415,417,418,423,427)

Evlâdın hayırlısı

Babanın ağaca benzeyen vücudu, gizli bir yol vasıtasıyla oğlunun iki gözünden su alır, gıdalanır.
Oğuldan coşan bu kaynak ananın, babanın bahçelerine kadar akar gider.
Anayla babanın gönül ve hayat bahçeleri bu suretle yeşerir, tazeleşir…
Kaynak (oğul) kötü olursa o ağacın dalları, yaprakları da kurur;
Çünkü o, oğlun vücut kaynağından sulanıp, gıdalanıyordu.
Ey gafil insanlar! Nice, canınıza eklenmiş böyle su kaynakları var, bilir misiniz?
                                          (VI,3586-3591)

Mesnevî’den Nasihatler-Özlü Sözler

Ey oğul, bağı çöz; özgür ol! Ne zamana kadar altın ve gümüşün esiri olacaksın? (I,19)

Merhamete nâil olmak istersen, zayıflara merhamet et! (I,822)

İçinde pusu kurmuş olan nefis, kibir ve kin bakımından bütün insanlardan beterdir (I,1206)

Koyunun kurttan kaçmasına şaşılmaz; şaşılacak şey koyunun kurda gönül vermesidir. (I,1292)

İnsan dostunu göremiyor, ayırt edemiyorsa kör olsun daha iyi. (I,1407)

Sözün faydası yoksa söyleme! (I,1524)

Söz söylemek için önce dinlemek gerekir. (I,1627)

Şekilde-surette kalırsan putperestsin; her şeyin dış yüzünü bırak, mânâya bak!(I,2893)

İnsanların savaşı, çocukların kavgasına benzer; hepsi de anlamsız ve saçmadır.(I,3435)

Maksada sabırla erişilir, aceleyle değil! Sabret, doğrusunu Allah daha iyi bilir. (I,4003)

Türk sağ oldukça mutlaka kendine bir otağ(ülke) bulur, hele bu Türk Hak kapısının değerli bir kulu olursa? (II,455)

Çalışıp, kazanmak define bulmaya engel değil ya! Sen çalışmana devam et; eğer nasibin varsa define de arkandan gelsin. (II,735)

Ben, bu çalışıp-çabalama dünyasında iyi huydan daha üstün bir şey görmedim.(II,810)

Akılsız dost zaten düşmandır. (II,1734)

Zafer için yardımcısı Allah olmayan kişiye tavşan bile aslan gibi görünür.(II,2298)

Ey rüşvet alan! Sen fil yavrusu yemektesin; düşmanın olan o fil sonunda kökünü kazır, mahveder seni. (III,159)

Nefis üç köşeli dikendir; nasıl koyarsan koy yine sana batar; ondan kurtulmanın imkânı var mı?(III,375)

Buğday için, gökyüzünden buğday gönderenden ayrıldın ha!(III,431)

Yer, gökyüzüyle düşmanlığa kalkışırsa çoraklaşır, ölü haline gelir.(III,,936)

Adımımı nereye atacaksam bakar da öyle atarım; işte bu yüzden yanlıştan da kurtulurum, düşmekten de.(III,1753)

Bütün bilimlerin özü “Mahşer günü ben kimim, ne hale geleceğim” ilmini bilmektir. (III,2654)

Vay o kişiye ki nefsine uyar da lüzumsuz fetvalar verir. (III,3246)

Helva kime nasipse o yer; parmakları uzun olan değil! (III,4532)

Evlilikte iki kişinin birbirine denk olması lâzım; yoksa iş bozulur, geçim kalmaz.(IV,197)

İyi huylu, kötü huylulara tahammül edip, onların kötülüğünü söylemeyendir. (IV,774)

Belâların çoğu peygamberlere gelir. Çünkü ham kişileri yola getirmek zaten bir belâdır.(IV,2009)

Otu ha çağırmışsın, ha çağırmamışsın ne fark eder? Ayağı toprağa çakılmış kalmıştır. (IV,2896)

Kim işin sonunu görürse, yolda hiçbir zaman ayağı takılmaz. (IV,3371)

Demircilik sanatını bilmeyen kişi, demirci ocağına yaklaşırsa sakalını, bıyığını yakar.(V,1381)

Rızkı Allah’tan ara; ondan bundan değil!(V,1496)

Allah sana bir el vermişse, bir iş yap, kazan da dostlarına yardımın dokunsun.(V,2420)

Gönlün nâmertlikle dolu olduktan sonra sakalına ve bıyığına gülünür ancak!(V,2511)

Tilki bir eşeği baştan çıkarıyorsa bırak çıkarsın. Sen eşek olma da üzülme! (V,2537)

İyilik aradımı insanda kötü şey kalmaz ki! (VI,124)

Allah için hizmette bulun; halkın kabul edip etmemesiyle ne işin var senin! (VI,845)

Söz, dinleyene göre söylenir; terzi elbiseyi adamın boyuna göre diker. (VI,1241)

Adaleti bilmeyen, kurt yavrusunu emziren keçiye benzer. (VI,1576)

Kıyamet kurban gününe benzer; Mü’minlere bayram, öküzlere ise helâk olma günü. (VI,1876)

Kurt çok zalimdir; ama hiç değilse hilesi yoktur. (VI,2472)

Aynada çirkinliğini görünce aynaya kızma! (VI,3154)

Evin içindeki acı su çeşmesi, dışarıdaki tatlı su ırmağından daha üstündür. (VI,3603)

Niceleri kadın alarak Kârun gibi zengin oldu; niceleri de kadın yüzünden borçlandı gitti! (VI,3689)

Hazırlığın olmadan bir madene bile girersen bir kuruş elde edemeden geri çıkarsın. (VI,4425)

Sen ört ki, senin de ayıbını örtsünler. (VI,4526)

[divide style=”2″]

     2) DİVÂN-I KEBÎR

Mesnevî’den sonra en fazla ilgi gören bu eser, Mevlâna’nın çeşitli zamanlarda- özellikle Şems’in kayboluşundan sonra- söylediği şiirlerin bir araya toplanmasıyla meydana getirilmiş olup, onun iç dünyasını ve ruhsal durumunu bizlere yansıtır.

“Dîvân” kelimesinin sözlük anlamı “toplanılan yer”dir. Edebiyatta ise bir şairin söylediği-yazdığı şiirlerin tamamının belli bir düzen içerisinde bir kitapta toplanmasına denir. İslâmî Edebiyatlarda edebî tür olarak oluşturulan divanlar, genellikle şairlerin ölümünden sonra onları sevenler ya da takipçileri tarafından toplanarak; nadiren de sağlığında bizzat şairlerin eliyle meydana getirilmiştir.

Dîvân-ı Kebîr, Dîvân-ı Şems, Külliyât-ı Dîvân-ı Şems gibi adlarla anılan Mevlâna’nın divanı da onun ölümünden sonra muhtemelen oğlu Sultan Veled, Hüsâmeddin Çelebi ve diğer müritleri tarafından bir araya getirilmiştir. Tabii ki diğer şairlerde olduğu gibi Mevlâna’nın şiirleri de çeşitli mecmua ve şahıslardan toplanırken araya başka şairlerin şiirleri de karışmış ve 40-50 bin beyit hacimli Mevlâna divanları ortaya çıkmıştır. Günümüzde hâlâ devam eden bu problem için henüz bir çözüm yolu bulunamamış ve bu çözüm de şimdilik imkansız görünmektedir(46).

Yazma, Basma ve Beyit Sayıları

Mesnevî’ye oranla daha az yazması bulunan Divanın en muteber nüshası henüz tespit edilememiş; eldeki nüshaların beyit sayısı ise seçmeler ve tamamı olmak üzere 5 bin ila 47 bin arasında değişmektedir. Mevlâna Müzesi 72 no’daki 1271/1854 tarihli bir yazma ise eski nüshalardan karşılaştırılarak istinsah (kopya) edilmiş olup 28530 beyittir. Abdülbaki Gölpınarlı’nın tamamını tercüme ettiği Dîvân-ı Kebîr’in yine aynı müzedeki (no:68-69) yazma nüshası ise 44834 beyittir.

Divanın tamamı Prof. Dr. Bedîüzzamân Furûzânfer tarafından 1345 hş./1966 yılında on nüshanın karşılaştırılmasıyla tenkitli neşir olarak Tahran’da basılmış ve şu ana kadar yapılan en iyi neşir olarak kabul görmüştür. Bundan önce 1885 yılında Hindistan’da ve 1336 hş./1957 İran’da (Tahran) yapılan neşir ise başka şairlerin şiirleri de karışmış olması bakımından değer taşımamış, yapılan tam tercümelerde esas kabul edilmemiştir.

Türkçe Tercümeleri

Divanda yer alan şiirler geçtiğimiz yüzyıllarda parçalar halinde Türkçe’ye(Osmanlıca) tercüme edilmiş ve mecmualar içerisinde yer almıştır. XX.yüzyılın başlarında ise (1896) Veled Çelebi tarafından İstanbul’da yayınlanan  Mevlâna’nın rubaileri daha çok ilgi görmüş; başta Maârif eski vekillerinden Hasan-Âli Yücel olmak üzere (1932); 1939, 1944 ve 1955’de Âsaf Halet Çelebi; 1937’de Hüseyin Rifat Işıl; 1945, 1963, 1964 ve 1982’de Abdülbaki Gölpınarlı; 1964 (ve 1986) yılında M. Nuri Gençosman ve 1999’da Talat S. Halman tarafından tercümeleri yayınlanmıştır. Bu çevirilerden Gölpınarlı ve Gençosman’ın (1986, I-II c.) yayınları tam metin, diğerleri ise rubailerden seçmeleri kapsamaktadır.

Mevlâna’nın karışık şiirlerinden(Gazel ve Rubaî) seçmeler de ilk olarak Destegül adıyla Mithad Bahari (Beytur) tarafından yayınlanmış (İstanbul,1925 ve1959); 1955’de de Abdülbaki Gölpınarlı Güldeste adıyla Mevlâna’nın şiirlerini Türkçe’ye çevirerek yayınlamışlardır. Günümüzde de hâlâ devam eden bu tercümelerden Şefik Can’ın Divân-ı Kebîr’den Seçmeler, (I-III c., Ötüken Yay. İst.,2000) ve Dr.Yakup Şafak’ın derlemesi de sade bir dille hazırlanmış ve okuyuculara sunulmuştur.(Dîvân-ı Kebîr’den Seçmeler I, Konya Büyükşehir Belediyesi Yay., 2000)

     Dîvân-ı Kebîr’in günümüze kadar tam tercümesini yayınlayan tek kişi ise Mevlâna’nın tüm eserlerini dilimize kazandırmış olan Abdülbaki Gölpınarlı’dır. Gölpınarlı, ciltler halinde tercüme edip yayınladığı bu tercümesinin I. ve V. ciltlerini Remzi Kitabevi’nde (1956-1960), VI. cildi Milliyet Yayınları’nda (1971), VII. cildi ise İnkılâp Kitabevi’nde (1974) neşretmiştir. Bu tercümenin tamamı ise yine VII cilt olarak 1992 ve 2000 yılında Kültür Bakanlığı tarafından iki defa yayınlanmıştır.

Diğer Dillerdeki Tercüme ve Etkileri

Mevlâna’nın şiirleri son yirmi-otuz yıldır özellikle Avrupa ve Amerika’da büyük ilgi görmekte ve başta Almanca, İngilizce, Fransızca, İtalyanca olmak üzere birçok dünya dillerine tercüme edilmektedir. Bu yayınların sayısı ise tahminlerden oldukça yüksek olup hızla artmaktadır. Burada yakın zamanımızda yapılan bu tercümelerin detayına girilmeyecek, bilgi olması bakımından ilk tercümeler hakkında kısaca bilgi verilecektir.

Mevlâna’yı Avrupa’ya tanıtan ilk kişilerden biri olan Friedrich Rückert (ö.1866) 1821 ve 1836 yıllarında hem Mevlâna’nın şiirlerini Almanca’ya tercüme etmiş hem de Mevlâna’ya ithafen yazdığı şiirlerini yayınlamıştır.

Yine; Mevlâna konusunda tartışmasız uzmanlardan biri olan İngiliz R.A.Nicholson 1898 ve 1950 yıllarında Dîvân-ı Kebîr’den seçtiği şiirleri İngilizce’ye tercüme ederek Mevlâna’nın Batıda tanınmasına katkıda bulunmuştur.

Pakistan’ın millî şairi Muhammed İkbâl de (1877/1938) Mevlâna’yı örnek almış,onu kendisine “Pîr” bilmiş, onun şiirlerinden aldığı ilhamla Câvid-nâme adlı meşhur eserini oluşturmuş ve 1934 yılında neşretmiştir.

Birçok kişi tarafından İngilizce’ye tercüme edilen Mevlâna’nın şiirleri, günümüzde de Nevit Oğuz Ergin tarafından Gölpınarlı’nın Türkçe çevirisinden faydalanılarak İngilizce’ye çevrilmektedir. Şu ana kadar XII cildi yayınlanan bu tercüme TC. Kültür Bakanlığı’nın katkılarıyla Amerika’da (California) basılmıştır. (Dîvân-i Kebîr, Translated by Nevit Oğuz Ergin, I-XII c., 1995-2000, California, USA). Tamamı XXII cilt olarak tasarlanan ve geliri Amerika’da bulunan “Mevlâna’yı Anlama Derneği” ne(Society of  Understanding Mevlâna) bağışlanan bu çeviri Amerika’da Mevlâna’yı ve fikirlerini tanıtma açısından oldukça önemlidir.

Yapısı ve Konuları

Divanın hemen hemen tamamını gazeller ve rubailer oluşturur. Mevlâna, Mesnevî’de olduğu gibi bu nazım türlerinde de gerek lâfız ve gerekse mânâ bakımından birinci sınıf şairler arasında nitelendirilir. Bu bakımdan; o klâsik mânâda kaside (övgü) şairi değil; ilâhî aşkın nitelendirildiği gazel ve rubai üstadıdır.

Mevlâna’nın gazelleri aruzun 21 ayrı bahrinde söylenmiş ve Gölpınarlı’ya göre de 21 ayrı divan oluşturulmuştur(47). Gazellerin sonunda yer alan iki bine yakın rubai ise ayrı bir rubailer divanı olarak telâkki edilebilir.

Mevlâna, gazellerinin büyük çoğunluğunu Şems olmak üzere az sayıda Selâhaddin-i Zerkûb ve Hüsâmeddin Çelebi için söylemiş ve çoğunlukla “Şems”, bazen de “Selâhaddin”, “Hüsâmeddin” mahlaslarını kullanmıştır. Ayrıca gazellerinin bir bölümünde de “Hâmûş” (suskun) mahlasını kullanmıştır. Şems’le karşılaştıktan sonra şiire daha da ağırlık veren Mevlâna “Hâmûş” mahlaslı şiirlerini muhtemelen Şems’ten önce söylemiştir(48).

Allah’a duyulan aşkı, döneminin özelliklerine uyarak şiir halinde yansıtan Mevlâna, Şems (güneş)(49) başta olmak üzere, bağ-bahçe, gül-bülbül, âşık-mâşûk, deniz-damla, mey-sâkî gibi sembollerle ilâhî aşkı hep ön plânda tutmuştur.

Mevlâna bu tarzdaki gazellerinde, Mesnevî’sinde olduğu gibi Allah’a kavuşmadan gönlünün huzur bulamayacağını, ilâhî aşkı yazmada aciz kalıp kaleminin kırıldığını, bu dünyanın bir balçıktan ibaret olduğunu, çok yemenin menzile ulaşmada engel teşkil ettiğini, aşkın akla olan üstünlük ve yüceliğini, nefsin kötülüğünü, miskin miskin oturan insanların bu tembellikleriyle maksada (ilâhî aşk) ulaşamayacaklarını, gecelerin uyumakla değil de aşk ve ibadetle geçirilmesi gerektiğini son derece vurgulayıcı olarak dizelere döküp hem lâfız, hem de mânâ ustalığını gösterdiği gibi, okuyanı eğitmeyi de ihmal etmez. Bu bakımdan Mesnevî’de olduğu gibi şiirlerinde de didaktik bir üslup hakimdir.

Bazı şiirlerinde de gazelin ruhundan farklı olarak sosyal konulara girer; rüşvet yiyen kadıları eleştirir; yalancı şeyhleri, yobaz bilginleri menfaatçi ve aşağılık olarak nitelendirir; pazar yerlerinden, düğün adetlerinden, sokakta oynayan çocuklardan, zulmete direnişten, özgürlükten bahseder. Mevlâna bu tarz şiirleriyle de adeta döneminin toplumsal olaylarını ve konumunu bizlere yansıtarak, bir tarihçi görevi yapar.

Mevlâna, bazen de karşılaştığı olaylarla ilgili fikirlerini şiirlerine yansıtır ve olayın içeriğine göre yine etkileyici bir üslubu tercih eder. Buna örnek olarak Selçuklu Sultanı Rükneddin Kılıçarslan’ın (ö.1265-66) Mevlâna’nın izin vermemesine rağmen Aksaray’a gitmesi ve orada öldürülmesidir. Mevlâna bu olayın ardından;

Ne-goftemet me-rev ancâ ki âşinât menem
Der-în serâb-ı fenâ çeşme-i hayât menem (50)

(Demedim mi sana gitme oraya; seni tanıyan, bilen benim ancak;
Şu yokluk serabında yaşayış kaynağı benim ancak)

beytiyle başlayan meşhur gazelini söyler.

Mevlâna, yine Şems’ten sonra halife seçtiği Selâhaddin-i Zerkûb’un (ö.1258) ölümünden sonra son derece duygusal bir gazel söyleyerek onun ölümüne bütün dünyanın ağladığı gibi, meleklerin de gözyaşı döktüğünü, yaydan fırlayan ok gibi Selâhaddin’in kendinden ayrıldığını belirtir(51).

Mevlâna rubailerinde de şiir sanatları bakımından son derece başarılı olmuş; iki bine yakın rubaisinde gazellerinde olduğu gibi ilâhi aşkı ön plana çıkarmış ve yukarıda geçen konuları işlemiştir.

Mevlâna Niçin Şiir Söyledi?

Dünya edebiyatlarında edip ve düşünürlerin fikirlerini ifade aracı olarak yararlandıkları şiir, tarihin ilk dönemlerinde dahi önemli bir etkileme vasıtası sayılmış; şiire büyük bir önem verilmiştir. İslâmî edebiyatlarda (özellikle Fars edebiyatı), Selçuklu Devletinin güçlenmesiyle tasavvufî bir boyuta giren şiir, gerek bu dönemde gerekse ileriki zamanlarda, mutasavvıfların dinî anlayışlarını ve dinde takip edilecek yolları Kur’an ve Hadisler ışığında halka yol göstermeye amaç kılınmıştır. Bu dönemlerde yetişen fikir adamlarının hemen hemen tamamı bu amaç doğrultusunda şiir söyleyerek divanlar oluşturmuşlar, bununla övünmüşler ve çevrelerine binlerce mürit toplamışlardır. Yine bu dönemlerde bu tarzdaki kişilerin şiir söylememesi bir eksiklik olarak görülebilmiştir.

İşte böyle bir ortamda yetişen Mevlâna da döneminin özelliğine  uyarak şiirler söylemiş; ama bu özelliğiyle hiç övünmemiş hatta şiirden bıkkınlığını dile getirmiştir. Mürit ve dostlarının ısrarlarına dayanamayarak şiir söylediğini belirten Mevlâna bu konuda şöyle der:

«…Yanıma gelen dostlar bıkmasınlar korkusu ile şiir söylüyorum, ki bununla meşgul olsunlar. Şiir söylemeyi ne kadar terk etsem de, onlar arayarak bana tekrar şiir söyletiyor…Ben nerede, şiir nerede? Allah’a yemin ederim ki ben şiirden usanmışım ve benim nezdimde şiirden daha kötü bir şey yoktur.»(52)

Mevlâna, yine gelenek olduğu üzere şiir söylediğini, oysa ki asıl istediğinin ders vermek, kitap yazmak ve vaaz vermek olduğunu belirtir(53).

Mesnevî’sinde de “Ne zamana kadar nazım ve nesir söyleyecek, sırları açığa vuracaksın? Hocam, bir günceğiz de dilsiz olmayı sına bakalım”(54) diyerek kendisine şiir söylememeyi telkin eden Mevlâna, bazen de mânâyı şiire sıkıştırmaya çalışmanın yanlış olduğunu ve okuyanların yanlış anlayabileceğini belirterek bundan çekinir(55).

Mevlâna, yine Mesnevî’sinde şiir yazmanın, vezin ve kafiye uydurmayı düşünmenin “Sevgili” den ayrı kalmaya sebep olacağını; asıl amacın üzüm bağına girmek olduğunu oysaki sözün, bu bağı duvarla örüp kapattığını vurgulayarak şöyle der:

     «Ben kafiye düşünürüm, sevgili de bana der ki : Yüzümden başka bir şey düşünme!
     Ey benim kafiye düşünenim ! Rahatça otur; benim yanımda devlet kafiyesi sensin.
     Harf ne oluyor ki, sen onu düşünesin! Harf nedir? Üzüm bağının çitten duvarı.
     Harfi, sesi, sözü birbirine vurup parçalayayım da bu üçü olmaksızın seninle konuşayım.»(56)

Mevlâna, bu türlü şiirden yakınmasına rağmen özellikle Şems’in öldürülmesiyle(?) ondan ayrılmasından sonra kendini şiire vermiş(57); sabah-akşam, evde-sokakta içine doğan ilâhî sırları şiir halinde yansıtmıştır. Okuyanlara da bir gazelinde «Benim şiirim mısır ekmeğine benzer, gece gelir geçerse yiyemezsin; tazeyken yemeye bak, üstü tozlanmadan ye onu! »(58) diyerek şiirdeki mânâların bir an evvel kavranması ve buna göre hareket edilmesini öğütlemiştir. Çünkü Mevlâna, Şems vesilesiyle Allah aşkına ulaştıktan sonra gönlünü dünyevî nimetlerden temizleyip (mâsivâ) Allah’ın kemaliyle, onun aşkıyla doldurmuş ve bu duygularla şiirlerini söylemiştir. Öyle ki bir rubaisinde şöyle der:

     Ben âşıklığı senin kemâlinden öğrendim.

Beyit ve gazel söylemeyi cemâlinden öğrendim.

Gönül perdesinde hayalin raksetmede;

     Ben en güzel raksı senin hayalinden öğrendim(59)

Mevlâna, yine başka bir rubaisinde ilâhî aşkla şiir söyleme sebebini şöyle dile getirir:

     Aşkın gönlüme dolduğundan beri,
    Aşkından başka neyim varsa hep yandı;
    Aklı, dersi, kitabı hepsini rafa kaldırdım
     Ama şiirler, gazeller, rubailer öğrendim(60)

Mevlâna, Divanının Önsöz’ünde de şiirlerini ilâhî denizin ışıltıları, gayb denizinin iri incileri olarak nitelendirir ve devamında şöyle der:

“… Bu sözler (şiirler) ruhun sırları, Nuh’un gemisidir; kutlu nefeslerdir, kusurlardan münezzeh tertemiz Allah’ın esintileridir… Huzur ehlinin anahtarı, gayb âlemindeki hür kişilerin makamlarıdır…”

Mevlâna’nın oğlu Sultan Veled de diğer şairlerle erenlerin şiirlerini kıyaslar; erenlerin şiirlerini Kur’an’ın tefsiri ve sırları olarak nitelendirir, babasının şiirlerini kastederek şöyle der:

“Erenlerin şiiri, şairlerin düşünceyle, hayalle, yalan, dolan, mübalağayla uydurdukları şiirlere benzemez… Öbür şairler bunların şiirlerini de kendi şiirleri gibi zannederler. Onlar bilmezler ki onların işleri de sözleri de Yaratıcı’dandır… Çünkü bunların şiirleri kendilerini değil Allah’ı işaret eder.

Âşıkın şiiri tamamıyla tefsirdir; şairin şiiri ise sarmısakın verdiği hararetten meydana gelir.
Âşıkın şiirinden Hakk kokusu gelir; şairinkinden ise şeytanın vesveseleri doğar.
Çünkü âşıkın şiiri Kur’an’ın tefsiridir; ruhun huzurudur; imanın nurudur.
Çünkü âşıkın şiiri Kur’an’ın tefsiridir; ruhun huzurudur; imanın nurudur.
Hâttâ ondan da öte, herkesi Allah’a ulaştırır; bu sırrı bil de kendine gel!
Bu şiirleri herkesin şiiri gibi okuma; her ikisinin şiirini de bir tutma!”(61)

     DÎVÂN-I KEBÎR’DEN SEÇMELER

Bize doğru gel, bize!

Bir an olsun düşüncelerden vazgeçsen ne olur? Balık gibi bizim denizimize dalsan, orada dalgalar yutsan ne çıkar?
Düşüncelerinden uyur, onlardan vazgeçersen Ashâb-ı Kehf’ten sayılırsın, düşüncelerden mukaddes, münezzeh bir nur kesilirsin; ne olur bu hale gelsen!
Sen bir saman çöpüsün, bizse devlet kehribarıyız; şu samanlıktan sıyrılıp kehribara dönsen ne olur ki.
Artık bu sefer toprak olacağım diye yüz kere ahdettin. Bir kerecik de ahdinde dursan ne çıkar.
Sen gizli bir incisin amma şu samanlıkta toprak rengini almışsın. A güzel yüzlü, ne olur yüzündeki tozu toprağı bir yıkasan da arınsan!
Padişah oğlusun sen, Cebrâil’in bile secde ettiği varlıksın sen. Ne çıkar a yoksul, babanın yurdunu bir arasan!
Tümden ayrılmış bir parçasın, bedenden ayrılmış bir elsin ancak; bari bundan sonra bizden ayrılmasan ne olur.
O vakit başsız kalırsın, malın mülkün gider, hırstan, kibirden ayrılırsın; fakat işte o zaman ululuk âleminde baş gösterir, görünürsün; ne olur bunu yapsan.
Hakk’ın zikrinden bir şerbet iç de düşünceden kurtul. Ey ilâhi rızaya mazhar olan, savaşa sarılmasan ne olur. Yeter artık, sen bir dağa benzersin; dağda altın madeni ara, bağırmayı bırak. Bağırıp dağı seslendirmesen ne çıkar!
                                             (Gölpınarlı, I, 253; Furûzânfer,844)

Geldiğin yer hiç mi aklında yok?..

Hiç biliyor musun? Rebap ne diyor, gözyaşlarıyla yanıp kavrulmuş ciğerlerle neler söylüyor?
Diyor ki etinden uzak düşmüş bir deriyim ben, nasıl ağlamayayım, nasıl dertlenmeyeyim ayrılıktan?
Tahta da diyor ki, yemyeşil bir daldım ben; balta kesti, bıçkı dildi beni
A padişahlar, ayrılık garipleriyiz biz; sonunda dönülüp huzuruna varılacak Hakk’a feryat etmedeyiz, duyun feryadımızı.
Önce Hak’tan ayrıldık da şu dünyaya geldik; fakat halden hale, şekilden şekle döne döne ona gidiyoruz biz.
Sesimiz, kervandaki çana benziyor, yahut da buluttan düşen yıldırım sanki.
A konuk, hiçbir durağa gönül verme; çünkü ondan çekilip ayrılırken yaralanırsın sonra.
Rebabın şu dosdoğru sesi, ister Türk olsun, ister Rum ülkesinden, ister Arap; âşıksa onun dilincedir, onun dilidir.
Müjdeler olsun ey kavim! İşte bu, kapının açılışıdır; tezce dolanmaktan, batmaktan kurtuldunuz artık.
Kitabın aslı, yanında olan sevgilinin razılık vakti geldi çattı, ferahlayın.
Dedi ki kaybettiklerinize üzülmeyin; perdeleri yırtıp yakan dolunay göründü.
Otlak, sulak bir yer burası, çöktürün develerinizi; öyle nimetler var burada ki sayıya sığmaz.
Sevgide çekilen cefada binlerce vefa var; sevgiyle susmada güzel güzel konuşma lezzeti var.
A ulular biz sustuk, susmadaki sırrı anlayın artık; doğrusunu daha da iyi bilir Allah.
                                          (Gölpınarlı, IV, 154, 155; Furûzânfer, 304)

Benden ayrılma demedim mi?

Demedim mi sana, gitme oraya; seni tanıyan, bilen benim ancak; şu yokluk serabında yaşayış kaynağı benim ancak.
Kızsan da, bin yıllık yola gitsen de sonunda gene bana gelirsin; varacağın yer benim ancak.
Demedim mi sana, dünya hallerine, dünya şekillerine râzı olma; senin râzı olacağın otağın, şekillerini düzen benim ancak.
Demedim mi sana deniz benim, sen bir balıksın; karaya, kuruluğa gitme; arı duru denizin benim ancak.
Demedim mi sana, kuşlar gibi tuzağa gitme; gel, kanatlarına uçuş gücünü veren benim ancak.
Demedim mi sana yol kesenler var, seni soğuturlar; buz gibi ederler; havandaki ateş de benim, ıssılık da benim ancak.
Demedim mi sana, kötü huylar verirler sana; beni kaybedersin; halbuki senin arı duru kaynağın benim ancak.
Demedim mi sana; “kulun işi gücü hangi sebeple düzene girer acaba?” deme; sebepsiz, cihetsiz yaratıcı benim ancak.
Gönlünde bir ışık varsa bil bakalım, nerede evinin yolu; ilâhi huyluysan eğer, bil ki ev sahibin benim ancak.
                                            (Gölpınarlı, III, 250; Furûzânfer, 1725)

RUBAİLER

Herşeyin aslı O’dur!…

Gönlümde, iç ve dış hep O’dur.
Tenimde canım, damarım, kanım hep O’dur
Burada ortak koşma ve iman nasıl bir arada olur?
Benim varlığım benzersizdir; çünkü hepsi O’dur.
                                                       (No:121)

Erenlerin derdi

Sırları elden çıkarayım, diyorum, yapamıyorum
Onları lâyık olanlara açıklayayım diyorum, yapamıyorum
İçimde beni hoş tutan bir şey var;
Ona parmak basayım diyorum, yapamıyorum
                                                       (No:889)

Yaratılmıştan geç, Yaratana ulaş!

Âşık isen, âşıklarla otur!
Gece gündüz demeden kapılarında dur!
Bu kapıdan içeri girdiğinde ise,
Yaratılmışlardan uzaklaş; yaratanla otur!
                                                       (No:1198)

Aşkın ücreti para değil, candır…

Sevgili her türlü okşayıcı sözlerden sonra bana dedi ki :
Öpücük alacaksan, benden al bari!
Para ile mi, diye sordum; dedi ki parayı ne yapayım?
Ya can mı istiyorsun, dedim. Evet, evet dedi.
                                                       (No:1534)

Gönül O’nu ister, herşey bahane…

Başımı koyduğum her yerde, secde edilen O’dur
Dört köşe ve altı bucakta tapılan O’dur.
Bağ-bahçe, gül-bülbül, sema, sevgili;
Bütün bunlar hep bahane; asıl maksat olan O’dur.
                                                       (No:206)

[divide style=”2″]

     3) FÎHİ MÂFÎH

Mevlâna’nın üç mensur eserinden biridir. Diğer eserleri gibi bu kitap da Mevlâna’nın eliyle yazılmamış; muhtelif konulardaki sohbetleri, yakınları ve müritleri tarafından kaleme alınmış ve kitaplaştırılmıştır. Mevlâna’nın dönemine yakın kaynaklardan Sipehsâlâr’ın risâlesinde adının geçmesi, eserin onun ölümünden önce veya hemen sonra meydana getirilmiş olma ihtimalini doğurmaktadır.

Kitabın adı da yine onu meydana getiren kişiler tarafından konmuş “Onun İçindeki İçindedir, İçinde İçindekiler Vardır” gibi mânâlara gelir. Fîhi mâ Fîh, bazı yazma nüshalarda da Esrârü’l-Celâliyye, Risâle-i Sultân Veled gibi isimlerle geçer (62).

Fîhi mâ Fîh’in Türkiye ve diğer ülke (özellikle İran ve Hindistan) kütüphanelerinde birçok yazması(63) olup; metni ilk kez 1333/1915 yılında Tahran’da açıklamalarla birlikte basılmıştır. Hindistan’daki baskısı ise 1928 yılında yapılmıştır. Şu ana kadar yapılmış en önemli neşir ise; Tahran Üniversitesi profesörlerinden Bediüzzaman Furûzânfer tarafından beş önemli yazmanın karşılaştırılarak oluşturulduğu ve açıklamaların eklendiği baskıdır. (Tahran,1330 hş./1951)

Türkçe Tercümeleri

Fîhi mâ Fîh’i Türkçe’ye ilk kez Ahmed Avni Konuk (ö.1938) tercüme etmiş; fakat neşretmeye muvaffak olamayıp tercümesini Mevlâna Müzesi’ne bağışlamıştır. 73 Fasıl olan bu tercüme uzun zaman sonra 1994 yılında yayınlanmıştır.(Dr. Selçuk Eraydın, İz Yay. XXIX+332+3s.)

Eserin ikinci tercümesini ise Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi öğretim üyelerinden Prof.Dr.Meliha Ü.Tarıkâhya (Anbarcıoğlu) yapmıştır. Furûzânfer’in neşri esas alınarak yapılan bu tercüme önemli açıklamalarla birlikte 1954 yılında Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları (Maârif Basımevi) arasında yayınlanmıştır. (LVI+403 s.)

Fîhi mâ Fîh’in üçüncü ve şu ana kadar hazırlanmış son tercümesi ise Abdülbaki Gölpınarlı tarafından yapılmış ve bu tercüme de 1959 yılında yayınlanmıştır. (İst. Remzi Kitabevi, XXIII+299 s.)

Diğer Dillerdeki Tercümeleri

Eser, tanınmış Alman şarkiyatçılarından Prof.Dr.Annemarie Schimmel tarafından «Von Allem und vom Einen» adıyla Almanca’ya tercüme edilmiş ve yayınlanmıştır.(München, 1988, 382s.)

Fîhi mâ Fîh’in tesbit edebildiğimiz bir diğer tercümesi ise, Urduca’ya yapılmış çevirisidir. Abdürreşid Tebessüm tarafından yapılan bu Urduca tercüme de 1965 yılında Lahor’da basılmıştır.(Melfûzât-ı Rûmî, Fîhi mâ Fîh, ? Baskı, 1991, 364 s.)

Dili, Üslubu ve Konuları

Mevlâna’nın diğer eserleri gibi Farsça olan bu kitabın birkaç bölümü Arapça’dır(64). Farsça’sı ise sohbet konularını içerdiği için konuşma diline oldukça yakındır.

61 bölümden (Fasıl) oluşan eser «Mevlâna diyor ki…», «Hüdavendigâr şöyle buyurdu…» gibi konu başlıklarıyla Mevlâna’nın tasavvufî konulardaki sohbetlerini içermekle birlikte, Mesnevî’de yer alan bazı konuların zikredilmesi ve bunların açıklanması bakımından da Mesnevî’nin şerhi olarak da değerlendirilir(65). Yine; Mesnevî’de vezin ve kafiye söz konusu olduğu için Mevlâna orada istediklerini tam açamaz, oysa Fîhi mâ Fîh mensur olduğu için istenilen şeyleri söylemek daha kolaydır.

Mevlâna bu eserinde de diğer eserlerinde olduğu gibi bahsettiği konulara açıklık getirmek için başta Âyet ve Hadisler olmak üzere hikaye ve bazı tarihi olaylara değinir; bazen diğer şairlerden bazen de Mesnevî’sinden ve şiirlerinden beyitler nakleder.

Eserde, babası Sultânü’l-Ulemâ Baha Veled, hocası Tirmizî, hem-hâli Şems, halifesi ve dünürü Selâhaddin Zerkûb’un adlarını da anan Mevlâna, bazen bu şahısların sözlerinden(66) ve bunların muhatap oldukları olaylardan nakillerde bulunur.

Fîhi mâ Fîh’in bazı bölümleri de ya müritlerden birinin sorduğu soruya Mevlâna’nın cevabını içerir; yada Mevlâna’nın huzuruna gelen bir cemaatle yapılmış sohbetleri kapsar(67).

FÎHİ MÂ FÎH’TEN SEÇMELER (68)

Namazın ruhu…

Biri: «Allah’a namazdan daha yakın olan bir şey var mıdır?» diye sordu.

Mevlâna da şöyle cevap verdi:

“Hem-namaz vardır; ama namaz yalnız bu sûretten, şekilden ibaret değildir; bu, namazın kalıbıdır. Çünkü; bu namazın başı, sonu bellidir. Başı ve sonu olan her şey ise kalıptır. Tekbir namazın başı,selâm ise onun sonudur. Bunun gibi şahâdet de yalnız dilleri ile söyledikleri şey değildir. Onun da başı ve sonu vardır. Sesle, sözle söylenebilir. Sonu ve başı olan her şey sûret ve kalıptan ibaret olur. Onun ruhu benzersiz ve sonsuzdur; başı sonu yoktur. Bu namazı Nebîler bulmuşlardır ve bunu ortaya çıkaran Nebî : “Benim Allah ile bazı vakitlerim olur ki o zaman, oraya ne bir Allah tarafından gönderilmiş Peygamber ve ne de Allah’a en yakın bulunan bir melek sığar.” (H.) buyuruyor. O halde namazın ruhunun (öz) sadece, bu görünüşünden, şeklinden ibaret olmayıp; belki istiğrak, kendinden geçiş olduğunu, bilmiş olduk. Çünkü bütün sûretler dışarıda kalır, oraya sığmazlar. Katıksız, sırf mânâ olan Cebrâil bile oraya sığmaz.” (s.19,20)

Kur’ân’ı anlayarak okumak daha iyidir

Bu mukri(okuyucu), Kur’ân’ı doğru okuyor. Evet! Kur’an’ın sûretini doğru okuyor. Fakat mânâsından haberi yok. Esasen onun gerçek mânâsı kendisine anlatılmış olsa, kabul etmez ve yine körükörüne okur. Bunun benzeri; meselâ, bir adamın elinde kunduz olsa, ona elindekinden daha iyi bir kunduz getirdikleri zaman almak istemezse, kunduzu tanımadığı, kunduzdan anlamadığı ortaya çıkar. Çünkü biri bunun kunduz olduğunu ona söylemiş, o da bunu taklit ile eline almıştır. Meselâ cevizlerle oynayan çocuklara ceviz içi veya ceviz yağı verdiğiniz zaman almazlar. Çünkü onlara göre ceviz, elinize aldığınız zaman hışır hışır ses çıkarır; halbuki bunların ne sesi, ne de hışırtısı vardır. Allah’ın hazineleri ve ilimleri çoktur. Mukri, Kur’an’ı bilerek okuyorsa Allah’ın diğer kitabını, Kur’an’ını niçin kabul etmiyor? Kur’an okuyan birine anlattım ki: Kur’an, «Allah’ın sözleri için deniz mürekkep olsa, bir misli de ona ilâve edilse sözler bitmeden denizler tükenirdi.» buyuruyor. (Kur’an, Sûre:18, Âyet:109). Kur’an elli dirhem mürekkeple yazılabilir. Bu Allah’ın ilminden bir işaret, bir parçadır ve onun bütün bilgisi bundan ibaret değildir. Bir attar bir kâğıt parçasına ilâç sarsa, sen «Bütün dükkan bunun içinde» der misin? Bu aptallık olur. Nihayet Musa, İsa ve daha başkaları zamanında da Kur’an vardı; Hak kelâmı mevcuttu. Fakat Arapça değildi. İşte bunu anlatıyordum. Baktım o okuyucuya tesir etmiyor, ben de yakasını bıraktım.

     Rivayet etmişlerdir ki: Peygamber (S.A.V.) zamanında eshâbdan her kim, yarım veya bir sûre öğrense, ona büyük adam derler ve bir yahut yarım sûreyi biliyor, diye parmakla gösterirlerdi. Çünkü onlar Kur’an’ı adeta yerlerdi (iyice hazmederlerdi). Bir veya yarım batman ekmek yemek hakikaten güç bir iştir. Fakat ağızlarına alıp, çiğneyip- çiğneyip atarlarsa, bu şekilde yüzbin merkep yükü ekmek yenebilir. Peygamber, “Ne kadar Kur’an okuyan vardır ki Kur’an ona lânet eder.” buyurmamış mıdır? İşte bu, Kur’an’ı okuduğu halde, mânâsını bilmeyen kimse hakkında söylenmiştir. Fakat böyle olmasa da yine iyidir. (s.128,129)

[divide style=”2″]

4) MECÂLİS-İ SEB’A

     “Yedi Meclis” adını taşıyan bu eser de Mevlâna’nın çeşitli zamanlarda kürsüden ve toplantılarda verdiği yedi vaazın yazılmasından oluşmaktadır. Eser, muhtemelen Mevlâna’nın Şems’le karşılaşmalarından (29 Kasım 1244) önce verdiği vaazların oğlu Sultan Veled veya başkaları tarafından dikte edilmesiyle bir araya getirilmiştir. Kitabın bazı bölümlerinde Sultan Veled’inİbtidânâme adlı mesnevîsinden de beyitlere rastlanması(69) bu eserin Sultan Veled tarafından oluşturulduğu veya bazı tashihler yapıldığı intibaını vermektedir.Yine, I. Bölüm’de (Meclis) Şems’inMakâlât’ından bazı hikâyelerin aktarılması; Şems’le karşılaştıktan sonra da Mevlâna’nın bir veya birkaç kez vaaz verdiği hususunda bize ışık tutmaktadır(70).

Mesnevî ve Dîvân-ı Kebîr’e göre daha az yazması bulunan bu eserin en önemli ve en eski yazması Mevlâna Müzesi Kütüphanesi’nde 79 no’lu mecmua içerisindedir. Mevlâna’nın Fîhi mâ Fîh ve Mektûbât adlı eserlerinin de bulunduğu bu mecmua, 1351-1354 yılları arası istinsah edilmiş ve Gölpınarlı’ya göre her üç eser için de en sağlam nüshalar olarak değerlendirilmiştir(71).

Türkçe Tercümeleri

Eser ilk olarak “Mevlâna’nın Yedi Öğüdü” adıyla tercüme edilmiş ve Farsça metniyle birlikte 1937 yılında yayınlanmıştır. Farsça metnini (Prof.) Dr.F.Nâfiz Uzluk’un; tercümesini ise M.Hulûsi Karadeniz’in yapıp Ahmed Remzi (Akyürek) nin gözden geçirdiği bu neşir bazı dizgi ve tercüme yanlışlıklarından dolayı eleştiri almıştır(72).

Hayatının büyük bir bölümünü Mevlâna ve Mevlevîlik araştırmalarına adayan Abdülbaki Gölpınarlı,Mecâlis-i Seb’a’yı da tercüme etmiş ve açıklama ve indekslerle birlikte 1965 yılında Konya’da yayınlanmıştır (138 s.). Bu tercüme 1994 yılında tekrar yayınlanmıştır (İstanbul,143 s.).

Konuları ve Üslubu

Mevlâna hayatı boyunca 7 defa mı vaaz verdi? sorusuna kesin bir cevap bulamamakla birlikte; bu eseri oluşturan vaazların, genellikle Cuma Namazında istek üzerine verilen hutbelerden(?)oluştuğunu tahmin etmek bir cevap olabilir. Zaten Mevlâna’nın çeşitli yerlerde ve cemaatlarda  yaptığı sohbetler ve açıklamaları genellikle Fîhi mâ Fîh adlı eserinde yer almaktadır. Yani rahat bir değerlendirmeyle söyleyecek olursak; Mecâlis-i Seb’a resmî vaazların toplandığı bir eser; Fîhi mâ Fîh ise hâl ehliyle yapılan sohbetlerin yazıya aktarıldığı bir kitaptır. Her iki eserin dili, hitap şekli ve konuların işleniş tarzından da bunu anlamak son derece kolaydır.

Her Meclisinde farklı, dinî ve toplumsal olayların ele alındığı Mecâlis-i Seb’a’nın ana Meclis konuları  şu şekildedir:

1.Meclis : Ümmetin bozguna düşmesi, Besmele-i Şerîf’in tefsiri, Peygamberin mucizesi (Ayın yarılması).

2.Meclis : Allah’a yöneliş, günahtan çekinme, gönül zenginliği, Besmele’nin Be’si.

3.Meclis : Zâhid-ârif, Padişah-kul ve inanç kuvveti.

4.Meclis : Halka rahmet olanlar, kulluk, gerçek tövbe.

5.Meclis : Abdü’l-muttalib’in yağmur duası, benlik, insanların grupları.

6.Meclis : Münacaat, Tevrat’taki öğüt ve dünya, «Lâ-İlâhe» nin tefsiri.

7.Meclis : Aklın şerefi, bilgi ve irfan, öz’den olan ve sonradan öğrenilen bilgi.

En uzunu 1.Meclis olan (diğer 6 Meclis’in tamamı kadar) bu vaazların tamamında aynı üslûp hakim olup; önce edebî bir dille Âyetler vasıtasıyla Allah’ın yüceliği ve hikmeti övülmekte; Hz.Peygamber ve dört halifeye rahmetler okunmakta ve bir duayla asıl konu yada konulara girilmektedir. Konular işlenirken, kısmen halkın anlayabileceği basit bir üslup seçilmekte, sık sık getirilen Âyet ve Hadislerden başka temsil, hikaye ve şiirlerle konunun iyice kavranmasına dikkat edilmektedir.

Eserin genelinde hakim olan bir usûl de, konulara göre seçilmiş Hadis-i Şeriflerin açıklanması, peygamber kıssalarının anlatılması ve özellikle Dîvân-ı Kebîr’den, Mesnevî’den, Senâî ve Attar’ın eserlerinden ilgili beyitlerin getirilmesidir.

     MECÂLİS-İ SEB’A’DAN SEÇMELER(73)

Gerçek bilgi, öğrenilen değil, öğretilen bilgidir…

…Ben ümmiyim.Ümmînin iki anlamı vardır: Birinci anlamı yazmayan, okumayandır. Halkın çoğu ümmî sözünden bu anlamı anlar. Fakat gerçeğe erenlerce; sözün, işin gerçeğini bilenlerce ümmînin anlamı şudur: Başkalarının elle, kalemle yazdıklarını o, elsiz, kalemsiz yazar; başkaları olmuş, geçmiş şeyleri hikâye ederler; o ise gaybdan bahseder; henüz olmamış ve gelmemiş; fakat olacak, gelecek şeyleri hikâye eder.

Canı olan, olmuş şeyi görür;

Olmamış şeyi görense, bambaşka bir varlıktır.

Ey Muhammed, sen ümmiydin, yetimdin. Bir baban, bir anan yoktu ki, seni mektebe götürsün; yazı ve hüner öğretsin sana. Bu kadar bilgiyi, irfânı nereden öğrendin? Varlığın başlangıcından beri âleme gelen, âlemde olan her şeyi adım-adım anlattın; herkesin kutluluğundan, kutsuzluğundan haber verdin; cennet bahçelerini ağaç-ağaç gösterdin; hûrilerin kulaklarındaki küpelere varıncaya dek haber verdin. Cehennem zindanlarını çukur-çukur, bucak-bucak anlattın. Âlemin sonuna dek, (sonu da yoktur ya) ne olacaksa hepsini ders halinde söyledin. Peki, bütün bunları kimden öğrendin, hangi mektebe gittin?

Muhammed (S.A.V.) dedi ki: Benim kimim-kimsem yoktu, yetimdim; kimsesizlerin kimsesi hocam oldu benim; «Rahmân, Kur’ân’ı öğretti» hükmünce o öğretti bana. Yoksa bu bilgiyi halktan öğrenmeye kalksaydım yüzlerce, binlerce yıl gerekti; öğrensem bile bu bilgi, taklitle elde edilmiş olurdu; onun anahtarları, bilenin elinde olamazdı. Eklenti-bağlantı olurdu, özden meydana gelmiş bir bilgi olmazdı. Böyle bilginin yazısı, çizisi, şekli sûreti olurdu; bilginin gerçeği, özü-canı olmazdı…(7.Meclis, s.96,97)

Bismillâhirrahmanirrahim

(Rahmân ve Rahîm olanın adıyla) sözünün anlamı:

“Adıyla” sözünde, bütün tefsircilerce gizli bir anlam vardır; çünkü Arap, «b» harfiyle söze başlamaz. Fakat, o gizli şey nedir? Bu hususta, aralarında ayrılık vardır. Derler ki: O gizli şey, yüce Allah’tan emirdir. Yani Allah ey kulum der; “Değil mi ki Şeytan’dan sığındın; öyleyse bu hayırlı işe, benim adımla başla da onun şerrinden kurtul!” Bazı tefsirciler derler ki: O gizli şey, kulun haber verişidir; yani kul, ey Allah’ım der, Şeytandan sana feryat ediyorum, sana sığınıyorum; sana sığınmam da, işime senin adınla başlamamdır, senin adına kaçmamdır; işime, sana ve senin adını anarak sığınıp başlamamdır: Çünkü senin kutlu adınla başlanmayan her iş, noksan kalır, sonu gelmez, verimsiz olur; bundan başka bir şey bilmiyorum ben. Peygamber demiştir ki: “Allah’ın adıyla başlanmayan her hayırlı işin sonu gelmez.” Yani Peygamber, korkulan, hayırlı ve iyi olan, faydalı bulunan herhangi bir iş, Allah adıyla başlanmazsa, o işe ne kadar çalışılırsa çalışılsın, sonu gelmez, tamamlanmaz; sonunda o iş, pişmanlıkla, ziyanla biter, buyurur. İnanmıyorsan Firavun’a, Şeddad’a, Nemrûd’a bak! Şu kadar bin araçla, adamla-orduyla, güçle-kuvvetle çalıştılar, düşündüler, dünya hazinelerini harcadılar; o saltanattan faydalanmak istediler, kendilerinin iyi bir ada-sana sahip olmalarını, uzun yıllar, iyilikle, ululukla anılmalarını dilediler, buna gönül verdiler; fakat yaptıkları işlerde, Allah’ın adına sığınmadılar; bütün işleri tersine döndü; bütün umutları baş aşağı geldi. Dostluk istediler, âleme düşman tanındılar; iyi ad-san ıssı olmayı dilediler; âlemde adları kötüye çıktı; gönüllerde ulu olmayı, saygı kazanmayı dilediler; sinekten, sivrisinekten daha hor, daha rezil bir hale geldiler. Bu sözün daha da aydınlanmasını istiyorsan, Peygamberlerin hallerine bak. Onlar, hangi işi başarmak isteseler, bu adla başlarlardı, o işe ve bu ada sığınırlardı; bu ada tapı kılarlardı; bu ada, canlarının, gönüllerinin içinde yer vermişlerdi; mallarını-mülklerini bu ada fedâ etmişlerdi. Halk bizi beğensin kaydına düşmemişlerdi. Halk onlara iyi demiş, kötü demiş umurlarında bile değildi. Onlar, halkı bu ada saygı göstermeye, bu ada sığınmaya çekmeye uğraşıyorlardı. Halk içinde, halk arasında iyi bir ada-sana sahip olalım, adımız-sanımız kalsın kaydına düşmüyorlar; bu Allah adının yüce ve ulu olmasına, bu adın ululanmasının kalmasına uğraşıyorlardı. (1.Meclis, s.40)

[divide style=”2″]

     5) MEKTÛBÂT

Kelime anlamı “Mektuplar” olan bu eser, Mevlâna’nın emir, vezir, dost ve akrabalarına yazdığı 147 mektubu(74) içeren bir kitap olup; yine onun ölümünden sonra bir araya getirilmiştir.

İslâmî edebiyatlarda edebî bir tür olarak kabul edilen mektup yazma geleneği, İ.Ö. İran ve Arap edebiyatlarında da kullanılmaktaydı. O dönemlerde, siyasî ve ticarî bir araç olarak kullanılan mektup türü, İslâmiyet’le birlikte hem bu sahalarda görevini yerine getirmiş, hem de Gazzâlî (ö.1111) ve Şeyh Mahmûd-i Şebusterî (ö.1320) gibi düşünür ve mutasavvıflara sorulan sorulara cevap niteliğinde de yazılıp eğitim ve irşâd aracı olarak kullanılmıştır. XV.yy’dan itibaren Türk Edebiyatında da kullanılan mektup türünün kurallarını konu alan ilk ve en güzel örneklerinden birisi ise Ahmed-i Dâî’nin (ö.1421)Terassul adlı eseridir(75).

Şu ana kadar tespit edilen Mevlâna’nın mektupları daha önce de belirtildiği gibi 147 adet olup, bunların dördü Arapça diğerleri ise Farsça yazılmıştır. Bu mektuplar Mevlâna’nın diğer mensur eserleri gibi çevresindekiler ve müritleri tarafından toplanarak kitap haline getirilmiş ve bu esere de genellikle“Mektûbât” adı verilmiştir. Türkiye kütüphanelerinde birçok yazması bulunan bu eserin İstanbul’da bulunan bir yazmasında ise adı «Kitâbü’t-terassul li’t-tevassul ile’t-tefazzul» olarak kayıtlıdır (76).

Mevlâna’nın mektuplarını ilk kez Prof.Dr.F.Nâfiz Uzluk neşretmiş(77) (İstanbul,1937); bu neşirden yararlanılarak da İran’da Yusuf Cemşid tarafından yayınlanmıştır. (Tahran,1335 h.ş./1956)

Türkçe Tercümesi

Eser, Abdülbaki Gölpınarlı tarafından altı yazma nüshası değerlendirilerek, Konya Mevlâna Müzesi’ndeki 79 no’da kayıtlı bir nüsha (istinsah tarihi 1351-1354) esas alınmış ve karşılaştırmalı olarak tercüme edilmiştir. Tercümesine, XXIII sayfalık değerli bir “SUNUŞ” yazan Gölpınarlı, yazmalardaki sıraya göre mektupları tercüme etmiş, eserin sonunda da mektuplarda ismi geçen şahıslar hakkında açıklayıcı bilgiler vermiştir. Şu ana kadar tek tercüme olan bu kitap, ilk olarak 1963 yılında İstanbul’da yayınlanmış ve bir daha baskısı yapılmamıştır.

Mektupların Kimlere, Niçin Yazıldığı ve Üslubu

Mevlâna 147 adet mektubun seksen tanesini; Selçuklu Sultanı II.İzzettin Keykavus (9 adet) ve Emir Muineddin Pervâne (25 adet) gibi padişah, emir ve üst düzey devlet görevlisi olan kişilere yazmış ve bu mektuplarda çeşitli hayır ve yardım işlerinin yerine getirilmesi için onlara ricada bulunmuştur. Mevlâna  bu tarz mektupların birinde (80.mektup) Sultan II.İzzettin Keykavus’a “oğul” diyerek samimi bir ifade kullanmıştır.

Mevlâna, sultan, emir ve devlet ileri gelenlerine yazdığı bu mektuplarında, devlet yada yöneticiler tarafından haksızlığa uğramış kişilerin kendisine ilettikleri şikayetlerini ilgili yerlere yazarak, bunların mağduriyetlerinin giderilmesini istemiş ve hemen hemen tamamı yerine getirilmiştir.

Bu şahıslara yazılan mektupların bazıları da rica mektubu olmayıp, günümüzdeki anlayışla hal-hatır sorma bâbından yazılmış mektuplardır.

Mektupların yedi adedi de büyük oğlu Sultan Veled (2 adet), küçük oğlu Alâaddin Çelebi (3 adet), kızı Fatma Hatun (1 adet ) ve diğer oğlu Âlim Çelebi (1 adet) ye yazılmış ve onlara çeşitli tavsiye, teselli ve öğütlerde bulunulmuştur.

Mevlâna, üç mektup da halifesi ve yakın dostu Hüsâmeddin Çelebi’ye yazmış; bu mektuplarında onu övmüş ve Çelebi’nin söylediği sözlerin kendisi tarafından tamamen desteklendiğini vurgulamıştır.

Mektupların kalanları da çeşitli vesilelerle günümüzde haklarında fazla bilgimiz olmayan şahıslara yazılmış; bazıları da Mevlâna’ya gönderilen mektuplara cevap niteliği taşımaktadır. Birkaç mektubun da kime gönderildiği belli olmayıp muhatabın ismi «fulâneddîn» şeklinde anılmıştır(78).

Mevlâna diğer mensur eserlerinde olduğu gibi mektuplarında da sade ve anlaşılır bir Farsça’yı tercih etmiş; nadiren de  edebî bir dil kullanmıştır. Yine diğer eserlerinde olduğu gibi mektuplarını da konu ile alâkalı Âyet, Hadis, kendisinin ve diğer şairlerin (özellikle Attâr ve Senâî) şiirleri, atasözleri ve hikayelerle süslemiş ve muhataba vermek istediği mesajı iyice pekiştirmiştir.

Mektuplarına, genellikle «Allah kapıları açandır» mânâsındaki «Allah mufettihu’l-ebvâb» cümlesiyle başlayan Mevlâna, muhatabını güzel lâkab, söz ve ünvanlarla onurlandırır; daha sonra söyleyeceklerini dile getirir; mektubu yazma amacını belirtir, istek mektubu ise «Kim bir iyilikle gelirse, ona o iyiliğin on misli vardır.» (Kur’an VI/160), «İnsanların hayırlısı, insanlara faydası dokunandır.» (Hadis-i Şerif) ve «Tatlı suyun başı kalabalık olur» gibi Âyet, Hadis ve atasözleriyle muhatabını yönlendirir; sonunda ise mektubun muhatabına ömür boyu başarı, sağlık, kuvvet, bereket vs. diler ve mektubunu tamamlar.

     MEKTÛBÂT’TAN SEÇMELER(79)

Bir devlet büyüğüne, Şemseddin Muhammed adlı bir gencin işe alınması ricasıyla yazılan bir mektup :

Emirlerle has kulların beyi «Gecenin pek az bir kısmında uyurlar; seherlerde yarlıganma dilerler.» bölüğünden mazlûm olanların imdadına yetişen, himmeti yüce, anlayışı güzel, anlamakta gerçek olan, «Allah’ın ışığıyla bakıp gören», uluğ kutluğ, zamânede işi az bulunur, kerem ve ihsan ıssı Nâib Bey’in kutlu günleri, kutlulukla, devletle geçsin, «Kolaylaştırırız artık kolay olanı ona» Âyetinde bildirilen ibadet kolaylığı başarısına erişsin; güçlüğe düşmekten korusun onu; Allah yüceliğini de dâimî etsin. Dostları daima yardım bulsun, düşmanları kahrolsun; hayırlı kulluklarda bulunsun. Gerçeklikle, temizlikle yolladığınız selâmlar erişiyor, duâlarınızı duyuyorum. Soluktan soluğa da kutlulukla buluşmayı arzulamam, artıp duruyor. Allah bizi, «Tahtlarda karşı-karşıya oturan kardeşler» den etsin. Öyle olsun ey âlemlerin Rabbi.

Mektubu getiren Şemseddin Muhammed, Cemâleddin’in oğludur; benim de azîz, özü gerçek oğlumdur. Pek yoksul, elinde-avucunda hiçbir şey yok. Babası Cemâleddin Emîr Ahmed, (Allah rahmet etsin) küçüklüğünden beri oğlumdu; bu duâcının yanından ayrılmazdı. Güzel huylarınızdan umarım ki,«İnsanların hayırlısı, insanlara faydalı olanıdır» mucibince padişahlık buyurursunuz; ona lâyık bir iş verirseniz, onu da kullarınız arasına katarsınız. Böylece kadri yücelir, kendi cinsinden olanlara karşı övünür, düşüncesi kalmaz da devletinize duâya koyulur. Ebedî olarak yaratıkların imdadına koşmanızı dilerim. Duâcınız, size karşı minnet duygusuyla duygulanacaktır; bu lûtfunuz da geçmişteki hadsiz lûtuflara eklenmiş olacaktır.

(Mektup No:18, s.30)

Döneminin en güçlü veziri Emîr Pervâne’ye (ö.1277) Hüsâmeddin Çelebi’ye yardım etmesi için yazılan bir mektup :

Emirler padişahı, ileri gelenlerin efendisi, halkın imdadına yetişen, özü ter-temiz, adâleti dirilten, üstünlüğü bol, zamanda eşsiz, emniyet ve âmânı sağlayan, anılışı yüce, düşüncesi ince, soyu-boyu, aslı-nesli güzel, ulular ulusu Uluğ Pervâne Bik’in hayır kapıları açık ve çok olsun; Allah yüceliğini dâimî etsin; ona haset edenin, ona düşman olanın burnunu yerlere sürtsün.

Selâm ve duâlarımızı aldıktan sonra bilsin ki âlemi bezeyen, neşeyi arttıran kutlu yüzüne susuzluğumuz pek fazla. Allah bizi, «Karşı-karşıya, tahtlarda oturanlar» dan etsin. Görünüşte kusurumuz var ama, boyuna sevmedeyiz, iyiliğinizi istemedeyiz.

Ziyaret, yer yakınlığıyla değildir;

Bir-birini dolaşmak, gönüllerin yakınlığıyla olur.

Şâir demiştir ki:

Ülkesinin yakınlığından bir faydam olmaz,

Gönüller bir-birine yakın olmadıkça…

Yine demiştir ki:

Selâm olsun yanımda bulunmadığı halde yanımda bulunana, benimle olana!

Pervâne Bik’in yaptığı hayırları sürekli duyuyoruz; bütün halkına âfet yollarını kapayıp, hele muhtaçlara sadaka vererek yaptığı iyilikleri işitiyoruz. Bu duâcının isteği; hayırlarınızın, faydası çok yerlere, müstehak olanlara harcanmasıdır. Yüce himmetinize lâyık olan da budur. Kimin soyu büyükse, ona büyük, yüce sözler söylemek gerek. Böylece de hayır tohumlarınız, en hayırlı tarlalara ekilmeli ki şaşılacak meyveler versin.

Ulular ulusu, Allah’tan en fazla çekinen, en fazla korkan, Hakk’ı ârif olan, gaybın emîni, zamânın Cüneyd’i, Allah velîsi Hüsâmeddin’in (Allah bereketini dâimî etsin) masraflarına, giderine karşılık yardımda bulunursanız, geçmişteki lûtuflarınıza katılır bu da. «Hayırların kabul edilmesinin belirtisi, tekrar hayırlarda bulunmaktır.» Bu sözleri, her şeyi inceleyen, keskin görüşlü gönlünüz, Allah onu ışıklandırsın, her şey nasılsa öylece göstersin ona; ihsan eder, bağışı esirgemezseniz; çünkü yardım çağıdır, acımak zamanı.«Âlemlerin Rabb’i istemedikçe, isteyemez onlar». «O’dur takvâ ehli, mağrifet ehli». Ebedî olarak ihsân ıssı olun. (Mektup No:79, s.119,120)

Sonuç olarak;

Mevlâna’nın eserleri bir bütün olup; bir eserindeki fikri diğer bir eserindeki fikirle çatışmaz; aksine onu pekiştirici niteliktedir. Bazen şiir şeklinde söylediği bir fikri, diğer bir mensur eserinde açıklar, şerh eder. Mensur eserlerinde Divanından ve Mesnevî’sinden sık sık beyitler naklederek fikir bütünlüğünü ortaya koyar. Bütün bunlardan da anlaşılacağı gibi, Mevlâna eserlerini olgunluk dönemlerinde meydana getirmiş ve yılların birikim, tecrübe ve mesajlarını ihtilâfa düşmeden eserlerinde yansıtmıştır. Belki de bu yüzdendir ki onun eserleri-fikirleri yedi yüz yılı aşkın bir süre geçmesine rağmen, hâlâ güncelliğini yitirmemiş; başta ülkemiz insanı olmak üzere, dünyanın dört bir yanında büyük bir ilgi ile okunmuş ve hâlâ da okunmaktadır.

[divide style=”2″]

 DİPNOTLAR :

(1) Bu eserlerin, gerek konu ve gerekse üslup bakımından XVI. yy Mevlevî şairlerinden Muğlalı Şâhidî İbrahim Dede’ye (ö.1550) ait olduğu tahmin edilmektedir. (bkz. Mevlâna’dan Sonra Mevlevîlik, A. Gölpınarlı, İst.1953, s.140; ayrıca bkz. Nuri Şimşekler, “ Şâhidî İbrahim Dede’nin Gülşen-i Esrâr’ı, Tenkitli Metin-Tahlil” , S.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü, (Yayınlanmamış Doktora Tezi), Konya, 1998, s.50-52)

(2) Mesnevî  kelimesi hakkında daha geniş bilgi için bkz. «Mesnevî», Ahmed Ateş, MEB İslâm Ansiklopedisi, VIII,127 vd.d.

(3) Mevlâna, Divanında “Attar ruh idi, Senâ’î ise onun iki gözü; biz Attar ve Senâ’î’nin peşinden geldik” diyerek bu iki mutasavvıf şaire verdiği önemi belirtir; A.Gölpınarlı, bu beytin Mevlâna’ya değil oğlu Sultan Veled’e ait olduğunu ve beytin doğrusunun “Attâr ruhtu; Senâ’î gönlün iki gözü. Bizse Senâ’î’yle Attâr’a kıble olarak geldik” olarak belirtir. (bkz. Mevlâna, Mektûbât, çev. A.Gölpınarlı, İstanbul, 1963, Sunuş, s.XII vd.)

(4) Bazı kaynaklarda İlâhînâme olarak kaydedilen bu eser Furûzânfer’e göre Hadîkatü’l-Hakîka olarak tespit edilmiştir. (bkz. Prof.Dr.B.Furûzânfer, Mevlâna Celâleddin, çev. Prof.Dr. Nâfiz Uzluk, İstanbul, 19120, s.232)

(5) Eflâkî, Âriflerin Menkıbeleri, Terc. Tahsin Yazıcı, I-II c., MEB Yay., İstanbul, 1989, II,18

(6) Meselâ bkz. Mevlâna, Mesnevî, çev. Veled İzbudak, I-VI c. MEB. Yay.,3. Baskı, İstanbul, 1995, VI, 67, 68, 70, 524, 525, 1525, 1528, 3556, 3557, 4821 no’lu beyitleri

(7) Eflâkî, II, 155-156; Mesnevî, I, b.1,18; Mesnevî’nin başında yer alan bu 18 beyit VI ciltlik Mesnevî’nin özetini, hâttâ ana fikrini oluşturduğu söylenir. Hem bu bakımdan, hem de bizzat Mevlâna’nın kaleminden çıkması sebebiyle, yüzyıllar boyunca Mevlevîler tarafından özel bir ilgi ve saygı görmüştür.

(8) Eflâkî, II, 157

(9) Sipehsâlâr, Mevlâna ve Etrafındakiler, çev. Tahsin Yazıcı, İstanbul, 1977, s.139

(10) Mesnevî’de az sayıda Arapça beyitler ve Farsça beyitlerin içerisinde Türkçe kelimeler  bulunmaktadır.

(11) Furûzânfer, a.g.e., s. 212

(12) Eflâkî, II, 158,159

(13) Eflâkî, II, 158; Mesnevî’deki «Gün geçti ders yarına kaldı…» (IV, b.1645), «İkindi oldu, sözü kısa kes…» (IV, b.3817), «Dinleyen uyudu sözü kısa kes ey hatip…» (IV,b.1094) gibi beyitlerden de bunu anlamak mümkündür.

(14) Mesnevî, II, b.7

(15) Mesnevî’nin, sonradan VII.cildi olarak bir “Defter” ortaya çıkmış ve hâttâ şerh ettiği Mesnevî’yle «Hz. Şârih» lâkabını alan Ankaravî (ö.1631) dahi Mesnevî’yi VII cilt zannederek bu cildi de şerh etmiştir. Fakat; Mesnevî’nin, VI. cildinin 3. ve 4. beyitlerinden de anlaşılacağı gibi Mevlâna, bu eserini VI cilt olarak tanzim etmiştir. (Mesnevî’nin uydurma VII. cildi hakkında bkz.Furûzânfer, a.g.e., s.213-216; ayrıca bkz. Nuri Şimşekler, “Âbidin Paşa ve Tercüme ve Şerh-i Mesnevi-yi Şerîf ”, S.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü, (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi), 1992, s. 23

(16) Mecmû’âtü’t-tevârîhi’l-Mevleviyye, Seyyid Sahîh Ahmed Dede, Mev.Müz.İht.Ktp. (Yazma), No:5446; krş. Mesnevî, I, Önsöz, B

(17) F.Nâfiz Uzluk, «Mesnevî’nin Batıdaki Tercümeleri», Türk Yurdu Mevlâna Özel Sayısı, Temmuz, 1964, s. 31; Mesnevî’nin önemli yazmaları için bkz. Mesnevî ve Şerhi, A.Gölpınarlı, I-VI c., Kültür Bak. Yay. 3. Baskı, Ankara, 2000, I, Sunuş, XVII-XLVII

(18) The Mathnawi of Jalaluddin Rumi, R.A.Nicholson, I-VIII c., Leiden vd., 1925-1940; bu eserin I, III ve V. ciltleri orijinal Mesnevî metni, diğer ciltler ise tercüme ve şerhi kapsamaktadır.

(19) Mesnevî’de geçen konular için bkz. Şefik Can, Cevâhir-i Mesneviyye, I-II c., Ötüken Neşriyat, İstanbul, 2001; Şefik Can, Konularına Göre Açıklamalı Mesnevî Tercümesi, I- III c., Ötüken Yay., İstanbul, 1997; (Prof.)Dr. Erkan Türkmen, The Essence of Rumi’s Masnavî, (1.Baskı) Konya, 1992, 371 s.; ayrıca ana temaları için bkz. Prof. Dr. Adnan Karaismailoğlu, “Mevlânâ, Hayatı, Eserleri, Fikirleri”, Gönüllerin Başkenti Konya, Konya Büyükşehir Belediyesi Yay., İstanbul, 1998, s. 56, 57

(20) Mesnevî, I, Mukaddime

(21) Mesnevî, IV, b.3459-3460

(22) Mesnevî’deki hikâyelerin büyük bir bölümü İslâmî edebiyatlarda gelenek olduğu üzere Beydaba’nın Kelile ve Dimne’sinden ve ayrıca Şems’in Makâlât’ından, Senâ’î ve Attâr’ın mesnevilerinden ve halk arasında anlatılanlardan oluşmakta, Mevlâna da bunları kendi üslubuna göre yansıtmaktadır; Ayrıca bkz. Doç. Dr. Saim Sakaoğlu, “Mesnevî’deki Hikayelerin Kaynakları ve Tesirleri”, I. Millî Mevlâna Kongresi, S.Ü. Selçuklu Araştırmaları Merkezi, «Tebliğler», 1985, s. 105-113.

(23) Mesnevî’de geçen Âyetlerle ilgili bkz. Âyât-ı Mesnevî, Hzl. Mahmûd-i Dergâhî, Tahran, 1370 hş./1991; Mesnevî’nin Kur’an tefsirine katkıları için bkz. Kur’ân Tefsiri Açısından Mesnevî, Dr. Hüseyin Güllüce, İstanbul, 1999, Ötüken Yay., 301 s.

(24) Mesnevî’deki Hadisler için bkz. Ehâdis-i Mesnevî, Hzl. B. Furûzânfer, Tahran, 1348 hş./1969; ayrıca bkz. Prof.Dr.Ali Osman Koçkuzu, “Mesnevî’nin I, II, III, IV, V. Defterindeki Peygamberimize ve Hadislere Yapılan Atıflar”, S.Ü. Selçuklu Araştırmaları Merkezi, «Tebliğler», 1986-1996, muhtelif sayfalar.

(25) Mesnevî, IV, b.3459

(26) Mesnevî, VI, b.1528

(27) Mesnevî, IV, b. 32,34

(28) İbtidânâme, Sultan Veled, çev. A.Gölpınarlı, Ankara, 1976, s.1,2; ayrıca bkz. Mesnevî, I, b. 21200-21202,  III, b. 976

(29) Mesnevî, IV, b.2848 vd.d.; ayrıca bkz. A.g.e., III, b. 14120 vd.d.

(30) Mesnevî, II, b. 1791, 1792

(31) Mesnevî, I, b. 1680

(32) Mesnevî, I, b.3810,3811; IV, b.1202

(33) Mesnevî, I, b.1993,1994

(34) Mesnevî, II, b.1555, 1556

(35) Mesnevî, III, b. 14120, 1491, 1493

(36) Mesnevî, VI, b.4917; bu, VI ciltlik Mesnevî’nin son beyti olup, bu beyitten sonraki 45 beyit Mevlâna’nın oğlu Sultan Veled’e (ö.1312)  aittir.

(37) Sipehsâlâr, s.75

(38) Mesnevî’nin tercüme ve şerhlerinin en önemlileri ve değerlendirmeleri hakkında bkz. Mesnevî, (çev. Veled İzbudak) I, A.Gölpınarlı’nın Önsöz’ü, s.T vd.d.;  Ahmed Ateş, «Mesnevî’nin 18 Beyitinin Manası», Belleten (Fuad Köprülü Armağanı), İstanbul, 1953, s.37-50;  Şefik Can, Mevlâna, İstanbul, 1995, s.380-383

(39) Bu eser (Prof) Dr. Kemal Yavuz tarafından yayınlanmıştır. (Mesnevî-i Murâdiye, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay., Ankara, 1982)

(40) Mısır’da 1852 yılında neşredilen bu eser, Prof.Dr.Âmil Çelebioğlu tarafından günümüz Türkçe’sine, tercüme ve sadeleştirme suretiyle orijinal metinle birlikte yayınlanmıştır. (Mesnevi-yi Şerîf, Aslı ve Sadeleştirilmişiyle Manzum Nahîfî Tercümesi, İstanbul, 1967)

(41) Şeyh Gâlib’in bu tercüme ve şerhi 1996 yılında Erzurum’da yayınlanmıştır. (Şerh-i Cezîre-i Mesnevî, Haz. Yard.Doç.Dr.Turgut Karabey, Yard.Doç.Dr.Mehmet Vanlıoğlu, Yard.Doç.Dr.Mehmet Atalay, Atatürk Üni. Fen – Edb. Fak. Yay.)

(42) İbtidânâme, Sultan Veled, s.2

(43) Bu konuda bkz. Eski Türk Edebiyatı Araştırmaları, Prof .Dr. Âmil Çelebioğlu, İstanbul, 1998, s.29-53

(44) İst. Süleymaniye Ktp. Âşir Efendi Blm. No: 440/5, vr. 39a-41a; ayrıca bkz. Prof.Dr.Recep Dikici, «Mesnevî Şerhleri Üzerine Bazı Düşünceler», Mevlâna Panellerinde Sunulan Bildiriler I, S.Ü. Selçuklu Araştırmaları  Merkezi Yay., Konya, 2000, s.55, 56

(45) Bu seçmeler Veled İzbudak’ın tercümesinden yapılmış olup, beyit no’ları da bu tercümeye göre verilmiştir.

(46) Divandaki Mevlâna’ya ait gazellerin ayırt edilebilmesi hususunda, bazı teknik açıklamalar için bkz. Furûzânfer, Mevlâna, s.202-211

(47) A.Gölpınarlı, “Mevlâna Celâleddin, Hayatı, Tefekkürü, Yaşayışı, Eserleri”, Tarih Coğrafya Dünyası, Mevlâna Özel Sayısı, 15 Aralık 1959, s. 412

(48) Dîvân-ı Kebîr, I-VII c., çev. A.Gölpınarlı, Ankara, 1992, I, s. LXXXIII

(49) Anne Marie Schimmel’e göre Mevlâna’nın şiirlerindeki en belirgin sembol Şems’tir. Bu da Şems-i Tebrizî’nin adıyla bir paralellik arzeder. (bkz. “Mevlâna’nın Kullandığı Remizler ve Semboller”, Resimli Hayat Mecmuası, Mevlâna Özel Sayısı, 1953, s.17)

(50) Dîvân-ı Kebîr, nşr. B.Furûzânfer, I, s.650

(51) Dîvân-ı Kebîr, IV, s. 89, Gazel No: CLXXX

(52) Sipehsâlâr, s.74; ayrıca bkz. Fîhi mâ Fîh, çev.Meliha Ü.Tarıkâhya (Anbarcıoğlu), İstanbul, 1985, s.116

(53) Sipehsâlâr, s.75; ayrıca bkz. Fîhi mâ Fîh, s. XLVIII

(54) Mesnevî, V, b.2149

(55) Mesnevî, I, b.1528

(56) Mesnevî, I, b.1727-1730

(57) İbtidânâme, Sultan Veled, s.65, b.1053

(58) Dîvân-ı Kebîr, V, 134

(59) Mevlâna’nın Rubaileri (Tam Metin), çev. M.Nuri Gençosman, I-II c. MEB Yay. İst. 1997, Rubai No:1054

(60) A.g.e., Rubai No:465

(61) Sultan Veled, İbtidânâme, s.65,66, Başlık, b.1055, 1057, 1065, 1067, 1068

(62) Fîhi mâ Fîh, çev.Meliha Ü.Tarıkâhya, İstanbul, 1985, s.III

(63) Yazmaları için bkz. Fîhi mâ Fîh, nşr. B.Furûzânfer, Tahran, 1330 hş./1951, Mukaddime, s. dal-ye; ayrıca bkz. Fîhi mâ Fîh, çev. A.Gölpınarlı, İstanbul, 1959, Sunuş, s. XIII-XXIII

(64) Arapça fasıllar için bkz. Fîhi mâ Fîh, çev.Meliha Ü.Tarıkâhya, Önsöz, LI

(65) Furûzânfer, Mevlâna, s.224

(66) Meselâ bkz. Fîhi mâ Fîh, çev.Meliha Ü.Tarıkâhya , s.141, 145, 147, 173

(67) bkz. a.g.e., s.152

(68) Bu metinler ve sayfa no’ları M.Ülker Tarıkâhya (Anbarcıoğlu) nın çevirisinden verilmiştir.

(69) Mevlâna, Mecâlis-i Seb’a, çev. A.Gölpınarlı, Konya, 1965, s.3

(70) Eflâkî, Mevlâna’nın Şems’ten önce vaaz verdiğini, fakat onunla karşılaştıktan sonra vaazı bıraktığını kaydeder. ( bkz. Âriflerin Menkıbeleri, I, 93 )

(71) Mevlâna, Mektûbât, Çev. ve Hzl. A.Gölpınarlı, İstanbul, 1963; ayrıca bkz. Mecâlis-i Seb’a, s.5

(72) Mecâlis-i Seb’a, s. 4

(73) Bu metinler Abdülbâki Gölpınarlı’nın çevirinden alınmış olup; bölümler halinde verilmiştir.

(74) Mevlâna’nın Mektupları, nşr. F.Nâfiz Uzluk, İstanbul, 1937; Mevlâna Celâleddin, Mektûbât, nşr. Yusuf Cemşid vd., Tahran, 1335 hş./1956; A.Gölpınarlı, bazı yazmalara dayanarak, 1963 yılında bu mektupları Türkçe’ye çevirmiş (İstanbul Yeni Matbaa) ve mektup adedini 150 olarak tespit etmekle birlikte tercümesine yazdığı SUNUŞ’ta 3 mektubun Mevlâna’ya ait olmadığını belirtmiştir (bkz. a.g.e.,s.III). O halde tespit edilen Mevlâna mektuplarının 147 adet olduğunu kabul etmek gerekmektedir.

(75) Doç.Dr. Mürsel Öztürk, “Mevlâna’nın Mektupları”, I.Milli Mevlâna Kongresi,“Tebliğler”, 3-5 Mayıs 1985, Konya, s. 83-85

(76) Mevlâna, Mektûbât, çev. A.Gölpınarlı, SUNUŞ, s.XXII; diğer yazmaları için bkz. A.g.e., s. XIX-XXII

(77) Bu neşrin eleştirisi için bkz. A. Gölpınarlı, a.g.e.,  s. XVIII

(78) Mektupların kimlere gönderildiğinin tasnifi için bkz. A.g.e., A.Gölpınarlı, SUNUŞ, s.IV-VI; ayrıca bkz.  Doç. Dr. Mürsel Öztürk, a.g.m. s. 88-120

(79) Bu mektupların tercümeleri Abdülbaki Gölpınarlı’nın çevirisinden verilmiştir.