Hz. Mevlânâ’nın çocukluk yılları
Hz. Mevlânâ’nın çocukluk yılları
Emin Işık
Sonbahara girerken, Belh’te herkes, bolluktan, bereketten söz ediyordu: Çok şükür, bu sene, hasat mevsimi güzel geçti, tarlalar,
bağ ve bahçeler bol ürün verdi, diyorlardı. Pazar yerlerinde elma, armut, erik, kayısı ve kavun kurusu yığın yığındı. Hele o pestiller, cevizli sucuklar, samsalar kapış kapış gidiyordu. Öyle okkayla, batmanla değil, çoğu, terâziye bile konmadan, sepet sepet, küfe küfe satılıyor. Neşeli hamallar tarafından evlere taşınıyordu. Hani, alan memnun, satan memnun, derler ya, aynen öyle. Halk hummâlı bir alışveriş telâşı içinde kışa hazırlanıyordu.
Yaşlılar, bu sene kış çetin geçecek diyorlarmış. Niye derseniz, ayva bahçelerinde, dallar, yüklerini taşıyamıyor, çatır çatır kırılıyormuş. Ne hikmetse, ayvanın bol olduğu seneler, kışlar sert geçer, derler.
Belh, Afganistan’ın kuzeyinde, Kûhibaba, yâni, Babadağı’nın eteğinde kurulmuş târihî bir şehir. Ceyhun nehrinin kollarından Dehas ırmağı şehrin içinden geçer. Suyu bol, havası güzeldir. Çin’den gelen İpekyolu ile Hint’ten gelen Baharat yolu burada buluşur. Öteden beri bu şehirde, çeşitli kavimler ve kültürler bir arada yaşarlar. Şehrin İslâm kültür ve medeniyetinde önemli bir yeri var: Kâğıt, ilk defa burada îmal edilmiş. Bu îmalathânenin bir benzerini, Abbâsî veziri Câfer elBermekî, Bağdat’ta kurdurmuş.
On üçüncü asrın başlarında şehirde birçok câmi ve tekke bulunuyordu. Kırktan fazla medresede eğitim ve öğretim yapılıyordu. Tefsir, hadîs, fıkıh gibi din ilimlerinde; tıp, riyâziye, felsefe ve coğrafya gibi din dışı bilim dallarında çok sayıda ilim adamı yetişmişti. Burada yetişen ünlü bilginler, Bağdat, Şam ve Kāhire gibi merkezler başta olmak üzere, çeşitli şehirlere dağılarak, İslâm kültür ve medeniyetinin gelişmesine hizmet etmişler. Bundan dolayı şehir, “İslâm’ın Kubbesi” ve “Hukuk Yurdu” anlamına gelen “Kubbetü’lİslâm” ve tâbi olanlara “tâbiîn” denir. Tâbiîn kuşağının önemli isimlerinden Dehhak, Mukatil ve Ata Belh’li idiler. Ebû Hanife’nin öğrencisi Ebû Mutî elBelhî, sûfilerden Şakiki Belhi, İbrâhim b. Ethem, tanınmış coğrafyacı Ebû Zeyd elBelhî, Hz. Mevlânâ’nın babası Muhammed Bahauddin Velet ve daha niceleri, hep Belh’te yetişmiş ünlü bilginlerdir.
Belh’in on parmağında on hüner olan esnafı; uyanık ve iş bilir tüccarları, çalışkan ve hayırsever halkı, şehre ayrı bir güzellik ve zenginlik katıyordu. Zengin kızının alıcısı çok olur derler. Belh de aynen öyle olmuş.
Târih boyunca, zengin olmanın gadrine uğramış. Bu yüzden başına gelmedik iş kalmamış. Gören, duyan ona göz koymuş. Pek çok işgal görmüş; talan edilmiş, yakılmış, yıkılmış ve çoğu zaman halkı kılıçtan geçirilmiş. Şehrin mutlu ve huzurlu yılları çok olmamış. Ancak Harzemşahlar devrinde, şu son birkaç yıl içinde, halk, biraz nefes alabilmiş. Artık halkın yüzü gülüyormuş.
Bu sene (1207), işte o az sayıdaki mutlu yıllardan biriydi. Çin’den, Hindistan’dan, Şam ve Horasan’dan kalkan kervanlar, inanılmaz güzellikte mallar getirmişlerdi. Paranın olduğu yere ne gelmezdi ki? Hanlar dopdoluymuş, kervansaraylarda tek kişilik yer yokmuş. Medreseler de öyle, diyorlar. Bağdat’tan, Mısır’dan bile, talebe geliyormuş. Elbette gelecekler. Belh’teki medreselerin, Nizâmiye’den, Ezher’den nesi eksik ki? Burada da ünlü bilginler var. Eskiden de çok varmış, şimdi de çok var. Hele Muhammed Bahâuddin adında bir âlim var ki, ona Sultânululemâ (Bilginler Sultânı) derler. Bu adı ona kim vermiş, biliyor musun? Az sonra anlatacağım. Ancak önce onun kim olduğunu ve nasıl bir fikir savaşı verdiğini anlatayım. Ona, niçin Sultânululemâ denildiğini daha iyi anlarsınız.
Sultânululemâ’nın anası, Harzemşahlar sülâlesinden bir sultan. Babası da Belh’te yetişmiş ünlü bilginlerden Hüseyin Hatip. Soyu Hazreti Ebûbekir’e dayanır. Yâni, hem ünlü, hem soylu bir âlim. Öyle olmasa, ona saraydan kız mı verirler?
Muhammed Bahauddin, ilk dînî bilgilerini babası Hüseyin Hatip’ten öğrendi, sonra da Necmeddin Kübrâ’ya öğrenci oldu. Necmeddin Kübrâ, başta tasavvuf olmak üzere, din ilimlerinde derin bilgi sâhibi, ayrıca büyük bir mücâhit. Moğol ordusu Gürgenç şehrini kuşatınca, öğrencileri kendisine, “Efendim, duâ edin de Allah, bu belâyı üstümüzden defetsin” diyecekler. Seksen üç yaşındaki bu yürekli ihtiyar, onlara, “Bu belâ garp illerine kadar gidecek. Murâdı ilâhî budur. Bugün bize farz olan cihattır” diyecek ve üç yüz kadar öğrencisiyle şehri savunurken, kılıç elinde şehit düşecektir.
Onun anlayışında dindarlık, Allah’ın emrine kayıtsız, şartsız itaattir. Her konuda gerçek ve geçerli sebebe sarılmaktır. Yâni, akılla çözülecek bir meselede aklı; bilgi gereken yerde ilmi; duâ gereken yerde duâyı; kılıç gereken yerde kılıcı kullanmanın farz olduğunu bilmek.
Hazreti Peygamber ne yaptıysa, o da onu yaptı.
Muhammed Bahauddin de hocasının izinden gidiyordu; akılcı, felsefeci ve hurâfecilere karşı, dînin özünü savunuyordu. Özellikle Mûtezile taslaklarının ukalâca yorumlarına karşı çıkıyordu; dînin, akla dayalı bir felsefî sistem olmadığını, vahye dayalı bir mânevî sistem olduğunu söylüyordu. Din, mânevî ve kutsal bir alan üzerinde, felsefe akıl alanı üzerindedir. Kutsalın sâhası, aklın değil, îmânın alanıdır. Dîni anlamak, dinle ilgili konuları kavramak için, elbette akıl gerekir. Lâkin dînin temel ilkeleri, aklın emrinde değil, vahyin emrindedir. Kur’ân gaybe îman etmeyi emreder. Gayb ise, ortada olmayan, görünmeyen, gizli hakîkatlerdir. Aslında akıl üstü bir problemin, çözümünü akıldan beklemek, kaplumbağadan uçmayı istemek gibi, tuhaf bir şey! Din işi, temelde aklın işi olsaydı, kitaba ve peygambere ne gerek vardı? Kitaba inanıyorsan, kitabın dediklerine de inanacaksın. Kitabın açık ve kesin buyruğu yorum kabul etmez. Onun buyruğunu yoruma tâbi tutmak, o buyruğu inkâr etmek demektir. Dinde, kitaba aykırı olan görüş ve yorumlar temelden geçersizdir. Peygamberler, filozof değiller. Onlar, kendi yanlarından ve akıllarınca din uydurmadılar. Her peygamber, ilahî kaynaktan ne vahiy aldıysa, onu bildirdi. Tanrı’nın buyruğunu duyurdu. Ona inananlar da “duyduk ve uyduk” dediler. Hiçbir peygamber, ben size bunu emrediyorum, demedi. Rabbimiz, bize bunu emrediyor, dedi.
Durum bu kadar açık ve seçik iken, peygamberleri, filozof yerine koymak, onları, sıradan insanlarla bir tutmak, peygamberliğinin ne olduğunu bilmemek ya da bilerek inkâr etmektir. Bu da onlara yapılabilecek en büyük haksızlıktır.
Muhammed Bahauddin, işte böyle bir fikir savaşı içindeyken, bir gece rüyâsında Peygamber efendimizi görür. O, kendisine, “Sen âlimler sultânısın. Bundan böyle, sana, Sultânululemâ diyecekler” buyurur. Sabahleyin öğrencilerden ve halktan yüzlerce insan gelir. Onlar da rüyâlarında, Peygamber efendimizi gördüklerini, parmağıyla işâret ederek, “Bu zâta, Sultânululemâ deyiniz!” diye emrettiğini söylerler.
Bu kutlu rüyânın ardından, mutlu bir olay oldu: 30 Eylül 1207 günü, Sultânululemâ’nın ikinci oğlu dünyâya geldi. Adını Muhammed Celâleddin koydular.
Çocuğa bu ismin verilmesi bir tesâdüf eseri miydi, yoksa o yıllarda genç bir şehzâde olan Moğol akınlarına, kahramanca karşı koyan Celâleddin Harzemşah’a duyulan sevgi ve hayranlığın eseri miydi?
Bu konuda, kaynaklarda, herhangi bir bilgi bulunmuyor. Ayrıca şehzâde Celâleddin’in üne kavuşması ve halkın sevgilisi hâline gelmesi, bu târihten sonraki olaylara bağlı görünüyor.
Belh şehrinin refah dolu, mutlu ve huzurlu yılları uzun sürmedi. Çin’den ve Türk illerinden kalkan ticâret kervanları, artık gelmiyordu. Daha doğrusu, gelemiyordu. Çünkü o diyarlar ve o yollar, Moğolların işgāli altındaydı. Moğollar, Ceyhun nehrinin doğusundaki Türk illerini, nerdeyse bütünüyle ele geçirmişler, nehrin batısında kalan yerleri de almak için art arda akınlar yapıyorlardı. Gerçi Cengiz Han, Harzemşahlar ülkesine dokunmayacağına söz vermiş, bir de ticâret sözleşmesi yapmıştı. Fakat Belh Emîri, beklenmedik bir anda, büyük bir hata işledi. Bir Moğol ticâret heyetini, bunlar tüccar değil, câsustur, diyerek, önce zindana attırdı ve mallarına el koydu, sonra da hepsinin kellesini vurdurdu. Yetmiş kişiydiler. İçlerinden biri, her nasılsa kaçıp kurtulmuştu. Cengiz Han’a gitti, bütün olup bitenleri, ona tek tek anlattı. Han, çok kızdı, çok öfkelendi. Bunun öcünü alacağına ant üstüne ant içti.
Söylendiğine göre; Han, o gece hiç uyumadı. Mehtaplı bir geceydi, ama ayaz vardı, hava soğuktu. Yüksekçe bir tepenin üstüne çıktı.
Gökyüzünü kucaklarcasına kollarını yukarı kaldırdı, ellerini açtı. Ayakta dimdik durdu. Öylece, güneş doğuncaya kadar Gök Tanrı’ya yakarıp durdu.
O günden sonra, Moğol ordularının öncelikli hedefi Belh şehriydi. Han, emir verdi. Moğol ordusu, Ceyhun nehrini geçti, Belh üzerine yürüdü. Şehzâde Celâleddin’in komutasındaki Harzemşah ordusu, ânî bir karşı saldırıyla Moğolları bozguna uğrattı ve Ceyhun nehrinin doğusuna attı. Buna sâdece Belh halkı sevinmedi, duyan herkes çok sevindi. Ancak Moğollar, pes edecek ve emellerinden vazgeçecek değillerdi. Çok geçmeden yine saldırdılar, aynı şekilde yine geri püskürtüldüler. Bu ikinci zaferden sonra, Celâleddin Harzemşah’ın ünü, bütün İslâm dünyâsına yayıldı.
Moğollar üçüncü bir saldırı için daha iyi hazırlık yapmak gerektiğini anladılar. Karşılarında sıradan bir komutan olmadığı belliydi. Beklenen üçüncü saldırıyı, Cengiz Han, bizzat yönetecekti. Bunu öğrenen Celâleddin, düşmanın saldırısını beklemeden, ordusuyla birlikte, Ceyhun nehrinin doğu yakasına geçecek ve baskın şeklinde bir taarruzla düşmanı, bulunduğu yerde imhâ etmek isteyecek. İki ordu, Ceyhun nehrinin doğu kıyısında, karşı karşıya gelecek. Bir ara, Moğol ordusu bozulur gibi olacak. Fakat Cengiz Han, hemen on bin kişilik ihtiyat kuvvetini harekete geçirecek ve durumu kendi lehine çevirecek. Bu sefer de Harzemşah birlikleri iyice kuşatılacak ve kıskaca alınacak. Çâresiz kalan Celâleddin, yakınlarını nehre attıracak, sonra da kendisi, otuzkırk metre yükseklikteki bir uçurumdan atıyla birlikte, âdeta uçarcasına, Ceyhun nehrine atlayacak ve at üstünde yüzerek karşı sâhile çıkacaktır. Onu hayretle ve hayranlıkla izleyen Cengiz Han, ardından baka kalacak ve “Şu bahadır, düşmanım değil de keşke oğlum olsaydı” diyecek.
Sağlıklı, canlı, topaç gibi gürbüz bir çocuk olan Celâleddin, beş yaşına girmiş ve okumaya başlamıştı. Ağabeyi Alâeddin ile birlikte geziyor, dolaşıyor, oyun oynuyor ve derslere devam ediyordu. Şehrin meydanlarını, câmilerini, çarşı ve pazarlarını gezip görmek, öğrenmek istiyordu. Bilhassa babasının dostlarını, ahbaplarını yakından tanımaya çalışıyordu. Bir gördüğünü bir daha unutmuyor, duyduğu, işittiği her şey aklında kalıyordu. Annesi, ağabeyi ve evdeki hizmetçiler, arayıp da bulamadıkları eşyânın yerini ona soruyorlardı. Çocuk, ya yerini söylüyor, ya da hemen bulup getiriyordu. Çok dikkatliydi, gözünden hiçbir şey kaçmıyordu. Masal ve hikâye dinlemeyi seviyordu. Her şeyi merak ediyordu. Bilmeye, öğrenmeye can atıyordu. Bu hârika çocuk, tanıyan herkesin sevgilisi, âilenin göz bebeği hâline gelmişti. Âilesi, onun iyi yetişmesi için elden gelen her şeyi yapacak, hiçbir şeyi ondan esirgemeyecekti.
Güzelim Belh şehrinde, halkın huzûru, iyice kaçmıştı. Herkes korku ve endîşe içindeydi. Moğollar üçüncü bir saldırı için fırsat kolluyordu. Etraftan gelen haberler de son derece dehşet vericiydi. Daha önceki iki saldırının geri püskürtülmüş olması, yediden yetmişe herkesi çok sevindirmişti. Ancak bu sevinç, çoktan yerini korku ve endîşeye terk etmişti. Yakında üçüncü bir saldırı olursa, ki mutlaka olacaktı, sonucun ne olacağı hiç belli değildi. Ortada dolaşan söylentiler yalan değilse, Moğollar, ele geçirdikleri, şehir ve kasabalarda, taş üstünde taş bırakmıyor, halkı da kılıçtan geçiriyorlarmış, kesilen kellelerden şehir meydanlarına kuleler dikiyorlarmış. Sağ kalanlar da can derdine düşüyor, yeri, yurdu terk edip, batıya, Diyârı Rûm’a kaçıyormuş.
Son yıllarda, Türk illerinde, korkunç bir kaç göç başlamış!
Çevreden gelen bunca kara haber yetmiyormuş gibi, Belh’te kaynayan fitne kazanı da taşmak üzereydi. Bâzıları, söndürmeye çalışacak yerde, durmadan ocağa odun atıyordu. Râzî taraftarları yüzünden neredeyse halk birbirine girecekti. Akılcılık ve bilimcilik adına, dînin mânevî cephesine saldırıyorlardı. Saldırıların hedefi, câhil şeyhler, sahte dervişler değildi. Bu laf dinlemez, söz anlamaz câhiller, kendileri gibi câhil ve sahtekârlara değil de, gerçek anlamda ârif bilinen din ulularına dil uzatıyorlardı. Bu nasipsizler, belli ki, bir yerlerden destek görüyorlardı. Bâzıları, bunları, bizzat Cengiz Han’ın yönettiğini söylüyorlardı. Maksat halkı huzursuz etmek değil miydi? Belki de öyleydi. Peki, Sultan Tekiş’e, ne oluyordu da, mânevî desteğe, en fazla muhtaç olduğu böyle bir dönemde Sultânululemâ’ya, “Bir ülkede iki sultan olmaz. Ya sen, burayı terk et, ya da ben!” diye haber gönderiyordu. Gerçi ona “Sultan” denilmesi, pek hoşuna gitmiyordu, ama kırgınlığın gerçek sebebi bu değildi. Sultânululemâ, Râzî yanlılarının Muhammedî yolda olmadıklarını açıkça söyleyip duruyordu. Sultan Tekiş de bir Râzî yanlısıydı. Üstelik Sultânululemâ’nın çok yakın dostu ve ders arkadaşı olan Mecidüddin Bağdâdî’yi Ceyhun nehrine attırıp boğdurmuştu. Bu da devrin bilginlerine bir nevi gözdağı demekti. Siz de ayağınızı denk alın, anlamına geliyordu.
Sultânululemâ, zâten şehri terk etmeyi düşünüyordu. Bir an önce şehirden ayrılırsa, belki bu fitne, bu ikilik de ortadan kalkar, diye ümitleniyordu. Aslında bu fitneyi çıkaran kendisi değildi, fitnede taraf da değildi. Öyle olduğu halde, bir toplum içinde ikilik çıkmasını çok tehlikeli görüyordu. Bunun düşman işgālinden daha beter olduğunu, her yerde, her vesîleyle söyleyip duruyor ve halkı uyanık olmaya çağırıyordu. Bunu kaç defa derslerde anlatmış, vaazlarda hatırlatmıştı: “Aman ha, sakın birlikten, dirlikten ayrılmayın! Din kardeşi olduğunuzu unutmayın!” demişti. Ama artık her şey geride kalmış, şehri terk etmenin zamânı gelmişti.
Bir insanın, yurdundan ayrılması, evini, barkını terk edip, doğup büyüdüğü yerden çekip gitmesi, kolay değildi. Değildi, ama, bir kere olan olmuş, ok yaydan fırlamıştı.
Yakınlarına, “Hazırlanın, en kısa zamanda yola çıkıyoruz.” diye tâlimat verdi. Herkes yükte hafif, pahada ağır ne varsa derleyip topladı. Ancak kitapları taşımak zor olacaktı. Aylar, belki de yıllar sürecek bir yolculukta, onları, karda kışta, yağmurda yaşta, ıslatmadan taşımak kolay olmayacaktı. Her sabah yükler yüklenecek, her akşam yere indirilecek. Bu indir, bindir hengâmesinde kitapların çoğu yıpranıp heder olacaktı. Oysa onlar en değerli şeylerdi.
Hâne halkı, yakın akrabâlar, sevgili öğrenciler, uşaklar, seyisler, bakıcılar, yetmiş kadar insan, Nişâbur’a doğru yola çıktılar. Göz yaşları içinde Belh’i terk ettiler. Batıya, hep batıya gittiler.
İleride Hazreti Mevlânâ olacak beş yaşındaki o çocuk, bütün olup bitenleri, dikkatle ve hüzün dolu bakışlarla izliyordu.
Array
KUBBEALTI AKADEMİ MECMUASI, sayı 143, yıl 36/4, Ekim 2007