Sipehsâlar Rislaesi – Hz. Mevlâna ve Yakınları

A+
A-

destar3

HAZRETİ MEVLÂN ve YAKINLARI

MEŞHUR SİPEHSÂLÂR RİSALESİ

Sipehsâlâr Feridun bin Ahmed

İÇİNDEKİLER

SUNUŞ
ÖNSÖZ
MEVLANA HAZRETLERİNİN BABASI
SULTAN’ÜL ÜLEMA BAHAEDDİN VELED HAZRETLERİ’NİN TARİKAT SİLSİLESİ
SULTAN’ÜL ÜLEMA BAHAEDDİN VELED HAZRETLERİ’NİN MAKAMLARI
HAZRETİ MEVLÂNÂ’NIN DOĞUMLARI
HIRKA İSNADLARI VE SOHBETLERİ
HAZRETİ PİR EFENDİMİZ’İN ÖZELLİKLERİ
HAZRETİ PİR’İN MÜCAHEDE VE RİYAZETLERİ
ORUÇ MÜCAHEDELERİ VE AÇLIKLARI
HAZRETİ PİR’İN NAMAZLARI
TAKVA VE VERA’LARI
CEZBE VE AŞK
SEKR VE İSTİĞRAKLARI
EVLİYANIN HAVF VE HAŞYETLERİ
RECA
GÖNÜLLERİN GİZLİ SIRLARINI BİLMELERİ
KUTUPLARIN TEVHİD VE İTTİHADI
SEMA’LARI
ŞİİR SÖYLEMELERİNİN SEBEBİ
SÜLÛKUN SONU KEMAL
KERAMET VE MUCİZE NEDİR
MENKIBELERİ
VEFATLARI
DOSTLARI VE HALİFELERİ
SEYYİD BURHANEDDİN TİRMİZİ HAZRETLERİ
ŞEMSEDDİN TEBRİZİ HAZRETLERİ
ŞEYH SALAHADDİN ZERKUB KONEVİ
HÜSAMEDDİN ÇELEBİ
SULTAN VELED HAZRETLERİ
ÂRİF ÇELEBİ
ŞEMSEDDİN ÂBİD ÇELEBİ
HAZRETİ HUDAVENDİGÂRIN MÜRİDLERİ
DERVİŞANE BİR HASBİHAL
LÜGATÇE

SUNUŞ

Hazreti Mevlana’yı hakkındaki en sağlam kaynak eser olan “Sipehsâlar Risalesi”nin aslı Farsça ’dır. Bunun doksan iki sene önce yapılmış Osmanlıca tercümesini sadeleştirerek sunuyoruz.

Selçuklu ordusunda komutan olduğundan ‘sipehsâlar’ yani kumandan namıyla tanınmış olan Ahmet oğlu Feridun, (Ö:1312) Hazreti Mevlânâ’ya 40 yıl müritlik yapmış, şeyhinden gördüklerini, ve işitip öğrendiklerini “Risale-i Sipehsâlar be-Menakib-i Hudavendigâr” adlı Farsça kitabında toplamıştı. Bu eser 1319 (11201)’de Cawnpore’da ve 1325 (1947)’de Tahran’da basılmıştır.

Âlim ve ârif bir kimse olan yazarın edebi bir üslupta yazmış olduğu bu çok meşhur ve pek önemli kaynak eser; Ahmet Avni[1] tarafından 1331 (1912) yılında Osmanlıca’ya çevrilip bastırılmıştı. Bu tercümeyi esas alıp bugünkü yazıya ve dile aktardık, bu arada Midhat Hüsami’nin aynı yılda basılmış olan tercümesinden de faydalandık.

Bu iki çevirinin de, eserin aslına sadık kalma endişesinden ve eserin edebi güzelliklerini yansıtma gayretinden, hatta okuyucuların Farsça bilgisini ilerletme isteğinden kaynaklanan son derece ağır bir dili vardır. Biz de sadeleştirirken aslına bağlı kalmaya özen gösterdik, konunun özelliği yüzünden aşırıya kaçmadık. Ancak bazı edebî süslemelerde, mesela şeyhlerin unvanlarında, akıcılığı bozmamak için bazı kısaltmalar yaptık.[2] Eserde büyük şeyhlerden bahsedilirken çoğul kipi kullanılmış; ifadede karışıklık olmaması için çoğu yerde tekil kullanmayı tercih ettik.

Eserde geçen şiirlerin birkaçı Arapça, ekserisi Farsça’dır. Ahmet Avni, eserdeki şiirleri yine manzum olarak tercüme etmiş. Anlaşılması zor ve edebi değeri düşük olduğundan aynen vermeyi gereksiz bularak; bunların çoğunu sadeleştirip nesir olarak verdik. Kitapta geçen ayetlerin mealini, sure ve ayet numaralarını dipnotta gösterdik, tasavvuf terimlerini kitabın sonundaki lügatçede açıkladık.

Eserde Hazreti Mevlana’nın nesli ve babası Sultan’ül Ülema Bahaeddin Veled hakkında bilgiler verilmekte, Hazreti Pir’in hocası, yolu, hususiyet ve kerametleri anlatılmaktadır. Halifeleri ve Şemseddin Tebrizi hakkında da bilgiler içeren eserde; keramet, sema’, aşk, vecd, tevhid, ittihad, havf, reca vb. tasavvufun ince meseleleri de açıklanmaktadır.

Altının kıymetini sarrafın bildiği gibi; bu eserin değerini de Mevlana aşıkları takdir edecektir.

Tahir Galip Seratlı



[1] Ahmet Avni Konuk (1868 – 1938) şair, şarih, bestekâr, hukukçu. Mesnevi’yi, Muhyiddini Arabi’nin Füsusül Hikemi’ ve Tedbirat-ı İlâhi’ adlı eserlerini de çevirip şerhetmiştir.

[2] Mesela Şemseddin Tebrizî’den şöyle söz edilmiş: “Sultan’ül evliya el vâsılin, tâc’ül mahbubin, kutb’ül ârifin, fahr’ül muvahhidin, âyet-i tafsilil âhirin alel evvelin, hüccetullahi alel mü’minin, vâris’il enbiya vel mürselin; mevlânâ ve seyyidina şemsül Hak vel milleti ved din et Tebrizî azzemallahü celali kadrihi Hazretleri öyle bir padişah idi ki, kâmil-i mükemmel, sahib’ ül hal ü kal zülkeşf; zat-ı ahadî ma’şuklarının kutbu, bârigâh-ı Kibriya penah-ı samedînin hass’ül hâssı olup mesturan-ı harem-i kudsden, makbulân-ı haziyre-i ünsden idi.”

ÖNSÖZ

Mevlânâ Hazretleri’nin menkıbeleri ilk defa müridlerinden Feridun İbn-i Ahmet Sipehsâlar tarafından yazılmıştır. Ondan sonra Arif Çelebi Hazretleri’nin zamanında Şeyh Ahmet Eflâkî bu menkıbelere eklemeler yapıp genişleterek “Menakib ül Arifin” adında bir eser meydana getirmiştir. Sonra Çelebi Abdülcelil Hazretleri’nin zamanında Abdül-vehhab Hemedânî bunu özetleyerek “Sevâ-kib’ül Menâkib” adında bir eser yazmıştır. Mesnevihan derviş Mahmud Konevî bu eseri Türkçe’ye çevirmiştir.

Feridun Sipahsâlar’ın eseri, Hazreti Mevlânâ’dan bizzat gördüklerini ve zamanında geçmiş olayları aktardığı için en sağlam belge sayılır.

Sefîne-i Mevlevîye” de belirtildiği üzere Feridun İbn-i Ahmet Sipahsâlar Hazretleri’nin lakabı Mecdeddin’dir. Kendisi ataları gibi Selçuklu devletinin komutanı olup cesur, cömert, zarif, bilgili ve güzel ahlak sahibi değerli bir kimse idi. Gençliğinde Sultan’ül Ülema Hazretleri’nin meclislerinde bulunmuş, nefeslerinden etkilenmişti, onu çok severdi. Babası öldükten sonra sultan Alaaddin Keykubat tarafından komutan tayin edildi. Mevlânâ Hazretleri ona

– “Ey Feridun, bir müddet cihad-ı asgarın kumandanı oldun, bundan sonra da ahyar sancağını ele al, ebrar askerinin kumandanı ol!”[1] buyurdu.

O da bu davete uydu, mürid oldu, Hazreti Mevlânâ’nın mübarek nefeslerinin bereketiyle bu makama erişti. Akrabası olan Çelebi Hüsameddin Hazretleri’nin halifeliği zamanında müridlere çok yardımları dokundu, evliya âyini tertiplerine hizmet etti. Mevlevî menkıbelerine dair güzel bir eser meydana getirdi.

Sipehsâlar savaşa gideceği zaman manevi yardımlarını dilemek için gidip Hazreti Mevlânâ’nın elini öptüğünde, savaşta olacak olayları kendisine bildirirdi, sonra aynen söylediği gibi ortaya çıkardı. Zaferle dönüp Hazreti Mevlânâ’nın ayaklarına yüz sürmeye geldiğinde Hazreti Mevlânâ seferdeki olayları bir bir kendisine anlatır, mükâşefelerinin[2] gücünü gördükçe onun da bağlılığı artardı. Çelebi Hüsameddin’in halifeliği zamanında da, eskisi gibi, inkârcıların saldırılarına engel oldu, hiçbir kimse Mevlevî âyinine laf söylemeye cesaret edemedi. Kendisinin bu gayretleri Hazreti Çelebi’nin huzurunda anıldığında;

– “Elbette öyle olur; o her sabah iki meleğin hayır duasını almaktadır. Zira Hadis-i şerifte buyurulmuştur ki Cenab-ı Hakk’ın iki meleği vardır; her gün sabah vaktinde ‘Yarab! Her infak edene dağıttıklarının karşılığını kat kat ver’ diye dua ederler.” buyurdu.

Sipehsâlar bunu duyunca çalışmalarının makbul olduğuna sevinerek bu haberi getirene mallarının hepsini verip yalnız kendisinin geçinmesine yetecek bir miktar alıkoydu ve dünya alakasından elini eteğini çekip, bizzat gördüğü ve işitip kesin olarak doğruluğuna emin olduğu halleri ve kerametleri toplamaya girişti. Yaşı doksana varmışken sema’da bir delikanlı gibi dimdik dururdu.

Sultan Veled Hazretleri’nin halifeliğinin başlarında oğlu Celâleddin’i elinden tutup huzuruna getirerek mürid etmiş, bakıp gözetmeleri niyazında bulunmuş, dileği kabul edilince vefat etmiştir. Vefatından önce;

– “Devletsiz başımız, o hakikat sultanının iradesinin ayaklarındaydı, vefatından sonra da öyle olmak münasiptir.” diye vasiyet etmiş olduğundan, öldükten sonra Sultan’ül Ülema ve Mevlânâ Hüsameddin ve Selahaddin Efendi’nin merkadlerinin ayak ucunda defnolundu.

Oğlu Celâleddin onu rüyasında görmüş; Mevlevî tekkesinde ağzından bir nur çıkmış, aya kadar yükselmiş, parlaklığının bir kısmı yeryüzüne yansıyıp düştüğü yerleri nura boğmuştu. Bu hali Sultan Veled Hazretlerine arz ettiğinde;

– “O nur evliyanın anılmalarının nurudur ve o yansıma o anılmaların eserleridir ki, kabiliyetli gönülleri aydınlatır. Kalplerin aydınlanmasıyla kalıplar da nurlanır, inkâr karanlığından kurtulurlar.” diye tabir etmiş ve onun yazmış olduğu menkıbelerin toplanıp yazılmasını emretmiştir.

Bunun üzerine rahmet inmesine sebep olan bu zarif eser kitap yapılıp çoğaltıldı, mübarek ve uğurlu sayıldı.

Sipehsâlâr bu menkıbeleri Sultan Veled Hazretleri’nin halifeliğinin başlarına kadar bizzat yazmıştır. Vefatından sonra oğlu tarafından tamamlanmışsa da bu ilâvelerin neler olduğu belli değildir.

Sipehsâlâr kırk yıl Hazreti Mevlânâ’nın hizmetinde bulunmuş, Sultan Veled Hazretleri’nin halifeliğinin başlarına kadar yaşamıştır. Doksan altı yaşını geçtiği halde öbür dünyaya göçmüştür. Hazreti Mevlânâ Hicri 672 yılında, altmış sekiz yaşında vefat eylediğine göre bu sırada onun 84 yaşına yakın olması gerekir. Çünkü ondan sonra Çelebi Hüsameddin Hazretleri’nin 12 sene süren halifeliği zamanında hayattaydı. Sultan Veled Hazretleri’nin halifeliğinin başlangıçlarında vefat etti.

44 yaşındayken Hazreti Mevlânâ’dan el alıp tarikata girmişti; Hazreti Mevlânâ bu sırada 32 yaşındaydı. (Hicri 636) Bu tarihte Hazreti Mevlânâ bir mürşidi kâmil ve mükemmil idi. Çünkü “Menakıbül Ârifin” de yazılmış olduğuna göre Sultan’ül Ülema Hazretleri Hicri 628 yılında ahirete göçmüştür.

Ondan pek az zaman sonra Seyid Burhaneddin Muhakkık Tirmizî Hazretleri şeyhi bulunan Hazreti Sultan’ül Ülema’nın manevi işaretiyle acele olarak Konya’ya gelip Hazreti Mevlânâ’ya tarikat telkin etti. Dokuz sene beraber bulunarak az vakitte yüksek dereceye ulaştırmıştır ki, tarikata 25-26 yaşındayken girmişti. 6-7 sene sonra da Sipehsâlâr ona bağlanmıştı. Şemseddin Tebrizî’nin Konya’ya gelmesi “Nefehat’ül Üns”de belirtildiği üzere 642 yılında yani Seyyid Burhaneddin Hazretleri’nin Kayseri’ye gitmesinden az bir zaman sonra vaki oldu.

Buna göre Cenabı Mevlânâ kâmil bir mürşid olduğu halde Hazreti Şemseddin Tebrizî’nin sohbet halkasına girmiş, sema’ usullerinde ona uymuştur. Bu tarihi belgelere göre Hazreti Mevlânâ’nın piri Burhaneddin Tirmizî Hazretleri’dir. Şemseddin Tebrizî Hazretleri ise sohbet arkadaşlarındandır. Nitekim bu menkıbelerde geniş olarak anlatılmıştır.

Bu eseri tercüme etmekten maksadım yalnızca evliyadan şefaat dilemektir, kendimi göstermek, üstünlük taslamak değil. Zira cahillik ve acizlik deryasında boğulmuş bulunan bu fakir, kendisinde ortaya koyabileceği bir yetişkinlik ve övülmeye değer bir bilgi gücü göremez. Gerçi Cenabı Mevlânâ Efendimizin her birisi bir iklim olan, sonsuz güzellikler taşıyan beyitlerini nazım olarak tercüme etmek büyük cüretkârlıktır. Fakat bu da şiir kudreti göstermek için vaki olmadı; belki hakirin istidadı gereği olarak öyle ortaya çıktı. Tasavvuf erbabının bu nükteye göre fakirin eksikliğini yetişkinlik görüp susacaklarına inanıyorum. Kendini beğenmişlerin itirazları ise endişe dairesinden uzaktır. Vallahi veliyyüttevfik

Ahmed Avni


[1] Cihad-ı asgar: düşman askeriyle yapılan savaş. Ebrar: kendi nefsleriyle savaşanlar.

[2] Mükâşefe: gelecek olayları görme kerameti, basiret açıklığı.

Bismillahirrahmanirrahim

ÖNSÖZ

Sonsuz hamd Allah’a mahsustur ki, onun hüviyeti akıl tasavvurlarından uzaktır. Ahad yani eşi, benzeri olmayan, celali yüce Tek ve Samed yani her şey kendisine muhtaç olup hiçbir şeye muhtaç olmayan Allah her şeyi kaplamış ve kuşatmıştır, uluhiyetinin kemali hayal ve vehimlerden ıraktır. O öyle bir Mübdi yani yaratıcıdır ki, insan cevherini “İnin aşağıya!”[1]sillesiyle yücelerin zirvesinden heves ve şehvetlerin alçaklığına indirmişse de tekrar; “Gelin!”[2] kemendi ve cezbesiyle hakikate ve marifete ulaşma yolu vermiştir. İnsanları diğer bütün varlıklar üzerine “Muhakkak ki insanı en güzel biçimde yarattık”[3] ayetiyle şereflendirip seçkin kılmış,, “Sizi en güzel şekilde şekillendirdi”[4] ayetinin nakşıyla süslemiştir.

İnsan türü arasından ilâhlık semasının güneşleri ve rablık göğünün yıldızları olan peygamberleri “Ey Davud seni yeryüzünde halife kıldık”[5] ayeti gereğince peygamberlik tacı ve halifelik tahtıyla süsleyip şereflendirmiştir. Onların kalbini marifet ve hikmet sütüyle doldurup, ezeli hakikatler ve ölmez inceliklerle bilgilendirmiştir. Her dönemde azgınlık ve sapıklığın bağına yakasını kaptıranların olgunluk ve kurtuluş sahiline ulaşmaları ve sonsuz hayattan nasip almaları için o güzel sıfatlı zatlara kitap ve ayetlerini ihsan buyurmuştur. Peygamberler silsilesinden peygamberlerin efendisi, hâtemi ve âlemlere rahmet olan Muhammed Mustafa (s.a.s.) Efendimiz’i bütün peygamberlerin öncüsü, önderi ve sonuncusu kılmıştır. Bütün kemalleri ezel sabahında bütün peygamberlerin yaratılışına katmış, yine bütün kemalleri ezel sabahında Fahr-i Kâinat (s.a.s.) Efendimiz’in pâk zatının tıynetinde birleştirip son peygamberlik yüzüğünü onun mübarek parmağına takmıştır. Nitekim Hazreti Mevlânâ buyurur:

“Ey peygamberlerin önderi, senin ayağının tozu, Arş değerindedir.

Peygamberlik senin kemâlâtınla sona erip mühürlenmiştir.

Zülfünün siyahlığının gölgesi, güneşle beraberlik iddia etmeye tenezzül etmez.

Saba rüzgârı cihadına yardımcı olup sana hizmet etti; halbuki yel hiçbir çerağla barışmamıştı.

Hakikat denizlerinin dalgıcı Cebrail senin kutsal dilinde mücevherci olmuştur.”

Cenabı Hak peygamberliği sona erdirdiği zaman; peygamberlik halkasını cömertliğin özü olan varlığının noktasıyla mühürledi.[6] Nitekim Hazreti Pir Efendimiz buyurur:

“Halkın bütün kemallerini lütf-u Hak olup

Bir şey kılıp da verdi ona nâm-ı Mustafa”

(İlâhî lütuf, yaratılışın bütün üstünlüklerini bir araya toplayıp tertemiz ve çok güzel bir şey yaptı; ona “Mustafa” adını verdi.)

Sahabelerini, ebrarı ve seçilmiş evliyayı ortaya çıkarıp kendi güvenliğinin içine aldı, onları “Şüphesiz ki velilerime korku yoktur, onlar üzülmeyecekler de.. ”[7] ünüyle korudu. Onların mübarek vücudlarını noksan kişilerin nefslerini tamamlamaları için sebep kıldı ve ellerine hidayet meşalesi verdi. Nitekim hadisi şerifte: “Ashabım yıldızlar gibidir; onlara uyan, doğru yolu bulur” buyruldu.

Mutlu kişi, daha anasının karnında iken mutlu kılındı” hadisinin hükmüne göre ezel sabahında kudret kalemiyle alınlarına ebedi saadet ve sonsuz devlet tuğrası çekilmiş olan kimseler “İyiler iyilere yaraşır”[8] ayeti gereğince o yüksek zatlara uyar ve cahillik çöllerinden geçerler. “insanların göğüslerinde vesvese verirler”[9] den ibaret olan şeytani tabiattan kurtulup güvenlik ülkesinde makamlarını seçerler. Kaplanlarla dolu dağlardan bu ayaklarla değil, yalvarma adımlarıyla geçerler, onların yardım gemilerine binerek timsahların kaynaştığı denizlerden kurtuluş sahiline erişirler. Nitekim hadisi şerifte: “Ümmetim Nuh’un gemisi gibidir, ona tutunan kurtulur, yanaşmayan boğulur” buyuruldu. Hazreti Pir Efendimiz Mesnevi’sinde şöyle buyurur:

“Sen şeyh ile berabersen; gece gündüz sen o gemide bulunduğun halde seyreder, merhaleler geçersin.

Sen can bağışlayan bir canın koruması altındasın. Gemi içinde hem uyur, hem yol alırsın.

Kendi zamanının peygamberinden kopma, ayrılma! Kendi keyf ve emeline az güven de; asıl o peygamberin günlerine itimad et!”

Eğer velilerin üstünlüklerinden ve makamlarından söz açılmış olsa, diller onu anlatmaktan aciz kalırlar. “birbirlerine yardımcı olsalar dahi..”[10]

Ama peygamberlerin en üstünü, “İki yay arası, hatta daha da yakın”[11] süvarisi Peygamber Efendimiz, cevher saçan engin manalı sözleriyle bunların üstünlüklerinden haber vermiş; “Benim ümmetimin üleması Ben-i İsrail peygamberleri gibidir” buyurmuşlardır. Bu alimlerden murad, zahiri ve bâtınî ilimleri toplayıp onlara göre amel eden ve Hak sevgisiyle yokluk potasında kendilerini eritip tam ayar altın olan evliya alimlerdir. Varlıkların övüncü Peygamber Efendimizin “Âdem ve onun altındakiler, kıyamet günü sancağımın altındadır” buyurmaları bu makamdandır. Hazreti peygamberimizden arasıra “Ah, kardeşlerimle görüşmeyi çok özledim” sözleri duyulurdu. Bazan mübarek yüzlerini Yemen tarafına çevirerek; “Şüphesiz Yemen yönünden Rahman’ın nefesini hissediyorum” buyurup vaktin evliyasından olan Üveys (r.a.) dan[12] haber verirlerdi. Muhammed (s.a.s.) Efendimiz’in döneminde gelen bu velilerin büyük ve üstün vasıfları sınırsızdır. Bunun için Musa (a.s.) o kadar büyüklük ve yakınlığı ile; “Allah’ım beni Muhammed ümmetinden kıl” diye dua etmiş ve Peygamber Efendimiz de; “Kardeşim Musa hayatta olsa benden başkasına tabi olmazdı” buyurmuştur. Hazreti Mevlânâ buyurur ki:

“Ey şanlı peygamber, Hazreti Musa senin devrindeki parlaklığı, sabah müjdesinin ışıklarını görünce dedi ki: “Yarabbi, bu nasıl bir rahmet dönemidir?

Hayır o dönem, rahmet mertebesini de geçmiş; orada didar tecellisini görmek var..

Yarabbi, ne olur; Musa’nı çağlar ve asırlar denizlerinin içine daldır, daldır da Ahmed’in döneminde ortaya çıkar!”

Şimdi bu kitaptan maksat ne ise onu açıklayalım. Kulcağızların en küçüğü, “Sipehsâlâr” denmekle tanınmış olan Ahmed oğlu Feridun der ki:

Gençliğimde bu derviş taifesinin muhabbet ve ıhlası bu zayıfın gönlünde ve canında büyük tesir bırakmıştı. Nihayet saadet rüzgârı esip bu zayıf, fakir ve hakîri şeyhimiz, seyyidimiz, senedimiz, evliyanın kutbu, en takvalı kişilerin ve muhakkiklerin sultanı, muvahhidlerin bürhanı, ezel sırlarının açıcısı, ebedi gizliliklerin açıklayıcısı, ilâhî sırrın en büyüğü, Hak bürhanının en açık olanı, Cenabı Rabb’ül Erbab’ın sevgilisi, kutuplar kutbu, bütün lakaplardan müstağni, Mevlânâ Celâülhak ve’l millet-i ve’d Din, bütün peygamberlerin vârisi Muhammed bin Muhammed bin el Hüseyniy’ül Hatıybî el Belhî el Bekrî – Allah onların hatıralarını kemâlâtıyla büyütsün ve ruhlarını takdis etsin – Hazreti Hudavendigâr’ımın kutsal dergâhına eriştirdi. Ömrümün hülasasını Hazret’lerine devamlı bağlılıkla, kendimde olmayarak[13] geçirdim. Onların sevgisinin nakışlarını taşa kazınmış nakış gibi gönül sayfama yazdım. “Göz görmedik” bir cemal gördüm ve “kulak işitmedik bir kelâm” işittim.[14] Nitekim kendi mübarek diliyle halinin sıfatını bildirirler:

“Benim fani sözlerimden ezeli istidatlar coşar, esen aşk ve hakikat meltemiyle; cihanda nice aşk ateşi yanar, nice muhabbet nuru parlar.

Ah; benim sözlerimi kulaklar işitir fakat benim canımdan kopan na’raları kimse duymaz.”

Onun mübarek zatında beşer vasıfları kalmamış olduğundan, kendisinden başkasının onu görmesi –hâşâ- mümkün değildi. Nitekim buyururlar:

“Bilin ki pîr serâser sıfât-ı Hak’dır hep

Bu sûret-i beşerîde göründü gerçi o pîr”

(Gerçi pir insan suretinde görünür fakat bilmiş ol ki, pir baştanbaşa Hak sıfatıdır.)

İşte bunun içindir ki, kaçınılmaz olarak onun muhabbet ve aşkından bin defa yandım da kendi varlığım yok oldu. Nihayet içim dışım onun sevgisiyle doldu.

Rubâi

“Aşk geldi damarlardaki kanım gibi oldu

Varlık boşalıp her tarafım yar ile doldu

Zabteyledi yârim bütün eczâ-yı vücûdum

Kaldı kuru bir ad bana bâkî hep o oldu”

Kırk sene bu zayıf kul; her biri dönemin başta geleni, zâhir ve bâtın ilimlerde eşsiz, vera’ ve takvada benzersiz olan diğer kıdemli derviş ve aşıklarla onun huzurunda geceyi gündüze, gündüzü geceye katarak, yedi kardeş yıldızı[15] gibi kendi kutbumuz etrafında kendimizi kaybederek başsız ve ayaksız döner dururduk.

Beyt

Öldürüp ben gibi gamdan iki bin âşıkını

Olmadı kan ile âlûde anın engüştü

(Gamıyla iki bin aşıkını öldürdüğü halde parmağına kan bulaşmadı.)

Tâ ki “Biz Allah için olduk ve Allah’a geri döneriz”[16] ayetinin hükmünce Cenabı Hak o güneşi, noksanlı kişilerin gözlerinden gizledi. O karanlık gecenin nurunu yine kendi aslına ve yerine ulaştırıp “kudretli melikin indinde”[17] kutsal yerine yerleştirdi. O güneşin batmasından sonra canları “Ruhlar bölük bölüktür; bilişenler bir araya gelir, tanışık olmayanlar ayrı kalır” mealindeki hadisin gereği olarak ezelde o Hazret’in aşkıyla beslenmiş olan aşıklar ve sadıklar; bu gün küme küme yokluk gizliliğinden varlık âlemine ayak bastılar, can gözünü o Hazret’in aşıklarının müşahedesiyle açtılar. Nitekim buyururlar:

“Canım ile canına evvelce bir

Sâbıka var oldu bu gün âşinâ

Sâbıkadandır bu günün ülfeti

Gerçi unutturdular anı sana”

(Benim canımla senin canın arasında geçmiş ezeli bir tanışıklık vardı. Gerçi o tanışıklığımızın zevkleri, güzel hatıralar sana unutturuldu. Fakat bilmiş ol ki, bu günkü yakınlık, o eski âşinalıktandır.)

İşte Hazreti Pir ile olan o ezeli tanışıklık yüzünden hepsi de ondan sonra gelecek Mevlevî müridlerinin irşadı için bütün vakitlerini; buyurdukları maarif hikmetlerini öğrenmeğe harcarlardı. Nitekim Hazreti Pir Efendimiz buyururlar:

“Benden sonra geleceklerin dinlemesi için söylüyorum,

Çünkü ömrümüz onlardan sonra da sürecektir.”

İşte o bahsettiğim zatlar arasında sırlara mahrem ve niyazlara hemdem olan birisi vardı. Bu zayıfa dönerek dedi ki:

– O Hazretin güzel cemalini gören bütün pirler ve azizlerin yüzlerini gayb perdesine çekmeleri vakti yaklaştı. Halbuki onların aynelyakin gördükleri eserler, kerametler ve haberler yazılmadı. Âlemi bundan mahrum bırakmak doğru değildir. Ümit olunur ki, birer birer gayp âleminden gelecek olan inançlıların ve müridlerin okuyarak iki cihanın maksatlarına kavuşmaları için; o Hazret’in temiz ahlakını, babasıyla kendisinin hırka isnadlarını, telkinlerini ve makamlarını toplayıp yazmalısın!

Aczimi ve eksiklerimi itiraf edip özür diledim.

Beyt:

“Her mûyum eğer olsa birer dil bedenimde

Binde birinin şükrünü îfâ edemem ben”

(Vücudumda her kılım birer dil olsa da şükretse lütuflarının binde bir şükrünü bile yapmış olamam.)

Babalarıyla kendilerinin makam sıfatlarını ve seyr ü sülûklerini, hakikat ve mana denizlerini coşturan o güzel sözlerinden kıyas etmek gerektir. Gerçi bunu da dinleyenlerin istidadı kadar müridlerinin makamından beyan eylemişlerdir. Nitekim buyururlar:

Söylediğim kudret-i fehmincedir

Fehm-i dürüst nerde ki söz incedir

(Bu söylediklerim senin idrakine göredir. Yoksa nerede doğru anlayış, nerde sahih bir idrak? Ben bunun hasretinden bittim, tükendim.)

Ne kadar özür diledimse de o aziz ısrar etti ve dedi ki:

Âb-ı Ceyhun’u bütün nûş eylemek mümkün müdür?

Nûş edilmiş olsa ancak teşnelik miktarıdır

(Ceyhun nehrinin suyunu tamamen içmek mümkün değilse de susuzluğunu giderecek kadar içmek mümkündür ya.)

O dostun isteği üzerine Cenabı Hak’tan dua edip yardım diledim ve o Hazret’in himmetlerini rica edip başladım. Bu zayıfın günlerinde o Hazret’ten ne meydana gelmişse hatırımın köşesinde kalmış olanı kalem yazdı.

Beyt:

Derviş sözünü görür de söyler

Âmi işitir de öyle söyler

(Derviş gördüğünü, avam ise işittiğini söyler.)

Onun yazılmasına başlandığında üç kısma bölündü. Ümit olunur ki, okuyanlar -Allah onları ikramlandırsın- yanlışa rast gelirlerse af eteğini geniş tutarlar. Vallahi veliyüttevfik (Başarıya ulaştırıcı Allah’tır)


[1] Bakara Suresi: 38.

[2] Neml Suresi: 31.

[3] Tin Suresi: 4.

[4] Ğafir Suresi: 64.

[5] Sad Suresi: 26.

[6] “Vaktâki, Hak zuhur-ı nübüvveti müntehi kıldı ve daire-i risaleti hülasa-i cûd olan nokta-i vücuda mahtum eyledi.”

[7] Yunus Suresi: 62.

[8] Nur Suresi: 26.

[9] Nas Suresi

[10] İsra Suresi: 88.

[11] Necm Suresi: 9.

[12] Veysel Karani Hazretleri

[13] Müstağrak

[14] “Kullarıma göz görmedik, kulak işitmedik ve hiçbir insanın hatırına gelmeyecek şeyler vaad ettim.” Hadis-i kudsisine işarettir.

[15] Daima kutup etrafında dönüp duran, bundan dolayı kutup yıldızının bulunduğu yeri bulmakta yararlanılan tavaya benzer yedi takım yıldız.

[16] Bakara Suresi: 156.

[17] Kamer Suresi: 55.

MEVLANA HAZRETLERİNİN BABASI

SULTAN’ÜL ÜLEMA BAHAEDDİN VELED HAZRETLERİ’NİN

TARİKAT SİLSİLESİ

Âlimlerin sultanı, zamanının kutbu, Bahaeddin Veled Muhammed el Bekrî Hazretleri’nin babası Hüseyin, dedesi Ahmed el Hatıybîdir. Belh şehrindendir. Soyu sahih rivayetler, sağlam kaynaklarla belgeli olarak Resulullah (s.a.s.) Halifesi Ebu Bekir Sıddık (r.a.) Hazretleri’ne ulaşır. Yüce atalarının hepsi âlim ve müftü olup Belh şehrinde ve Horasan’ın her tarafında tanınmıştı, meşhurdu. Tarikat silsileleri Ahmed el Hatıybî’den itibaren şöyledir:

1. İmam Gazali

2. Ebu Bekir Nessac

3. Muhammed Züccac

4. Ebu Bekir Şiblî

5. Şeyh ü’t Tavâif Cüneyd Bağdadî

6. Sırrı Sakatî

7. Ma’ruf Kerhî

8. Davud Tâî’

9. Habib’ü’l Acemî

10. Hasan’ül Basrî

11. Emir ü’l mü’minin Ali bin Ebi Tâlib Mekkî’ kerem-allahü vecheh

12. Seyyid’ül Mürselin ve Hâtem’ün Nebiyyin Muhammed Mustafa (s.a.s.) Efendimiz

SULTAN’ÜL ÜLEMA BAHAEDDİN VELED HAZRETLERİ’NİN MAKAMLARI

“Lakap olarak Bahaeddin ve Veled isen de; ruhları coşturan ebedi sultansın sen!”

“Vefa şişesini kırma; zira şişe kırılınca mest kişilerin ayağına batar.”

Hakikatleri bilen, kâmil ve keşif sahibi büyük bir padişahtı, bütün bâtınî ve zâhirî ilimlerde eşi benzeri yoktu. Kıyısı olmayan bir hakikat ve maarif deryasıydı.

Bütün gönüllerde tasarruf ederdi. Herkesin sevdiği, beğenip övdüğü idi. Vera’ ve takvâda son haddi bulmuş, çok riyazet ve mücahedeler yapmıştı, kemal sahibiydi. Bütün gönüllerde saygılı bir yeri vardı. Belh şehrinde otururdu. Horasan’ın en uç yerlerinden müşkül fetvaların halli için kendisine başvulurdu. Beytülmal’den aldığı belli bir maaşla geçinir, vakıftan asla hiçbir şey kullanmazdı. Ülema kıyafetinde olup, alim gibi davranırdı. Sabah namazıyla öğle namazı arasında talebelere, halka ders okutur, faydalı bilgilerle faydalandırırdı. Öğle namazından sonra ise dostlarına ve cemaatine maarif ve hakikat öğretirdi. Pazartesi ve cuma günleri bütün halka vaaz ve nasihat ederdi.

Sultan Said Celaleddin Muhammed Harzemşah onun müridlerindendi. Daima yanına gelir, çoğu zaman üstadı olan Mevlânâ Fahreddin Râzî ile birlikte Hazret’in vaaz meclisinde bulunurdu. Hiçbir meclis olmazdı ki, o mecliste bağrı yanık Hak aşıklarından can verenler bulunmasın, halk arasında haykırışlar, ağlamalar olmasın. Vaaz sırasında kükremiş aslan gibi aşıkça naralar vururdu. Öyle yüksek konuşurdu ki, söz o makamdan üç dört mertebe inmedikçe hiçbir kimse o sözü anlayamazdı. Celal tecellilerinin çokluğundan mübarek mizacı celadet ve heybet kazanmıştı. Daima tefekkür halindeydi.

Müridleri, bağlıları ve talebeleri pek çoktu. Hiç biri onun müsaadesini almadıkça yerinden kımıldayamazdı. Sohbeti sultanların sohbeti tarzındaydı.

Kutuplardan ve hesapsız riyazet ve mücahede sahibi bir zat olan Seyyid Burhaneddin Tirmizî el Muhakkık bile kendisine mürid olmuş, Hazreti Hudâvendigârımız’ın atabeyliğini yani lalalığını üzerine almıştı.

Şu olay Hazreti Seyyid’den dinlenmiştir:

“Belh’in alimlerinden, müftü ve meşhurlarından olan inkârcı üç yüz kişi bir gece Peygamber Efendimizi (s.a.s.) rüyada gördüler. Yeşil bir çadır içinde bir taht üzerinde iken Mevlânâ Bahaeddin Hazretleri de önlerinde diz çökmüş olarak oturuyordu. Sonra Peygamber Efendimiz ona iltifat buyurarak kucakladılar, nurlu ellerini Hazretin omzuna koyarak ordakilere şöyle buyurdular:

– Ona “Sultan’ül Ülema” lakabını verdim!”

O üç yüz kişi uykudan uyanınca; Sultan’ül Ülema’nın huzuruna doğru yola çıktılar. Yolda birbiriyle karşılaşıp geceki rüyalarını anlatmakla hayran ve şaşkın kaldılar.

Hazreti Sultan-ı Ülema bunları görünce buyurdu:

– Peygamber Efendimiz (s.a.s.) dervişlerin halini bildirmedikçe; sizde kesin bir inanç hasıl olmadı!

Onlar büyük bir saygı içinde, kusurları için af dileyerek ayakta niyazda durdular ve o an inkâr zünnarını bellerinden çözüp attılar, mürid olup kendisine bağlandılar.

Bu olaydan sonra pek çok fetvaların cevabı altındaki imza yerinde “Ketebe Sultan’ül Ülema” yazıldığı görülmüştür.

Hazret’in büyüklüğü her tarafa yayılınca bütün hükümdarlar, şeyhler, makam ve mevki sahipleri her yandan gelip, vaaz meclisinde hazır bulunmaya başladılar. Hatta Sultan Said Celaleddin Harzemşah üstadı Fahreddin Râzî ile birlikte Sultan’ül Ülema’nın vaazında çoğu zaman hazır bulunurdu. Vaaz sırasında Sultan’ül Ülema Yunan filozoflarını kötüleyip derdi ki:

– Bir cemaat var ki, semâvî kitapları arkalarına atmışlar, felsefenin bıkılmış olan eski hâyide (1) sözlerini önlerine almışlardır. Acaba bunlardan ne gibi bir kurtuluş ümidi ararlar? Bu söz İmam Fahreddin Râzî’nin kıskançlık hislerini kamçıladı.Padişahın Hazreti Sultan’ül Ülema’ya olan teveccühünü ve bağlılığını bozmak için daima fırsat arar fakat bulamazdı. Çünkü Padişahın Hazret’e olan inancını ve saygısını pek abartılı bulurdu.

Yine bir gün sultan Said Celaleddin Harzemşah Hazreti Sultan’ül Ülema’nın vaazına gelmişti. Meclis çok kalabalıktı. Padişah’ın Fahreddin Râzi’ye dönüp mecliste haddinden fazla kalabalık toplandığını söylemesi üzerine İmam aradığı fırsatı buldu, dedi ki:

– Efendim, bu kalabalığın dağıtılmasına bir tedbir bulunmazsa neticesi kötü olabilir. Zira saltanat erkânının zarar görmesinden korkulur. O zaman meydana çıkacak zarar ve tehlikenin önüne geçilemez. Etraftan, bir çok memleketten hükümdarlar, meşhur zatlar, devlet adamları onun ziyaretine geliyorlar, saltanat merkezinde büyük topluluklar birikiyor. İnsanların içinde kıskançlık tohumları hiç kaybolmaz. Bir cemaat ansızın kıskançlığa kapılır, diğerleri de ona katılıp askerlerle isyan çıkarır, bir ani harekâtla bastırıp saltanatı gasbederler! dedi. Bu söz sultanı etkiledi, dedi ki:

– Buna çare nedir, ne yapalım? İmam;

– Efendim, hazinelerin, kalelerin anahtarlarını kendisine gönderelim ve diyelim ki: “devlet erkânı halk topluluğu ile birlikte zatınıza bağlıdır; müridler aşk ve şevklerinin gittikçe artmasından dolayı ülkenin mühim işlerinde gevşeklik göstermeye başladılar, elimizde kuru anahtarlardan başka bir şey kalmamıştır. Bu yüzden başkentten çıkıp her hangi bir yerde, bir memlekette ikamet buyurunuz. Biz de memleketin işlerini düzeltip yoluna koyalım ve müridlerinizin her türlü ihtiyaçlarını karşılamaya hizmet edelim.”

Sultan bunu uygun gördü, o yolda haber gönderdi. Sultan’ül Ülema şu cevabı verdi:

– Pek kolay, cuma günü vaazdan sonra gideriz.

Cuma günü vaaz meclisinde buyurdu:

– Yarın burdan gidişimiz kararlaşmıştır; dervişlere katılmak isteyen hazır olsun!

Ertesi günü müridlerden ve talebelerden üç yüz kişi beraberce Hazretin ardında yola düştüler.

Padişah Hazretin gidişini haber alınca yaptığına pişman oldu. Devlet erkânını toplayıp ricaya gönderdi, çok özürler dileyip geri dönmesini dilediyse de kabul etmedi, yoluna devam etti. Yolda hangi şehre uğradıysa hükümdarlar ve memleketin ileri gelenleri karşılamaya çıkar, büyük saygılar göstererek şehre götürürlerdi. Orada kaldığı müddetçe hürmet göstererek hizmet ederler, dünya ve ahiret faydaları kazanırlardı. Şehirden ayrılırken onların isteğine uyarak yakınlarından bir kişiyi orada vekil bırakırdı.

Bu şekilde Bağdat’a kadar geldiler. Bütün vezirler, naipler, kadılar ve şehrin büyükleri karşılayıp büyük saygı göstererek şehre getirdiler. Büyükler sabah akşam huzuruna gelir, benzerini işitmedikleri ince manalar ve yüksek hakikatler dinlerlerdi. Bir ay kadar burada Besmele’yi tefsir etti, her günkü söyledikleri evvelki sözlerine benzemezdi.

Sultan Alâaddin Keykubat’ın adamlarından bazıları Bağdat’a gelmişlerdi. Sultan’ül Ülema’yı dinleyince ona gönülden bağlandılar. Anadolu’ya döndüklerinde oranın hallerini anlatırken Sultan’ül Ülema’dan gördükleri menkıbeleri de Sultan Alâaddin’e arzettiler. Sultan bunları duyunca Hazrete gıyabında derin bir sevgi ve bağlılık duyma- ya ve hep kendisiyle görüşme arzusunda bulunmaya başladı. Sultan’ül Ülema buradan Hicaz’a gitti,[2) Hicaz’dan Şam yoluyla Erzincan’a geldi. Sultan Alâaddin’in halası olan Tâc’ül Melek Hatun’un “Ismetiye” medresesine inip çok az bir süre misafir oldu. Melik Said Fahreddin’in hatunu orada kendisine büyük saygı gösterek hizmet etti ve ve orada kalmalarını istedi. Hazret kabul buyurmayıp ayrıldılar. Erzincan’ın Akşehir’ine gidip kış mevsimini orda geçirdiler. Melik Fahreddin’in hatununun yaptırdığı medresede bir sene kaldı, burada Melik ona karşı çok güzel hizmetlerde bulundu.

Hazreti Sultan’ül Ülema ordan Anadolu tarafına gitti. Sultan Alâddin Keykubat onun yaklaştığı müjdesini alınca mübarek cemalini görme acelesiyle davetçi gönderdi. Hazret de bu daveti kabul eyledi.

Konya ovasına geldiklerinde Sultan Alâaddin bütün devlet erkânıyla karşılayıp büyük merasimlerle şehre getirdiler. Sarayın kapısına geldikleri zaman Sultan Alâaddin atından inip atının yanında yürüdü. Sultan’ül Ülema Hazretleri onun gösterdiği saygının aşırı olduğunu kendisine bildirdikçe padişah daha ziyade tevazu gösterip;

– Kendi saadet ve devletimi elde etmek için bu kulluğu yüce zatınıza sunuyorum! derdi.

Hükümdar o Hazret’e layık bir konak hazırlayıp kendilerini yükseltmek için o kadar hürmet ve hizmet ortaya koydu ki tarif olunamaz.

Hazreti Mevlânâ Hüdâvendigâr’ımız o zaman 14 yaşındaydı.

Sultan Alâaddin, çoğu zaman Sultan’ül Ülema Hazretleri’ne gelir, istifade ederdi, ona gönülden bağlanmıştı. Çoğu kez de Sultan’ül Ülema Hazretleri onun yanına gider, taht üzerinde beraber otururlardı. Konuşurken hükümdara ‘Melik’ diye hitap ederdi. Anlatıldığına göre bir gün kendisine şöyle buyurmuştur:

– Ey Melik, ben sultanım sen de sultansın! Fakat senin saltanatın gözlerin açık oldukça sürer, benimkiyse gözlerimi kapadığım vakit başlayacaktır.

Bu bahiste Hazreti Mevlânâ Hudavendigâr şöyle buyurur:

Neyem on şâh ki ez taht be tâbut revem

Hâlidîne ebedâ şud rakam-ı menşûrem

(Ben tahttan inip tabuta binen hükümdarlardan değilim, benim fermanımın yazısı ebediliktir.)

Yine anlatılır ki, bir gün Sultan’ül Ülema’yı yakınları kendilerinden geçmiş (müstağrak) buldular. Namaz vakti geldi; müridlerinden bazıları namaz vaktinin geldiğini kendisine seslenerek bildirdiler. O aldırmadı ve hiç sesini çıkarmadı, onlar da kalkıp namaz kılmaya başladılar. Yalnız iki mürid şeyhe uydu. Hâcegî adındaki şeyhe uyan müridlerden biri baş gözüyle gördü ki, imamın ve namaz kılanların arkaları kıbleye dönüktü, şeyhe uyan iki müridin ise yüzleri kıbleye yönelikti. Şeyh kendinden geçtiğinde Hak nurunda yok olmuştu ki, bu konuda “Ölmeden önce ölünüz” buyurulmuştur.[3] O demde o zat Hakk’ın nuru olmuştur. Hak nurundan yüzünü çevirip duvara dönen kimse kesinlikle kıbleye yönelmiş olmaz.

Hikâye

Sultan Said Celaleddin Muhammed Harzemşah’ın, Sultan Alaaddin Keykubat ile bir meseleden dolayı araları açıldı. Birbirine düşmanca mektuplar yazdılar. Sultan Celaleddin onunla savaşmaya kalkıp harp hazırlıklarını tamamladı, askerlerini seferber etti. Mükemmel bir orduyla Meraga’dan hareket etti, Anadolu’ya doğru yürüdü.

Sultan Alaaddin Keykubat’ın elçisi kumandan Selahaddin, Harzem askerlerinin harp etmek üzere Anadolu’ya hareket ettiğini bir Harzemli vasıtasıyla sultana iletti Sultan Alaaddin bu haberi alınca kendi ordusunu hazırladı ve mükemmel bir şekilde tertip edip seferber oldu. Harp erkânı ordunun Ermeniyye hududunda mevzilenmesine karar verdi. Düşman askerinin Anadolu şehirlerine saldırılarını ordu burada savunacaktı.

Ordunun hareket edeceği gün Alaaddin Keykubat, Sultan’ül Üleman’ın yanına gelerek yüksek himmetlerini diledi. Ordunun hareket etmesini emreden ilk kös onun huzurunda çalındı. Hükümdar atına binip orduyla beraber yola çıktı.

Erzincan havalisine ulaştıklarında birkaç gün orada kaldı, sonra düşmanın durumunu öğrenmek için casuslar gönderdi. Harzem askerleri Erzurum hududuna geldiler. Casuslar düşman askerinin sayısını, hazırlıklarını, donanımını öğrenip Sultan Alaaddin’e bildirdiler. Ordu Harzemlilerin çokluğunu duyunca evham ve endişelere düştü. Sultan dedi ki:

– Bu böyle olmaz; ben kendim casus olarak gidip düşmanın kuvvetini, hazırlık derecesini, harp düzenini anlamalıyım.

Sultan Alaaddin Türkmen kıyafetine girip, birkaç tane cins küheylan at seçti. Yanına da birkaç Türk alıp dağ yolundan doğru Türkler’den geliyormuş gibi Harzem ordusuna ulaştı. Harzem komutanları bunları görünce kim olduklarını öğrenmek için soruşturdular. Bunlar Harzemli- lere dediler ki:

– Biz bu civarın Türk’lerindeniz. Eskiden beri atalarımız Ermeviye’lidir. Bir kaç senedir Sultan Alaaddin’in bize karşı muamelesi değişti, bizlere acımıyor, yardım etmiyorlar. Yükledikleri vergilerin çokluğu geçimimizi zorlaştırdı. Cenabı Hak’tan kurtuluşumuzun sebebi olacak askerlerinizin gelişini diliyor ve bekliyorduk. Çok şükür dualarımız kabul oldu; sancağınız bu beldeleri şereflendirdi. Bu güvencenizin şükranesi olarak şu birkaç atı, sultanın emrine hediye olarak sunuyoruz.

Kapıcılar bunu hükümdara arz ettiler. Hükümdar buna pek sevindi, iyiye yorumladı. Onlara özel bir sofra hazırlamalarını emretti. Sultanların adeti üzere bütün emirler, vezirler, komutanlar, hepsi kendi yerlerinde durdular. Sultan Alaaddin Türk hizmetkarlarıyla beraber hepsinin arkasında duruyordu. Sultan Said Celaddin’in otağına yaklaştıklarında usul ve adet gereğince yeri öperek dualar ettiler ve padişahı övdüler. Getirmiş oldukları atları da sultanın huzuruna sundular.

Sultan onları iltifata boğdu, güzel vaadlerde bulundu. Sultan Alaaddin bunların düzenlerini, harp tekniklerini inceledi.

Devlet erkânı dağıldığında misafirlere özel bir çadıra götürüp yemekler verdiler. Gece yarısı Harzemşah’ın aklı başına geldi. Dedi ki:

– Sakın bunlar casus olmasınlar? Zira sultan Alaaddin’in hangi memleketinden geçtikse halkın sözleri ve halleri hükümdarın muamelesinden razı ve memnun görünüyordu. Bu adamlar niçin şikayette bulunuyorlar? Hem de sultan Alaaddin’in birkaç günden beri ordusuyla beraber bu havaliye geldiğini duyduk, bu adamlar neden onun hizmetine gitmediler? Eğer gittilerse, ondan izinsiz buraya gelmeye nasıl fırsat bulabildiler? Yarın bunların durumunu iyice araştırmak lazım.

Hemen Erzurum beyi Melik Muğisiddin’i yanına çağırdı, durumu ona anlatıp danıştı.

Harzemşah’a bu düşünce gelmeden önce; Sultan Alaaddin rüyasında, Hazreti Bahaeddin Veled’i gördü. Ona;

– “Ey Melik kalk, hayvanına bin, yatacak zaman değil!” diyordu.

Sultan Alaaddin uyandı;

– Yarın şunların durumunu araştırayım, geceleyin kalkar gideriz diyerek yattı. Yine rüyasında Sultan’ül Ülema Hazretlerini gördü. Mübarek elinde bir asa olduğu halde gelip

– Niye hâlâ yatıyorsun? diye göğsüne vurdu.

Sultan hemen korkuyla titreyerek uyandı, arkadaşlarını uyandırdı. Hayvanları eyerlemelerini emretti. Hatta kendi hayvanını kendi eliyle eyerledi, binip yola düzüldüler.

Harzemşah seher vaktinde misafirlerin bulunduğu çadırı gözetlemeleri için nöbetçiler konulmasını emretti. Sabah yaklaştı; o kadar dikkat ettiler, onlardan bir hareket görmediler. Çadıra gelince kimseyi bulamadılar, derhal şaha arz ettiler. Harzemşah hemen takip ve yakalamaları için birçok süvari gönderdi. Gündüz olunca kendi de ordusuyla birlikte hareket etti.

Sultan Alaaddin ve arkadaşları arkalarından takip edil- mekte olduğunu görünce hayvanlarını ılgara başladılar, akşam üzeri kendi askerine yetişti. Takip eden askerler, bunların orduya katıldıklarını görünce dönüp gitmeye mecbur oldular.

Sultan Alaaddin askerlerine iltifat edip gönüllerini aldı. Yardıma mazhar olacaklarına dair sözlerle morallerini yükseltti.

Erzincan’ın Yassıçimen mevkiini cenk mevzii olarak uygun gördüğünden orasını ordu karargahı yaptı.

Ertesi gün Harzemşahlar buraya ulaştılar. Üçüncü gün her iki taraftan savaşçılar meydana çıktı. O gün zafer Harzemli’lerdeydi. Dördüncü gün yine tekrar olundu. Bu sefer zafer Rûmî’lerde göründü. Beşinci gün her iki tarafın askeri harbe hazırlandılar. Sağ ve sol cenahlara güçlü, tecrübeli kumandanlar tayin ettiler. Cenk başladı. Davul ve nekare sesleri, süvarilerin haykırışları, atların kişnelemeleri birbirine karışıp ufuklara aksetti. Yıldırım gibi koşan atların ayakları altından kopan tozlardan gökyüzü görünmez oldu. Ansızın evliya nefeslerinin kudsal heybetlerinden saadet rüzgarı esip Rûmî’lerin tarafındaki tozları Harzemli’ lerin gözlerine savurdu. Manevi kuvvetleri kırıldı, dayana- maz hale geldiler. Korku ve dehşet yüreklerini kapladı, kaçmaya mecbur oldular. Sultan Alaaddin’in ordusu zafer kazanıp sevindi. Hicri 617

İnanç sahibi bilmelidir ki, harp donanımı mükemmel olan böyle bir heybetli ordunun hezimete uğrayıp darmadağın olması ancak o vaktin kutbunun kutsal himmeti bereketiyledir. Evet, kesin olarak bilinmelidir ki, evliya taifesinin yüksek yardımları; din ve dünyada saadet, uğur ve kurtuluş sebebidir.

Beyt:

Yaratılmışların seçkinisin, gözümüzü açan sensin,

Bir bakışla iki cihan bağışlarsın.

O Hazret’in kerametleri o kadar çoktur ki, hepsini anlatmak lazım gelse büyük bir kitap yazmak gerekir. Manevi cemallerinin aşıkı olanların toplandıkları irfan ve hakikat meclislerinde Hazret’in mübarek dilinden çıkıp da o kudsi huzura devam edenler tarafından kaydedilen mübarek sözlerden birini örnek olarak alıyoruz:

Bismillahirrahmanirrahim

İhdines sıratal müstakim[4]

Yarabbi, benim her parçamı hoşluk ve rahatlık şehrine eriştir. Bin tane hoşluk kapısını benim vücuduma aç. İnsanı hoşluk şehrine eriştiren yol doğru, eriştirmeyen eğri yoldur.

Bu münacatım üzerine gördüm ki, Allah bütün güzellerin gıdası olan sevgisini benim vücudumun cüzlerine layık gördü. Sanki bütün cüzlerim onların cüzleriyle karıştı. Rahmet ve feyz sütleri bütün cüzlerimden kaynamaya başladı. Cemalden ve kemalden, zevk, muhabbet ve letafetten cisimleşen her suret sanki Rabbi Teâlâ’nın zatından benim altı cihetimde ortaya çıkıyor. Mesela, bir kimse mavi bir elbise giyse, o elbise çeşitli nakışlarla süslü olsa işte bunun gibi Hak Teâlâ kendinden bende yüz binlerce suret gösteriyor.

Güzellik ve irfan zevkinden, cemal nurlarının ışıklarıyla parlayan güzellerin suretlerinden, onların ölçülü tavırları, halleri ve cilveli hareketlerinden, hurilerden, cennet köşklerinden, hoşça akan ırmaklarından, aklî suretlerden ve daha nice sonu olmayan garip güzel şeylerden bende, kendisinden sayısız suret gösteriyor. Bunca süslü güzellikler bende ortaya çıkıyor.

Gördüm ki, yüz binlerce reyhanlar, güller, gülistanlar, sarı ve beyaz kokulu yaseminler meydana getirip benim cüzlerimi bir gül bahçesi kıldı. Ondan sonra kudret eli bunların hepsini sıktı; misk kokulu bir gül suyu meydana getirdi. Onun güzel kokusundan cennet hurilerini yarattı. Benim cüzlerimi de onlarla yoğurup karıştırdı, macun etti.

Şimdi hakikat gözüyle gördüm; bütün güzel suretler ilâhî meyvenin suretidir, Şimdi bu cihanda Allah’ın bütün saddet ve lütuf reyhanları bana ihsan olunuyor.

Bana; “Allah’ı görüyor musun, yoksa görmüyor musun?” diye sorsalar, cevap olarak derim ki, ‘Ben kendiliğimden göremem, zira (Lenterani: Beni göremezsin!)[5] buyurur. Fakat o gösterirse ben görmem de ne yaparım?’ ”

Onun yüksek sözlerinden faydalanmak isteyenler; cemaati tarafından toplanmış olan sözlerini inanarak okumalı, mana ve hakikatinde tefekkür etmelidirler ki, o kutsal fidanın temiz meyvesinden pay alarak berhudar olabilsinler.

HAZRETİ MEVLÂNÂ’NIN DOĞUMLARI

Evliyaların sultanı Hazreti Hudavendigâr Efendimiz 604 (1207) senesinde, mübarek bir saatte dünyaya gelmişler, 68 yaşında 672 yılında cemaziyelâhir ayının 5. günü (17.12.1273) Rabb’ın rahmetine kavuşmuşlardır.

HIRKA İSNADLARI VE SOHBETLERİ

Hazreti Hudavendigâr’ımızın tarikat silsilesi; yukarıda gösterildiği gibi, babası Sultan’ül Ülema Bahaeddin Veled Hazretlerinden feyizlenmiş olarak Resul-u Ekrem’e (s.a.s.) ulaşır.

Gençliğinin başlarından hallerinin ortasına kadar, Sey- yid’ül Aktap, Fahr’ül Evliya ve Kâmilin, Tâc’ül Meczûbin Seyyid Burhaneddin Muhakkık Tirmizî Hazretleri’yle sohbet buyurmuşlardır. [6]

Resmi ilimleri, lügat, arabiyat, vb. tahsil edip parmakla gösterilen bir alim olduktan sonra Hazreti Seyyid Burha- neddin; şeyhi Sultan’ül Ülema’dan aldığı hakikatleri ve maarifi ve ledün ilimlerini ona öğretti.

Kendisine ledün ilmi açıldı, riyazet ve mücahedeyle yüksek makamlara erişti. Hakk’ın sırlarını kabul edip, hazinelerinin mahremi oldu. Yer yüzünde halife olan Hızır (a.s.) ile görüşürdü. İlâhî sırlardan bir müşkülle karşılaşsa Hazreti Hızır gelip ona açıklar, rümuz sırlarından konuşup sohbet ederlerdi. Nitekim Hazreti Mevlânâ Efendimiz buyurur:

Hızr ile sohbet edip ilm-i ledünn’ü anladım

Gizlemem o ilmi ben oldum ona kaimmakam

Bir gün büyük oğlu Bahaeddin’in sarığını sararken ucu denk gelmediğinden bozup bozup tekrar sardığını görünce uzaktan heybetle ona şöyle seslendi:

– Bahaeddin, sarığını tekrar tekrar sarıp durma! ben de gençliğimde bir defa sarığımı tekrar sardım ve bu yüzden bir süre Hızır’ın sohbetinden mahrum kaldım.

Mevlânâ Efendimiz Şam’da bulundukları vakit Bera- niye medresesindeki hücresinde, bir çok kimse Hazreti Hızır’ı görürlerdi. Şimdi bile o hücre Hızır hücresi diye anılır, halk ziyarete gelir, hacet dilerler, duaları kabul olunur.

Hazreti Pir Efendimiz, Şemsi Tebrizî Hazretleriyle de pek çok sohbetlerde bulunmuşlar; sema’ yapmak, sarık ve feraciye giymekte ona uymuşlardır.

Şam şehrinde kaldığı süre içinde; Şeyh Muhyiddin Arabi, Sadeddin Hamavi,[7] Şeyh Osman Rumi, Şeyh Evhadeddin Kirmani,[8] Şeyh Sadreddin Konevi ile sohbet eylemiş, anlatılması uzun sürecek olan ilâhî hakikatleri birbirine söylemişlerdir.

HAZRETİ PİR EFENDİMİZ’İN ÖZELLİKLERİ

Şiir:

“Ey kemâlâtı bütün kâinatın övünç sebebi olan zat, senin sözlerin peygamber mucizelerinin delilidir.

Değerinin büyüklüğünden dolayı; Ruh ül Kuds[9] kemalinin kutbu etrafında yedi yıldız [10] gibi tavaf eder.

Ey hakikat ayetlerini açan zat, sözlerinin güzelliği karşısında ab-ı hayat ve nur kaynakları kıskanıp utanmıştır.

Ey Ahmed ahlakının tümünü kendisinde toplayan zat, ben senin vasıflarını nasıl anlatayım? Söz biter, vasıfların bitmez; çünkü sayısızdır. Sonsuz bir şey, sonu olan bir şeyle çevrelenebilir mi?”

Hazreti Pir Efendimizi hangi dil ve ifade ile övmeye güç getirebilirim?”

Şiir:

Gül suyuyla yıkadım ağzımı bin def’a yine

Kıyamam nâmını bu hal ile zikreylemeye

Onun şinâsı hakikatte kendin övmekdir

Ki kendi çeşmini medheyler âfitâbı öven

(Ağzımı bin defa miskle, gül suyuyla yıkadım, temizledim.

Fakat hâlâ senin o sevimli yüksek adını ağzıma almaya kıyamam.

Onu medhetmek aslında kendini övmektir.

Zira güneşi öven kendini medhetmiş olur.)

Bazısı ayn-ı yakin ile görülmüş ve bazısı ilm-i yakin ile bilinmiş olan sonsuz kemal sıfatlarından hangisini bu kesik kalem dili ile açıklayabilirim? Zira her bilinen görülmez, her görülen söylenmez ve her söylenen yazılmaz.

İşte buna bir delil: Evliyanın her biri mücahede ve riyazetleri ölçüsünde müşahedeye mazhar olmuş, gönül aynalarını masiva kirinden temizleyerek kibriya nakışlarını kazanma kabiliyeti bulmuş, Hak sıfatıyla sıfatlanmışlardır.

Beyt:

Kim ki âyineye çok verse cilâ

Sâfiyâne görünür sûret ona

Nitekim Resulullah (s.a.s.) buyurur: “Allah ile oturmak isteyenler tasavvuf ehli ile otursunlar.

Şeyhim Hazreti Mevlânâ buyurdu:

Oturmak isteyen nezd-i Huda’da

Otursun o huzûr-ı evliyâda

Bu yüksek taife beşer sıfatını tamamen yok ettiklerinden Hak ile dirilip Hak ile söylemiş, Hak ile işitmişlerdir. Nitekim Resulu Ekrem (s.a.s.) Efendimiz bir hadis-i kudsisinde haber vermiştir ki: “Bir kulumu sevdiğim vakit, onun işitmesi ve görmesi ve eli ve dili olurum. Benimle işitir, benimle görür, benimle tutar, benimle söyler.

Her kim ki , rubûde-i elestdir

Tâ ahd-i elestden o mestdir

Bağlanmış ayağı dert evinde

Can vermek için küşâde destdir

Kendinden o fâni dostla bâkî

Hayret ki o nîstdir ve hestdir.

Bu zümredir ancak ehl-i tevhid

Bâkîsi cihanda hodperestdir

(Elest bezminin kaptıkları; günümüze kadar hep sarhoştur. Bu dertli dünyaya ayakları bağlanmıştır; onlar, can vermeye can atarlar. Kendinden yok olmuş, Hak’la bâkî olmuşlardır, bunların hali şaşkınlık vericidir; hem yok, hem de vardırlar. İşte tevhid ehli bunlardır, geri kalanlar kendini beğenmiş kimselerdir.)

Tevhid ehlinden sırların hallacı; Hüseyin bin Mansur’ un şu sözü bu makamın sıfatından haber verir:

E ente em ene hâzel aynü fil ayni

Hâşâke hâşây min isbâtı isneyn

(Ey benim ayn-ı sâbitemde görülen, bu sen misin yoksa ben miyim? Hâşâ hâşâ seni de, kendimi de ikilikten tenzih ederim.)

Evhadeddin Kirmani buyurur:

Sen bu ipliği iki kat zannetme, aslına ve fer’ine iyi bak;

Onun tek kat olduğunu anlarsın.

Hazreti Mevlânâ Efendimiz buyurur:

Evliyayı Hak’tan ayrı sanan kimse,

Ne olur gönlünde Hak evliyasına hüsn-ü zan etsen?

Gerçek şudur ki, evliya, Hak sıfatının ortaya çıkışıdır. Fakat bazıları onun yüksek zatını baş gözüyle görmeyebilirler. Nitekim Kur’an-ı aziymüşşan’da buyruldu: “Ey Resul, sen onları sana bakıyor görüyorsun, halbuki onlar basiretsizdir, seni görmezler”[11]

Hazreti Mevlânâ Efendimiz buyurur:

Bir kimse senin ayağınla –inayetinle- yürümezse sana nerde erişebilir?

Bir gönül senin kanadınla -cezbe ve muhabbetinle- uçmazsa, ne vakit senin kuşun olabilir? O hayal ötesi güzel cemalinin gülistanında nasıl uçabilir?

Yine buyurur:

Senin yüzünü görmek ne kadar nadirdir.

Ah ne mutlu o kulağa ki senin namını işitti.

Onun cemalini görmek için görür bir göz edinmeli, ondan sonra ona bakmalı. Bununla beraber bu basiret elde edilse de o kendini göstermedikçe görmek mümkün olamaz.

Hazreti Mevlânâ Efendimiz başka bir yerde buyurur:

Gönüllere kendini O gösterir. Dervişin hırkasını o diker- kırık gönlünü o onarır.

Dünyada bir kısım evliya gizlidirler. Onları Hak’tan başka kimse bilmez. Veliler;

– “Yarabbi, o izzet kubbende örtülü birini göster” diye niyaz ederler. Bazısına gösterilir olur. Nitekim anlatılır:

Şeyh Ebubekir Kettâni (kds.) bir gün Kâbe oluğunun altında oturmuştu. Ben-i Şeybe kapısından yaşlı bir zat heybetli bir tavırla onun yanına gelip dedi ki:

– Ey şeyh, niçin İbrahim (a.s.)makamı olan yere gitmiyorsun? Orada hadis-i şerif dinliyorlar. Yaşlı bir zat gelmiş, sahih hadisleri râvîleriyle naklediyor, sen de gidip dinlesene!

Şeyh Ebubekir Kettânî;

– O dediğin kimsenin hadis râvîlerini sayması uzun gider, ben hadisleri doğrudan dinlerim! dedi.

– Kimden dinlersin?

– Kalbim, Rabbimden alıp bana bildirir.

– Peki buna delilin nedir?

– Delilim şudur ki, sen Hızır’sın!

Hızır (a.s.)bunun üzerine şöyle buyurdu:

– Ben Hakk’ın bütün velilerini tanıdığımı zannederdim, Şeyh Kettanî’yi gördükten sonra anladım ki, beni tanıyan ama benim tanımadığım Hakk’ın nice kulları vardır.

Ancak mana ve tevhid gözüyle görülebilen özellikleri dile getirmek taş atılmasına sebebiyet verir.

Şiir:

Defalarca zamanın bütün sırlarını açığa vurmak istedim;

Fakat ne yapayım, fena gözlerden, eza cefa korkusundan dilime bir çivi çakılmıştır.

Hazreti Mevlânâ Efendimiz buyurur:

Her kime sırr-ı kârı söylediler

Ağzını diktiler, mühürlediler

(Her kime hakikat sırlarını öğrettilerse, o kimsenin ağzını dikip, mühürlediler.)

Bu gibi hakikat sırları hal diliyle yazılmak ve söylenmek istenilse bu da bazı açıklama ve yorumlara ihtiyaç gösterir.

Şiir:

Dil bin türlü konuşan bir papağan olduğu halde gönül halinin sırlarından yüzde birini bile anlatamaz.

Boğum boğum yaratılmış ağaçtan bir dil olan kalem, aşıkların gönül sırrını nasıl yazabilir?

Evliyanın vasıflarını anlatmakta ne kadar ileri gidilse; onların kemâlâtına göre yine azdır, hatta belki kusurun tâ kendisi olur.

Fakat bilinmelidir ki, evliyanın her birinin özel bir meşrebi vardır, peygamberlerin olduğu gibi. Peygamberlerin bazısının meşrebi ledünnîdir; Âdem a.s. gibi. Bazısının Hak’la konuşmak ve Hakk’a yakınlıktır; Musa (a.s.)gibi. Bazısının rûhîdir; İsa (a.s.)gibi. Peygamberler Şahı Efendimiz’e (s.a.s.) ise bütün meşrepler bağışlanıp verilmiştir. Esma-ı Hüsna’nın hepsinden öbür yana geçmiştir. Hazreti Mevlânâ Efendimiz, Peygamberimiz (s.a.s.) meşrebinin feyzinden pay almıştır. Nitekim buyurur:

Hak Teâlâ’nın hazinesini açtılar; geliniz, hepiniz hil’at giyiniz.

Hazreti Muhammed Mustafa (s.a.s.) yine geldi, göründü; hepiniz iman ediniz!

Hazreti Pir Efendimizin makamını anlatmak için bu zayıfın bazı açıklamalarına lüzum vardır.

Resmi ilimlerdeki yüksekliği ve seçkinliği hakkında bilinenler:

Hazreti Pir Efendimiz arabiyat ve lügat fenlerinde, fıkıh, hadis, tefsir, ma’kûlat ve menkûlatta yani aklî ve naklî ilimlerde kemalin sonuna erişmişlerdi. O asırda bütün âlem ülemasının başta geleniydi. Bütün fenlerde yüksek icazetler almıştı.

Gençliğinin başlarında Halep’te bulunarak allâme Kemaleddin bin Adîm’in derslerine medresede devam ederek ondan faydalanmıştı. O zamanda kendisinin akranları bir müşküle düşseler onu kendisinden sorarlardı. Sorulan mesele hakkında çeşitli yönlerden öyle açıklamalar işitirlerdi ki, onun zevki iliklerine işlerdi. Zira açıkladıklarını hiçbir kitapta bulamazlardı. Çünkü Hazret’in mübarek nazarları daima levh-i mahfuza dönüktü. Resmi ilimlerdeki makamının en azı bunlardı ki, onun bu derece yüksekliğe erişmesi kemaline göre şaşılacak bir şey değildir.

Hazreti Mevlânâ Efendimiz buyurur:

“Ey, saba yeli gibi bahar sabahlarının zevklerini görüp, mest olan gönül;

Gördüğün her zevkin ardından, başka bir gülümseyen zevkin ışıklı kucağına atıldın.

Gönül bazan şaşkınlık denizlerine daldı, bazen tecelli dağı eteğinde huzura durup o dağın emel kehribasını, hakikat cevherini gördü.

Gördü de gözün ve gönlün ötesinde yüzlerce pencere açıldı, gökten ve yerden çıkıp gezdi. O mana cihanında yüzlerce Süha yıldızı seyretti.

Tevhidde talip ile matlubun sıfatını ayrı gören kimse, ne istekli olmuştur, ne de istenen.

Allah’ı kim tanır bilir misin? ‘Lâ’dan, inkârdan kurtulan kimse! ‘Lâ’dan, inkârdan kim kurtulmuştur diye sorana de ki: gözsüz aşık! [12]

İşte o kimsedir ki, Hazreti Beyazid Bestami’nin “Cübbemde Allah’tan başkası yok” sözünün rümuzunu anlamıştır.

Hakikaten o kimsedir ki, o cübbeyi bin defa, Kuba [13] bir Huda haremgâhı gördü.

Onun hakikat gören gözünün önünde, iki âlem horozun önündeki bir buğday tanesi gibi kaldı.

Evet Kibriya’yı gören temiz bakış böyle olur.”

Hazreti Mevlânâ Efendimiz gördü ki zâhiri ilimlerle taklidde bağlanıp kalmak Hak yolunun hicabıdır. İlim tahsilinden umulan şey elde edilince ve Zat-ı Kibriya’ya erişince, hatırındaki her şeyi yok etti, ledün ilimleri ona açıldı. İlimlerden geçerek malûma yani Hak Teâlâ’ya ulaşmak müyesser oldu. Bu hususta buyurur:

Gönlü bütün bilgilerden yıkayıp temzileyeyim; kendimi kendimden habersiz hale getireyim;

Zira talihi yüce olan dilberin yanına, bilgi sahibi olarak gidilmez.

Yine buyururlar:

Ayetel Kürsi ile Arşa doğru uçtum; o kadar uçtum ki,

Cenabı Hak Teâlâ’yı gördüm, Kadir, Kayyum’a eriştim.

Sarhoşça fakat kahramanca bir hamle edip atıldım, ilmi verdim, maluma erdim.

Hazreti Pir Efendimiz başka bir yerde yine bu makamdan bahsederek zâhir ilimlere bağlanıp kalanları irşad için buyurur:

Aşk harabâtının ilmi eğer sana yoldaş olsaydı;

İki el ile sarıldığın bu ilim ve hüner senin gözünde heva ve hevesten ibaret kalırdı.

Hazreti Cebrail eğer feyz gölgesini senin üzerine düşürseydi;

Cihanın simurg ankası, nazarında sinek gibi olurdu.

Eğer saadet sabahı sana yüz gösterseydi;

Böyle eteğin ve sakalın, hiç zaptiye gibi olan nefsin eline geçer miydi?

Eğer hakikat şahının gösterişli saltanatı sana görünseydi;

Bu sultanların kösleri senin indinde çıngırak gibi kalırdı.

Bu makamın niteliklerini anlatırken daha buna benzer pek çok mübarek sözleri vardır. Bunların hepsi zikredilse söz uzar.

HAZRETİ PİR’İN MÜCAHEDE VE RİYAZETLERİ

Hazreti Pir Efendimiz, tam doğrulukları yüzünden aşkın en sonuna erişmişlerdi. Gerek önceki ve gerekse sonraki evliyanın hiç birinde, aşkın bu kemal mertebesi tecelli etmemiştir. Buyururlar ki:

Evvelîn ve âhirînde böyle bir aşk olmadı

İbret ül ebsârım ibretbîn olan ebsâra ben

(Ey bütün gözlere ibret olan sevgilim, evvelkilerin ve sonrakilerin hiç birinde, ibret gören gözlere böyle bir aşk göstermedin.)

Erginlik çağından ömrünün sonuna kadar günden güne riyazet ve mücahedeyi kat kat artırırdı.

Bu zayıf, kırk sene yanında kaldım, hizmetinde başım pergelin sabit ayağı gibi oldu; bu süre içinde kendisini yatakta başını koyup da yanı üzerine uzanarak istirahat ettiğini görmedim. Çünkü Hak Teâlâ’nın muhabbetinin harareti o kutsal vücuda daima bir muharrik olmuştu. Buyururlar:

Nasıl rahat eder her ten uyurken

Yatağı olsa altında dikenden

Hazretin aşkın şiddetinden olan kararsızlıklarını anlatamam. Çünkü istirahat buyurduğunu, uyuduğunu asla görmedim.

Bir defasında geceleri uykusuzluktan, çok sema’ etmekten ve vecd halinden müridlerin uykusu bastırmıştı. Mübarek huzurunda edebi bırakamadıklarından dolayı onların yatmadıklarını anladı, murakabeye vardı. Müridlerine son derece güzel davranırdı. Arkasını duvara dayayıp, başını dizlerinin üzerine koydu. Şeyh Muhammed Hâdimî geldi, bir büyük ferace[14] getirip omzuna koydu, bütün vücudunu onunla örttü.

Bütün müridler bunu görüp uyudular, onlar uyuduğu zaman kalktı, namaza durdu. Sonra bazen vecd ve cezbelerle aşağı yukarı dolaştı, hiç dinlenmedi. Nitekim buyururlar:

Ah, o dilberin aşkı hiç iktidar mı kor? Bende ne irade eli ne de iktidar ayağı bıraktı.

Yalnız onun muhabbeti ile inler bir gönülden ibaret kaldım.

Gece gündüz Mecnun gibiyim. Zülfünün ucunun hayalini öper, ağzımda gever dururum.

Şimdi ben aşkımın yarasından akan kanlar içindeyim.

Nazlı, gönül alıcı hayali sineme şeref verdiği zaman; ben kendimde olmadığımdan dolayı, o aziz hayali gönlümün kanına bulaştırırım diye korkuyorum.

Bu muhabbet kervanının hazin gecelerini perilere sor! Gecenin karanlığında aşk cezbesinin tesiriyle koşuşturmalarımdan perilere ayağım çarpıyor.

Yıldızlar nasıl sabahlara kadar gökte yanar dururlarsa, benim parça parça gönlüm de öyle oldu. Füsünkâr yarimi görmenin sihriyle uykum bütün gece avare kaldı.

Dilberim bırak, senin aşkınla güneş gibi ateşten bir kaftan giyeyim ve o ateş içinde güneş gibi cihanı aydınlatıp süsleyeyim.

Ah senin aşkından bir dem azade olsam canım rahat etmez. Zira ben senin muhabbetinden rahat kalmadığım bir anda rahat edebilirim ancak.

Başka bir yerde bu hali anlatırken şöyle buyururlar:

Herkes uyudu, gönlünü kaptıran ben aşık ise uyumadım.

Her gece gözlerim gökte senin hayalinle yıldızları sayıyor.

Aşkın uykuyu gözümden öyle giderdi ki, bir daha gelmesi artık mümkün değil.

Evet, uykum senin ayrılığının zehrini içti ve öldü.

Yine buyurmuşlardır:

Dide hûn oldu çünkü hûn uyumaz

Gönlüm âzerde-i cünûn uyumaz

Hayret eyler de murg u mâhi der

Ki bu her rûz u şeb niçün uyumaz

Bundan evvel teaccüben der idim

Ki niçin târım nigûn uyumaz

Şimdi hayrettedir bana gökler

Der nedendir ki bu zebun uyumaz

Okudu aşk bana füsun-u azim

Duydu can öyle bir füsun uyumaz

Bu yakin oldu mevtten evvel

Ki bedenden bu can berun uyumaz

Agâh ol sus da asla râci ol

Daima çeşm-i râci uyumaz

(Gözlerim kan oldu, kan uyumaz. Gönlüm deliliğinden uyumuyor. Kuş ve balık bana şaıp kalıyor ve diyorlar ki, acaba bu, gece gündüz niçin uyumuyor? Aşk bana bir büyü sözü söyledi, canım o sihirli sözü duyduğundan beri uyumuyor. Şunu iyice anladım ki, ölümden önce bu bedendeki can uyumayacak. Şunu iyi bil de sesini kes; aslına dönmüş olan gözler uyumaz.)

Başka bir yerde celal tecellileri sebebiyle kendinden geçmiş oldukları kuvvetli ve heybetli bir halden bahsederek buyururlar:

Bana bir ruh okşayıcı koku geliyor. Öyle ki yarim, o vefalı sarhoşum, beni anarak bâde içiyor.

Gideceği yer gönül ve can olan o sevgili acaba beni ne zaman hatırladı ki, hasta gönle böyle her an bir şifalı deva hazırlayıp sunuyor?

Gönlüm şimdi öyle bir tecelli neşesiyle doldu ki, şarhoş naraları atmak istiyorum. Fakat onun sevdalı cemaline yakışan bir aşk narasını nerde bulayım?

Nerde bir şevk gülbanki? İşte bak; her yanımdan nurlar fışkırıyor. Benim nurlarıma benzer bir güneş hani? Bir parlak ay nerede?

Gel gönlümün üzerinden seyret; her an gönül penceresinden, gıdası aşk ateşi olan canıma o nazlı dilberin kavuşma müjdesi geliyor.

Bu gece o hakikat sözlerinden, mana sırlarından benim uyanık olan devletim, gönlü uyanık olanların önüne bir hakikat bilmecesi koyuyor, gösteriyor.

Onun kavuşma sözünü nasıl söyleyeyim, onun cemalini nasıl açıklayayım? Zira o hakikatlerin tûtîsi benim bu sözümün tuzağından kaçıyor.

O uykusuz fil, acaba Hindistan hakikatini rüyasında nasıl gördü? Leyla’nın kendisi benim Mecnun gibi olan canımı arzu ederek geldi.

Ah, cananım, sen benim gönlümden sabrı, kararı aldın. Beni mest ve harap ettin.

Haniya benim ilmim? Haniya benim hilmim, yumşak huyum? Nerde kaldı benim o zeki olan aklım? Öyle yanıyorum ki, böyle bir geceden ne olur?

Asırlar geçse benim ateşim, alevim sönmez. Ben utancımdan eridim, su kesildim de yine bu aşkımın ateşi sönmedi.

Hazreti Pir Efendimiz diğer bir gazelde şöyle buyurmuşlardır:

Gece uyku gelirse bulur o lâyıkını;

Tekme yumruk görür o uzanıp yatmak yerine

Uyku, bilindiği gibi, vücudun rahat ettiği zamanlarda ve mide buharının beyne hücum etmesinden hasıl olur. Halbuki o Hazrette riyazet ve mücahede çokluğu sebebiyle bunların hiç biri kalmamıştı. Ne rahatı vardı, ne de midesinde yemek..Gerçekten uykusuzluk hususunda çok büyük şanı vardı. Uykusuzluk üzerine kendisinden o kadar yüksek sözler çıkmıştır ki, bu küçük kitaba sığmayacağından bu kadarla yetinildi.

ORUÇ MÜCAHEDELERİ VE AÇLIKLARI

Oruçta, mücahede ve açlıkta kendisi Cenabı Hakk’ın bir ayeti idi. Onda bu hususlarda görülen dayanıklılık, insan gücünün dışındaydı. Hak Teâlâ’nın; “Onlara, açlıktan yedirildi, korkudan güven verildi”[15] ayetinin ve Hazreti Peygamber efendimizin buyurduğu; “Açlık Hak Teâlâ’nın yer yüzünde yemeğidir, sıddıkların bedeni onunla hayat bulur.” hadisinin gerçekleştiricisiydi.

Nitekim şöyle buyururlar:

Geceleyin “Kab-ı Kavseyn”[16] harabâtında bulunan kimsenin nurlu gözlerinde elbette dostla buluşmanın mahmurluğu parlar.

O vuslat makamının adı “Rabbimin indinde geceledim”[17] dir.

İz ve eserlerini ise peygamberimiz buyurmuştur: “Bana Rabbim yedirdi ve içirdi

İslam’ın şartı senede bir ay oruç tutmak olduğu halde, takva ehli üç ay tutarlar. Üç gün, bir hafta ve daha fazla oruç tutanlar da vardır. Fakat iftar ederek tutarlar. Erbaine[18] giren mücahede erbabı da iftar ederlerdi. Hazreti Mevlânâ Efendimiz ise açlığı son haddine vardırmışlardı, “Tam kırk sene benim midemde bir gece ta’am uyumadı.” buyurmuşlardır.

Bu kudsi sözü nazım olarak şöyle anlatır:

“Allah biliyor, Peygamberi de şahittir ki, azığımı, gücümü Allah’tan alıyorum.

Kırk senedenberi aç yaşıyorum, yemek için hiç zorda kalmadım.

“Rabbimin katında gecelerim” hadisi bana su verir, yemek Allah katından canıma ulaşır.”

İlâhî taam ile kâmillerin gıdalandıklarını isbat yolunda bir kamil demiştir ki, “Ey nefs, kalk, mücahede et. Zira bu ömrünün son gecesidir.” Halbuki bunun üzerine oruç tutmuş, namaz kılmış kırk sene daha böyle yaşamıştır.

Hazreti Pir Efendimiz, sülûkunun başlarında üç gün ve bir hafta ve kırk gün oruç tutup iftar ederlerdi. Sülûkunun sonlarında ise ramazanda iki defa iftar ederlerdi. Bütün ramazan yalnız bayram günü iftar ettikleri defalarca görülmüştür.

Şemseddin Tebrizî Hazretleriyle ilk karşılaşmalarında tam altı ay birlikte oturmuşlardı. Bu süre zarfında her ikisinin de yemeye, içmeye ve beşeri hacete ihtiyaçları olmadı. İftar ettikleri vakit, bir çeşit gıda ile yetinirlerdi. Nitekim buyururlar:

Arpa ekmeği sana haramdır, nefsinin önüne kepek ekmeği koy.

Ve onu bırak hüngür hüngür ağlasın.

En çok iftar ettikleri yemek on lokmayı bulmazdı ve bir saat sonra midelerini boşaltıp temizlerlerdi. Buyururlardı ki: “Benim sinemde bir ejderha vardır, o, gıdaya tahammül etmiyor.” İstifrağdaki çabaları açlık mücahedesinden fazla olur, mübarek alınlarından o sırada damla damla ter dökülürdü. Açlık hakkında şöyle buyururlar:

Senin gönül kuşun, heyza (mide fesadı) hastalığına tutulduğundan, bu beden mezarında esir kalmış.

Bu nefs esirliğinin yumurtasından çık ki, kanatların açılsın da safa çimenliğinde, mananın sonsuz fezasında uçup gezesin.

Oruç safrası gerçi baştaki sevdayı artırır. Lakin böyle bir sevdadan sıddıklar “yed-i beyza” [19] bulurlar.”

Bu anlatılanlar Hazret’in zâhiri orucuydu. Masivayı terk etmekten ibaret olan bâtın orucunu da tutarlardı. Nitekim marifet ehli demişlerdir ki:

– “Oruç üç çeşittir; avamın orucu, havasın orucu ve ehassın orucu. Avamın orucu, yemeği ve içmeyi terk etmektir. Havasın orucu, azaları günah işlemekten korumaktır. Ehassın orucu, Allah’ın gayrisini terk etmektir.

Evde külfetli ve çeşitli yemek piştiği gün ev halkına gücenirler, yemek az ve sade olduğu zaman ise, çok memnun olurlar ve ev halkına çok iltifat ederek;

– “Bugün bu ev sahiplerinin alınlarında fakirlik nuru parlıyor.” derlerdi.

Daima fakr ile, yoklukla övünürlerdi. Nitekim Hazret-i Resul-ü Ekrem (s.a.s.) efendimiz münacatlarında buyururlardı ki:

Ya rabbi, beni miskin olarak yaşat ve miskin olarak öldür ve miskinler zümresi içinde haşreyle.

Hazreti Pir Efendimiz ise bütün işlerinde o Hazrete uyduklarından fakrda da onlara ta’bi olurlardı. Nitekim buyururlar:

Fakirlik ve yoksulluğun görkemi, süsü boşuna değildir. Duman olan yerde muhakkak ateş vardır.

Eğer bizim aşk derdimiz, muhabbet hissimiz yoksa o boşuna mı bizim gönlümüzü, sarığımızı kaptı?

Diğer bir gazelde şöyle buyururlar:

Şehvetin öldürdüğü pis, aşkın öldürdüğü ise temizdir.

Aşk temiz ve pis için bir çadır kurmuş

Bütün aşıkların gönlü fakirlik etrafına çadır kurmuş, fakirlik şeyhlerin şeyhi; bütün gönüller ise onun müridi gibidir

Başka bir yerde yine buyuruyor:

Lâmekân aşkının ateşi, cismimi tamamen yakmış; fakirlik cevheri bir semender gibi yanmadan belimde kalmış.

Başka bir yerde de şöyle buyururlar:

Saf olan her beşerin iki cihanda da bir gönlü vardır.

Zira o saf insan; “Ben sizin rabbiniz değil miyim?” hitabına “evet” cevabını vermekten maksadın fakr olduğunu gördü.

Açıklaması;

Nefs bulanıklıklarından temizlenen her insan, dünya ve ahiret alakalarından kesilmiş, yokluğu seçmiş ve kendisi ancak bir gönül sahibi olarak kalmıştır. Zira kul herhalde Rabb’a muhtaç olduğu için “evet” cevabıyla, hiç bir şeye sahip olmadığını ve muhtaç olduğunu, bilip itiraf etti. “Ey insanlar siz Allah’a muhtaç fakirlersiniz”[20]“Allah zengindir, sizler fakirsiniz”[21] ayetleri bu manadadır.

Hazreti Pir’in müridlerinden Şeyh Bedreddin Tebrizî kimya ve simyada üstad birisiydi. Hazretin yakınlarının fakirliğini, mücahede ve riyazetlerini görünce onlardan bazılarına şöyle dedi:

– “Eğer Hazreti Mevlânâ izin verirlerse, geçimlerinizin kolaylaşıp genişlemesi için kimyadan bir tedbir öğreteyim.” Müridlerden bir kısmı kimya öğrenmek için onun yanına gitmeye başlayınca Hazreti Mevlânâ bunu duydu, kızdı. Bedreddin’i çağırıp şöyle dedi:

– “Ben dostları fakirliğe teşvik ediyorum, dünya metaını hor ve hakir gösteriyorum, sen ise bana karşı gelip onların dünyalarına rehberlik ediyorsun ve gerisin geriye cehenneme çekiyorsun. Bu defalık affediyorum. Eğer yine böyle yaparsan hakikat kokusunu duyamazsın, nefsin hevasına kapılır gidersin!”

Sonunda dedikleri gibi oldu.

Sultanlar ve beyler bizim hususi harcamalarımız için altın ve gümüş gibi şeyler gönderseler, Hazreti Pir efendimiz bunları Şeyh Selahaddin Zerkubi’ye gönderirlerdi. Daha sonra Çelebi Hüsameddin’in evine gönderdiler. Şiddetli zaruret olduğu zaman dışında kesinlikle ailesi için bir şey alıkoymadılar. Yalnız Sultan Veled efendimiz istediğinde kendisine az bir şey verirlerdi.

HAZRETİ PİR’İN NAMAZLARI

Namaz vakti gelip kıbleye döndükleri zaman mübarek çehreleri renkten renge girerdi. Nitekim Hazreti Ali (r.a.) Efendimiz hakkında şöyle anlatılmıştır:

Hazreti Ali (r.a.) namaz vakti gelince yüzünün rengi değişir, vücuduna titreme gelirdi. Kendisine;

– “Ya Emir’el Mü’minin, size ne oluyor?” diye sorulduğunda şöyle buyurdular:

– “Cenabı Hak, göklere, yere ve dağlara arzettiği emanet vakti geldi. Onlar o emaneti yerine getiremeyecekleri korkusuyla onu yüklenmekten çekindiler de onu insan yüklendi.[22]Yüklendiğim bu vazifeyi yerine getirip getiremeyeceğimi bilemiyorum.”

Hazreti Pir Efendimiz, namazda tam bir huşu’ ile kendilerinden geçerler, Hak sıfatına ulaşırlardı. Namazdan maksat da Hak ile alaka kurmaktır. Şöyle buyururlardı: “Namaz Allah ile yakınlık kurmaktır. Bu yakınlığın nasıl olduğunu zâhir ehli bilmez.”

Resulu Ekrem (s.a.s.) buyurmuşlardır: “Namaz ancak kalp huzuru ile olur.

Hazreti Pir Efendimizden defalarca görülmüştür ki, yatsı namazına kalkıp tekbir alırlar, tâ sabaha kadar iki rekat namazda müstağrak kalırlardı. Rükû’ ve secdelerde bir gün ve bir gece boyunca müstağrak oldukları da görülmüştür. Nitekim buyururlar:

Akşam namazı herkes lambayı yakıp, yemek sofrası kurunca ben yarin hayalini gözümün önüne getirir, kederlere düşüp figan etmeye koyulurum.

Göz yaşlarımla abdest aldığım için namazım böyle ateşli oluyor. Ezan sesi kalbimin mescidine öyle yakıcı gelir ki, onun tesiriyle o gönül mescidinin kapısı aşıkça yanar.

Kıblemin yüzü ne tarafta kalmış ki, benim namazım böyle kazaya kalıyor? Evet kazadan dolayı daima bana sana bir imtihan geliyor.

Acaba Allah aşkı sarhoşlarının namazı doğru mudur sen söyle! O ne zamanı, ne mekânı bilir. Acaba kıldığım bu ikinci rekât midir, yoksa dördüncü müdür? Acaba ben hangi sureyi okudum diye şaşkındır. Çünkü diline hakim değil ki..

Evet, ilâhî dergâha nasıl varayım? O büyük kapıyı nasıl çalayım, nasıl çağırayım? Ben de ne güç kaldı, ne de dil..

Yarabbi, bana eman ver! Zira gönlümü de, ihtiyarımı da sen aldın.

Namaz kılarken acaba rükû’ tamam oldu muydu, yoksa imamlık yapan filan mıydı? Bunların hiç birinden vallahi haberim olmaz.

Bir kış mevsimiydi. Oturdukları medresede gecenin başlangıcında secdeye kapanmış, mübarek gözlerinden pek çok göz yaşı akmıştı. Havanın soğukluğundan, mübarek yüzü buz tutmuş, derisi döşeme tahtasına yapışmıştı. Gündüz olunca yakınları sıcak su hazırlayıp yüzüne dökerek erittiler.

Buraya kadar anlatılanlar zâhiri namazlarıydı. Bâtın namazlarının sırlarına kim vâkıf olabilir? Zira şöyle buyururlar:

Mihrabı dost cemali olan kimse için;

Yüz türlü namaz, rükû’ ve secde vardır.

TAKVA VE VERA’LARI

Hazreti Mevlânâ Efendimizin takvası anlatılamayacak derecede özeldi. Takva hususunda yüksek sözler söylemişlerdir. Ashab-ı kiram ve seçkin büyüklerden sonra onun hakkında “sizin en üstününüz, en takvalı olanınızdır”[23] ayeti gelmiştir.

Takvanın zâhiri manası Hak Teâlâ’dan korkmak sebebiyle günahlardan kaçınmak olduğundan “takva, şeriat edeblerinin muhafazasıdır” denilmiştir. Hak Teâlâ’nın haram ettiği şeylerden çekinmek demek olduğuna göre; “takva nefsin hoşlandığı şeylerden çekinmektir” denmiştir. Takvanın kemal kazanmaya engel olan şeylerden uzak durma olmasına göre; “takva, seni Hak Teâlâ’dan uzaklaştıran şeylerin hepsinden sakınmaktır” denilmiştir.

İşte bu suretle sülûkün ve vuslatın gereği olan şey elde edilir ve rızık kapıları açılır.

Şiir:

Eziyetsiz rızk nedir bilir misin;

Ruhların gıdasıdır, yoksa maddi rızık değil!

Kur’anı Kerim’de mealen şöyle buyrulur: “Allah Teâlâ’ dan korkup yasakladıklarından sakınan kimseyi Cenabı Hak dünya ahiret mihnetinden çıkarır ve ona hatırına gelmeyen, ummadığı rızkı ihsan eder” [24]

Takvanın bu çeşidi takvanın ilk derecesidir. Takvanın yüksek derecesi Allah’tan başka her şeyden nazarını çekip O’ndan başka bir şeyle ilgilenmeyi haram bilmektir.

Nitekim Cafer Sadık (r.a.) şöyle buyurmuştur: “Takva, kalbinde Hak Teâlâ’dan başka bir şey görmemektir.” Şeyh Nasr Âbâdî de demiştir ki: “Takva, kulun Allah’tan başkasından korkup sakınmasıdır.” Bu söylenenler Hazreti Pir Efendimizin sıfatlarındandı ve bu edeble dolu olduklarından davranışlarını şu şekilde ifade etmişlerdir:

Takva ateşi masiva cihanını yaktı.

Allah’tan bir şimşek tecellisi çaktı, takvayı da yaktı.

Takva hususunda öyle bir halde yaşamışlardır ki, bütün ömründe kendisinden dünyanın gamı ve neşesine dair bir söz ve dünya işleri hakkında bir şey işitmemiştik. Bu, bâtın meşguliyetinin delilidir. Nitekim buyururlar:

Dünya şehveti külhana benzer, zira onun hararetiyle takva hamamı ısıtılır.

İşte dünya şehvetine bulaşmış olanlar o külhan içinde huzursuz yaşarlar.

Takva sahipleriyse külhanın kirinden dumanından uzak olarak sefa sürerler.

Cenabı Hak buyurur: “Allah’ın yardımı, yasakladığı şeylerden sakınanlar ve yarattıklarına şefkatle iyilik yapanlar içindir.” yahut: “Allah Teâlâ takva sahipleriyle ve güzel huylularla beraberdir”[25]

CEZBE VE AŞK

Hazreti Pir Efendimizin cezbe ve aşkı o kadar yüksekti ki, bu küçük kitapta onların yüzde biri bile anlatılamaz. Ancak “az çoğun delilidir” diyerek onun hallerinden birer koku belirtelim. Akıllılara bir işaret yeter.

Ey okuyucu, Allah seni muvaffak etsin, bilmiş ol ki, cezbe Hakk’ın tevfikine bağlı ezeli bir nasiptir; Cenabı Hakk’ın inayetine mazhar olanların ruhlarına yaratılmalarından önce yoldaş edilmiştir. Bir ârif demiştir ki:

– “Cezbe ve tevfik Hakk’ın kula sebepsiz ve talepsiz verdiği bir ihsandır.”

Allah’ın bir lütfu olan bu devlet, mümine gülümseyen yüzünü başlangıçta gösterirse onu az bir çalışma ile yüksek makama ulaştırır. Hazreti Resulullah (s.a.s.) Efendimiz; “Hak’tan bir cezbe, insanların ve cinlerin ibâdetinden daha hayırlıdır” buyurmuştur.

Allah’a kavuşma yolunda, yani sülûkta, her hangi duraklama olsa Cenabı Hak cezbe bağışlayıp, onu o takılıp kaldığı makamdan geçirir.

Hazreti Pir Efendimize ezeli nasip olarak cezbe ihsan edilmiş olduğundan zaman zaman gelen cezbelerle sülûkunu tamamlardı. Bu yolda eriştikleri her makamda kendisine açılan hakikatlere dair bir koku ifade buyururlardı:

Manaların aşkının burakı, benim aklımı da gönlümü de aldı, götürdü.

Nereye götürdüğünü benden sor ki, söyleyeyim.

Çünkü senin bilmediğin bir tarafa götürdü.

O yüksek revaka yani önü açık çardağa, o manaların semasına götürdü ki,

Orada ne ay vardı ne de felek, orada cihan bile cihanlıktan çıkar.

Canın Süheyl yıldızı Rükn-ü Yemaniden doğduğu zaman ay;

Güneş, yedi göklerin kutbu için secdeye kapanır.

Başka bir yerde de bu manada büyük ve güçlü bir halin sırrından şöyle bahsederler:

Saadet doğanı gelip eteğimizden çekti, otağımızı göklerin üstüne kurduk.

Şükürler olsun; Mısır ülkesinin rüyasında bile görmediği şekeri;

Biz dişimizin dibinde bulduk.

Ayın dönmesi ömürleri kısalttığı halde;

O hakiki sevgili, devranımıza uzun bir ömür bağışladı.

Bu manevi hazinelerin anahtarının her kelimesi binlerce hakikati ihtiva eder, eğer açıklamasına girişsek iş uzar, asıl maksat kaybolur. O yüzden asıl maksada gelelim. Hazreti Sultan Veled Efendimiz erişmiş olduğu bu ezeli inayet hakkında şöyle buyurmuştur:

İlâhî, beni ezelde yaratttığın zaman, aşkım kemalde idi.

Ne gök vardı, ne güneş vardı, ne bir insan başı, ne de onun bir külahı vardı.

Tâ o zaman sen benim duamı işittin de;

Beni muhabbetin için ayırdıklarının içinden, aşkın için seçtin.

Hazreti Pir Efendimiz başka bir yerde, ezel sabahında zatının tıynetiyle eş olan büyük inayeti açıklarken, o bâki sâkînin elinden manevi bir ağızla tatmış olduğu bir şarabın tadından şöyle bahsederler:

Ey ezel sâkisi, bizi güzelliğinin divanesi kılmak içindir ki vücud toprağımıza aşkının şarabının cür’asını döktün.

Bizim cemal mecnunu olmamızı istemeseydin, döker miydin hiç?

Diğer bir gazelde de buyururlar ki:

Bu gönlüm beni yakamdan tutup o yarin köyüne doğru götürüyor. Beni muhabbet bâdesini içtiğim köye götürüyor.

O kadar içtim, sarhoş oldum ki, pabuçlarım, sarığım birbirine dolaştı.

Hazreti Pir Efendimiz, ezeli inayete mazhar olup o inayetin kanadıyla benliğin korkunç çöllerinden uçup geçmiş olduğundan, tarikat saliklerinin irşadı için o halin beyanına dair çeşitli sözlerinden kısacık da olsa alıntı yapmış olduk.

SEKR VE İSTİĞRAKLARI

Hazreti Pir Efendimizin sekr ve istiğrakları nasıl anlatılabilir ki, onu güzel sözlerinden çoğu sekr halinde söylenmiştir. Bu öyle bir makamdır ki, ricalullah kurb ve vuslat makamına kavuştukları vakit o halin ziyadeliğinden muhabbet şarabını yudum yudum içerek rabbanî buluşmanın sarhoşu olurlar. Nitekim Resulullah (s.a.s.) Efendimiz şöyle buyururlar:

innallahe teâlâ şeraben eaddehu lievliyaihi iza şeribû sekirû ve iza sekirû tâbû ve iza tâbû sâmitû” yani: “Allah Teâlâ Hazretleri’nin evliyası için hazırlamış olduğu bir şarab vardır ki, onu içtikleri zaman sarhoş olurlar, sarhoş oldukları vakit hoş olurlar, hoş oldukları vakit sessiz olurlar.

Hazreti Resulullah (s.a.s.) Efendimiz, özel bir yakınlık olan “Kab-ı kavseyni ev edna” makamına erdiklerinde; Cemal ve Celal ahadiyetini basiret gözüyle müşahede eylediler. Sübhanî ayetlerin keşfinden ve rabbanî rümuzların çözülmesinden sonra; Hak Teâlâ’dan, biri süt ve biri şarap ile dolu, nurdan iki kadeh geldi. Bunlardan birini seçmeleri istendi. Hazreti Resulullah (s.a.s.) Efendimiz;

– “Sütü seçtim” buyurdular. Zira o vakit şeriat hükümlerinin ve tarikat kurallarının başlangıcıydı. Hakikat şarabının kadehini; arifler, aşıklar ve ümmetinin ileri gelenleri için saklamışlardı. Hazreti Mevlânâ Efendimiz o şarabın vasıflarından çok söz etmişlerdir. Allah ondan bizlere de içirsin amin. Şöyle buyururlar:

O öyle bir şaraptır ki, eğer ondan bir yudum yere damlasa, ot bitmeyen, çorak topraktan; hemen güller çıkar, gülistanlar meydana gelirdi.

O öyle bir lâl renkli şaraptır ki, eğer gece yarısı her taraf karanlık içindeyken; coşup taşsa, gökler ve yer nurlarla dolardı.

Sevgilim, sen beni mest edince şöylece bir seyret! Avları arasında zevk sarhoşu olan aslan nasıldır, bak gör!

Başka bir gazelde şöyle buyururlar:

Âlemin bağı, meyi, engûru mevcud olmadan

Lâyezâli bâdesinden canımız mahmur idi

Âlem-i can Bağdad’ında biz “enel Hak” der idik

Nükte-i Mansûr evvelden dahi mezkûr idi

Etmemişken âb u kilde nefs-i küll mi’marlık

Tâ harâbât-ı ezelde ıyşimiz ma’mûr idi

(Cihanda henüz bağ, bâde, üzüm yaratılmamıştı ki, bizim canımız kutsal şaraptan sarhoş ve mahmurdu.

Mansur’un tevhid nüktesiyle ilgili sözünün daha münakaşası yokken, biz can cihanının Bağdad’ında “enel Hak” diyorduk.

Nefs-i küll yani kudret eli, su ile toprağa mimar olmadan, Âdem’i yaratmadan önce; bizim yiyip içmemiz hakikatler harabâtında mükemmeldi.)

Bu mübarek gazelin açıklaması çoktur, fakat burada maksat şarabın özelliğini anlatmaktır.

Zamanın muhakkiklerinden Şeyh İbni Fârız Hazretleri, elest bezminde içtiği muhabbet şarabı hakkında şöyle buyurur:

“Henüz üzüm yaratılmamışken biz, cananın cemalini anarak aşk şarabıyla sarhoş olduk.”

Hazreti Mevlânâ Efendimiz, kendilerinde hasıl olan o şarabın sarhoşluk özelliklerini beyan ederken yüksek beyitler söylemişlerdir. Şu iki beyitte işaret buyrulanlar marifet ehline tam sermayedir:

Güzel yüzlü canımın sâkîsi, dervişini sarhoş etmek için testi testi şarap verir.

Başımdan, ayağımdan habersiz bir halde, küp dibinde oturdum;

Şimdi bana yalnız muînim Hak hükmediyor.

Sekir sahibi olan evliya ve kâmillerden buna benzer pek çok yüksek sözler nakledilmiştir. Lâkin Hazreti Pir Efendimizin sekir hali herkesten fazla olduğu için; inci saçan dilinden gelen sözler de hepsinden yüksek ve kutsal, makamları ise hepsinden daha şereflidir. Hazreti Mevlânâ Efendimiz buyurur:

“Rindân-ı harâbat yedi içti de gitti

Bizler ebeden yiyip içtikçe oturduk”

(Aşk harabâtının rindleri lâyezâlî cemal şarabından içtiler, gittiler.

Biz ise sonsuz bir zevk ile visal şarabını içtik, gitmeyip oturduk.)

Bunun gibi pek çok yüksek söz Hazreti Pir’den nakledilmiştir. Bu kitaba örnek olmak üzere bu kadar alındı.

Kâmil mü’min istiğrak ile cezbedilip vuslat şarabından tadınca, cemal ve celal sarhoşu olur, kendinden çıkar. Kendine gelince yani beşeriyet âlemine inince; eski hal zevklerinden ayrılmasından dolayı onda aşk ve şevk meydana gelir.

Vecd; aşk ve şevkin üstün gelmesidir. Bir arif der ki: “vecd, şevkin galebesine tahammül etmekten dolayı ruhun ıstırap ve kararsızlığıdır.” Hazreti Pir Efendimiz bu hallerin vasıflarıyla doluydu. Zâhirinin bâtınına uyması yüzünden aşk özelliklerini seçmişti. Açıkça bellidir ki, şevk ve aşk adımlarıyla hakikatin sonsuz tavırlarını dolaşmıştı. Aşağıdaki beyitler gittiği bu tavırların büyüklüğü ve yüksekliğinden haber verir, aşk yüzünden müşahede eyledikleri iştiyak çokluğunu gösterir:

Otuz yıl Mecnun gibi senin için koştum, dolaştım. O ıssız vahşi bir adada; yaş, kuru hiçbir şeye rastlanmazdı.

Ah o zaman ben, senin her şey olduğundan habersizdim. Aklım iman ve küfür kaygısında kalmıştı.

Ey gönül, sen iki cihanın dışında, bir hakikat kâinatısın, ilâhî bir cihansın.

Her şey senden ibaret, fakat sen her şeyden münezzehsin.

Diğer bir gazelde beyan buyururlar:

Hakikat ve aşk yolunun yolcularına yoldaş oldum, Rabb’ın huzurundakilerle arkadaşlık ettim.

Altı yönün dışında bir kubbe gördüm.Hemen toprak olup o kubbenin tabanına yayılıp döşendim.

Her nefsin yoldaşı Azrail idi, ama ben hiç aldırmadım; can bana lazım değil ki ondan üzüleyim.

Ölümle yüz yüze savaştım, sonra ölüm bayramıyla sevindim.

Aşkın damarlarında kurumuş kan, aşıkların iki gözünden sızan şebnem oldum.

Bazen İsa gibi tamamen lisan kesildim, bazen Meryem gibi suskun bir gönül oldum.

Meryem ve İsa hakkında anlatılanlar var ya; bana inanırsan, o dahi ben oldum.

Ah sonsuz aşkın neşterleri önünde; yüzlerce onulmaz yara oldum. Evet, ama; o yaraya şifa olacak merhem de yine ben oldum.

Dünyevi hayat atının varlık kolanını tamamiyle gevşettim. Fakat ondan sonra beka üzengisi üzerinde sağlamca durdum.

Gerçi hazin hazin inleyen sazın sırtı gibi belim aşk ile büküktür. Fakat yine sen o güvenli ve ölmez neyin lâhutî sesini benden dinle, evet benden dinle!

Allah bilir ya; hakikat bana yüzünü gösterdi. Ben, aşk ahının şehidi oldum ve pek iyi bildim.

En büyük bayram Şemsi Tebrizî idi. O bayramın en büyük kurbanı ben oldum.

Bu yüksek gazeldeki beyitlerin her kelimesi Hazreti Pir Efendimiz’e açık olan hakikat sırlarına işarettir. Bunun deniz gibi olan açıklamasına dalınacak olursa uzun kaçar. Zamanın büyüklerinden bir zat bu beyitlerin bir beytini açıklarken iki tabaka kağıdı doldurmuştu. Şimdi biz yine sözümüze dönelim ve Hazreti Mevlânâ Efendimiz’in açıkladığı aşkın bazı sırlarını ve aşkta gelmiş olduğu bazı makamları gösterelim. Ey hakikat talibi, bil ki, Hazreti Pir Efendimiz aşkta hadsiz hesapsız derecede heybet, ihtişam ve şan sahibiydi. Halinin başından sonuna kadar saattten saate aşkı ve şevki artar ve katlanırdı. Bu seçkin özelliğinin aşırılığına rağmen, daima o halin fazlalaşmasını ister asla kanmazdı. Nitekim buyururlar:

Kumlar suya doydu, ben kanmadım.

Sonunda o büyük isteği sayesinde en yüksek makamları geçtiler. Nitekim o hali şöyle açıklar:

Öyle bir aşk makamına ayak bastım ki, o aşk ile aşık lara reis olurum.

Ey dost, ben aşkın çocuğuyum fakat babamı geçtim, ondan ileri giderim.

Diğer bir gazelde aşkta tamamen yok olduklarını sembolik bir ifadeyle işaret buyururlar:

Bu vücudun izleri yok olmuştur, bir kadehte onun işi tamam oldu. Artık onda tecelli eden tamamiyle O’dur.

Benim bir gönlüm var ki, aşk yolunda harap mı haraptır. Aşk tutkunluğu onu birden bire harap etmiştir.

Aşka de ki: kendi muhabbetine düşmüş birini mi arıyorsun; işte o senin istediğin gibi bir düşkün aşık, gel de elinden tutup kaldır!

Yine bir yüksek gazellerinde buyururlar:

Ben neşeliyim, neşe benim! Zühre yıldızı benim ahenkli sesimi terennüm eder.

Aşk, aşıklar arasında benim için işvelenir.

Bir başka gazelde aşk hususunda kendilerine görünen güçlü bir makamın vasıflarını şöyle beyan ederler:

Bu gece yarısı böyle mehtap gibi nurlu görünen kimdir? Bildim, bildim; aşk peygamberidir bu, mihraptan çıkıp geldi.

Aşk fazilette, ilimde, defterde, kitapta değildir.

Halkın dedikodusunu ettiği yol, aşıkların yolu değildir.

Aşk bir nûranî ağaçtır; dalları ezelde, kökleri ebeddedir.

Bu aşk Tûba’sının ne Arş’la, ne arzla (yerle) bir ilgisi var.

İrşad maksadıyla buyururlar:

Hoş heves oldu âşıka canını eylemek feda

Aşk kanattır ey oğul, gayrisi hep onun heva

(Aşıka can feda eylemek hoş gelir. Aşk kanattır oğlum! geri kalan hevesten başka bir şey değil.)

Ve yine buyururlar:

Aşık ol, aşık ol, elverdi eşeklikten geç

Padişahzâdesin âhirde esirlik nenedir

(Aşık ol aşık, eşeklikten vaz geç. Sultanzâde olduğun halde daha ne vakte kadar böyle esarette kalacaksın?)

Yine buyururlar:

Bîaşk geçen ömrünü hiç katma hesaba

Aşk âb-ı hayattır dil ü candan onu ahz et

(Aşksız geçen ömrü hayattan sayma. Aşk âb-ı hayattır, onu sen candan gönülden kabul et.)

Bu konuda Hazreti Pir Efendimizin kutsal sözleri pek çoktur. Bu kadarcık örnek gösterildi.

EVLİYANIN HAVF VE HAŞYETLERİ

Evliyanın sülûkunda ortaya çıkan havf, haşyet, reca ve bastın sebebi nedir, Hazreti Pir Efendimiz bu kısımda nasıl sülûk eylemişler ve neler söylemişlerdir bunları anlatacağız.

Kur’an-ı Kerim’de; “Kesin olarak bilin ki, Allah’ın evliyasına korku yoktur, onlar mahzun da olmazlar”[26] buyrulduğu halde büyük evliyaya ne sebepten korku ve haşyet gelir diye sorulursa bil ki, velayet, mümini kuşatmış olan inayetten bir duvardır. Vesveselerin saldırısından nefsi korur, yönünü sırat-ı müstakime doğru çevirir, onu aşağı düşmekten kurtarır.

Havf üç çeşittir: avamın korkusu, havassın korkusu ve ehassın korkusu.

Avamın korkusu; çok günah işlemiş olmaktan dolayı cezalanmaktan korkmaktır.

Havassın korkusu; makamından inmek, Hakk’a yakınlık makamından uzak düşmek korkusudur.

Ehassın korkusu ise; nefsin edebinin yüksekliğinden ve Hakk’a yakınlığın fazlalığından dolayıdır. Zira kurbiyet (yakınlık) makamına tam olarak eriştiğinde, eldeki imkân vasıtaları ortadan kalkar, Celal azameti, neliksiz niteliksiz Hak hüviyeti müşahede edililir. Hak (c.c.) Hazretleri’nin yakınlığındaki azamet ve heybetten onlara havf ve haşyet gelir. Nitekim Kur’an’da “Şüphesiz âlim kullar, Allahtan en çok haşyet duyarlar.”[27] buyruldu.

Anlatıldığına göre, Ali (r.a.) Efendimiz’in terbiyesinde yetişmiş olan, bütün şeyhlerin imamı Pir Hasan Basri (r.a.) Hazretleri’ni havf ve haşyet öyle kaplamıştı ki, yalnız başına oturduğu vakitte, yalın kılıç çekmiş birinin önünde oturuyormuş gibi dururdu. Gönlündeki yanıklıktan ötürü onu hiç kimse gülerken görmemişti. Zira aradaki vasıtalar ne kadar ortadan kalkarsa, azamet de o kadar fazla tecelli eder.

Ehlullaha ziyadedir hayranlık

Onlar vâkıf siyaset-i sultana

Hazreti Cüneyd buyurur:

“Hak Teâlâ’nın bazı kulları vardır ki, Allah’tan havf üzere oldukları zaman; güçleri tükenir, dilleri söylemez olur, akılları şaşkın kalır. Onların bu hali; Allah Teâlâ’ya karşı kendilerine gelen heybet ve dehşettendir. Halbuki onlar aslında çok güzel konuşan, akıllı, zeki ve Allah’ı ve ayetlerini bilen kimselerdir.”

Hazreti Pir Efendimiz yakınlık makamına eriştiklerinden sözlerinin çoğu vuslat açıklamalarıdır. Tecelli nurlarına battıkça; hüzün ve havf vücudunu kaplar, bunun sırrından sözler ederdi. Nitekim buyururlar:

Dünyada en küçük bir sevinç beni korkutur;

Sen bu kadar zenginlikle nasılsın?

Diğer gazelde şöyle buyururlar:

Eğer gönlün gerçek sevgilinin gamıyla ferah değilse;

Sen o ezeli şahın aşkında eksiklisin.

Gerçek hazineden ayrı kalmaktan kork, şunun bunun eziyetinden korkma.

Zira Hakk’ın kızması insanınkine benzemez.

Başka bir gazelde teslim ve rıza bahsinde buyururlar:

Sevgili gam tarafında ise neşelenmeyi hiç düşünme,

Çünkü aslanın pençesinde bir av gibisin sen.”[28]

RECA

Reca, İsa Mesih’e (a.s.) ait bir sıfattır. Hak yolunda olan bir kimsenin bu sıfatı taşıması lazımdır. Şeyh Osman Hazretleri şöyle buyurmuştur: “Havf, Allah Teâlâ’nın adlinden, reca fazlındandır.”

Reca; havf ile birlikte olmalı, biri diğerine tercih edilmemelidir. Nitekim denilmiştir ki: “insanın havfi ve recası tartılsa her ikisi de birbirine eşit olmalıdır.”

Eğer ümit korkudan fazla olsa, yersiz bir güven gelir. Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulur: “Ey insan, seni kerim Rabbına karşı mağrur eden şey nedir?”[29]

Eğer korku ümitten üstün olsa, helak getiren bir ümitsizlik meydana gelir. Nitekim buyrulur: “Allah’ın rahmetinden ancak kâfirler ümit kesip me’yus olurlar.”[30]

Şu halde reca, Cenabı Hakk’ın lütuf ve rahmetine hüsnüzan edip kuvvetle inanmaktır. Cenabı Hak buyurur: “O kimseler ki, iman ettiler, yurtlarını terkettiler ve Allah yolunda mücahede eylediler, işte onlar ilâhî rahmetten ümitlidirler.”[31]

Bu anlatılanlardan belli olduğu gibi; havf ve reca sıfatları kâmilde birbirine denk olmalıdır. Mesela daima güneş olursa, sıcaklık ve kuruluktan dolayı hiçbir nebat bitmez ve büyümez. Eğer hep yağmur olursa, yine böyle olur.

Fakat insan son demlerinde recaya sarılmalı, ilâhî rahmet ve inayeti beklemelidir. Yahya bin Muaz Hazretleri şöyle buyurmuştur: “Havf suyu Hakk’ın adalet denizinden, reca suyu fazl denizinden içilir. Halbuki Allah’ın lütuf ve ihsanları adaletini geçmiştir. Çünkü Cenabı Hak “Rahmetim gazabımı geçti”[32] buyurmuştur.

Hazreti Pir Efendimiz cemal tecellisinden sonsuz haz ve nasib aldıklarından ve hüsnüzanları hakkalyakin mertebesinde bulunduğundan; recaya dair pek çok ince hakikatler söylemişlerdir. Doğru ahlakı, basiret gözü ve Hak kelamını işiten kulağı olan kimse, bu bir damladan mana ve hakikat deryalarına idrak ayağını yetiştirir.

Hazreti Pir Efendimiz şöyle buyurur:

Ariflerin ışığı ve şahidi kendilerinin dışında değildir.

Onlar üzümün kanını içmemişlerdir; onların şarabı kendi kanlarıdır.

Evet, kanlı gönüllerinin muhabbetine düşmüşlerdir onlar.

Sâki bize afyonunu teklif etme, onu sen gam mahpuslarına ver.

Zira bâdeyi gamlı olanlar neşelenmek için içerler.

Halbuki biz, neşe veren o bâdeden ziyade gönül hoşluğu severiz.

Gam bize kastedemez; çünkü bizim kanımız gama haramdır.

Fakat biz gamı kovar, yok ederiz; onun kanı bize helaldir.

Bizim etrafımızda dolaşan gam, kendi kanına susamış demektir.

Ben ölüler gibi surun üfürülmesine bağlı değilim.

Aşk efsunlu nefesiyle her an bana can bağışlar.

Bir rubâide şöyle buyururlar:

Madem ki, gönlümde o kıskanç perinin sureti vardır, bu âlemde benim kadar neşeli kim olabilir?

Vallahi ben neşeli olmadıkça yaşayamam. İşitiyorum; gam denilen bir şey varmış fakat bunun ne olduğunu bilmiyorum.” [33]

Başka bir gazelde şöyle buyurur:

Gamın ne haddi var ki, adımızı ağzına almaya kalksın? Sevinçli ve neşeli ol, biz gamdan da gamlıdan da vaz geçmişiz.

Biz gerçeği söylüyoruz, sen inanmıyorsun. Halbuki biz iki cihanın ikrarından da inkârından da geçmişiz.

Yine buyururlar:

Gam, keder öldü, ağlamak gitti, ben ve sen sağ olalım.

Nerde ağlamak varsa, şimdi gülmeye döndü.

Bir başka gazellerinde kendisine bağlı olanları irşad için buyururlar:

Gamın gide deyu verdim sana mey-i cânı

Düşüp de gamlara her şad olandan umma medet

(Gam çekmeyesinı diye; sana can ve aşk şarabını sundum.

Gamın ne yeri var artık, bundan sonra sen öyle neşelenirsin ki, her neşeliyi geçersin.)

Cemal tecellisinden pay aldıkları vakit, başka bir makamda buyururlar:

Bütün âleme cemalinin gül çehresiyle gül, zira ne kadar gülsen yeri vardır.

Cihanda her eğri, her doğru; senin boyunun, kaşlarının meftunudur.

Hazreti Pir Efendimiz bu makamda çok sözler söylemişler, yüksek hakikatler açıklamışlardır.

GÖNÜLLERİN GİZLİ SIRLARINI BİLMELERİ

Tasavvuf ehlinin “eşraf’ül kulûb” dedikleri bu şuurun, bu yüksek makamın kâmil mümine ne vakit geldiğini şöyle açıklıyoruz:

Ey hakikat isteklisi, bil ki, kâmil mümin kemale erince; onu seyr-i ilallah’ta (Allah’a gidişte) bütün ruhanî ve cismanî melekûttan geçirirler. O da basiret gözüyle bütün yüce ve alçak varlıkları görür, bütün inceliklere muttali olur. Hazreti Pir Efendimiz, Hazreti Resulullah (s.a.s.) Efendimiz’in miracından haber vererek şöyle buyururlar:

Bakışı sapmayan”[34] Peygamber Efendimiz bütün âlemleri görüp geçti,

Nihayet öyle bir nakış gördü ki, artık ondan sonra hiçbir güzelliğe aşık olmadı.

Ondan sonra seyr-i meallah’ta (Allah’la gidişte) onun ilmelyakini aynelyakine erişir, belki hakkalyakine ulaşır. Nitekim Hazreti Ali (r.a.) Efendimiz bu hali kendi bakımlarından şöyle beyan buyurmuşlardır: “Bende öyle bir yakin yani kesin bilgi var ki, eğer Hakk’ı görmeye engel olan perde açılsa, benim yakinim şimdikinden fazla olmazdı.

Salik bu dereceye yükselir ve âlem-i kübrada[35] kibriya nakışlarını seyrederse, âlem-i sagir[36] olan insanın gönlündekileri görüp bilmesi onun için garipsenecek bir şey değildir. Hazreti Pir Efendimiz de aziz nefsini temizlemiş, kudsi sırlara ermiş olduklarından insanın içindeki yazısız nakışları açıkça okurlardı. Nitekim buyururlar:

O ne güzel, ne hayret verici bir kudret kalemidir ki, senin gönül açıcı suretini nakşetmiştir.

Nedir o sendeki irfan, nedir o kemâlât, herkesin kalp kitabını daha yazılmadan evvel okuyorsun.

Ey gönül, mademki o şahlar şahının doğanı seni avladı, öyleyse sen kuş dili tercümanısın.

Diğer gazellerinde buyururlar:

Tabipler, hastaların renginden hastalıkları nasıl anlıyorlarsa, bâtın gözleri açık olanlar da senin yüzünün ve gözünün renginden dinî durumunu görürler.

Senin renginden kahrını ve kinini anlarlar. Fakat seni rüsvay etmemek için gizler, açığa vurmazlar.

Hakikati gören arif, yüzünün mektubunu gözden geçirir fakat dudağıyla okumaz. Yoksa bu gebenin gelecekte ne doğuracağını pek güzel bilir.

Yine buyururlar:

Bu tabipler bedene ait her şeyi bilirler. Senin hastalığını senden iyi bilir, gerek nabzından gerek gözünden sende hemen yüz hastalık keşfederler.

Tabipler seni yeni muayene ettikleri için bazı işaretlere muhtaçtır.

İlâhî tabip olan kâmiller ise; uzaktan adını duyar duymaz, bakışlarıyla senin varlığının derinliklerine girer, sendeki manevi hastalığı, senin doğmadan önceki hallerini basiret gözüyle görürler.

Bu hususta kendilerinden görülen kerametleri anlatmak isterdim ve lakin özel yerinde anlatacağım için burda tekrar etmeyeceğim.

KUTUPLARIN TEVHİD VE İTTİHADI

Cenabı Hak seni yakin hakikatlerin ve ilâhî marifetlerin sonuna eriştirsin. Bil ki, bu anlatılan makamlar ricalullah için büyük makamdır, pek zor, şiddetli ve korkulu bir yerdir. Tevhidin hakikatine zâhir ehlinden hiç kimse erişememiştir, yani tasavvuf erbabının dışındaki alimler bunları bilmezler. Nitekim Mesnevi’de Hazreti Pir Efendimiz buyurur:

Ayakların izi deniz kıyısına kadardır,

Yani denizin içinde ayak izi yoktur.

Deniz kıyısından murat halk âlemi, denizin içi ise emr âlemidir. Yani zat denizine erişip seyr-i fillah’a (Allah’ta gidiş) gelindiğinde orada ne bir iz ve ne de bu gidişe bir son vardır.

Tevhidin manası bir bilmek ve bir demektir. Nitekim Cenabı Hak şöyle buyurur: “Allah Teâlâ Hazretleriyle beraber bir başka ilah tutmayınız.”[37]

İttihadın manası ise bir olmaktır. Bu makam tevhid makamından daha yüksektir fakat bir olmaktan maksat; kısır bakışlı bir zümrenin vehmettiği gibi hulül değildir. Cenabı Hak bundan yücedir. Bu manada Hazreti Attar buyurur:

Küfr oldu bu yerde ittihad ile hulül

Bir vahdettir bu geldi lâkin tekrar

(İttihad ve hulül iddia etmek küfürdür,

Fakat yine bir vahdet olarak tekrar edilmiştir.)

İttihad şudur: salik bütün makamları geçer, mücahede ve riyazetlerle bakır gibi olan nefsini, iksir haline getirir ve bütün amellerini hiçe sayıp ahadiyet sıfatına kabiliyet kazanır.

Ondan sonra kendisindeki bütün maddi ve manevi iradeler kalkar, Hakk’ın iradesine bitişir ve sonunda Hakk’ın sıfatıyla sıfatlanır.

Şeyh Evhadeddin Kirmani Hazretleri buyurur:

O kadar git ki, bu yolda ikilikler kalksın

Salik ol ki, ikilikler var ise ger kalksın

Sen o olmazsın eğer gayret edersen amma

Erişirsin o yere senliğin olmaz asla

(İkilik kalkıncaya kadar bu yolda git. Gerçi sen O olmazsın ama gayret edersen senden senlik tamamen kalkar.)

Kâinatın Efendisi Hazreti Resulullah (s.a.s.) Efendimiz “Benimle işitir, benimle görür..”[38] olmuştu, ahadiyet sıfatına bürünmüştü. İşte bu yüzden Hak Teâlâ onun hakkında “Attığın zaman sen atmadın velâkin Allah attı”[39] ve “Hudeybiye’de ağaç altında sana biat edenler Allah’a biat etmişlerdir, Allah’ın tasarruf eli onların itaat ellerinin üstündedir”[40] diye hitap buyurmuştur ki bu mananın büyük işaretidir.

Ariflerin sultanı Beyazıd Bestami Hazretleri demiştir ki:

Otuz sene Hak ne buyurduysa, ben onu yaptım. Şimdi otuz senedir ben ne dersem Hak onu yapıyor.

Zira sülûkun başlarında onun iradesi henüz Hak iradesinde yok olmamıştı. Ondan dolayı otuz yıl kendi nefsini Hakk’ın emir ve yasaklarına itaat ettirdi, otuz yıldan sonra onun iradesi Hak iradesinde fani oldu ve onda Hakk’ın iradesinden başka irade kalmadı. Artık ondan ancak Hakk’ın dilediği ortaya çıkar. Onun dilediği ancak Hakk’ın buyurduğudur. Hak Teâlâ da ancak onun istediğini buyurur.

Mesela yüzme bilmeyen bir adam denize düşse onun hareketi mevcut oldukça elini ayağını yanlış oynatır, daha fazla denize batar. Ama kendinde hiçbir hareket kalmayınca artık onun hareketi denizin hareketine bağlıdır. Bu manada Hazreti Mevlânâ Efendimiz buyurur:

Deniz, ölmüş adamı başının üstünde gezdirir. Eğer denize diri biri düşerse, içine batmaktan nasıl kurtulur?

İşte bunun gibi; sen beşer sıfatlarından öldüğün vakit, ilâhî sırların denizi de seni başının üzerinde taşır.

Eğer bir kâmilden bu halde bu manaya dair bir söz çıkarsa Hak’tan çıkmış olur. Zira ağaçtan böyle mana ortaya çıkmıştır: “Musa uzaktan gördüğü ateşe doğru gidip yaklaştığı vakit Eymen vadisinden mübarek bir köşedeki bir ağaçtan ona şöyle seslenildi: ‘Ey Musa, gerçekten ben âlemlerin rabbi olan Allah’ım!”[41]

Bu manada Hazreti Mevlânâ Efendimiz buyurur:

Tih sahrasına düşüp çok belalara uğradım, kudret helvası ve bıldırcın yedim, tam kırk yıl Musa gibi çöllerde dolaştım.”

Başka bir yerde şöyle buyururlar:

Tu an nûri ki bâ Mûsâ hemi goft

Hudayem men hudayem men hudayem

“Sen ol bir nursun Musa’ya derdin

Huda’yım ben, Huda’yım ben, Huda’yım

(Sen, Musa’ya; ben Tanrı’yım, ben Tanrı’yım diyen nursun)

Ağaçtan bu hitap geldiğine göre, varlıkların en şereflisi ve mazharların en yükseği olan zatından bunun ortaya çıkması daha layıktır. Nitekim Hazreti Mevlânâ Efendimiz buyurur:

Hak şecerden “Ben” dedi makbul-i âlem oldu bu

Ger beşerden söylese körlükten inkâr eyleme

(Hak Teala, ağaçtan; “Benim!” dedi, bunu da herkes kabul etti.

Bu sözü insan söylerse, manevi körlüğünden dolayı sen bunu inkâr etme.)

Anlatılır ki, Bayezid Bestami Hazretleri, istiğrak halinde “sübhane ma a’zamü şâni”[42] buyururdu. Zamanının kutbu Şeyh Cüneyd Bağdadî; “Cübbemin içinde Allah’tan başkası yok” buyurdu. Allah yolunda katledilen Hüseyin Mansur Hallac ise “Enel Hak” buyurdu. Büyük azizlerden bu sözler nakledilmiştir.

Bu makamın sonuna erişmiş ve en yüksek dereceye ulaşmış olan Hazreti Mevlânâ Efendimiz de bu makamda iken buna benzer sözler buyurmuştur:

Allah şarabından hem câm-ı enel Hak’tan

Sagarla cihân içti, ben küpler ile içtim

(Allah’ın şerbetinden; Enel Hak şarabından, her biri bir kadeh içtiler, ben küpüyle içtim.)

Başka bir yerde şöyle buyururlar:

Ne ez hâkem ne ez bâdem ne ez âteş ne ez âbem”[43]

(Ne topraktanım, ne havadan, ne ateştenim, ne de sudan.)

Başka bir yerde buyururlar:

Bu heykel-i âdem oldu perde

Biz kıblesiyiz bütün sücûdun

(Bu insan gibi görünenin yüzü örtülüdür. Aslında biz bütün secdelerin kıblesiyiz.)

Ve yine buyururlar:

Benim cisim evim neden halkın secde ettiği yer oldu?

Çünkü gece gündüz onun duvarında ve kapısında O var.

Başka bir yerde buyururlar:

Tevhid sırlarına ve vahdet hakikatlerine işaret etmesinden dolayı

Hallac Mansur halk tarafından asıldı.

Sırlarımın büyüklüğünü duysaydı Hallac beni asardı.

Ve yine buyururlar:

Duayı cümleye ettim bana dua yetişir

Gören benim yüzümü, istiyor dua benden

Bu hal üzere bulundukları zaman Hazreti Pir Efendimizden bu gibi pek çok yüksek söz çıkmıştır. Tevhid hakikatinin sırlarına dair olan kutsal sözleri esasen hiçbir kâmilden işitilmemiştir. Fakat bilinmelidir ki, bu ittihad hali, tevhid ehlinin devamlı olarak kalacağı bir makam değildir. Zira Hazreti Resulullah (s.a.s.) Efendimiz “Li meallahi vaktün..” yani “Benim öyle vaktim olur ki, oraya hiçbir mukarreb melek veya peygamber sığmaz” buyururlardı.

Şu halde bu ağır yüke insan nasıl dayanabilir? Hüseyin bin Mansur Hallac bu şimşeğe çok düşkündü. İsterdi ki hep bu hal üzre kalsın. Halbuki beşeri gücü bunu kaldıramadı. Dua ederken Hak Teâlâ’dan kendi zâhir varlığının harap olup yıkılmasını istedi de dedi ki:

– “Yarabbi, ben nâsutluğumu lâhutunda yok ettim, lâhutluğunda olan nâsutluğum hürmetine beni öldürmeye çalışanlara rahmet eyle.

Hâkanî bu manada şöyle demiştir:

Pâyımın hârı benim ben çıkayım kendimden

İkilik ben ola ben sen olayım hem sen ben

Kendim olmaksızın arzumla seninle olayım

Tâ ki sevdan ile mâli ola dâim dil ü ten

(Senin vuslatına gitmeye engel olan ayağımdaki bu diken benim kendi varlığımdır. Bunun için kendimi kendimden vaz geçiririm.

O vakit ikilik kalkar, öyle bir vuslata ererim ki, ben sen olurum, sen de ben olursun.

İşte o zaman bu kavuşma zevki ile kendimden geçerek ben seninle istediğim gibi otururum.

Hem öyle otururum ki, senin sevdan, beni bırakmaz, hakikatinin sır tecellisinden ibaret bulunan vücudumu terketmez.)

SEMA’LARI

Ey sadık aşık ve uygun arkadaş, Allah seni iki cihanda başarılı kılsın. Bil ki, Hazreti Pir Efendimiz hallerinin başlarında babası Hazreti Bahaeddin Veled Efendimizin tarikatındaydı. Mesela ders vermek, vaaz etmek, riyazet ve mücahede eylemek gibi Hazreti Resulullah (s.a.s.) Efendimiz’den gelen her türlü ibâdet ve çalışmalarla uğraşırdı. Namazda, oruçta ve riyazette hiçbir kâmile nasib olmayan tecelli ve yüksek makamlara erişmişlerdi. Fakat asla sema’ etmemişlerdi.

Şemseddin Tebrizî Hazretleri’nin maşuk velilerin sultanı olduğunu ve mahbubluk makamının en üstünde bulunduğunu (Hakk’ın sevgisini kazanmış velilerin en büyüğü olduğunu) basiret gözüyle görünce, ona aşık olmuş ve her ne emrederse onu işlemeyi ganimet bilmişlerdir.

Şemseddin Tebrizî Hazretleri ona dedi ki:

– “Sema’ edin, isteyip arzu ettiğiniz şeyi sema’da fazlaca bulursunuz!”

Sema’ın halka haram oluşu, onların nefs arzuları ile meşgul olmalarından dolayıdır. Onlar sema’ edince, o kötü hal kendilerinde artar. Hak ve hakikatten gafil olarak; azıp oyun gibi hareket ettiklerinden dolayı sema’ onlara haramdır. Bunun tersine olarak ve Hak talibi ve Hak aşıkı olanların aşkı ve isteği sema’da artar. Sema’ yaparken Allah’tan başkasını görmezler. Böyle bir topluluğa sema’ mubahtır.

Hazreti Şemseddin Tebrizî’nin işaretine uyarak Hazreti Pir Efendimiz sema’a girdi. Sema’ edince onun dediklerini aynen gördü. Ömrünün sonuna kadar bu usulde devam etti ve sema’ı tarikatın âyini yaptı. Sema’ âdet oldu. Şeyhlerin ve ariflerin çoğunun sema’ ettikleri rivayet edilmiştir. Sema’ sırasında yüksek sözler söylemişlerdir.

Anlatılır ki, bir gün Necdli bir arabi, hoş bir sesle şu beyitleri okuyordu:

Küllü sabâhi ve küllü işrâki

Tebki aynî bidemi müştâki

Lesa’tü hayyet’ül heva kebedi

Lâ tabîbi lehâ velâ râki

Elâ’l habibüllezi şugıftü bihi

İndehu rukyeti ve tiryâki

(Her sabah ve her kuşluk vakti gözlerime özlem yaşları dolar.

Benim ciğerimi heva yılanı soktu, onun hekimi ve çaresi yoktur.

Onun çaresi ancak beni bu aşka düşürendir.)

Hazreti Resulullah (s.a.s.) Efendimiz bu beyitleri işittiğinde; kalplerindeki marifet, muhabbet ve şevk deryaları coştu, bu beyitleri tekrar etmesini arabiye işaret buyurdular. Hazreti Resulullah (s.a.s.) Efendimiz’in coşmaları artınca, ellerini çırpıp şiddetlice hareket ettiler, o kadar ki, mübarek ridaları omuzlarından düştü.

Sema’ın velilere mubah olduğuna dair pek çok kitap yazılmıştır. Muhakkikler onu caiz görmüşlerdir.

Güzel sesin aşıklara hoş gelmesinin sebebi şudur: Elest toplantısında onlar ruhânî seslere alışmış, o gönül alıcı seslerle beslenmişlerdi. Şimdi ise vücud, nefs ve keduret âlemine bulaşmış ve o ruhanî âlemden uzak kalmışlardır. O güzel seslerden bir koku duyunca; mahzun gönül, şevkin çokluğundan dolayı coşarak çırpınmaya başlar. Bedenleri de ona uyarak harekete geçer.

Sema’da hakikate ermiş erlerden çıkan bütün hareketler bir nükte ve hakikate işarettir. Çerh atarak yani dönerek sema’ etmek tevhide işarettir. Bu makam muhakkik ariflerin makamıdır. Bu halde sevgiliyi, isteneni her yönde görürler. Her döndükleri tarafta onun feyzinden pay alırlar.

Sema’da sıçramak ve ayak vurmak iki hususa işarettir:

1- Sıçramak, yüce âleme şevkin fazlalığıyla erişmektendir.

2- Ayak vurmak, salikin o halde nefsini kendi hükmü altına alıp masivayı yani Allah’tan başka her şeyi; himmet ayağıyla alçaltmasına işarettir.

Sema’da kol açmak birkaç yoldan tarif olunur:

1- Vuslat şerefini kazanmaktan dolayı sevinmeye ve kemal derecesine yönelmesindendir.

2- Nefs-i emmare askerine karşı zafer kazanmaktır ki, cihad-ı ekber bundan ibarettir.

Sema’ sırasında bir azizi kucaklayarak sema’ etmek; kendi varlığından tamamen yok olup sonra kendine geldiğinde; o topluluğun içinde kimin iç aynasında kendini tam safada görürse, o azizi kucaklar. Yahut kendi cemalinin hayali kimi severse o azizi kucaklar.

Halkı sema’a çekmek ve hareket etmeye teşvik etmek, ayık olanların makamıdır. Onlar ilâhî feyzi bütün ordakilerin kalplerine saçarlar ve Hak rahmetini herkese yayarlar.

Sema’da alçak davranıp secde etmek ubudiyet (kulluk) makamından ibarettir. Namazda olduğu gibi sema’da da hakiki mahbuba kıyam yani sevgiliye ayağa kalkmak vardır. Sema’ secde ve rükû ile ibâdettir.

Bir de Hak sıfatından bir sıfatı her kimin içinde görürlerse, kendi bulundukları seyrü sülûka nisbetle o sıfata secde ederler.

Bu manalar uzundur. Talip o makama erişmedikçe o halin zevki ve tadı sözlerle anlatılamaz. Zira “Tatmayan bilmez” denilmiştir.

Şiir:

Biri sordu ki nedir aşıklık

Ben dedim ben gibi ol ki bilesin

Hazreti Pir Efendimiz sema’ın hakikatleri hakkında yüksek sözler söylemişlerdir:

Sema’ aşıkların gıdasıdır, zira onda sevgiliyle buluşup birleşmenin hoş hayali vardır.

Sema’da midenin boş olması şarttır. Zira bu halde kalp bahçesinin tazeliği ve letafeti artar. Nitekim Hazreti Pir Efendimiz buyururlar:

Ey sema’ eden; mideni boş tut;

Zira ney, içi boş olduğundan böyle aşıkça ağlayıp inler.

Sen mideni bir çok yemeklerle doldurursan;

Nazlı sema’ dilberini kucaklayamaz ve o sonsuz lâhûtî zevkleri tadamazsın.

Sema’ edenin hareketi ve hareketsizliği asil davranışlardır, oyun ve eğlence değil.

Nitekim Hazreti Pir Efendimiz buyurur:

Sevgili son zamanda bizi sevindirdi.

Gerçi onun dışı oyun ama içi ciddidir.

Eğer bir kişi hakikatine eremediğinden dolayı sema’ nurlarını inkâr ederse onu ayıplama! “leküm diniküm”[44] ayetini okuyuver; belki onda sahih bir zevk olmayabilir. Zira “Mü’min zekidir ve iyiyi kötüden ayırıcıdır.” Hadisinin temyiz kabiliyetinden mahrumdur.

Hazreti Pir Efendimiz buyurur:

“Sema’ aşıkların canının dinlenme sebebidir.

O manevi zevki, cananın canı olan, yani kalbi hakiki hayatla diri olan kimse bilir.

ŞİİR SÖYLEMELERİNİN SEBEBİ

Allah Teâlâ sana iki cihanda ikramlarda bulunsun. Hazreti Pir Efendimiz “Fihi mâ Fih” adındaki kitabında kendi dilleriyle kendilerini şöyle anlatıyorlar:

Benim bir huyum var ki, kimsenin benden incinmesini istemem. Mesela bazı kimseler sema’da bana çarparlar, dostlardan bazıları da onlara engel olmaya kalkışırlar, bu benim hoşuma gitmez. Yüz defa söyledim, benim için kimseye bir şey söylemeyin, bana çarpanlardan razıyım. Ben gönül almayı o kadar isterim, buna öyle özen gösteririm ki, yanıma gelen dostların canı sıkılmasın diye şiir söylerim. Şiir söylemeyi bir süre bırakıyorum, ama onlar benim şiir söylememi istiyor, arzu ediyorlar.

Men kucâ şi’r ez kucâ liykin bimen der miydemed

An yeki türki ki âyed gûydem hey kim sen

Türk key tâcik key rûmî key zengî key

Mâlikel mülki ki dâned mû be mû sırr u alen”

“Nerdeyim ben nerde şiir ama gelip Türkün biri

Şîve-i türkânesiyle der bana hey kimsin

Türk kim Tâcik kim Rûmî kim Zengî kim

Malikel Mülk’e nümâyândır bütün sırr u alen

(Ben nerdeyim, şiir söylemek nerde? Ama bir Türk gelip bana, hey sen kimsin! der. Mülkün asıl sahibi olan Allah, kılıma kadar açık gizli her şeyi biliyor ki, Türk kim, Tâcik kim, Rum kim, Zenci kim bilmem ben.)

Yoksa ben nerdeyim, şiir nerde, vallahi ben şiirden bıkmışım, bence şiirden beter bir şey yok. Benim bu halim, misafirin arzusuna uyarak elini işkembeye sokup temizlemesine benzer. Misafirin canı işkembe çorbası istediği için ev sahibi onun istediğini yapması lazım. Ben de şiir söylemek zorunda kalıyorum.

Yıldızların kâsesinden, dünyanın sofrasından el çekmişim de

Dilenci yüzlüler için kâseler yalıyorum

İnsan bakmalı, bir şehirde hangi mal satılıyorsa onu alıp satmalıdır. Ben uzun süre tahsil ettim, ne kadar zorluklar çektim, neden? Çünkü yanıma üstün insanlar, akıllılar, muhakkikler, derin ve ince meselelerle uğraşanlar gelsin diye. Cenabı Hak böyle istedi; bütün âlimleri burda topladı, ben ne yapabilirim. Bizim memlekette şairlikten daha ayıp bir iş yoktu. Eğer biz de kendi memleketimizde kalmış olsaydık, biz de onlar gibi yaşar, ders okutmak, vaaz vermek ve kitap yazmakla uğraşırdık. Bu şuna benzer: hekim hastanın başına vardığında hasta ilaç içmekten bıkmış, şerbet içmek istiyorsa hekim ilacı şerbete karıştırarak verir.

Hazreti Mevlânâ Efendimiz’in sözleri dış görünüşüyle gerçi şiirdir, velâkin baştan başa tevhid, Kur’an ve Hadis tefsiridir, onların sırlarıdır, hakikatlerdir, manalardır, sülû- kun bütün kaidelerinin açıklamalarıdır. Nitekim buyururlar:

Bizden sonra şeyhiniz “Mesnevi”dir, talipleri eğitip yetiştirir.

Gerçekten buyurduğu hakikat bu gün ortaya çıkmaktadır. Velâkin bir kimsenin canı her şeyden kesilip uzaklaşmadıkça ve muvahhid olmadıkça Mesnevi’den bir koku alamaz. Onu kendi aklıyla değerlendiren Mesnevi’yi ‘mişnevi’ eder, yani dinlenmez yapar. Halbuki Hazreti Pir Efendimiz bütün şeyhlerin hakikatlerini, bütün alimlerin demek istediklerini, her bir beytinde beyan etmek istemiştir. Nitekim buyururlar:

İsterim ki, can kalıbından kanlı köpükler çıkarayım, aşk tesiriyle kanlı gözyaşları dökeyim.

İsterim ki, iki cihanın hakikat kelamını bir ağızdan çıkarıp söyleyeyim.

Sultan Veled Hazretleri evliya şiirleriyle veli olmayanların şiirleri arasındaki farkı şöyle anlatır:

“Evliyanın şiiri tamamen Kur’an’ın tefsiridir. Zira evliya kendilerinden yok olup Hak ile var olmuşlardır. Onların duruşları ve hareket etmeleri Hak’tandır. Çünkü “Mü’minin kalbi Rahman’ın iki parmağı arasındadır, onu dilediği gibi döndürür”[45] Şairlerin şiiri ise onun tersine fikir, hayal mahsulüdür. Onların amacı kendi üstünlüklerini göstermektir. Bunlar evliya şiirlerini de kendi şiirleri gibi zannederler. Bilmezler ki, hakikatte onların fiilleri ve sözleri yaratıcıdandır, yaratılmışın onda yeri yoktur. Zira evliyanın şiiri kendini değil Hakk’ı göstermek içindir.

Bu şuna benzer: rüzgâr gül bahçesi tarafından gelirse gül kokusu, külhandan gelirse kötü koku getirir. Bununla beraber rüzgâr aynı rüzgârdır, fakat geçtiği yerler farklıdır. Koku alma duygusu keskin olan, bu iki çeşit şiiri birbirinden ayırabilir. Mesela sarımsak yemiş olan bir kimse, ne kadar da ‘misk’ dese sarımsak kokusu yayar, ondan o koku duyulur. Onun tersine ağzında misk varsa ‘sarımsak’ demiş olsa da ondan misk kokusu duyulur.

Şiir:

Aşıkın şiiri bütün ilâhî kelamın tefsiridir, şairin şiiri sarımsak buharı gibidir.

Aşık sevgilisinin güzelliğine hayretinden, gamzesinin nazlı işvesiyle sarhoş olduğundan dolayı şiir söyler.

Şairin şiiri ise varlık neticesidir. Cenabı Hak şairler hakkında “Şairlere ancak azgınlar uyar”[46] buyurmuştur.

Hazreti Mevlânâ Efendimizin sözleri tevhid sırrı ve hakikatin özü olduğu halde kendileri o halden uzak kalmak isterler ve susmayı arzu ederlerdi. Nitekim buyururlar:

Ey dille söylenilen söz, ben ne zaman senden müstağni kalıp, sana muhtaç olmaktan kurtulacağım?

Ne zaman marifet güneşinin aydınlığıyla hakikat şahının gölgesine gireceğim?

Yarabbi, ecel bana gelmeden evvel delil-i hesti olan ilim ve amelden beni vâreste kıl.

Özellikle insanların ağzına düşen söz söyleme ilminden uzak tut!

Derya misali sözlerinin kendi hallerine hicap olduğunu şöyle beyan ederler:

Benim bu sözlerim, hallerime perdedir.

Diken gibi olan fikirlerim, kalbimin gül bahçesi için utançtır.

Yarabbi, bu lisandan başka, cana ruhani bir dil ver!

Senin vahdetine kavuşmakta benim aramda bağ olan beşeri fikrim gevşesin, çözülsün.

Bir gün kendimden yükseğe çıkayım, iyilik, kötülükten uzak olayım da senin kutsal sıfatlarını içimde sözsüz söyleyeyim.

Yine buyururlar:

Söz söylemekten elimi yudum, konuşmaktan da temizlendim,

Lâkin hadesler[47] peş peşe gelince abdesti, tövbeyi bozmak icab etti.

SÜLÛKUN SONU KEMAL

Sülûkun sonu nedir? Hak yolcusu, kemale hangi makamda ulaşır? Gerçi sülûkun sonu yoktur ve bu öyle bir meseledir ki, açıklaması pek uzundur.

Ey talip, bil ki, Cenabı Hak salike yardımını lütfederse sülûkun sonu olan seyr-i fillahtan sonra, peygamberliğin ilk makamlarından olan mahv ve ittihad âleminden sahv[48] ve ispat âlemine eriştirir. Bütün kulların halinin dizginini onun eline verir, yeryüzünde kendisinin nâibi kılar ve gitgide kutup noktasına ulaştırır. Arştan inen feyz, önce onun kalbine ondan sonra onun sağ ve solundaki vezirlere ve onlardan sırasıyla bütün halk üzerine geçer. Kemâlât onun vasıtasıyla kazanılır.

Kutup âlemin direği olduğundan bütün âleme feyiz ondan yetişir, hiçbir zaman âlem onun feyzinden nasipsiz kalmaz, varlığını onun vasıtasıyla sürdürür. Kutup öbür âleme göçtüğünde yerine yakınlarından biri geçer, kıyamete kadar böyle devam eder. Kutuplardan bazıları kendini tahkik ehli olarak tanıtır, bazılarını ise hiç kimse bilemez. Hazreti Pir Efendimiz zamanın kutbu olduklarında dönemindeki bütün şeyhlerin, alimlerin ve emirlerin merkeziydi.

Nitekim buyururlar:

Hakk’ın, yeryüzünde dönen bir yıldızı vardır ki, mavi gök ve güneş onun aşkıyla döner.

Bu yıldız müminin hücresine gelir de der ki:

Ben bir talih yıldızıyım, isteğini benden iste!

Ben yer yüzünde öyle bir Hak yıldızıyım ki,

Yanakların hayali gibi beni yüz yerde bulurlar.

Başka bir yerde şöyle buyururlar:

Bakın, o sevgilim başıma altın bir tac giydirdi, ne kadar uğraşılırsa uğraşılsın o başımdan düşmez.

Ebediyet külahı diken o hakikat padişahı, kendi başındaki aşk külahını benim başıma koyuyor.

Böylece saltanatım da ebedidir, bende ebediyim.

Kâmil bu yüksek dereceye erişip bütün varlıklar kendine bağlandığında âlem halkına kendi büyüklüğünü açıklaması gerekir. Nitekim Hazreti Resulullah (s.a.s.) buyurmuştur: “Âdem su ile toprak arasındayken ben peygamberdim.

Peygamberlik dalının çiçeği olan Cafer Sâdık (r.a.) Hazretleri arasıra kendi büyüklüğünü gösterir, halka makamının yüksekliğini belli eder, hükümdar ve emirlere hiç yüz vermezdi. Biri ona dedi ki:

– “Ey İmam, zühd, takva, ilim ve amelde çok ilerisin ama sende kibirden başka bir özellik görülmedi.” Şöyle cevap verdiler:

– “Ben kibirli değilim, lâkin bende kibriyalık vardır. Ben kibirden sıyrıldım, Hakk’ın kibriyası gelip kibrimin yerine oturdu, arada ben yokum.”

Beyazid Bestami Hazretleri demiştir ki: “Beni gören cehennemlik olmaktan kurtulur.”

Hazreti Pir Efendimiz buyurur:

Benim gayrım olan her kimseye atf-ı nazar etsen

Muhakkaktır ki envar-ı Huda’dan bîhabersin sen

(Ey benim müridim, bana bak, benden başkasına bakarsan bil ki, ilâhî nurdan haberin yokmuş.)

Başka bir gazelde şöyle buyurur:

Bana bakın, şu iki safran gibi sararmış yanağıma bakın,

O aşk ve hakikatler dünyasının çeşit çeşit alâmetlerine bakın!

Bir başka gazelde şöyle buyururlar:

Çi dânî tu ki der bâtın çi şâhi hem nişin dârem

Ruh-ı zerrin-i men menger ki pây-ı âhenin dârem…”

“İç âlemde nasıl bir padişahla oturup kalkmadayım, ne bilirsin sen?

Altın gibi sapsarı bir hale gelen yüzüme bakma, demir gibi bir ayağım var.

Bütün varlığımla beni bu âleme getiren padişaha yöneldim.

Beni yarattığından dolayı ona binlerce şükrüm var, bazan güneşe benziyorum, bazan incilerle dolu denize.

Gönlümün içinde bir gökyüzüm var, gönlümün dışında bir yeryüzüm.

Dünya küpünün içinde bal arısı gibi uçup durmadayım. Sen yalnız sesime bakma, balla dolu bir kovanım var.

Şeytan, insan, cin.. Görüyorsun ki, hepsine de buyruğum yürümede.

Bilmiyor musun ki, Süleyman’ın mührü var yüzüğümde.

Her cüzüm açılmış, neden solayım? Altımdaki burak eğerlenmiş, neden eşeğe kul olayım.

Ayağımı akrep sokmadı ya, neden aydan geri kalayım?

Sağlam bir ipim var, şu kuyudan niçin çıkmıyayım?

Bizi istiyorsan gök kubbenin bulutlarını aştın, yücesine çıktın demektir.

Padişahımın o yücelerde bir köşkü var ki, orada emniyete kavuşanların en eminiyim ben.

Şu çarkı döndüren su ne de korkunç, fakat ben o suyun dolabıyım, alışığım ona.

Tatlı güleç bir yüzüm var. Can güvercinlerine bir güvercinlik kurdum. Uç ey can kuşum uç!

Benim bunlardan da sağlam yüzlerce kalem var. Evlere vurdum mu gün ışığıyım,

Balçıktan doğdum ama akikim, altınım, yakutum ben.

Hangi zerreyi görsen gör, onda bir inci ara.

Çünkü her zerre, içimde bir define var demede.

Her mücevher sana diyor ki, güzelliğime kani olma.

Alnındaki nur, içimdeki ışıktan..

Sustum, anladığın o akıl sende yok.

Her şeyi gören bir aklım var diye kulağını oynatıp aldatma beni.

Başka bir yerde buyururlar:

Senin güzelliğinin vasıflarına ait ağzımdaki dilimin söylediği sözleri, ölmüş bir müride okusam.

Ruhani bir hayata kavuşarak üstündeki kefenini atıp oynamaya başlar.

Zaten benim müridim ölmez, çünkü hakikat ab-ı hayatını içmiştir.

Hem de kimin elinden biliyor musun: minnetsiz sâkilerin keremli elinden.

Sevgilim, eğer devlet rüzgarı, cemalinden bir örtü kaldırmış olsa gül utanır, erir, su kesilir.

Ne çimenlik kalır ne de ben.

Senin sanatının sureti, bir saat kadar puthaneye geldi ve orda öyle bir sihir yaptı ki,

Bazan put putperest oldu, bazan putperest put oldu.

Diğer bir yerde buyururlar:

Ey benim müridim, ben senin işinle ilgisiz değilim, hep meşgul olur, an be an sana iyilik ederim.

Bilmiş ol ki, pâk zatım ve saltanatımın güneşi hakkı için seni bırakmam, lutf eder yükseltirim.

Yüzünü ışıklarımla aydınlatırım. Seni muhtaç bırakmam.

Başını kaşımak gerekirse iki parmakla değil, on tane mağfiret, rahmet ve şefkat parmağıyla kaşırım.

KERAMET VE MUCİZE NEDİR?

Bil ki, mucizeler peygamberlerin fiilleri ve sünnetlerindendir. Keramet ise evliyanın eserlerindendir. Bu ikisinin arasındaki fark şudur: keramet evliyanın bâtın nurlarının sıfatıdır, mucize ise bir şeyin yoktan var olması, mahiyetinin değişmesidir.

Marifet sahiplerinden bazısı demiştir ki: “Keramet evliyaya, mucizeler peygamberlere mahsustur. Mucizeler peygamberlik davasına dayanır, onun doğruluğunun delili olarak gösterilir. Keramet ise evliyanın fiilde kuvvetlerini, ihtiyaca yettiklerini, olağanüstü bir şey ortaya koymakta Hak’la beraber olduklarını gösterir.”

Keramet bir iddiaya dayanmaz, zira icabete çağrıdır. Bilmelidir ki, kerametler yolun başındakilerin işlerindendir. Kâmiller keramet göstermekten çekinir, onunla meşgul olmaktan utanırlar.

Cüneyd Bağdadi’ye dediler ki:

– “Filan kişi Şat nehri üzerine seccadesini yaymış namaz kılıyor, havada uçuyor…” Şeyh şöyle buyurdu:

– “Yazık o oyuncakla oynamış, bulunduğu makamla yetinip, ileri gidememiş.”

Sonra onu çağırtıp irşad eyledi ve bu halden vazgeçirdi.

Hakk’ı aramayan, küçük şeyler peşinde koşan zâhir ehlinden bazıları, kâmilleri kendi akıllarına göre ölçüp değerlendirirler. Onların olağanüstü ve kıyaslanmaktan öte söz ve fillerine suizanda bulunup inkâr ederler. Hazreti Pir Efendimiz buyurur:

Bir göründü onlara hep enbiya

Sandılar onlar gibidir evliya

İşte derler biz beşer onlar beşer

Biz gibi onlar uyur hem yer içer

Körlüğünden bilmedi onlar bunu

Ortada fark-ı azîm olduğunu

Yer biri amma olur buhl u hased

Diğeri yer de olur nûr-u Ahad

Evliyâyı kendine tutma nazîr

Gerçi bir imlâda vâki şîr ü şîr

(O inkârcı muhalifler, peygamberlerle bir olduklarını iddia ederek isyan bayrağı açtılar.

O akılsızlar, peygamberleri de kendileri gibi sandılar da dediler ki,

Onlar da biz de beşeriz, onlar da bizim gibi yiyip içmeğe muhtaçtır.

Halbuki o ahmaklar, içlerinin körlüğünden ötürü aradaki sonsuz farkı bilmediler.

Gerçekten ikisi de yer, içer, ama bu yer; onun yediği pintilik ve hased olur, öteki yer; onun yediği bütün ilâhî nur ve sonsuz feyiz olur.

Temiz kalpli olan Hak seçkinlerinin işlerini, kendininkine kıyas etme. Aslan manasına olan “şir” kelimesiyle, süt anlamındaki “şir” kelimesi yazılışta birbirine benzer. Fakat sütle aslan arasında ne kadar fark vardır?)

Peygamberleri ve evliyayı inkâr edenler şekavet ehlidir, cehennemliktir, azap görmeyi haketmişlerdir. Hak Teâlâ evliyasını çok sevdiği için inkârcıları evliyasıyla meşgul etmek ister, yalnızca bu suretle onları kurtarıp cennetlik eder. İnançlarının artması ve cennetlik olmaları için kâmillerden kerametler ortaya çıkarır. Bunun üzerine inkârcılar imanlarını kuvvetlendirip kurtulanlardan olurlar.

Bir mümin tam bir inançla yüzünü kâmillere çevirip bütün ömrünü onların sevgisine sarf etse, gönül ehli olanların en yüksek derecesine ulaşır ki, bu şaşılacak bir şey değildir.

Nitekim Hazreti Pir Efendimiz buyururlar:

Ben, cömertliğimden, yabancılara bile kurtarıcı olduğum halde;

Has dostlarımdan lütfumu nasıl esirgerim?

Hazreti Mevlânâ Efendimizin bütün sözleri, fiilleri, hareket ve hareketsizliği baştan başa keramettir. Onun zâhiri de bâtını da herkesçe, bütün insan ve cinler tarafından beğenilip övülmüştür. Nitekim buyurur:

Beden evim neden halkın secde yeri oldu;

Çünkü kapı ve duvarında hep o vardır.”

MENKIBELERİ

Halep Medresesinde

Hazreti Pir Efendimiz bir zamanlar Halep’te Halaviye medresesinde fıkıh, tefsir ve usulde eşsiz bir allâme olan Mevlânâ Kemaleddin bin Adîm’den ders alıyordu. Müderris onun alnında olgunluk ve hidayet müşahede ettiğinden; kendisine itibar ve ikram edip büyük bir sevgi besler, akranından üstün tutar, dersleri hep ona bakarak anlatırdı. Talebeler kıskanırlar; müderrisin bu davranışı hakkında ileri geri konuşurlardı. Kendisine hep;

– Bu yabancıya bu kadar itibar ediyorsun da bize hiç yüz vermiyorsun! derlerdi. Müderris de onlara;

– Ben onda büyük bir kabiliyet görüyorum. Söylediğim meseleleri o etraflıca anlıyor, bütün hali tavrı şeriata uygun, devamlı olarak ibâdet ve riyazetle meşgul oluyor! diye cevap verirdi.

Bir gün bir grup talebe müderrise gelip dediler ki:

– İlim ve takvadan başka bir şeyle uğraşmadığını söylediğin kişi, her gece medresenin kapısının kilidini açıyor, sabaha kadar istediği yerlerde dolaşıyor, sabah olunca geri medreseye geliyor.

Müderris buna inanmadı, kendisi bir köşeye gizlenip gözetlemeye karar verdi. Akşam olunca herkes kendi hücresine gitti, kapıcılar medresenin kapılarını kapayıp kilitlediler. Gece yarısından sonra Hazreti Mevlânâ hücresinden çıktı, medresenin kapısına geldi. Parmağıyla dokununca kilit açıldı, kapıdan çıkıp yürüdü. Müderris bunu görünce arkasından takip etmeye başladı. Gide gide şehrin Antakya tarafındaki kapısına vardılar, kapı açıldı, Mevlânâ Hazretleri önde, müderris arkasında takip ederek gittiler.

Manevi Kubbe

Birden uzaktan pırıl pırıl parlayan nûrani bir kubbe göründü. Halbuki oralarda böyle bir kubbe yoktu. Hazreti Mevlânâ oraya varıp ordaki ruhani bir topluluğa selam verdi. Onlarla bir vakit murakabede oturduktan sonra zikre başladılar. Şafak atıncaya kadar zikir yaptılar. Sonra kalkıp sabah namazının farzına hazır oldular. Cemaatin, “Allahü ekber” diye namaza durdukları zaman o tekbirin heybetinden müderris bayılıp yıkıldı, kuşluk vaktine kadar baygın kaldı. Kendine gelince o kubbeden ve cemaatten eser olmadığını gördü, kendisi çölün ortasındaydı. Şaşkınlıkla gözlerini oğuşturdu, hayranlığından gözleri yaşlı olduğu halde düşe kalka şehre doğru yürümeye başladı.

Müderrisin Hali

Medresede talebeler müderrisi göremeyince aramaya çıktılar, ama hiçbir yerde bulamadılar. Hazreti Mevlânâ müderrisin güçsüzlüğünü, mesafenin uzaklığını düşünüp kendi hemşehrisi olan seyisi bir köşeye çağırıp dedi ki:

– Şehrin filan kapısından dışarı çık, İbrahim (a.s.) Mescidi yolunda onu ara!

Seyis deveye binip o tarafa gitti. Öğleyin müderrise yetişti. Müderris yorgunluktan yürüyemez hale düşmüştü. Deveden inip onu bindirdi. Gelirlerken müderris seyise sordu:

– Sana yolu kim tarif etti, sen benim burada olduğunu nasıl bildin?

Seyis Mevlânâ Hazretleri’nin haber verdiğini söyledi. Müderris işi anladı, hiç ses etmedi. Medreseye geldiklerinde Mevlânâ herkesten önce karşılamaya çıkıp bunu açıklamamasını müderrise tembih etti. O da buna uyup talebelerin bütün ısrarlarına rağmen özür dileyip bir şey anlatmadı.

Müderris ondan sonra Mevlânâ Hazretlerine saygısını artırdı, onun huzurunda iki diz üstünde otururdu. Hazreti Mevlânâ sırrın açılacağını anladığından az bir süre sonra ordan ayrılıp kendi adamlarıyla birlikte Şam’a gitti.

Mizacının Hususiyeti

Bir vakitler müridlerden on sekiz kişinin müshile ihtiyacı olmuştu. zamanın en üstad tabibi Ekmeleddin onlara müshil şerbeti hazırladı. Sabahleyin Hazreti Mevlânâ onların yanına uğradığında onların müshil ilacını içmekten tiksindiklerini gördü. Hazırlanmış olan ilaçların hepsini bir kaba doldurup bir hamlede hepsini birden içti. Biraz sonra zakirlerin bir şey okumalarını emretti. Okurlarken sema’a kalkıp akşama kadar sema’ etti. Sema’dan sonra hamama gidip orda uzun zaman kaldı. Sonra buz getirtti, kırdırıp yedi. Bunu tabip Ekmeleddin’e haber verdiler. Hemen telaşla koşup gelen hekim;

– Efendimiz, nefsinize reva gördüğünüz bu kasıt nedir? dedi.

Kendilerine hiçbir zarar gelmediğini gören tabiplerin hepsi de inanç bağlayıp Hazret’e mürid oldular.

Panzehir

Molla Ekmeleddin anlatmıştır:

“Bir vakit sultan Said Rükneddin benden fârûkî tiryakı denen bir ilaç istemişti. Zehirlenmelere karşı bir panzehir olarak kullanılan bu ilaç için gereken bütün eczaları hazırladım, evimin bir köşesinde onları karıştırıp macun haline getirirken birden Mevlânâ Hazretleri odanın bir köşesinde ortaya çıktı. Halbuki evin ve odanın kapıları kapalıydı.

Onu görünce hemen kalkıp elini öptüm, sonra mübarek parmağıyla tatması için ilacı getirip önüne koydum. Hiç ilgilenmedi ve şöyle buyurdu:

– Ey Ekmeleddin, bizim içimizi bir ejderha sokmuştur ki, okyanus panzehir olsa fayda etmez.

Sonra birden gözden kayboldu.”

Cüzzamlılar

Hazreti Mevlânâ bir gün Konya kaplıcasına gitmek istedi müridler önceden gidip hamamda buhurlar yaktılar, sonra dönüp karşılamaya geldiler. Bu arada cüzzamlı hastalar hamamı tenha bulunca orda suda girdiler. Mevlânâ Hazretleri hamama girdiğinde, yanındaki müridler cüzamlıları gördüler, hemen koşup onları kovup çıkarmaya giriştiler. Mevlânâ Hazretleri seslenip onları durdurdu ve hastaların yanında suya girdi. Onlara gönül alıcı sözler söyleyerek, hastaların üzerlerinden dökülen suları avuç avuç alıp kendi başına döktü. Orada bulunanlar bu âlicenaplık karşısında şu beyti söylediler:

Ey ilâhî nur, kutsal varlığın Hak’tan bir rahmet alameti olarak gelmiştir.

Senin şanında olmayan hangi güzellik nişanı vardır?”

Kurbağalar

Hazreti Mevlânâ bir gün bir su kenarında ders anlatıyordu. Bu sırada sudaki kurbağalar o kadar ses çıkarıyorlardı ki, dersi dinleyebilmek mümkün olmuyordu. Hazreti Mevlânâ nihayet kurbağalara hiddetle bakarak:

– Eğer siz daha iyi söylüyorsanız biz susalım, siz söyleyin! buyurdular. Bunun üzerine kurbağaların sesi derhal kesildi. Uzun müddet o civarda kimse kurbağa sesi işitmedi.

Merhamet

Bir gün Hazreti Mevlânâ Konya’da kaldırımda yürürken yolunun üzerinde bir köpeğin uyuduğunu görüp durdu. Yol çamurluydu. Bu sırada karşıdan gelen bir adam bunu görünce Mevlânâ’ya hürmeten köpeği kaldırımdan kovdu. Hazreti Mevlânâ;

– Niçin onun rahatını bozdun? diye o adamı azarladı.

O Hazret’in hayvanlara karşı lütuf ve şefkatini bundan ölçmek gerekir.

Tayy-ı Mekân

Emir Muineddin Pervane bir gün büyük bir toplantı düzenlemiş, devrin büyüklerini ve Mevlânâ Hazretlerini de davet etmişti. Sema’dan sonra Hazreti Mevlânâ apteshaneye gitmek için Mehmet Hâdimî’den bir ibrik istedi. Bunu gören emir Pervane koşup Hazreti Pir’e hizmet şerefini kazanmak için Mehmet Hâdimî’ye üç bin dirhem vererek ibriki aldı, Hazreti Pir’e getirdi. Hazreti Mevlânâ Efendimiz Emir’e çok dualar edip ibriki aldı ve aptesthaneye girdi.

Emir Pervane helanın kapısında ayakta durarak Hazretin çıkmasını beklemeye başladı.

Bir zaman sonra Emir’in hizmetçilerinden bir grup gittikleri yerden dönüp Emir’in elini öptüler. Sonra ordakiler- den Emir’in neden orda durduğunu sordular. Onlar da Hazreti Mevlânâ’nın heladan çıkmasını beklediğini, söylediler. Hizmetçiler dediler ki:

– Biz şimdi Hazreti Mevlânâ’nın Turut taraflarında gezindiğini gördük!

Bunu Emir’e söylediler, o da Mehmet Hâdimî’ye helaya gidip bakmasını emretti. Hâdimi gidip bakınca helada kimsenin olmadığını gördü. Bunu ordakilere söylediğinde hepsinin Hazreti Pir’e inançları kat kat arttı.

Demedim mi?

Sultan Said Rükneddin, Hazreti Mevlânâ’nın “oğlum” diye çağırdığı bir müridi idi.

Saray mensuplarından bir kaçı ona, şehre Bezagu adında yaşlı bir zatın geldiğini, bunun pek aziz bir adam olduğunu, cinlerin her gece onu ziyaret ettiklerini anlattılar. Bunun üzerine Sultan, yanına saray erkânından birkaç kişiyle onun ziyaretine gitti. Bezagu padişahla konuşurken ona “oğul” diye hitap etti. Sultan onun haline dikkat edince, anlatıldığı gibi biri olmayıp cahil birisi olduğunu anladı, gittiğine pişman oldu.

Bunu Hazreti Mevlânâ’ya anlattılar. Evliyada olan kıskançlık sebebiyle Hazreti Pir buna içerledi, şöyle buyurdu:

– Pek âlâ, eğer o başka bir baba ve başka bir şeyh bulduysa biz de başka oğul seçelim. Bunu hükümdara haber verdiler. Sultan hemen emir Pervane’yi çağırıp nasıl özür dileyeceğini sordu. O da şöyle dedi:

– Hazreti Mevlânâ sema’dan başka bir şeye iltifat etmez; büyük bir sema’ toplantısı tertip edip kendisini davet edelim.

Sultan bunu uygun görüp Konya’nın bütün şeyhlerini, büyüklerini ve Hazreti Mevlânâ’yı davet etti. Sultan burada Hazreti Pir’den güzel sözlerle özürler diledi, sonra altın ve gümüş tabaklarla mükellef bir sofra kuruldu. Saray adetinden olarak şarkıcılar şarkı söylemeye başlayınca Hazreti Mevlânâ sema’a kalktı, hizmetçiler sofrayı toplamak zorunda kaldılar. Sultanın bundan dolayı üzüldüğünü gören Hazreti Pir şu gazeli okudu:

Gönlümü ne yağlı ve tatlı yemekler alır,

Ne altın dolu kese, ne de altın tabaklar..

Bu gazeli okuyup bitirdikten sonra yüzünü Çelebi Hüsameddin’e çevirerek;

– Görüyor musun? diye sordu. O da;

– Görüyorum efendim! diye cevap verdi.

Ordan dışarı çıkıp sema’ ederek medresesine gitti. Bazıları Çelebi Hüsameddin’e, görüyor musun demekten ne kastettiğini sordular. Çelebi dedi ki:

– Hazreti Pir, sultanı gösteriyorlardı, baktığım vakit onun tahtta başsız olarak oturduğunu gördüm.

O günden sonra saltanat işlerinde bozulma ve zayıflama başladı. Bu tarihte Moğol emirlerinden bir kısmı Kayseri’ye gelmişti. Onlar sultanı davet ettiler. Sultan, Hazreti Mevlânâ’dan oraya gitmek için birkaç defa izin istediyse de Hazreti Pir uygun görmeyip izin vermedi. Nihayet buna rağmen gitmek zorunda kaldı. Birkaç gün sonra Hazreti Mevlânâ ansızın kalkıp cemaate;

– Azizin biri ahiret yoluna sefer etti, gıyaben onun cenaze namazını kılalım! buyurdu.

Kalkıp gıyapta cenaze namazı kıldılar, birkaç kişi bu günün tarihini kaydettiler. Bu sırada Hazreti Mevlânâ sema’a kalkıp şu gazeli okudu:

Demedim mi gitme vazgeç seni mübtelâ ederler

Ki uzundur elleri pek, seni beste pâ ederler

Demedim mi o cihette sana dâm-ı dâne vardır

Tuzağa düşünce bilmem ki nasıl reha ederler

(Ben sana oraya gitme, seni belaya uğratırlar demedim mi?

Onlar haindir, elleri pek uzundur, senin ayağını bağlarlar demedim mi?

Yine ben sana demedim mi ki, o tanede tuzak vardır, seni tuzağa düşürünce hiç koyuverirler mi?)

Birkaç gün sonra sultanın şehit edildiği haberi geldi.

Ziyafet

Bir gün sultan Sait Rükneddin sarayında mükemmel bir bir ziyafet vermiş, devrin bütün şeyhlerini davet etmişti. Kadı Seraceddin Urmevi bir makamda, Sadreddin Konevi diğer bir makamda, Seyyid Şerefeddin tahtın önünde, geri kalan büyükler birbiriyle sıkışık oturmuşlardı. Birden Hazreti Mevlânâ yakınlarıyla birlikte gelip selam verdi, sarayın avlusunda bulunan havuzun kenarına oturdu. Emir Pervane ne kadar ısrar ettiyse de içeri girmedi.

Şeyh Sadreddin bir ara yüzünü Hazreti Mevlânâ’ya dönerek;

– “Her şeyin hayatı sudandır” dedi.

Hazreti Mevlânâ şöyle dedi:

– Hayır, her şeyin hayatı Allah’tandır!

Hazreti Mevlânâ sofanın sedirine gitmeyince; bütün şeyhler ve büyükler ona uyup avluya geldiler. Yemekten sonra, hemen orada sema’a başladılar. Sözle anlatılması mümkün olmayan zevk ve şevk hasıl oldu. Allah hepsinden razı olsun.

Tövbe

Bir gün Pervane, Hazreti Mevlânâ ile Konya’nın ileri gelenlerini davet etmişti. Yemekten sonra Hazreti Mevlânâ sema’a kalkıp büyük bir coşkunluk gösterdi. Seyyid Şeref, bir köşede Hazreti Mevlânâ hakkında inkârcı sözler etti. Pervane de misafiri olduğundan onu dinlemek zorunda kaldı. Hazreti Mevlânâ sema’ sırasında birden gayet yumşak bir tavırla şu gazeli okumaya başladı:

İnkârcıların saçma sözlerini gönlümle işittim, hakkımda tasarladıklarını da gördüm.

Onun nefsinin köpeği ayağımı ısırıp beni acıttı.

Ama ben onu incitmem, kendi dudağımı ısırmayı tercih ederim.

Ey inkârcı, senin sırrını da bilirim, ama bunun için neden övüneyim?

Emir Pervane bunu öğrenince derhal tövbe etti, istiğfarla meşgul oldu.

Şeyh Sadreddin’in Rüyası

Bir gece Şeyh Sadreddin rüyasında Hazreti Mevlânâ’nın ayağını ovduğunu[49] gördü. Hazreti Mevlânâ o sabah şeyhin tekkesinin kapısına geldi. Şeyhe haber verdiler, o da kapıya çıkıp karşıladı, birbirlerine selam verdiler. Oturması için ne kadar rica ettiyse de girmedi. Şöyle buyurdu:

– Dün geceki zahmetlerinizden dolayı özür dilemeye gelmiştim..”.

Şeyh onun gönlünün parlaklığına ve güzelliğine hayret etti. Birbirine bir çok saygı ve alçak gönüllülük gösterdiler. Hazreti Mevlânâ dönüp yerine geldi.

Hazreti Mevlânâ’nın riyazet adetlerinden biri de ağzında hep sarı heliyle bulundurmaktı. Müridlerinden her biri bunu kendilerine göre çeşitli yönlerden yorumluyordu. Hüsameddin Çelebi’ye başvurup sordular. Şöyle cevapladı:

– Hazreti Pir Efendimizin riyazeti o derecededir ki, suyun ağızlarında değil, boğazlarından bile lezzetli olarak geçmesini istemezler, buruk ve acı olmasını arzu ederler.

Bu hal riyazetlerinin kuvvetine delildir; nefsini ağır eziyetlere sokmak hususundaki gücünü gösterir.

Mürid Sevgisi

Bir gün Hazreti Mevlânâ, Çelebi Hüsameddin’e bayram ziyaretine gelirken yakınları önden arkadan mahalleyi doldurdu. Bir dar sokakta bir köpek önüne geldi, müridlerden biri o köpeği vurup kovaladı. Hazreti Mevlânâ o adama bağırdı:

– Ey hayırsız, Çelebi’nin mahallesinin köpeğini mi dövüyorsun?

Bu tavrı onun edebini, yumşak huyunu ve müridlerine ne kadar değer verdiğini gösterir.

Edep

Hazreti Pir Efendimiz sık sık Çelebi Hüsameddin’in evine gelirdi. Kış mevsiminde bir gece vakti yine onun evine gitti, kapı kapanmıştı, evdekiler uyumuştu. Kar olanca şiddetiyle yağıyordu. Geri dönmedi, rahatsız etmemek için kapıyı da çalmadı, sabaha kadar kapının önünde, ayakta bekledi. Sabah oldu, kapıcı kapıyı açtı baktı ki, Hazreti Pir orda duruyor, mübarek başında karlar birikmiş. Hemen koşup Çelebi’ye haber verdi. Çelebi Hüsameddin koşarak geldi, ayaklarına düştü, ağladı, özürler diledi. Hazreti Mevlânâ iltifatlar edip gönlünü aldı, alnından öptü.

Hazreti Pir Efendimizin bu davranışı, müridlerine örnek olarak edep öğretmek maksadına dayanır.

Şeyh müridlerine bu kadar itibar ederse müridlerin şeyhe karşı hürmetleri nasıl olması gerekir?

Hicaz Toprağı

Ahiret hatunu Kira Hatun anlatmıştır:[50]

“Uzun zamandan beri Hazreti Pir Efendimizin arkasında namaz kılma mutluluk ve sevabını kazanmak isterdim, fakat hiç kısmet olmamıştı. Bir gün sabahleyin Hazreti Pir Efendimiz şevkinin fazlalığından dolayı öyle müstağrak bir haldeydi ki, yatsı vaktine kadar dam üzerinde, kendinde olmaksızın devamlı gezindi, hiçbir şeye ve kimseye bakmadı. Gidip gelirken birden damın kenarına vardı, adımını boşluğa atıp kayboldu.

Bu hali görünce kendimi kaybetmişim, sabaha kadar ayılamadım. Sabah vaktinde; Hazreti Mevlânâ baş ucuma geldiğini gördüm; kalkıp namaz kılmamı işaret etti. Sarığını çözüp seccade yaptı, sabah namazının farzına niyet eyledi. Ben de hemen ona uydum. Namaz bittikten sonra, kalkıp pabuçlarını çevirdiğimde; içlerinin Hicaz kumuyla dolu olduğunu gördüm. Bunu gördüğümü anlayıp;

– Sakın bunu başka kimseye söyleme! diye emretti.

Hazreti Pir Efendimiz hayatta olduğu sürece bu sırrı kimseye söylemedim. Ama o toprağı alıp sakladım, kimin gözü ağrısa sürme gibi çektim, hastaların ilacına karıştırdım, hepsi şifa bulurlardı.”

Musafaha

Hazreti Pir Efendimizin müridlerinden hânende Osman anlatmıştır:

“Bir zamanlar iflas ettim, büyük bir maddi sıkıntıya düştüm. Yeni evliydim, yiyecek bulmakta darlık içinde kalmıştım. Bu hal Hazreti Pir Efendimize malum oldu. Kalkıp hareme gitti, evin halkından altı kırmızı dinar alıp dışarı çıktı, oturdu. Bir zaman sonra söz arasında bana buyurdu:

– Osman, bundan evvel senin bir adetin vardı, ara sıra bizimle musafaha ederdin. Epeydir bunu yapmıyorsun, sebebi nedir?

Elini öpmek için kalktım, gizlice altınları elime sıkıştırdı ve;

– Bu musafaha sünnetini muhafaza et, bırakma! buyurdu.

Sevindim, epey müddet onunla geçindim.

Yağlı Lokma

Yine gûyende Osman anlatmıştır:

“Bir aralık yine darlığa düştüm, harcayacak hiç param kalmadı. Hazreti Pir Efendimizin huzuruna gelip dedim ki:

– El öpmek sünnetini işlemek zamanı geldi!

– Pekalâ, hatırını hoş tut; bu gün sana yağlı bir lokma gelecektir! buyurdu.

O gün akşama kadar tekkede kaldım, hiçbir şey olmadı. Nasıl olur da Hazreti Pir’in işareti gerçekleşmez diye hayrete düştüm. Akşam oluyordu, yağmur yağmaya başladı. Ortalık kararmadan, yerler çamur olmadan eve gideyim deyip dışarı çıktım. Eve vardığımda bahçeyi sel bastığını gördüm. Menfezin ağzında suyun akışını engelleyen çer çöpü ayağımla açınca su akıp çekilmeye başladı. Geçerken ayağıma bir ip dolaştı, ayağımı çekince bir kemer gördüm; içi gümüş akça doluydu. Eve gelip saydım yedi yüz dirhem vardı. Bir kısmını hanıma verdim, bir kısmını kendi masrafıma harcadım.

Ertesi günü darlığımın açılmadığını belli eder şekilde yüzümü ekşiterek Hazreti Pir Efendimizin huzuruna vardığımda şöyle buyurdular:

– Osman, bir kese gümüşü eve götürdün, hâlâ sıkıntıdan dem vuruyorsun, utanmıyor musun?

Hemen ayaklarına kapanıp tövbe ettim.”

Çöken Tavan

Sultan Rükneddin‘in hanımı Saide Gömaç Hatun anlatmıştır:

“Bir gün eski sarayların birinde bazı hanımlarla otuyorduk. Birden Hazreti Mevlânâ içeri girdi ve;

– Çabuk dışarı çıkın! buyurdu.

Hemen yalın ayak fırladık. Hepimiz dışarı çıkmıştık ki, sofanın tavanı çöktü. Hepimiz ayaklarına kapanıp teşekkür ettik, fakirlere sadakalar dağıttık.”

Mağfiret

Hazreti Mevlânâ Efendimizin dünya seven bir müridi vardı. Ölüm döşeğinde;

– Hazreti Pir’in üç gün kabrimin başına gelmesini istiyorum! diye vasiyet etti.

Vefat ettikten sonra Hazreti Mevlânâ bir gün akşama kadar onun kabri başında oturdu. O gece ölen kişinin oğullarından bir kaçı rüyalarında babalarını görmüşler; temiz elbiseler içinde, salına salına yürüyormuş.

– Halin nedir? diye sorduklarında şöyle demiş:

– Beni kabre koyduklarında azap melekleri geldiler, ama Hazreti Pir Efendimiz’e hürmet ederek yaklaşmadılar. Birden bir köşeden güzel yüzlü bir rahmet meleği geldi, onlara dedi ki:

– “Siz gidin! Cenabı Hak bu adamı Hazreti Mevlânâ’ya bağışladı, onu mağfiret buyurdu.”

Getirdi evliyâyı Hak zemîne

Ki rahmet olsun onlar âlemîne

Nerde?

Bir gün Hazreti Mevlânâ pazardan geçerken bir Türk;

– Dilkû, dilkû![51] diye bağırarak tilki satıyordu.

Bu sözü duyan Hazreti Mevlânâ nârâ atıp şu beyti okuyarak sema’ etmeye başladı:

Dil kû dil kû ez kucâ âşık u dil

Zer kû zer kî zer ez kucâ müflis ü zer..

“Hani dil, hangi dili sormadasın?

Nerde dil, âşık u dilden yok eser

Hani zer, hangi zeri istersin?

Nerde zer, müflis ile zer ne gezer?

(Aşık gönlünü sevgilisine vermiştir. Ah onda gönül ne arar?

Gönül ne vakit bulunur? Gönül nasıl olur?

Hiç aşık ile gönül bir arada bulunur mu?

Altın onda ne gezer? Altın nasıl, ne vakit bulunur?

Hiç müflis ile altın bir arada bulunur mu?)

Şeyh Sadreddin’in Rüyası

Şeyh Sadreddin bir gece rüyasında Peygamber Efendimizi gördü; kendi tekkesini şereflendirmiş, sofanın sedirine oturmuştu. Sağında, solunda sahabeler ve evliya sıralanmıştı. Hazreti Mevlânâ da oraya geldi, Hazreti Resulullah (s.a.s.) Hazreti Osman’a (r.a.) dönerek;

– Makbul bir evladın var, onunla gözümüz aydın oldu! buyurdu. Sonra Hazreti Mevlânâ’ya yer gösterip oturttu.

Sabahleyin Hazreti Mevlânâ, Şeyh Sadreddin’in tekkesine geldi. Şeyh karşılayıp ikram ederek sedire oturtmak istediyse de;

– Hazreti Peygamber Efendimiz’in gösterdiği yere oturalım! diyerek oraya oturmadı.

Şeyh Sadreddin Hazreti Pir’in içinin parlaklığını överek, geceki rüyasını anlattı, ordakilere durumu açıkladı. Hazreti Mevlânâ oradan ayrıldıktan sonra Şeyh ordakilere tembih edip şöyle dedi:

– Sakın onun huzurunda gönlünüzü karıştırıp dağıtmayın! Hazreti Mevlânâ bütün gönüllerin sırlarını bilir.

Hızır

Hazreti Mevlânâ ilk zamanlarında vaaz ederlerdi. Bir kere vaaz ederken Musa (a.s.) ile Hızır (a.s.) hikâyesini anlatıp yorumluyordu. Cemaatin içinde Molla Şemseddin adında bir mürid mescidin bir köşesinde oturuyordu. Onun gözüne bir ara bir köşedeki bir adam ilişti; devamlı başını sallıyor ve;

– Doğru söylüyorsun, güzel anlatıyorsun, sanki biz olmuşsun! diyordu.

Şemseddin onun Hızır (a.s.) olduğunu anladı, yardım istemek için eteğine sarıldı. Ama o eteğini çekip gözden kayboldu.

Cevher

Bir gün Hazreti Mevlânâ, Celaleddin Feridun’un bağına gitmişti. Orada kalabalık toplantı oldu, akşama kadar coşkun sema’lar yapıldı. Akşam herkes yorularak birer ağaç altına dinlenmeye çekildi. Herkes istirahat etsin diye Hazreti Mevlânâ bir süre murakabeye vardı.

Herkes uykuya dalınca kalkıp bağ içinde gezinmeye başladı. Orada bulunan müridlerden Bedreddin Tebrizî kimya ve simya ilimlerinde ileri bir kişiydi, o uyumamıştı. Bir ara içinden şöyle bir düşünce geçti: “Musa (a.s.) ve Cafer Sadık (r.a.) gibi peygamberler ve evliya, kimya ve simya bilirlerdi. Acaba Hazreti Pir de biliyor mu?” Birden Hazreti Mevlânâ baş ucuna geldi;

– Ne yapıyorsun? Ne düşünüyorsun? diye sordu. Bedreddin onu görünce hemen yerinden fırlayıp kalktı. Hazreti Pir dedi ki,

– Şu tuğla parçasını bana ver! Bedreddin onu verince, alıp cüppesinin içine soktu, öteki eliyle çıkarıp verdi.

– Al Bedreddin! Erler, taşı cevher yapabilir ama onların bundan daha önemli işleri vardır! buyurdu.

Ay aydınlığında o parça göz kamaştırıcı ve şeffaf bir yakut olmuştu. Bedreddin bunu görünce şevke gelip öyle bir nara etti ki, uyuyanların hepsi uyandılar, onun yanına gelip;

– Hazreti Pir Efendimiz sabahtan beri sema’ etti. Gereksiz nara atıp onu uyandırdın, istirahatine mani oldun! diye azarladılar. Bedreddin;

– Siz ne diyorsunuz? Hazreti Pir Efendimiz hiç uyumadı ki. Bağın içinde gezinip dolaşıyor! dedi ve hadiseyi açıklayıp anlattı. Yakut parçasını görmek istediler, ama o yine tuğla olmuştu.

Bu gibi kerametler evliyadan çok görülmüştür. Hazreti Pir Efendimiz bir gazelinde şöyle buyurur:

Ey âşıkan ey âşıkan men hâk râ gevher kunem

Ey mıtrıban ey mıtrıban def-i şuma pür zer kunem..

Ey aşıklar, ey aşıklar! ben toprağı cevher yaparım.

Ey çalgıcılar, ey çalgıcılar! sizin tefinizi altınla doldururum.

Toprak elimde altın gümüş oluyorsa,

Altın paranın fitnesi benim yolumu kesebilir mi?”

Yine buyururlar:

Kimyanın, bakırı altın etmesine şaşılır.

Fakat şu bakıra bak ki, her an kimya yapıyor.

Yine buyururlar:

“İsa nühasın zer yapar altın ise gevher yapar

Gevher ise behter yapar hem artırır behterliği

(İsa gibi olan mürşid, senin bakır gibi vücudunu altın yapar.

Eğer altın ise cevher yapar. Cevher ise daha güzel bir şey yapar.)

Kâmil, bakır gibi olan noksan bir vücudu; tam ayarda altın ve belki iksir yapınca, bakırı altın veya taşı cevahir yapabilmesine neden şaşıyorsun?

Meyhane

Bir gün sultan Rükneddin ve emir Pervane cuma günü vaaz etmelerini Hazreti Pir Efendimizden rica ettiler. Hazreti Mevlânâ kabul etti ama cuma günü derin bir istiğraka girdi, halkın başvurmalarından ve gürültüsünden kaçıp bir meyhane köşesine çekildi, kendinden geçmiş bir halde orada oturdu. Bir gazelde bunu şöyle anlatırlar:

“Der hâne-i hummar u harâbat ki diydest

Mi’râc u tecelli yü makamat efendi

(Efendi, mahmurluk ve harabat evinde mirac tecellisini ve kudsi makamları kim görmüştür?)

İstiğrak vaktinde meyhaneye gitmeleri halkın başına yığılması yüzünden vakitlerinden geri kalmamak içindi.

Nitekim buyururlar:

Semt-i meyhanede kurdu bana aşk haymesini

Geldi o dilber-i ayyar bana verdi nasip

Girdikleri her meyhaneyi emirler, müridler sonunda mescid yaparlardı. Bütün ileri gelenler cuma günü namazdan sonra vaazını dinlemek için camiye toplandılar ama orada Hazreti Pir’i göremediler. Hüsameddin Çelebi aramalarını emretti, herkes Hazreti Mevlânâ’yı aramak için bir tarafa gitti.

Arayanlardan birisi Hazreti Pir’i bir meyhanede buldu. Hemen gelip Çelebi’ye haber verdi. O da mecburen meyhane semtine gelip dedi ki:

– Gözlerimi yumuyorum, kendisine yaklaşınca söyleyin de gözlerimi onun mübarek yüzüne açayım!

Böylece Hazreti Mevlânâ’yı görünce dedi ki:

– Hudavendigârım, meyhaneye mi çadır kurdunuz?

– Hayır, asla, hâşâ Çelebi! buyurdu.

Çelebi o zaman vaaz için verdiği sözü hatırlatıp büyüklerin kendisini dinlemeye geldiklerini söyledi. Birlikte kalkıp camiye geldiler. Namazdan sonra Hazreti Mevlânâ kürsüye çıkıp şevk ile içten ahlar çekip şu iki beyti okudular:

Ne hoş geceydi, yarin visaliyle zevklere daldığımız dün gece. Müşteri[52] talihimde, güneş kucağımdaydı.

Sevgili, muhabbet şarabından her kadehi sundukça; “kendini kaybetme!” diyordu.

Halbuki ey müslümanlar, insaf edin; söyleyin, öyle bir zamanda aklın yeri var mıdır, akıl başta kalır mı?

Bu iki beyti okuyunca, Hazretin tavrının etkisinden ve nurlarının yansımasından bütün halk ağlaşmaya başladı, her taraftan feryat ve figanlar yükseldi. Uzun müddet öyle ağlaştılar.

Eğer candan çıkarsa söz, gönülde yer tutar elbet

Cemaat kendilerine gelince baktılar ki, Hazreti Mevlânâ kürsüden inip gitmiş.

Fetva

Hazreti Mevlânâ her zaman şöyle tembih ederlerdi:

– Ne halde olursam olayım, fetva sormaya geldiklerinde geri çevirmeyin; bana getirin ki, fetva vermek görevi bize helal olsun!

Müstağrak oldukları veya sema’ ettikleri sırada dahi kağıt divit hazır tutarlar, eline verirlerdi. O da orda hemen cevabını yazardı. Bir gün tesadüfen, muhalif fırkalar arasında ihtilaflı bir meseleye dair cevap yazdı. Bu fetva rebab dinlemeye karşı çıkan, Hanefi mezhebinin büyük alimlerinden Şemseddin Mardinî’nin eline geçti. O da alıp âlimlerin başı olan kadı Sıraceddin Urmevî’ye götürdü, iptal edilmesini istedi.

O sırada Mevlânâ Hazretleri’nin yakınlarından Ihti- yareddin de oradaydı. Bu durumdan hoşnut olmadı, kalkıp Hazreti Mevlânâ’ya gelip hali anlattı. Hazreti Pir Efendimiz gülümseyerek şöyle buyurdu:

– Git o mollalara benden selam söyle; aslını bilmeden dervişlere sataşmak doru değildir. Molla Şemseddin Halep’teyken fetva şerhlerine dair iki ciltlik bir kitap almış ama okumamıştır. Kütüphanesinde onu arasın, filan kısmında, filan sayfanın, falanca satırında o fetvanın açıklaması vardır, okusunlar!

Şeyh Ihtiyareddin hemen gidip onlara vaziyeti haber verdi. Hepsi ayağa kalktılar. Şemseddin dedi ki:

– Halep’te kitap satın aldığım, uzun süreden beri okumadığım doğrudur, ama haberi araştırmak lazımdır.

Kadı Sıraceddin kitabın getirilmesini istedi. Şemseddin’ in oğlu gitti, kitabı getirdi. Hazreti Mevlânâ’nın dediği sayfa ve satırları saydılar, o meselenin orda yazılmış olduğunu gördüler.

Ordakilerin hepsi Hazreti Mevlânâ’nın velayet nurunun, mükâşefe kuvvetinin hayranı oldular.[53]

İnkâr

Molla Şemseddin anlatmıştır:

“Bir gece Hazreti Peygamber Efendimizi (s.a.s.) rüyamda gördüm, oturuyorlardı. Huzuruna gidip selam verdim, yüzünü başka tarafa çevirdi. Çevirdikleri yöne gittim. Yine başka tarafa çevirdi. Nihayet dedim ki:

– Ya Rasulallah, senelerce Cenab-ı Hakk’ın lütf u inayeti umuduyla çok zahmetler çektim. Şeriat hükümlerini ve hadis-i şerifleri araştırmak için pek çok çaba sarf ettim. Bütün müslümanların müşküllerini çözmeyi her işimden önde tuttum. Şimdi bu mahrumluğuma hiçbir sebep göremiyorum.

Resulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:

– Evet bu söylediklerinin hepsi doğru, fakat bizim kardeşlerimize inkâr nazarıyla bakıyorsun! bu, bütün günahlardan daha ağırdır.

İşte o günden beri Hazreti Mevlânâ’ya sevgi bağlarımı kat kat artırıp eski halime tövbe etmekle meşgul oldum. Fakat “İşler vakitlere rehinlidir.” hükmünce o kerameti görünceye kadar müridi olmak şerefine ermemiştim.”

Secde Âyeti

Yine Molla Şemseddin Mardinî anlatmıştır:

“Bir gün Hazreti Mevlânâ’nın medresesinde şehrin bütün ileri gelenlerinin katıldığı büyük bir toplantı olmuştu. Coşkulu zikirler ve sema’lar yapıldı. Bizim medresemiz oraya yakın olduğundan cemaatin canlılığını ve coşkusunu görüyorduk. Bir ara kalktım, elbisemi değiştirdim, etrafımdaki kalabalığın arasından çıkıp bir köşeye çekildim. Secde suresini okumaya başladım. Secde ayetine geldiğimde Hazreti Mevlânâ secdeye vardı. Bu bir tesadüftür dedim. Başka bir sure okudum, secde ayetine gelince, Hazreti Pir Efendimiz yine secde etti. Kendi kendime bu da sema’ secdesi olsa gerek dedim. Başka bir sure okudum. Secde yerine gelince, bu defa da Hazreti Pir Efendimiz secdeye vardı.

Artık kesin olarak anladım ki, Hazreti Mevlânâ levh-i mahfuza nazar etmektedir. Kendi kendime dedim ki: “Ey gafil, bu kadar açık delilleri gördükten sonra hâlâ böyle bir güneşten ne kadar daha mahrum kalacaksın?” Sonra kalkıp eve gittim, oğullarımı, talebelerimi ve ev halkını yanıma alıp doğruca Hazreti Mevlânâ’nın evine gittik. Eve yaklaşınca, daha kapıya varmadan şeyh Mehmed Hâdim kapıyı açtı. Kendisine;

– Ne haber, kapıyı neden açtın? dedim. Dedi ki:

– Hazreti Pir, tanıdık bir kalabalık geliyor, kalk kapıyı aç diye emretti.

İçeri girdik, odasının kapısının önünde niyazda durarak, istiğfar çekerek bekledik. Lütfedip işaret buyurunca ileri varıp yüz binlerce niyazda bulunarak ayaklarını öptüm, yüzümü, gözümü sürdüm. Yakınlarımla birlikte kendilerine mürid olma şerefine erdim.”

Gömlek

Hazreti Mevlânâ’nın istiğrakı o kadar güçlü, hariçle alakası o kadar zayıftı ki, eğer pabuçları çamura batsa da sıkışsa, onları bırakıp yalın ayak yürür giderdi. Eğer bir fakir kendinden bir şey istese, üstündeki cüppesini, hattâ gömleğini çıkarır verirdi. Bu yüzden gömleğinin düğmelerini, çabuk çıksın diye, iliklemez, açık bırakırdı. Gömleğini kime verecek olsa, beyler ve zenginler birçok paralar vererek onu satın alırlar, bu uğur ve şerefle iki cihanda mutluluğa kavuşurlardı.

Çile

Hazreti Pir’in yakınlarından Mevlânâ Mecdeddin Atabey daima çileye girmek isterdi. Bir gün bu arzusunu Hazreti Mevlânâ’ya arz etti. Dileği kabul edildi, medresede bir arkadaşıyla yan yana hücrelerde çileye konuldu.

Birkaç gün sonra açlığa dayanamadı, takati tükendi. Yan hücredeki arkadaşıyla birlikte medreseden çıktı, bir ahbabının evine gitti. Aç olduklarını söyleyince ev sahibi onlara bir kaz dolması hazırlayıp ikram etti. Karınlarını doyurduktan sonra hücrelerine geri geldiler.

Sabah olunca Hazreti Mevlânâ her günkü gibi hücrelerin kapısına geldi, parmağını kapıya sürüp kokladı ve şöyle buyurdu:

– Bu hücreden riyazet kokusu değil, kaz ve pilav kokusu geliyor.

Mecdeddin ve arkadaşı ayaklarına kapanıp özürler dilediler ve dediler ki:

– Böyle bir rahmet denizi varken, insanın kendini halvet köşesinde hapsetmesi mutsuzluktur.

Küfr oldu yüzün terk ile manalara dalmak

Ya bir varakı bağ-ı safaya satın almak

Tevazu

Hazreti Mevlânâ bir gün mahalleden geçerken çocuklar gelip elini öptüler. Çocuğun biri oyun oynamakla meşguldü, dedi ki:

– Mevlânâ, biraz dur, oyunu bitireyim, ben de elini öpeyim!

Hazreti Pir Efendimiz çocuğun oyununu bitirmesini bekledi.

Hazreti Pir Efendimiz’in büyük küçük herkese karşı gösterdiği alçak gönüllülüğün derecesini bundan ölçmelidir.

Sarımsak

Hazreti Pir Efendimizin yakınlarından Mevlânâ Fahreddin Sivasî ateşli bir hastalığa tutulmuştu. Hekimlerin tedavisi fayda vermedi. Hazreti Mevlânâ geçmiş olsun demek için onun ziyaretine gitti. Durumunu görünce; soyulmuş sarımsak getirtti, dövdürüp kaşıkla yemesini söyledi.

Hekimler bunu işitince, hastanın iyileşmesinden ümit kestiler. Ama gece hasta terleyip iyileşmeye başladı. Hekimler bunu gördüklerinde dediler ki:

– Bu tıp değil, ilâhî bir hikmettir.

Evliya Gücü

Celaleddin Feridun, Hazreti Mevlânâ’ya çok uyumaktan şikayet etti. O da haşhaş tohumu yemesini tavsiye etti. Öyle yapınca bu sefer hiç uyuyamaz oldu. Bu defa uykusuzluktan çok rahatsız oldu, Hazreti Mevlânâ’ya bunun çaresi için başvurdu, mizacı düzeldi.

Ricalullahta o kadar kudret vardır ki, hastalık sebeplerini, şifa sebeplerine dönüştürebilirler, bunun tersine de güçleri yeter

İllet

Bir gün Hazreti Mevlânâ evinin damının üzerindeydi. Yakınları evin içinde maarif sohbeti yaparlarken içlerinden biri zevke ve şevke girerek derin ah!… çekti. Tanınmış bir bir kişi bu sırada yoldan geçiyordu bu “ah!…” sesini duyunca;

– İlletli olduğunuz belli oluyor! dedi. Bu sözünü işiten Hazreti Pir Efendimiz damdan ona doğru eğilerek;

– Bakalım illet kime gelir! buyurdular.

Cenabı Hakk’ın takdiriyle o adam bir illete yakalandı; hekimler çaresini bulamadılar, uzun süre iyileşemedi.

O nihayet Hazreti Mevlânâ’yı gücendirmiş olduğunu hatırlayıp, bu yüzden bu illete tutulduğunu düşündü. Kalkıp Hazreti Mevlânâ’nın huzuruna geldi, tövbe ve istiğfarlar etti. Tövbesi kabul edilince o hastalıktan kurtuldu.

Şehzade Keygatu

Emir Muhammed Sekürci anlatmıştır:

“Şehzade Keygatu, Hazreti Mevlânâ’nın vefatlarından sonra Aksaray’a gelmişti. Konya’nın ileri gelenlerini davet için oraya elçi gönderdi. Arnavutlardan bir grup eşkıya elçiyi katlettiler. Padişah bunun duyunca çok kızdı; Konya’ya asker gönderip kuşatılmasını, zabtedildiğinde ahalisinin tamamen katledilmesini, mallarının yağmalanmasını emretti. Emirler padişahın kızgınlığını gideremediler, işi tabii seyrine bıraktılar.

Halk bunu duyunca korkup, kargaşaya düştüler, Hazreti Mevlânâ’ya sığınmaktan başka bir yol bulamadılar, akın akın türbeye gittiler, yalvarıp ağlaşmaya başladılar.

Keygatu askeriyle Konya havalisine geldiğinde, gece rüyasında Hazreti Hudavendigârı gördü; türbesinden heybetle çıkıp şehrin kenarına geldi. Sarığını başından çıkardı, tülbendini çözüp şehrin etrafını çevirip düğümledi. Sonra Keygatu’nun yanına geldi, boğazını sıkarak;

– Ey Türk, bu düşünce ve hareketinden vazgeç! Yoksa canını kurtaramazsın! buyurdu. Keygatu uyandı, hemen bütün yakınlarını yanına çağırdı. O sırada ben de onun yanına gidenlerin içindeydim. Şehzade korkudan titriyor- du. Rüyasını anlatınca dedik ki:

– Biz de bunu düşünüyor, ama korkumuzdan söyle- yemiyorduk!

Askerin geri dönmesini emretti. Sabah olunca doğruca türbeye gitti, bir çok kurbanlar kestirdi, hesapsız sadakalar dağıttı.”

Tıraş

Hazreti Mevlânâ tıraş oldukları zaman yakınları da yanında bulunur, saç kıllarını aralarında bölüşürlerdi. Bir gün hamamda tıraş olurlarken[54] bir köşede ayağa kalkmaya mecali olmayan bir ihtiyar “bana da verseler keşke!” diye düşünüyordu.

Hazreti Hudavendigâr hemen saçından bir miktar alıp o adama gönderdiler. Adam Hazreti Mevlânâ’nın kerametine hayran olarak son derece sevinip teşekkürler etti. Hazret’in müridlerinden oldu.

Teccellilerin Ağırlığı

Hazreti Pir Efendimiz halkın başvurularından sıkıldıklarında hamama giderler, orada da başlarına yığıldıklarında hamamın mahzenine inerlerdi. Bir defasında üç gün üç gece devamlı hamam mahzeninde kalmışlardı. Üç günden sonra Hüsameddin Çelebi kendilerine yalvarıp yakararak dışarı çıkmaya razı etti. Kendilerini çok halsiz görünce Çelebi’nin gözlerinden yaşlar boşandı ve;

– Hudavendigârım, çok zayıflamışsınız, biz biçarelerin istifadesi için kendinize biraz baksanız ne olur?! dedi. Hazreti Pir Efendimiz şöyle buyurdular:

– Dağ o koca gövdesiyle bu tecelliye dayamadı[55]; bu zayıf vücut üç gün üç gece on yedi kere celal güneşinin ve cemal nurlarının tecellisine nasıl katlansın?

Rahip

Şeyh Salahaddin Zerkub Konevi Hazretleri’nin mürid- lerinden birisi anlatmıştır:

“Bir zamanlar ticaret için İstanbul’a gidecektim. Hazreti Hudavendigâr’ın elini öpmek için huzuruna gittim. Yalnız kaldığımız bir sırada şöyle buyurdu:

– İstanbul’a vardığında, yakınlarındaki filan köyün kuzeyindeki en büyük kiliseye git, etrafta kimse yokken içeri gir, baş rahibe selamımı söyle.

İstanbul’a vardığımda o köydeki kiliseyi buldum. Tenha bir vaktini gözleyip içeri girdim. Baş rahibe Hazreti Hudavendigârın selamını söyleyince hemen ayağa fırladı, secdeye kapanarak pek çok saygı ve bağlılık gösterdi. Ben bu hale şaştım, çünkü Hazreti Mevlânâ Efendimizin bu taraflara hiç gelmediğini biliyordum. Onun da bizim taraflara hiç gelmediği halinden anlaşılıyordu. Bu işte ne gibi bir keramet var acaba diye düşündüm.

Rahip bana çok iyi davrandı, beni alıp hücresine götürdü, odasının kapısını arkasından sıkıca sürgüledikten sonra çeşitli yiyecekler çıkarıp ikram etti. Onları yedikten sonra rahle üstünde bir mushaf gördüm. Rahip bana kendisinin de Müslüman olduğunu, burada Kur’an okuyup namaz kıldığını söyledi ve

– Benim burada itibarım çok yüksektir, bunu kimse bilmiyor. Sen de kimseye söylemeyeceğine yemin etmelisin! dedi.

Sırrını açmayacağıma ant verdim. Beraber namaz kıldık. İkindi vakti kapıyı benim üstümden kilitleyerek kiliseye gitti. Ben orada otururken sıkıldım. Etrafa göz gezdirirken asılı bir perde gördüm. Perdeyi açtığımda Hazreti Hudavendigârı gördüm. Bir köşede mübarek başını omzuna doğru biraz eğik vaziyette murakabede oturuyordu. Hayret ve dehşet içinde kaldım. Gözlerimi oğuşturdum, yine baktım, oradaydı. Kendimi tutamayıp bir nârâ attım, bayılmışım.

Kendime geldiğim zaman rahip gelmiş, ellerimi, ayaklarımı oğuyordu. Ayıldığımı görünce;

– Neden bağırdın? Beni burada rüsva edecektin. Bu kadar sene evliyaya hizmet ettin, daha dayanıklı ve güçlü olman gerekirdi. Hazreti Pir zaman zaman bu makama gelir, kendileriyle görüşürüm. Bu kılıktan çıkmak için kaç kere izin istedim, müsaade etmediler, bu şekilde devam etmemi emrettiler, dedi.

Ertesi günü bana para ve tavsiye mektubu verdi. Oradan ayrılıp tekfurun sarayına gittim. Nöbetçiler beni tekfurun huzuruna çıkardılar. Bana başrahibi nerden tanıdığımı sordu. Ben de tanışıklığımız eskidir dedim. Bana özel yer ayırdılar, her ihtiyacımı karşıladılar. Tüccarlardaki alacaklarımı tahsil edip getirdiler. İstanbul’dan ayrılırken bana kılavuz verdiler, saygı göstererek yolcu ettiler.”

Altın

Bir gün Hazreti Hudavendigâr geziniyorlardı. Celaled- din Feridun yakınlarından bir grupla bir çardak altında Sultan Veled Hazretleri’nin huzurunda oturmuş, Hazreti Mevlânâ’ya bakıyorlardı. Yabancı bir beyin dileği yerine geldiği için adağı olan bir kese altını getirip Hazreti Mevlânâ’ya sunduğunu, kabul etmesini dilediğini gördüler. Bey ne kadar ısrar ettiyse de Hazreti Mevlânâ ilgilenmedi. Bunun üzerine o bey, bir kese altını eteğine[56] döküp gitti.

Emir oradan gidince Hazreti Mevlânâ eteğindekileri yere dökerek bırakıp yürüyüverdi.

Çardak altındaki müridler gidip altınları topladılar, kendi masraflarına harcadılar.

Sarhoş

Bir gün Hazreti Mevlânâ Efendimiz büyük bir coşkunlukla sema’ ediyorlardı. Bu sırada sarhoşun biri meydana çıkıp lâubâli hareketlerle sema’ yapmaya girişti ama devamlı olarak Hazreti Mevlânâ’ya çarpıyor, hallerini bozuyordu. Müridlerden birkaçı dayanamayıp sarhoşu oradan uzaklaştırmaya çalıştılar. Adam direnince zorlayıp incittiler. Bunun üzerine Hazreti Mevlânâ onları azarladı ve şöyle buyurdu:

– Şarabı o içti, sarhoşluğu siz yapıyorsunuz!

Bu hal Hazreti Pir’in huyunun yumuşaklığına bir örnektir.

Hamamda

Bir gün Hazreti Mevlânâ hamama gitmişti. Halvet yerine girip oradan uzun müddet çıkmadı. Celaleddin Feridun çıkması çok gecikince merak edip ne olduğunu anlamak için halvetin kapısına geldi. İçeri bakınca dehşet içinde kaldı. Çünkü Hazreti Mevlânâ’nın vücudu halvet odasını tamamen kaplamıştı. Celaleddin Feridun gördüğü manzaradan titremeye başladı ve kendini kaybedip bayıldı.

Dünya Ehli

Celaleddin Feridun’un tüccar tanıdıklarından bir grup kendisine her gördükçe sevgi ve saygı gösterirlerdi. Onun yokluk yolundaki aşk ve ihlâsını gördükçe onlarda da bu yola girmek arzusu uyandı. Celaleddin Feridun’a dediler ki:

– Biz dünya isteğinden ve mal çokluğundan bıktık, dünya hırsı ve tamahından soğuduk, vazgeçtik. Hazreti Hudavendigâr’a mürid olmak istiyoruz. Bize aracı olmanı rica ederiz.

Ne yapmaları gerektiği hususunda Hazreti Mevlânâ’nın talimatlarını almak için mallarının birer listesini hazırlayıp verdiler. Celaleddin Feridun bunu uygun bulmamakla beraber durumu Hazreti Hudavendigâra arz etti.

Hazreti Hudavendigâr bundan hoşlanmadığını belirten bir tavırla kalkıp ibriği eline aldı, abdesthaneye gitti. Uzun süre kaldı, çıkmadı.

Cevap bekleyen tüccarların sabrı tükenince Hazretin yakınlarından Molla Sıraceddin’e başvurup beklediklerini kendisine haber vermesini istediler. Sıraceddin abdestha- neye varınca Hazreti Mevlânâ’nın bir köşede durduğunu gördü. Tüccarların kendisini beklediklerini söyleyince Hazreti Hudavendigâr şöyle buyurdu:

– Sıraceddin, biz neredeyiz, dünya nerede? Buranın kokusu dünyanın ve dünya ehlinin kokusundan bana daha iyi geliyor. Onlara de ki, eğer Hak yoluna iradenizle girecekseniz, malınızı kendi elinizle sarf edin.

VEFATLARI

Rabbi Teâlâ’nın hikmeti; varlık, birbirine zıt dört unsurdan yaratılmıştır; ateş, hava, su ve toprak. Bu dört unsur tabii özellikleri gereğince, kendi asıllarına yönelik olduğundan birbirleriyle çekişme halindedirler. Bazen su galip gelir; ateşin ışığını söndürür, bazan ateşin harareti, nemin kabını yakar. Bazan hava, toprak terkibini parçalar, bazen toprağın kuruluğu bütün terkipleri bozar. Velakin kudsi ruhun feyzi olan ruh, latifliği ve itidali dolayısıyla bunların hepsini dengede tutar.

Fakat o da ulvi âlemden bu süflî haneye inerek eşsiz ve benzersiz Yaratıcı’dan, beden bağlılığı yüzünden ayrı kaldığı için daima asıl âlemine dönmek arzusundadır. Bu vücuda Hak iradesi ulaştığında eğer olgunlaşıp saadet sahiplerinden olup kutsal kemâlât kazandıysa “irciî ilâ rabbik”[57] çağrısını işitir. Hemen bu alçak yerden göklerin kubbesine uçarak “Muktedir Hükümdar katında..”[58] Arş kandillerinde yerleşir. Eğer şekavet ehli ise, hayatında tabiatın kölesi ve şehvet esiri olarak ayağını şeriat caddesinden dışarı attıysa; dünya heveslerini ahirete, şeytan hoşnutluğunu Hak rızasına tercih ettiyse, ecel eriştiği gün; Arş cennetlerine uçmak isterse de tabiat arızalarının ziftine bulandığından, kesif cisme alışık olduğundan asıl âlemine yükselemez, onu berzahta bağlı tutarlar.

Akıl sahipleri bilirler ki, insan kendini, vesveselerden ve nefsani endişelerden kurtaramaz. Beşeri kuvvetler tabii ömrün dışına çıkamaz. Eğer bu vücutla dünyada daim kalmak mümkün olsaydı, en dengeli mizaca sahip olan Kâinatın Efendisi (s.a.s.) uzun ömürle herkesin en seçkini olması gerekirdi, kendisi de Cenabı Hak’tan daima ebedi yaşamayı isterlerdi. Lakin marifet nuru ve peygamberlik ilmi ile kesin olarak biliyordu ki, bu vücutla Cenabı Hakk’ın likası[59] mümkün olmaz. Bu kesif beden latifin latifini müşahede etmeye elverişli değildir. Bu beden elbisesi fayda ve zararın ortaya çıkması, hayır ve şerrin seçilmesi için giyilmiş, bu fani âlem beka âleminin tarlası olmuştur. Bu yüzden “Dünya ahiretin ekinliğidir”[60] buyurulmuştur.

Dünya tarlasına cahillik gecesinde her ne ekmişsen, ahiret gününün sabahında o fidanın meyvesini görürsün. Hazreti Pir Efendimiz bu hususta şöyle buyurmuştur:

Dıraht u berk ber âyed zi hâk u iyn gûyed

Ki hâce her çi bekâri tura heman rûyed

(Fidanlar, yapraklar, bütün nebatlar topraktan biterken derler ki: Efendi, ne ekersen senin için o çıkar.)

Sonsuz devlet ve saadet kimi kendine çekerse, o, ahireti düşünür ve o yolculuğun azığını hazırlamaktan, iyilikler biriktirmekten geri kalmaz. Bu geçici vücut evinden çıktığında, fani dünyadan bâki âleme göçer. Kendi istediği gibi hazırlanmış bir menzil ve “süslü tahtlara karşılıklı olarak yaslanırlar” [61]) ayeti gereğince düzenlenmiş bir makam görür.

Allah korusun, eğer bu geçici evin sevinçlerine aldanmış, hayvanlar gibi dünya otlağında şaşkınca onun hevesi için uğraşmışsa, yarın arasat arsasında cehennemin odunu olup sonsuza dek ayağı bağlı “yazıklar olsun bana!” diye feryad eder. İşte bu yüzden peygamberler ve veliler, bu altınla süslü çardağa ve renkli perdelerine iltifat etmemişler, onun şehvet tozunun ayıbını muamele eteklerine bulaştırmamışlardır. Cenabı Hak’tan ancak yokluk ve ebedi yurt yolculuğunu istemişler, insanları da buna özendirmeye çalışmışlardır.

Nitekim Hazreti Pir Efendimiz ölüm sırlarını açıklarken hoş deliller ve renkli misallerle onun acılığını bütün aşıklara tatlı göstermiş ve ölüm korkusundan güven vermiştir.

Ey bu dar kafesten uçan, sen yol gereçlerini göğün üstüne yücelttin; bundan sonra taze bir dirilik gör.

Bu başıboş yaşamak nereye kadar? Ölüm hayattır, hayat ölümdür. Kâfir bunun tersine inanır.

Eğer beden evini, O kırarsa sakın inleme. Kesin olarak bil ki, zindandasın sen!

Diğer bir gazelinde de şu mealde buyurmuştur.

Ey benim canım, toprak perdenin içinde gizli bir zevk ve mutluluk vardır.

Gayb perdesi ardında yüzlerce Kenanlı Yusuf gizlidir.

Diğer bir gazelde de şöyle buyurur:

Hak Teâlâ’dan şeker gibi “Gel!” hitabı gelince nasıl olur da can oraya uçmaz.

Diğer bir gazelde de şöyle buyurdu:

Sen Zülfikar gibisin, vücudun tahtadan yapılmış bir kındır.

O kının kırılmasından gönlün niçin kırılır?

Başka bir gazelde şöyle buyurur:

“Bu câmımı ger kırsa ben gam yemem ondan hiç

Koynunda o sâkinin bir başka kadeh vardır”

(Eğer bu kadehim kırılırsa üzülmem, zira bu sâkinin koltuğu altında başka bir kadeh vardır.)

Başka bir gazelde de şöyle buyurur:

“Kendime hasmım, bizi katleyleyendir dostumuz

Gark-ı deryayız bizi emvac-ı derya öldürür”

(Kendimizin düşmanıyız; bizi dostumuz öldürüyor. Denize düşmüşüz; bizi dalga öldürüyor.)

Diğer bir gazelinde şöyle buyurmuştur:

Gerçeklerden haberdar olarak ölen aşıklar, sevgilinin huzurunda ağızları tatlanarak, ölürler, şeker gibi erirler.

Elest gününde âb-ı hayat içenler, elbette bir başka tarzda ölürler. Onlar letafette melekleri de geçmişlerdir, artık insanlar gibi ölmek uzaktır onlardan.

Sevgide derlenip toplananlar, şu insan kalabalığı gibi ölmezler. Sen sanır mısın ki, aslanlar da köpekler gibi kapı dışında can verir?

Aşıklar yolculukta öldüler mi can padişahı karşılar onları. Aşıklar can gözünü açarlar, başkalarıysa kör ve sağır ölürler.

Hepsi de o ay yüzlünün ayağı ucunda ölürler de güneş gibi doğup parlarlar. Birbirlerinin canı kesilen aşıklar, birbirlerinin aşkıyla ölürler.

Hepsi, de tek bir inciye benzer. Onlar ana baba kucağında ölmezler.

Aşıklar gök yüzüne uçarlar, münkirlerse cehennemin dibinde can verirler.geceleri korkudan uyumayanlar, korkusuz tehilikesiz ölürler.

Fakat burada ota tapanlar, öküz kesilirler, eşekçesine ölürler.

Bu gün o bakışı arıyanlarsa o bakışa karşı neşeli bir halde gülerek can bağışlarlar.

Padişah onları lütuf kucağına alır. Öyle hor ve önemsiz bir halde ölmez onlar.

Bunu da hani ölürlerse diye söyledim, yoksa ölüm onlardan uzaktır.

Diğer bir gazelinde şöyle buyurmuştur:

Ölen kimselerin düşmanları sevinir.

Ben öldüğümde ise düşmanlarım kör olur, vesselam.”

Diğer bir gazelinde şöyle buyurmuştur:

“Selâ çağrısı gelince, biz kapıdan oynayarak gireriz.

Hazreti Pir Efendimiz’in ölüm hakkında söyledikleri bu gibi sözlere hayret ediyorum. Ondan evvel kimse böyle söylemediği gibi ondan sonra da böyle sözler söyleyen gelmez.

Hazreti Pir Efendimizin ruhu “Herşey aslına geri döner” hadisi gereğince kuds âlemine uçmaya yakın olunca, Konya şehrinde kırk kadar deprem oldu. Halk bundan ötürü perişan olup Hazreti Pir Efendimiz’in huzuruna geldiler. Bu musibetin sebebini sorup bu belanın kalkması için dua istediler.

Hazreti Pir Efendimiz şöyle buyurdu:

Gönlünüzü dağıtmayın, yer acıkmıştır; yağlı bir lokma istiyor, yakında muradına erecek, o zaman bu musibet üzerinizden kalkar!

Bu sıralarda şu mealde bir gazel buyurdular:

Bu kadar sevgiyle, bu kadar merhametle yine de kızgınsın, fakat ben gönül vermedeyim sana.

Bütün can sırçalarını, “beni göremesin”[62] sözüyle kırıp geçirmedesin. Dünya yurdu deprem içinde, çünkü evden eşya taşıyorsun.

Yüzbinlerce hasta, senin yüzünden ağlayıp inlemede. Sen de bilirsin ki, sensiz yaşayamaz onlar.

Dünya gece gibi, sense bir güneşsin. Halk tamamiyle suretten ibaret, sense cansın.

Kazanca, gama, emellere düşmüşler, candan gafletteler amma yine de can yerinden oynadı mı feryada koyulurlar.

Güneş tutuldu mu; ne geçim kalır, ne neşe.. Sağken, varken kimse onu hatıra getirmez. Fakat bir gizlendi mi, evyahlar olsun neler olur neler!

Ey meclisin neşesi, parlaklığı, ey pazarın canı, hayatı, ey evin de tatlılığı, dükkanın da! Sus, çünkü söz, muallakta duran manalar denizine bir perdedir.

O birkaç gün içinde Hazreti Hudavendigâr efendimiz kırmızı bir ferace giyerek şu mealde bir gazel söylediler:

“Rov ser binih be bâlin tenha mera reha kun

Terk-i men-i harâb-ı şeb-gerd-i mübtela kun…

“Git yastığa başın koy, yalnız bırak beni sen

Ben mestî hal sihrinde terk-i ibtila et

Biz mevc-i aşkız ey yâr, şebden nehara tenha

İster gelip kerem kıl, ister gidip cefa et

Sultan-ı hub-rûyan mecbur değil vefaya

Ey zerd-i rûy-i âşık, sen sabredip vefa et

Mevtin sivası derttir, yoktur o derde derman

İmdi ne söyleyem ben, o derde sen deva et

Dün gece kûy-ı aşkta, bir pîr-i hâbda gördüm

Başıyla remzeder ki nezdimde ahz-ı ca et

Ger varsa yolda ejder aşk oldu zümrüd-âsâ

O zümrüdün şuaından def’i ejdeha et

El verdi bîhûdum ben, ger sen hüner-fezasın

Bahseyle Bu Alîden tezkîr-i Bu Alâ et”

(Yürü başını yastığa koy, yat. Bırak beni, vazgeç şu geceleri sabahlara kadar dolaşıp duran yanmış yakılmış mübtelâdan.

Biz geceleri sabahlara kadar yalnız başına sevda dalgalarıyla inler dururuz. Buna alışığız; sen istersen gel, istersen yalnız bırak ayrılığınla cefa et!

Güzeller padişahı sözünde durmak gibi bir şarta bağlı değildir. Ey yüzü sararmış aşık, sen sabrederek sözünde dur!

Göğsümde senden dolayı bir dert var ki, onun ölümden başka devası yoktur; ben sana nasıl derdime deva ol diyeyim?

Dün gece aşk köyünde bir ihtiyar gördüm; başıyla, ‘bizim tarafa gel!’ diye işaret ediyordu.

Eğer yolda bir ejderha varsa zümrüt gibi bir de aşk vardır. İşte o aşk zümrüdünün parlaklığıyla ejderhayı kov![63]

Yeter ben kendimde değilim, eğer sen hüner sahibiysen Ebu Ali Sina’nın tarihini anlat, Eb’ul Ala Maarri’nin tenbihinden bahset.)

Bu halden sonra sağlıklarında biraz kırgınlık oldu.

Bütün ileri gelenler sabah akşam geçmiş olsun ziyareti için huzuruna geliyorlardı. Dönemin Calinus’u[64] sayılan en hünerli hekimi Ekmeleddin ve Gazanferî, tedavi için uğraşıyorlardı. Bunların ikisi de Hazreti Mevlânâ’nın nabzını tutarlar, sonra gidip tıp kitaplarını incelerler, hastalığına teşhis koymağa çalışırlardı. Sonra yine nabzını muayene ederler, bu defa başka bir hastalık bulurlardı.

Birkaç gün böyle oldu, nihayet hastalığını teşhisten âciz kaldılar ve kendi halini bildirmesini rica ettiler. Ama Hazreti Mevlânâ cevap vermedi, o zaman anladılar ki, iş başka türlüdür, Hazreti Pir Efendimiz öbür âleme gitmek istemektedir. Bunun üzerine kendilerini tutamadılar, hasret gözyaşları yanaklarından süzülmeye başladı.

Nihayet 672 Hicri senenin cemaziyelâhir ayının 5. pazar günü, kış mevsiminin başlarında güneş batarken, o maarif güneşi kudsî âlemin batısına gurup etti.[65]

Halkın her kesiminden, zengin fakir, tanıdık tanımadık, hıristiyan, mü’min herkesten bir feryat koptu. Elbisler yırtıldı, başlara toprak saçıldı, ağlama ve inlemelerden kapılar, pencereler titredi, kanlı göz yaşları seller gibi aktı. Nerde gönlü yanık bir aşık varsa, acı ve göz yaşları içinde şu mealde beyitler okurdu:

Gurub etti zemine mihr-i eflâk

Nasıl ki saçmayam ben başıma hâk

Baharın kekliği uçtu çimenden

Sehab-âsâ niçün yaş dökmeyem ben

Yazık söndü çerağ-ı âlem-efruz

Niçün şeb olmasın şimdi bana rûz

(O göklerin güneşi toprak örtüsünde gizlendi, ben nasıl başıma toprak dökmeyeyim?

O hakikat baharının kekliği fena çimeninden uçtu; ben nasıl bulutlar gibi göz yaşlarıyla coşup, ağlayıp inlemelerle bağrışmayayım.

O âlemi aydınlatan parlak hidayet meş’alesi söndü; nasıl olur da böyle bir günde benim gündüzüm gece olmaz?)

O gece Hazreti Pir Efendimiz’in techizi ve kefenlenmesi işleri hazırlandı. Ertesi gün sabahleyin mübarek na’şlarını kaldırdılar. Aşıklar, bağrı yanıklar saf saf, bölük bölük ağlayış ve inleyişlerle cenazenin önünden arkasından yürüdüler. Konya’nın ileri gelenleri ve bütün ahalisi toplanıp bu üzüntüye katıldılar, sırayla her mahalleye, her pazara götürüyorlar, saray görevlileri kılıç ve sopalarla halkın hücumunu savmaya çalışıyorlardı.

Büyük bir kalabalıkla ancak akşam namazına yakın musallaya ulaşabildiler. Âdet üzere muarrif yani tarif edici kişi, öne çıktı ve Şeyh Sadreddin Konevi Hazretlerine;

– Melik’ül meşayih, buyurun! dedi.

Hekim Ekmeleddin bunun üzerine seslendi;

– Muarrif, edebe riayet et! Hakiki melik’ül meşayih[66] Hazreti Mevlânâ idi, ahirete göçetti! dedi.

Şeyh Sadreddin namazı kıldırmak için öne gelince, bir na’ra atıp kendinden geçti. Kadı Sıraceddin öne gelip namazı kıldırdı.

Şeyh Sadreddin Hazretlerinden niçin na’ra attığını sorduklarında şöyle cevap verdi:

– Namaz kıldırmak için ilerlediğimde kalabalık bir melek topluluğu gördüm; saf bağlayıp namaz ve ziyaretle meşgul oluyorlardı. Onların heybetinden kendimi kaybettim.

Kırk gün kadar büyük küçük bütün halk türbeyi ziyarete geldiler. Sultan Veled Hazretleri kendi nâmesinin başında[67] manzum olarak mealen bunu şöyle anlatır:

“Hicretin 672. senesi cemâdil âhirinin 5. günü o yüce padişah göç etti. O zaman sonbahar öyle yaralayıcı oldu ki, gökler yas tutup ağlayıp inledi.

Şehirde ne kadar halk varsa küçük büyük hepsi ah edip ağlaştılar.

Rumlardan, Türklerden bütün köylüler onun üzüntüsüyle yakalarını yırttılar.

Hepsi cenazesinde bulundu. Bunlar bir menfaat için değil, ona duydukları aşk ve muhabbet için gelmişlerdi.

Ne kadar nurlu, temiz ve sadakatli idi. Her topluluk, her millet ona aşıktır.

Hıristiyanlar onu mâbud yaparlardı, Yahudi’ler onu Hûd peygamber gibi temiz ve güzel görürlerdi.

Hıristiyanlar; bizim İsa’mız odur, Yahudiler; bizim Musa’mız odur, derlerdi. Müslümanlar ona Resulullah’ın nuru ve sırrı derlerdi.

O hakikatlerin büyük deniziydi. Ondan ayrılmanın üzüntüsüyle bunların hepsi yakalarını yırttı, yüreklerinin yangınıyla başlarına toprak koydular.

Bu hüzün kırk gün sürdü. Bu süre içinde bu ayrılık elemi hiç dinmedi.

O yas tutanlar kırk gün sonra evlerine döndüler, fakat hep bunu konuşurlar, gece gündüz derlerdi ki; ah o ilâhî hazine toprağın altına gizlendi.”

Büyük edebiyatçı Bedreddin Yahya bu sırada şu iki beyiti söylemiştir:

Hangi göz ki gamı hicrin ile nemnâk değil

Hangi bir cîb ki matemle acep çâk değil

Vechine and içerim ki bu zemin üstünden

Senden âlâsı defîn-i şikem-i hâk değil

(Ey bizim canımız, sultanımız, senin gamınla ağlamayan bir göz, senin mateminle yırtılmayan bir yaka, bir sine kalmamıştır.

Hakikat didarının aynası olan cemaline yemin ederim ki, toprağın içine senden daha iyi birisi girmemiştir.)

Aşıklardan biri o günlerde dert içinde hep şu iki beyti okuyordu;

Ecel dikeni senin mübarek ayağına battığı gün ne olurdu feleğin eli benim başıma helâk kılıcı vursaydı da böyle bir günde gözüm cihanı sensiz görmeseydi..

Ah mukaddes toprağının başı ucunda duran şimdi bu benim öyle mi? Yazık yazık, toprak başıma olsun benim!

Ey toprak, gönlümün derdinden söylemiyorum; bu gün ecel sana bir inci verdi, ne çeşit bir inciyi gizlemedesin?

Âlemin tuzak kurup gönlünü avlayan dilber, tuzağa düşmüş. Bütün halkın gönlünü alan, şimdi senin kucağında uyumakta.”

DOSTLARI VE HALİFELERİ

SEYYİD BURHANEDDİN TİRMİZİ HAZRETLERİ

Meczupların övüncü, ârif, kâmil, seyyid Burhaneddin Tirmizî Hazretleri büyük velilerden, keşf ve sır sahiplerinden olup devamlı tevekkül ve tecerrüdde idi. Marifette büyük deniz gibiydi. Bütün ömrü mücahede ve müşahede içinde geçmişti. Daima tevhide dair konuşur, uzleti, yalnız kalmayı sever, dünya ve halktan yüz çevirirdi. Dönemin ebdal ve evtadlarındandı. Sultan-ül ulema Bahaeddin Veled Hazretlerine bağlı olup Hazreti Hudavendigâra lalalık ederdi. Resmi ilimleri tahsil ettikten sonra bir gün Hazreti Mevlânâ’ya dedi ki:

– Gözümün nuru, gerçi ilim tahsilinde zahmetler çektin, parmakla gösterilen bir alim oldun. Ama bu ilimlerin ötesinde bir ilim vardır ki, bu ilimler onun kabuğudur. O ilmin anahtarını pederin bana lütfedip verdi, onu öğrenmen lazım!

Ondan sonra kendisine sülûk tarikatını ve meşayih edeplerini telkin etti. Sohbet tam dokuz yıl devam etti. Bu müddet içinde Sultan’ül Ulema Hazretleri’nin maarifini Hazreti Mevlânâ’ya belki bin defa tekrarlayarak tevhid ve maarif sırlarını gereğince öğretip yetiştirdi, onu kat kat fazlasıyla görülmedik makamlara eriştirdi.

Sultan’ül Ülema Bahaeddin Veled Hazretleri Konya’da ahirete göçettikleri vakit Seyyid Burhaneddin Tirmizî Hazretleri orada değildi. Şeyhinin vefat haberini alınca çok üzüldü, derin bir yasa girdi, tam bir sene onun ayrılığı ile mum gibi eridi. Bir gece rüyasında şeyhini, Bahaeddin Veled Hazretlerini gördü; kendisine hiddetle şöyle diyordu:

– Burhaneddin, benim Muhammedim’i nasıl bırakırsın, onu korumakta kusur edersin?

Bunun üzerine Konya’ya geldi, Hazreti Mevlânâ’ya ulaştı.

Elbise Yıkamaya mı Geldik?

Seyyid Burhaneddin Hazretleri’nin müridlerinden olan, Anadolu’nun yüksek şahsiyetlerinden ve vezirlerinden Sahip Isfahanî bir gün Seyyid Burhaneddin Hazretlerine hizmet etmek için elbisesini yıkatmak istedi, ama şeyh müsaade etmedi ve dedi ki:

– Yine kirlenirse ne yapalım?

Sahip ısfahanî de şöyle cevap verdi:

– Yine yıkarlar!

– Yine kirlenirse?

– Yine yıkarlar!

Bu şekilde birkaç defa tekrar edince şeyhin canı sıkıldı, şöyle buyurdu:

– Boş konuşuyorsun, biz bu âleme elbise yıkamak için mi geldik? Seyyid Hazretleri bu şekilde yaşadıkları halde yanına gelenler mis gibi güzel bir koku duyarlardı.

Hal Dili

Tirmiz’in şeyhülislamı Şeyh Şehabeddin Ömer Suhre- verdi Bağdat’tan Anadolu’ya gelmişti, Seyyid Burhaneddin Hazretlerini ziyaret etmek istedi. Bunun için Sahip Isfahanî’ye başvurdu. O da Şeyh Hazretlerine;

– Efendim, büyük şeyhlerden biri gelmiş, zatıâlinizin huzuruna gelmek istiyor! diye haber verdi.

Seyyid Hazretleri izin verdi, Şeyh Şehabeddin yanına geldiğinde Seyyid Hazretleri toprak üzerinde oturuyordu. Birbiriyle konuşmaksızın, hal diliyle, vasıtasız olarak sırlar alıp verdiler. Şeyh Şehabeddin bundan çok duygulandı, bir süre sonra ağlayarak dışarı çıktı.

Bazıları ona niçin konuşmadıklarını sordular. Şeyh dedi ki:

– Aramızda çok konuşmalar oldu, çok müşküller çözüldü.

– Seyyid Burhaneddin Hazretlerini nasıl buldunuz? diye sordular. Şöyle cevap verdi:

– Yüzü gizli bir hakikat ve maarif deryasıdır!

Övme

Seyyid Burhaneddin Tirmizî Hazretleri bir gün söz söylüyordu[68]. Birisi bu sırada kendisine dedi ki:

– Senin medhini filan kişiden duymuştum!

Seyyid Hazretleri dedi ki:

– O adam kimmiş bakayım, beni tanımış da medhet- meğe kalkmış? Eğer beni sözlerimle tanımışsa kesinlikle tanımamıştır; zira sözler, harf, ses ve ağızdır ki bunlar kalmaz. Fiillerimden tanımışsa yine öyledir. Eğer benim zatımı tanımışsa suret zata uymaz ki medhetsin!

Söz

Tirmiz şeyhülislamının şöyle dediği anlatılır:

– Seyyid Burhaneddin Hazretleri, şeyhlerin maarif kitaplarını okuduğu için bu mevzuda güzel söz söyler.

Birisi;

– Sen de o kitapları okuyorsun, peki sen neden öyle sözler söylemiyorsun? diye sordu.

– O nefsiyle devamlı mücahede yapıyor ve hakikatle amel ediyor!

O adam bu sefer şöyle dedi:

– O halde neden oraya başvurup, o kapıyı çalmıyorsun?

İki Aslan

Seyyid Burhaneddin Tirmizî Hazretleri, Hazreti Mevlânâ’nın kemale erişip “Allah’ın evliyasına korku ve hüzün yoktur”[69] mealindeki ayetle belirtilen zümreye girdiğini, insanları hidayete yetiştirdiğini gördüğünde Kayseri’ye göçetmek için kendisinden izin istedi. Ancak Hazreti Pir gitmesine rıza göstermediler. Sonra birkaç defa daha müsaade isteyip izin alamayınca, ata atlayıp izinsiz yola çıktı. Fakat yolda hayvan kayıp ayağını incitti, geri dönmek zorunda kaldı. Hazreti Mevlânâ’nın huzuruna çıkıp;

– Gözümün nuru, niçin gitmeme izin vermezsin? dedi. Hazreti Mevlânâ da;

– Ya niçin bizden uzaklaşmak istersiniz?

– Elhamdülillah senin işin tamam oldu, insanlar senden faydalanıyor, feyz alıyorlar. Benim acele etmem, buraya bir aslanın gelmekte oluşundandır. O bir aslan, ben de bir aslanım, iki aslan bir yerde geçinemez!

Bunun üzerine Hazreti Mevlânâ müsaade etti, Seyyid Burhaneddin Hazretleri de Kayseri’ye gitti.

Bundan kısa bir süre sonra Şemseddin Tebrizî Hazretleri Konya’ya geldi.

Seyyid Burhaneddin Tirmizî Hazretleri’nin menkıbeleri pek çoktur, bu kadarla iktifa edildi. Allah başarı verici ve yol göstericidir.

ŞEMSEDDİN TEBRİZİ HAZRETLERİ

Ariflerin kutbu, muvahhidlerin övüncü, peygamberlerin varisi Şemseddin Tebrizî Hazretleri kâmil, mükemmel, hal ve söz sahibi, kudsi haremin örtülülerinden, Hak dostlarından öyle bir padişahtır ki, hakikatlerde ve maarifte muhakkikler ona başvururlar, o da keşf ve visal yolunu gösterirdi. Tekellüm ve tekarrübte[70] Musa (a.s.), uzlet ve tecerrüdde[71] İsa (a.s.)meşrebindeydi. Hazreti Mevlânâ zamanına kadar hiç kimse onun halini bilmemişti, şimdiye kadar da hiç kimse onun sırlarının hakikatine vakıf olmamıştır. Kerametlerini daima gizler, tanınmaktan kaçınırdı. Tüccar kıyafetinde dolaşır, ticaret yapardı. Gittiği yerlerde hanlarda kalır, odasının kapısını sıkıca kapatırdı. Odasında hasırdan başka hiçbir eşya bulundurmazdı. Evi Tebriz’deydi. Hazreti Mevlânâ’nın oğlu Sultan Veled Hazretleri onun müridiydi.

Tirit

Anlatılır ki:

Şemseddin Tebrizî Hazretleri bir ara Şam’da oturmuştu. Haftada bir gün odasından çıkar, bir kellecinin dükkânına gidip iki pul vererek yağsız kelle suyu isterdi. Onu içip bir hafta boyunca o gıda ile iktifa ederdi. Bir sene bu şekilde yaşadı. Kelleci onun riyazet için, nefsine eziyet vermek amcıyla böyle davrandığını anladı, bir gün güzel bir tirit hazırlayıp önüne koydu. Şems Hazretleri halinin anlaşıldığını farkedip, el yıkama bahanesiyle yemeğe dokunmadan dışarı çıktı ve gitti, şehri terketti.

Beyden Evliya

Şöyle anlatılmıştır:

Bir gün yolda atları ve himetkârlarıyla giden bir beyle karşılaştı. Bakışları karşılaşınca, bey atını durdurup uzun süre öylece bekledi, sonra ağlayarak yoluna devam etti. Şems Hazretleri’nin bunun üzerine şöyle dediği duyuldu: “Kullarına nimetleriyle azap eden Hak Teâlâ’y’ı tenzih ederim”[72]

Bu sözünün sebebini sordular şöyle açıkladı:

– Bu bey gizli evliyadandır, bu kılıkla halktan örtülü kalıyor. Beni görünce;

– “Bu kılıkla tarikat gereklerini yapmakta zorlanıyorum” dedi ve fakir kıyafetinde kulluk etmek için dua etmemi istedi. Ben de buna ettim ama kabul edilmedi ve denildi ki:

– “Onun, velayet nurunu beylik vazifesiyle birlikte sürdürmesi lazımdır!” Bunu görünce ağlayarak gitti. Sultan Veled Hazretleri yazmış olduğu kendi Mesnevi’sinde[73] Şems Hazretleri’nin menkıbelerinden şöyle bahsetmiştir:

“Hak aşıklarının üç mertebesi vardır. Hallac-ı Mansur aşıklık makamının ilk mertebesindeydi. Bu mertebelerin ortası büyük, sonuncusu ise en büyüktür. Bu üç mertebenin halleri ve sözleri âlemde ortaya çıktı. Ma’şukların da üç mertebesi vardır ama gizli kalmıştır. Kâmil olan ve vuslata eren aşıklar, ilk derecedeki ma’şukların adını duyarlar ve yüzlerini görmek dilerler. Orta derecedeki ma’şukların adlarına ve izlerine kimse erişememiştir. Son mertebedeki maşuklardan ise kimse bir şey işitmemiştir. Şemseddin Tebrizî Hazretleri en son mertebedeki ma’şukların padişahı idi. Bu yüzden Hazreti Mevlânâ şöyle buyurmuştu:

Tuyur ud duha lâ testatı’ şuâahu

Fekeyfe tuyur ul leyli tetmau en tera

(Kuşluk vaktinin kuşları o güneşin ışığına dayanamıyor; gece kuşları onu görmeye nasıl heves edebilsin?)

Hak Nuru

Yine Sultan Veled Hazretleri’nin Mesnevi’sinde anlatılır:

Bir gün Hazreti Pir Efendimiz gayp âleminde bir kutup gördü ki, hepsi de Hakk’a vasıl olmuş dört bin müridi vardı. O kutup çilede oturmuş, Hak Teâlâ’dan erişemediği bir makamı istiyor;

– “Yarab, Yarab!..” diyordu.

Yer, gök , bütün ulvi ve süfli ruhlar onunla birlikte;

– “Yarab!” diyorlardı.

O sırada Hak nuru; Şems Hazretlerine yansıyor ve;

– “Lebbeyk lebbeyk!”[74] diyordu. Üç defa tekrar edince Şemseddin Tebrizî Hazretleri dedi ki:

– İlâhî, o şeyh “Yarab” diyor, ona “lebbeyk” de!

Bunun üzerine Hak nuru derhal o kutba birbiri ardınca şimşek çakar gibi vurdu ve;

– “Lebbeyk Lebbeyk!” dedi.[75]

Ücret

Anlatılır ki:

Şemseddin Tebrizî Hazretleri tecellilere garkolup, tecelliler dayanılmaz bir hal aldığında; o halin üzerinden kalkması için bir işle uğraşmaya girişirdi. Ekseriya tanımadığı kimselerin tarlasını sürmek, hayvanlarını gütmek gibi işlerde gecelere kadar çalışırdı. Ücretini verdikleri zaman;

– Borcum var, sizde kalsın, biriksin de hepsini birden ödeyeyim! diyerek almaz, bir müddet sonra da ayrılıp ortadan kaybolurdu.

Sohbet Arkadaşı

Şemseddin Tebrizî Hazretleri bir defa şöyle münacat etmişti:

– İlâhî, senin has kullarından benim sohbetime katlanabilecek bir kimse var mıdır?

Bunun üzerine gayp âleminden;

– Eğer sohbet arkadaşı istiyorsan, Anadolu tarafına git! diye işaret olundu.

Derhal Anadolu’ya doğru yola çıktı, şehir şehir dolaşarak sohbet arkadaşı aradı. Nihayet bir gece vakti Konya’ya geldi, Pirinççiler hanına indi. Hanın kapısının önünde konukların oturması için karşılıklı sedirler konmuştu. Sabahleyin oraya oturdu. Yakub’un “Ben Yusuf’un kokusunu duyuyorum”[76] dediği gibi koku alıyordu. Hazreti Pir Efendimiz buyurur:

“Hatenli sevgilinin gönül alıcı rayihasını duyuyorum.

Ahmedî akik cevherinin pırıltısını görüyorum.

İşte Yemen tarafından bana Rahman’ın kokusu geliyor.”

Hazreti Hudavendigâr da velayet nuruyla; o maneviyat güneşinin şerefli burca girdiğini bildi. Onu aramak için evden çıkıp o tarafa doğru yürüdü. Yolda halk elini öpmek için etrafına toplanıyor, o da herkesi okşayıp gönüllerini alıyordu.

O sırada Şems Hazretleri, Hazreti Mevlânâ’yı gördü, muhabbet nuruyla gayp âleminden işaret olunan zat olduğunu anladı, ama bir şey söylemedi.

Hazreti Hudavendigâr geldi, Şems’in karşısındaki sedire oturdu. Bir süre birbirine bakıştılar, kudsi lisanla söyleştiler. Hiç kimse Şems Hazretleri’nin halini ve Hazreti Mevlânâ’nın onun için orada oturduğunu bilmiyordu.

Sual ve Cevap

Bir müddet sonra Şems Hazretleri başını kaldırıp Hazreti Mevlânâ’ya sordu:

– Mevlânâ, Allah sana rahmet etsin, Bayezid’den rivayet edilen değişik iki hal için ne dersiniz; Bayezid Hazretleri, Peygamber Efendimiz’in sünnetlerine uymak hususunda son derece titiz davranırdı. Öyle ki, Peygamber Efendimiz’in karpuzu nasıl yediklerini bilemediğinden, ömründe karpuz yememişti. Diğer yandan “Şanım ne büyüktür, kendimi tenzih ederim” veya “Cübbemde Allah’tan başka yoktur” sözlerini söylemiş. Hazreti Resulullah (s.a.s.) ise “Bazen kalbim paslanır, onun için günde yetmiş kez istiğfar ederim” buyurmuştur.

Hazreti Mevlânâ şöyle cevap verdi:

– Bayezid gerçi kâmil evliyadan, vâsıl ariflerden gönül ehli bir zattır. Fakat onu, velayet dairesinde belli bir makama koyup orda bıraktılar, o makamın büyüklüğünü kendisine bildirdiler. O da kendi makamının yüce sıfatını ve ittihad halini anlatmak için böyle konuştu. Resululllah (s.a.s.) Efendimiz’e ise günde yetmiş makam geçirirlerdi, o da eriştikleri makamın yüceliğine şükredip onu sülûkun sonu bilir, ikinci bir dereceye eriştiklerinde ise; bunun evvelkinden daha yüksek olduğunu görürlerdi. Bu sebeple evvelki dereceye ve o makama kanaat etmiş olduklarından istiğfar buyururlardı.

Bu söz üzerine, ikisi de sedirden inip birbirine sarılıp kucaklaştılar, sütle şeker gibi karıştılar.

Sohbet

Önce altı ay Şeyh Salahaddin Zerkub’un hücresinde birlikte sohbet ettiler. Öyle ki, kesinlikle bir şey yemediler, içmediler ve beşeri hacette bulunmadılar. Onların yanına Şeyh Salahaddin Hazretlerinden başka kimse giremedi.

Altı ay sonra dışarı çıktılar. Şems Hazretleri, Hazreti Mevlânâ’yı sema’ yapmaya teşvik etti. Yorumu ve açıklaması çok uzun olan sema’ın hakikatlerini kendisine anlattı. Ondan sonra Hazreti Mevlânâ bütün vakitlerini Şems Hazretleri’nin sohbetinde geçirir oldu, müridleri kendisine hizmet etme şerefinden mahrum kaldılar. Ayrılık gecemize kavuşma sabahı yüz gösterir, uzak kalma yaramıza yakın olma merhemi sürülür ümidiyle uzun müddet tahammül ettiler.

Haset

Ama mümkün olmadı; ayrılık ateşi günden güne arttı ve kıskançlık emareleri başgösterdi, aşk şevk meşaleleri parladı. “İnsanların göğüslerinde vesvese verir”[77] ayeti gereğince içlerine vesvese ve taassup girdi. Nihayet inkâr kirini de yüze çıkardılar, azgınlığı, edepsizliği aşk saydılar. Gereksiz işlerle uğraştılar, kendi iradelerini şeyhin iradesinden üstün tuttular. Fırsat buldukça Hazreti Şems’in hakkında dedikodu ürettiler. Hatırı kırılır da buradan gider diye kendisine alaycı sözlerle sataştılar. Fakat onun derya gibi gönlü, o diken gibi laflardan incinmedi, aldırmadı, küstahça söz ve davranışlarını aşka hamletti.

Ayrılık

Haddi aştılar. O zaman Şems Hazretleri büyük bir fitne kopacağını anladı, durumun düzelmesi için ansızın, habersizce Şam’a gitti.

Şems Hazretleri gidince; Hazreti Mevlânâ bütün mü- ridlerden alâkasını tamamen kesti, yalnız kalmaya başladı. Öyle ki Hazreti Pir’in yakın dostları da o adamların yaptıklarından dolayı Hazreti Pir’den ayrı düştü, bir süre bu dert ve elem için vakitler geçirdiler.

Mektup

Birdenbire bir gün Şam’dan, Hazreti Şems’ten Hazreti Mevlânâ’ya bir mektup geldi, Hazreti Pir sevincinden sema’a başladı. Aşikâne sözler ve şiirler söyledi. Fitneye karışmayan günahsız cemaate iltifat etti, fitneye karışanlara göz ucuyla bile bakmadı. O fitneciler de kendilerine kızıldığını, anladılar tövbe etmeye, istiğfar getirmeye başladılar. Hazreti Hudavendigâr, onların özürlerini kabul etti. Bu durumu Sultan Veled Hazretleri mealen şöyle anlatır:

Hepsi bâgirye ve tövbe dedi vah

Bizi affet bu günahtan ey ilah

Bilmedik kadrini, biz görmemeden

Pîşiva bilmedik ol zatı neden

Tifl-ı rehrev idik etme ta’yib

Yarab et o dil-i pîri tatyip

Ki kabul eyleye bizden i’zar

Affa mazhar ola cürm tekrar

Geldiler yalvararak şeyh önüne

Ki bağışla bizi reddetme yine

Tövbeler ettik aman rahmet et

Bir daha eyler isek la’net et

Şeyhleri böyle görünce hâli

Oldu kinden dil-i pâki hâlî

(Hepsi ağlayarak tövbe ettiler, Cenabı Hakk’tan af dileyip şöyle dua ettiler: Yarabbi, kör olduğumuzdan onun kıymetini bilemedik, o hazretin büyüklüğünü tanıyamadık. Çocukluğumuza bağışla, o şeyhin kalbini hoş et de bizim özrümüzü kabul etsin, suçumuzu bu sefer de bağışlasın.

Sonra utançla şeyhin huzuruna çıktılar; bizi yine bağışla, reddetme diye yalvardılar. Tövbe ettik, bir daha yapmayacağız, yaparsak bize artık acıma dediler. Hazreti Pir bunların halini görünce kızgınlığı gitti, yumşadı.)

Davet

Bütün müridler toplanıp Sultan Veled Hazretleri’ne geldiler. Müridlerden bir grupla Şam’a gidip Hazreti Şems’i davet etmesini rica ettiler, yol masrafı olarak bir çok altın gümüş verdiler. Hazreti Hudavendigâr şu gazeli yazıp Sultan Veled’le gönderdi.

Bir Hûda hakkı ki ezelde idi

Hay ve dânâ ve kadiri kayyum

Nuru parlattı aşk şem’aların

Oldu tâ sad hezar sır ma’lum

Doldu âlem anın bir emrinden

Aşık ve aşk ve hâkim ve mahkûm

Şemsi Tebrizî’nin tılsımında

Kenz vardır acayib-i mektum

Ki o demden ki sen sefer ettin

Mum gibi tatlılıktanız mahrum

Şem’a- âsâ bütün gece yandık

Âteşi vardır, tatlılık ma’dum

Firkat-i tal’atinle oldu bize

Cism, vîrâne, can da güya bûm

Çek inânı çevir bu cânibe gel

Fil-i ıyşe semiz ola hortum

Bize sensiz sema’ helal değil

Oldu Şeytan gibi tarab mercum

Bir gazel söylenilmedi sensiz

Tâ ki geldi o pür şeref mefhum

Hayli zevk-i sema’-ı nâmen ile

Oldu beş, altı bir gazel manzum

Subh-u nurunla oldu rûşen Şam

O bütün fahr-i Şam ü Ermen ü Rûm

(O ezeli diri olan, her şeyi bilen, kudret sahibi olup yarattıklarının işlerini tedbirden bir an boş kalmayan Cenab-ı Hakk’a yemin ederim ki, onun nuru aşk ışıklarını yaktı da yüzbinlerce gizli şey bilindi.

Onun bir hükmüyle cihan aşk, aşık, hâkim ve mahkûm ile doldu. Şemsi Tebrizî’nin tılsımlarıyla şaşılacak, eşsiz ve görülmemiş hazineleri gizlendi.

And olsun ki, o gün sen gittin; mumun baldan ayrılması gibi ben de tatlılıktan ve tattan ayrıldım. Bütün gece mum gibi yanıyorum, ateşle birlikteyim baldan tatdan mahrumum.

Cemalinizin ayrılığıyla cismimiz viranedir, canımız ise baykuş gibi inliyor. Artık gidiş dizginini bu tarafa çevir, senin huzurun olmadan sema’ helal değildir.

Ayrılık zamanında neşe ve sevinç, şeytan gibi taşa tutuldu. Sensiz geçen günlerde, senin dinlemenin şerefine erişecek tek bir gazel bile söylenmedi.

Mektubunu aldım, sevincimden sema’ ettim ve beş altı gazel yazdım. Ey Şam’ın, Ermen’in ve Rum ülkesinin iftiharı! akşam çağı, sabahın saadet nuruyla aydınlansın artık.)

Konya’ya Dönüş

Sultan Veled, Hazreti Pir’in emri üzerine kalkıp büyük bir şevk ile hazırlandı, Şam’a hareket etti.[78] Şam’a varınca yoldaş müridlere Hazreti Şems’i her yerde aramalarını emretti. Her köşede o ilâhî sırrın cevher hazinesini aradılar. Birkaç gün sonra Hak cemalinin nuruyla kendinden geçmiş bir halde bir köşede buldular. Oranın ahalisinden hiç kimse o Hazret’in halini bilmiyordu. Sultan Veled bütün mürid- lerle birlikte huzuruna geldi, elini öpüp getirdiği altın ve gümüşleri önüne koydu, Hazreti Hudavendigâr’ın selamını söyleyip mektubunu verdi. Şems Hazretleri gülümsedi ve dedi ki:

– Bizi altın ve gümüşe aldanır mı sanıyorsunuz? Muhammedî ahlak Mevlânâsı’nın çağırması yeter! Onun sözünden ve işaretinden nasıl çıkılabilir?

Orada kaldıkları birkaç gün içinde hep sema’ yaptılar. Yolculuk hazırlıklarını tamamlayıp Konya’ya doğru yola çıktılar. Müridlerin hepsi atlara bindiği halde Sultan Veled Hazretleri Hazreti Şems’in atının yanında yürüyordu. Hazreti Şems her ne kadar;

– Bahaeddin, binin şu hayvana! diye buyurduysa da Sultan Veled;

– Padişah at üzerinde iken kölesi nasıl at binebilir? diyerek yürümeye devam etti. Konya’ya varıncaya kadar yaya yürüdü.[79]

İşte bu yolculukta her adımda yüzbinlerce müşkülünü çözdü, hiçbir salike nasip olmayan hakikat menzillerini geçti, tehlikeli yerleri aştı, kemal ve vuslat makamlarına erişti.

Kavuşma

Kafilenin Konya’ya yaklaştığı müjdesi Hazreti Mevlânâ’ya ulaşınca, ileri gelenlerle birlikte karşılamaya çıktı. İki hakikat güneşi birbirine kavuştuklarında Şems Hazretleri Sultan Veled’in hizmetlerini teşekkürlerle anlatıp memnuniyetlerini bildirdi ve buraya kadar yaya yürüdüğünü anlattı. Hazreti Mevlânâ, bundan pek memnun oldu, Sultan Veled’in ahlâk ve edebini övdü, ondan sonra ona karşı hep iltifatlı davrandı.

Müridler onların şerefine toplantılar düzenler, her gün birisi davet ederek, bir yere götürürlerdi. Uzun süre bu şekilde ihtilafsız ve huzurlu toplantılarda gece gündüz zevk ve şevk ile sema’lar yapıldı.

Hazreti Mevlânâ, Hazreti Şems’e evvelkinden ziyade bağlanıp hürmet ve muhabbeti arttı, birlikte müstağrak sohbetler yaptılar.

Fitne

Epey bir müddet sonra Şems Hazretleri, Hazreti Mevlânâ’nın yetiştirmiş olduğu Kimya adındaki temiz huylu bir kızla evlenmek istediğini bildirdi. Hazreti Mevlânâ memnuniyetle arzusunu yerine getirip nikâhladı. Mevsim kış olduğundan evin kışlık kısmındaki bir sofayı onlar için hazırlattı, oraya yerleşip kışı orada geçirdiler.

Hazreti Hudavendigâr’ın oğlu Çeleb-i Alaaddin, pek edepli bilgili bir genç idi. Anne ve babasının ellerini öpmek için geldiğinde bu sofadan geçerek yanlarına giderdi. Hazreti Şems’in velayet kıskançlığı coştu, birkaç defa öğüt verircesine kendisine dedi ki:

– Gözümün nuru, gerçi zâhir ve bâtın edebine diyecek yok ama bundan sonra buradan geçerken daha dikkatli olman gerekir.

Alaaddin bu sözlerden alındı, gücendi. Zaten Sultan Veled’e yapılan iltifatlı muamelelerden dolayı üzüntü duyuyordu. Bu sözler de canının sıkılmasını artırdı. Dışarı çıkıp durumu bir bölük cemaate anlattı. Onlar da bunu bir fırsat saydılar içlerindeki öfkeyi göstererek dediler ki:

– Şaşılacak şey, yabandan gelmiş bir adam ev sahibinin göz bebeğini kendi evine gelmeye bırakmıyor!

Sözün kısası o grup fırsat buldukça Şems Hazretlerini küçümsemekten geri kalmazlar, üzücü davranışlarda bulunmaktan çekinmezlerdi.

Kayboluş

Hazreti Şems, yumşak huylu olmasından dolayı onların söz ve hareketlerini Hazreti Hudavendigâr’a söylemedi. Ama bir müddet sonra haddi aştıklarında hikâye yoluyla Hazreti Sultan Veled’e işaret edip dedi ki:

-Bu sefer bunların yaptıklarından dolayı öyle kaybolacağım ki izimi kimse bulamayacak!

Ve birden ortadan kayboldu. Hazreti Hudavendigâr, sabahleyin medreseye gelip Şems Hazretlerini bulamayınca, bulutlar gibi gürleyerek Sultan Veled’in odasına gelip, seslendi:

-Bahaddin, ne uyuyorsun, kalk şeyhini ara! Yine canımız onun rahiyasını alamıyor!

Epey bir süre sonra onu arayıp soruşturdu, sonra birden bire cemaatten tamamen yüz çevirdi. Gece gündüz yalnız kalıp o Hazretin hasretiyle gazeller yazmakta bulundu. Sonunda, o vaktin kutbunu incitip ordan gitmesine sebep olanlar cezaya uğradı; Hazreti Mevlânâ onlardan alâkasını kesip mahrum bıraktı.

Çok araştırmalardan sonra Hazreti Mevlânâ yakınlarıyla birlikte Şems’i aramak için Şam’a gittiler. Orada kaldıkları sürece hep onu soruşturdular. Sonunda Konya’ya dönüp yine sema’, hakikatler, tevhid incelikleri müridlerin kalplerini tasfiyesi ile meşgul oldular.[80]

Şeyh Salahaddin Zerkub, şeyh Şemseddin Tebrizî Hazretleri’nin halifelerinden olup velayet nurlarıyla süslü ve evliya içinde seçkin bir zat idi. Şems Hazretleriyle sohbet etmişti. Hazreti Hudavendigâr onu diğer müridlerinden üstün tutarak Şems’in makamına getirdi, onunla sohbet etti.

ŞEYH SALAHADDİN ZERKUB KONEVİ

Evliya ve muhakkiklerin efendisi, şeyh Salahaddin Zerkub, Hazreti Mevlânâ’nın müridi ve halifesiydi. Şems Hazretleri’nin sohbetinde bulunanların başıydı, Hüsamed- din Çelebi’den önce bütün müridler ona başvururlardı. Zühd, vera’, mücahede ve takvada çok ileriydi. İlâhî maarif ve yakin ilimlerini mecaz olarak değil, niyaz yoluyla elde etmişti. Sadakatte en yüksek dereceye ermiş, taşkın bir deniz, kâmil bir fakirdi. Müridi olup elini muhabbetle yapışıp bırakmayan, gönül sahibi kâmillerden olurdu.

Nefsini devamlı olarak kontrol altında tutardı, hacet oldukça ve çok az konuşurdu.

Eskiden beri dindar ve güvenilir olarak tanınmıştı. Kuyumculuk yapardı. Hazreti Mevlânâ’ya bağlanıp işini bırakmasının sebebi şudur:

Salahaddin Zerkub bir gün her zamanki gibi dükkanında kuyumculukla uğraşıyor, bir altın varağı dövüyordu. O gün Hazreti Mevlânâ’nın çok coşkun ve vecdli bir hali vardı. Birden onun dükkanının önüne geldi. Salahaddin’in çekicinin ahenkli sesinden etkilenip kendinden geçerek sema’ etmeye başladı. Zerkub bu halin çekicin sesinden meydana geldiğini anladı; durmayıp altın varakının boşa gitmesine aldırmadan dövmeye devam etti.

Sonra Hazreti Mevlânâ onu dışarı çağırıp kendisiyle bir süre sohbet etti. Bu sohbetten aldığı feyz ile kalbinin pası silindi, Hazreti Pir’e mürid olup bağlandı. Himmetini kazanarak hidâyet buldu, kâmiller zümresine katıldı. Nitekim Hazreti Mevlânâ buyurur:

Kâr-ı zerkubları altın gibi ettin altın

Yüz recül kuvveti var sende Salahaddin Şah

Başka bir gazelinde şöyle buyurdu:

“Mıtrıba esrar-ı mârâ bâz gû

Kıssahâ-yı can fezâ râ bâz gû

Mâ dehân ber beste-i imruz ezû

Tu hadîs-i dilküşâ râ bâz gû

Mahzen-i innâ fetahnâ ber küşa

Sırr-ı cân-ı Mustafâ râ bâz gû

Çün Salahaddin salâh-ı cân mast

An salâh-ı cânhâ râ bâz gû”

“Mıtrıba aç yine esrarımızı

Can-fezâ kıssaları söyle yine

Biz bugün bağladık ondan deheni

Dil-küşa bir haberi söyle yine

Canların hayrı Salahaddin’dir

O şeh-i feyz- eseri söyle yine”

(Şarkıcı, bizim sırlarımızı söyle, can tazeleyen öykülerimizi söyle!

Biz bugün ağzımızı kapadık; o gönül açıcı sözleri sen söyle!

“İnna fetahna”[81] hazinesini aç, Mustafa (s.a.s.) canının sırrını söyle!

Salahaddin canımızın iyiliğidir, canımızın iyiliğinin sırrını söyle!)

Mesnevi’de şöyle buyurmuştur:

“Adı Salahaddindir, o, yedi kat göğün ve yedi kat yerin kutbudur.

Allaha erişmiş kuvvetli bir kâmildir. Onun bakışı taşa kabiliyet verir.

Güneşin nuru, onun yüzünün nurundan utanır.

Kim onu görse gönül eri olurdu.

Hal sahibi, nazlı, mahcup şeyh onu gördü,

Onu ebdal veliler içinde seçkin bir veli kılıp ona yöneldi.

Ondan başkası yanlış diyerek diğer hepsini bıraktı. Dedi ki:

“Hani o din güneşi dediğimiz Şemseddin var ya; işte yine geldi;

Niçin uyuyalım da bu hakikat tecellisini tanımayalım, bilmeyelim?

Dostlara dedi ki: “Niçin gizleyeyim; benim cihanda hiç kimseden korkum yok!

Ey dostlar, benim yanımdan gidin;

Sırrıma mazhar olan Salahaddin’e başvurun, o kâmilin etrafında toplanın!”

Hazreti Mevlânâ, Şems-i Tebrizî Hazretleri kaybolduktan sonra Salahaddin’le üzüntüsünü giderir, onun yanında sâkinleşip rahatlardı. Nitekim Sultan Veled şöyle der:

“Şeyhin, o mahcup, Hak nazlısının karışık halleri, elemleri, dertli söylenmeleri Salahaddin’le sükûnet buldu.

İlâhî bir hassa olan Şemseddin Tebrizî, o mânâ sultanı ile nasılsa Hak nazlısı Şeyh de Salahaddin’le öyle idi.

Şekerin sütle karışması gibi birbiriyle ne hoş anlaşıp uyuşmuşlardı.

İkisinin de işi birbirine dostlukta halis altın gibi kıymetli, temiz ve parlak oldu.

Kıskanç kişiler Salahaddin Hazretleri’nin Cenabı Huda- vendigâr’la yakınlığını fazla görünce yine kinle hasetle uğraşmaya, düşmanlık göstermeye başladılar. Nihayet kötülüklerinin fazlalığından dolayı o Hazret’i cahillikle itham ettiler. Çünkü onun ledünnî ilminden haberleri yoktu. Nasıl ki Hazreti Sultan Veled buyurur:

“Yine münkirler ettiler feryad

Yine teşvişe düştü ehl-i fesad

Dediler kurtulup birinden biz

Gözetirdik hulûs ile derimiz

Bu gelen o gidenden oldu beter

O biri nur idi bu nâr u şer

Keşke olsaydı iptidaki yine

Mûnis ü hem refik şeyhimize

Biliriz biz bu âdemi hepimiz

Mektep ve şehirce biriz hep biz

Ne hat ve ilmi var ne de güftar

İndimizde değil o kıymettar

Oldu bir âmi has hassı Huda

Dediler hamlığından ol cühela

Bilmiyorlar ki âlim anlardır

Çeşme-âsâ ilimde o ferdir

İlminin mahreci cihan-ı adem

O kitaptan okur idi Âdem

Bırak artık bu bahsi kâfidir

Evliya medhin etme vâfidir

Kadh et inkârın o müridanın

Vasfın et o ferik-i bîcânın

Sözleri türehat idi cümle

Uykusuz kaldılar bütün gamla

Dedi onlar tuhaf ki Mevlânâ

Bulmamıştır onun gibi dânâ

Gece gündüz anı eder tebcîl

Ehli fazl üzre etmede tafdil

Bir mürid kalkıp etti tanmazlık

Çıkıp onlardan etti gammazlık

Etti o azm-i nezd-i Mevlânâ

Onların sırrını eyledi ifşa

Ki bunu kasteder bütün o güruh

İşlesinler filâna bir mekruh

Duydu bu hali Şeh Selahaddin

Nur-u çeşm-ü çerağ-ı ehl-i yakin

Hande etti dedi o bîçeşman

O güruh-u pelîdi-i bîiman

Bu kadar Hak’tan olmamış âgâh

Emri olmazsa oynamaz bir kâh

Beni kim katle muktedir acaba

Anı emretmemişse Rabb-ı Huda

Rahmetim mahz, yoksa nefham ile

Diri koymam cihanda bir kimse”

(İnkârcıların içine yine bir feryad, bir figan düştü, yine fesatçılar birbirine karıştı. Bunlar birbirine diyorlardı ki:

“Birinden kurtulduk, bak neye tutulduk? Bu gelen öncekinden de beter. Evvelki nur idi, bu ise kıvılcımdır. Keşke yine önceki, şeyhimize arkadaş olsaydı. Hepimiz bu adamı biliriz. Hepimiz hemşeriyiz, hepimiz bir sofranın adamıyız. Onun ne yazısı var, ne ilmi, ne de sözü. Bizce onun Hazreti Pir ile sohbet etmeye layık bir kıymeti yok.”

Ah o avam tabiatlılar hamlıklarından dolayı Cenab-ı Hakk’ın seçkin velisine cahil demişler. Asıl âlimin şeyh Selahaddin olduğunu bilmiyorlar. Çünkü o, âb-ı hayat gibi ledün ilmini içmiştir. Onun ilmi yokluk âleminden ve Hazreti Adem’in okuduğu Hak kitabındandır. Yeter, artık bu hususta söz söyleme, evliyayı övmekten geri dur da inkârcıların, o ruhsuzların kötülüklerini anlat. Gerçi onlar saçma sözler söylüyorlardı, geceleri üzüntüden uyku uyumuyorlardı.

Diyorlardı ki: “Acaba Mevlânâ niçin hiç kimseyi onun gibi arif saymıyor, neden gece gündüz ona eğilerek ikram ve itibar ediyor?”

Bir ara içlerinden bir mürid kalktı, alaycı bir tavırla Mevlânâ’nın yanına varıp; “Cemaat, Salahaddin’i öldürüp canına kıymak istiyor!” diye gammazlık etti.

Evliyanın gözünün nuru Salahaddin daha sonra bunu duyunca manalı bir şekilde güldü ve şöyle dedi: “o körler, o imansız kaba topluluk, Hakk’ın emri olmayınca bir saman çöpünün bile kımıldamayacağını bilmeyecek kadar Hak’tan gafil! Beni kim öldürmeye, kanıma girmeye, kanıma bulanmaya kalkışabilir? Ben sırf rahmetten ibaretim, eğer öyle olmasam bir nefeste cihanda hiçbir canlı kimse bırakmam!” )

Hazreti Hudavendigârın Şeyh Zerkub’a sevgisi o kadardı ki, bir gün maarif sohbetinde Şeyh Salahaddin “hum”[82] kelimesini “hunb” gibi söyledi. Cemaatten birisi dedi ki:

– Hudavendigârım, “hum” diyeceği yerde “hunb” diyor! Hazreti Mevlânâ ona şöyle buyurdu:

– Edepsiz, senin kadar ben de biliyorum. Salahaddin öyle telaffuz ediyor, ona uymak bana hoş geliyor, doğrusu onun dediği gibidir!

Hasetçiler Hazreti Pir’in Zerkub’a karşı bu muhabbetini görünce gıyabında ettikleri dedikodudan pişman olup tövbe ettiler.

Sultan Veled Hazretleri bunu şöyle anlatmıştır:

“O cemaatin tövbe ederek ağlamalarını o iki yüce zat duyunca rahmet sazını düzenleyerek af ve keremle süslediler. (affettiler)

Tövbeleri kabul edilince üzüntüler gitti, gönüller şenlendi. Şeyh onları affetti, yeniden hepsinden hoşnut kaldı.

Bu mutluluğa erince onların on günlük ömrü; bine, belki sonsuza kadar uzadı.)

Hazreti Hudavendigâr Şeyh Salahaddin’i çok sevdiği için onunla maddi bir bağ daha kurmak arzusuyla kızını oğlu Sultan Veled’e istedi, böylece hısım da oldular.

Hazreti Mevlânâ, Şeyh Salahaddin’le tam on sene sohbet etmiş, bütün müridler ondan dünya ve ahiret için faydalanmıştır.

Şeyh kemale ermiş olduğu halde, kendi iradesi dışında bir gün kalbine bir nakış yazıldı. Kendine geldiğinde bundan dolayı büyük bir ıstırap duydu ve “Rabbımız, unutacak veya yanılacak olursak bizi sorumlu tutma”[83] diyerek şeyhine sığındı.

Bu dua, hadisi şerifte buyrulan “Senden sana sığınırım” manasındadır. Cenabı Hakk’ın yardımı Şeyh’e bağlı olduğundan onu bu durumdan kurtardılar, selamet ve emniyete kavuştu. Ama vücuduna zayıflık ve hastalık geldi. Rahatsızlığı uzadı, bu hayattan ahirete göçmek için Hazreti Hudavendigâr’dan yardım istedi. Bir çok yalvarmalardan sonra kabul edip üç gün kendisini ziyaret etmedi. Şeyh bundan vefat edeceğini anladı. Sultan Veled Hazretleri bunu şöyle anlatmıştır:

O dinin iyiliğine hastalık geldi, bedeninde ağrılar arttı, bedeni zayıfladı.

Şeyhi vefat etmesine izin vermeyince hastalığı uzadı, inlemesi çoğaldı.

Nihayet Hazreti Pir’e “canımı bu beden den soy!” diye yalvardı.

Şeyh kabul edip yanından ayrıldı ve kendisinden yüz çevirsin diye birkaç gün ziyaretine gitmedi.

Salahaddin o zaman öleceğini anladı.”

Sonra tam hoşnutlukla bu gurur âleminden sürur âlemine göçtü, kalıbını toprağa bırakıp ruh kuşunu meleklerin büyüğü ile uçurarak “Muktedir Melik’in katında”[84] yerleşti.

O arşın tavusu ta arşa gitti

Sada-yı tabl-ı arşîyi çün işitti

Hazreti Hudavendigâr şeyhin vefatından çok üzüldü, Konya’nın ileri gelenleriyle birlikte saygılı törenlerle cenazeyi yolcu ettiler.

Hazreti Pir’in o sırada söylediği bir gazelde şu beyit vardı:

Ey senin hicr-i firakından sema kan ağladı

Hûna müstağrak olup dil akl ile can ağladı

HÜSAMEDDİN ÇELEBİ

Tevhid ehlinin büyüklerinden evliyanın övüncü Hüsa- meddin Çelebi, ilâhî nurun mazharı, zamanının Bayezidi idi. Müridlerinin başıydı, zâhir ve bâtın mücahedede olup vera’ ve takvada aşırı gider, çok riyazet ederdi. Son derece edepliydi, hep mücahede halindeydi. Güzel ahlakı ile kalplerdeki sırları bilirdi. Öz ve manalı konuşur, şeriat meselelerini kolaylıkla çözüverirdi.

Şeyh Salahaddin’den sonra Hazreti Pir’in sağlığında dokuz yıl ve ondan sonra bütün müridlere halife ve imam oldu. Hazreti Pir’e yaklaşmak için bütün müridler ona daima yakın olurlardı. “Akşam Kürt idim, sabahleyin Arap oldum.” diyen şeyhin soyundandı.[85]

Hazretin kemalini kim hangi ölçüyle değerlendirebilir? Mısra:

Anı tartarsan eğer bil ki terazi kırılır

Gerçekten Hazreti Hudavendigâr’ın tam mazharı o idi. “Mesnevi” onun isteği üzerine yazılmıştır. Hak aşıkları, muvahhidler bundan dolayı kendisine ödenmez ölçüde minnet ve şükran borçludurlar.

Mesnevi’de anlatılan hakikat incelikleri aslında Çelebi’nin sülûk hallerine dairdir.

Hoşter ân bâşed ki sırr-ı dilberan

Gufte âyed der hadis-i dîgerân

(Dilberin sırrı çok güzel bir şekildedir, başkasını anlatırken o ortaya çıksın.)

Mesnevi-i şerifenin başlangıç kısmı onun lakaplarıyla süslüdür. O Hazret’in seyr ü sülûkundan bir parça öğrenmek isteyen kimsenin Mesnevi’yi aşkla okuması gerektir ki, o Hazret’in sıfatlarından haberdar olsun ve basireti açılsın.

Onun niteliklerine dair bir parça gösterelim Mesnevi’den.

İkinci ciltte buyurur:

“Bu Mesnevi’nin yazılması bir süre gecikti, çünkü kanın damarları dolaşıp süt olması için biraz zaman geçmesi lazımdır.[86]

Bunu iyi dinle ey Hüsameddin, senin bahtın bir çocuk doğurmadıkça kan, tatlı süt olmadı.[87]

Hakk’ın ziyası olan Hüsameddin, binmiş olduğu himmet atının dizginini göklerin yücesinden geriye çevirince, bizim de Mesnevi’yi nazmedip okuyarak onu karşılamamız lâzım geldi.

Zira o hakikat miracına gitmişti. İnsanları irşad etmek için onun himmet baharı gelmedikçe bugün kalbinizin gülistanında Mesnevi goncaları, mana ve hakikat çiçekleri açılmadı.”

Üçüncü ciltte buyurur:

“Ey Hakkın ziyası Hüsameddin Mesnevi’nin üçüncü cildine başla, hayırlı işleri üçlemek sünnettir.

Özür dilemeyi bırak da Mesnevi’nin üçüncü cildinde sırların hazinesini aç!”

Dördüncü ciltte şöyle buyrulur:

“Ey Hüsameddin, sen Hak ziyasısın! Zira Mesnevi senin nurunla öyle parladı öyle parladı ki parıltısı ayın parlaklığını geçti. Ey aşıkların umudu, senin yüce himmetin bu Mesnevi’yi daha nerelere kadar çeker, yükseltir Allah bilir..

Bu Mesnevi’nin boynunu bağlamışsın çekiyorsun. Nereye mi? Canım bilirsin sen, işte o senin bildiğin tarafa doğru çekiyorsun.

Onun özünde ve sözünde Hak Tealâ senin şükrünü gördü de, lütfetti onu çoğalttı. Zira Hak Tealâ “şükredin ki arttırayım[88] ayetiyle şükredene nimetini artıracağına söz vermiştir.

Nitekim secdenin karşılığı Hak yakınlığıdır. Çünkü Cenab-ı Hak “secde et ve yaklaş” buyuruyor.[89]

Hüsameddin, ben sana şundan dolayı “ziya” dedim, çünkü sen güneşsin! bu iki söz yani “ziya” ve “hüsam”[120] senin vasıflarındandır.

Babacığım, bak, Kur’an güneşe “ziya”, aya “nur” dedi. Güneş keskin ziyasıyla karanlığı yarıp doğuyorsa sen de öylesin!”

Yine dördüncü ciltte buyrulur:

“Bu Mesnevi’yi nazmetmekten maksadım, ey Hak ziyası Hüsameddin, sensin! Senin üstün vasıfların, aşkının sırlarıdır. Mesnevi mana ve şekil olarak bütün senin malındır. Sana takdim ettim, sen de kabul eyledin.

Padişahlar kendilerine sunulan bir şeyi iyi veya kötü olsun kabul ederler. Kabul edilince de artık o reddedilmez.

Madem ki, imkân bahçesine Mesnevi gibi güzel bir fidanı diktik, onu himmetinin ab-ı hayatıyla sula! Feyzinle kemale eriştir. Madem ki Mesnevi’nin manalarının sırlarına açıklık getirdik, dilindeki düğümü çözmeye himmet et.

Ey benim ruhumun dostu, Mesnevi’deki sözlerden maksadım senin aşkının sırrıdır. Mesnevi’yi nazmedip yazmaktan maksadım güzel sesini dinlemektir. Zira bence senin sesin ilâhî bir sestir. Evet aşık- hâşâ-maşukundan hiçbir vakit ayrı olmaz.”

Beşinci ciltte buyururlar:

“Hidayet yıldızının nuru olan şah Hüsameddin, cihanı irşad etmek için beşinci sefere başlamak istiyor, yani Mesnevi’nin beşinci cildinin yazılmasını arzu ediyor.

Eğer halk perdeli ve cisim kesafetinde olmasaydı ve eğer akıl ve idraklerinin boğazı dar ve zayıf olmasaydı, seni övmek için mananın tadını çıkarırdım. Bilinen şu mantıktan başka bir ifade özü açar, vasıflarının sır hazinelerinden ne inciler saçardım! Düşünceleri tabiattan çıkamayan, beşeriyetin nefs ve heva zindanında kalanlara senin medhini yapmak yazıktır. Ben senin güzel vasıflarını ruhanilerin kutsal meclisinde söylerim.”

Altıncı ciltte buyururlar:

“Ey gönüllerin hayatı Hüsameddin, manaları açıklamak üzere Mesnevi’nin altıncı cildini yazmak için gönlünden pek büyük bir arzu coşup taşıyor. Bir ismi de “Hüsamname” olan bu Mesnevi, senin cezben sebebiyle dünyaya yayıldı, elden ele geziyor.

Ey mana eri, manaya dair olan Mesnevi tamamlanmak üzere; altıncı cildini sana layık olduğundan, manadan ortaya çıkarıp sana hediye olarak sunuyorum.

Senin gaybı gören gözün madem ki gayp âleminin üstadıdır, öyleyse bu cihan bu görüşten hiç mahrum kalmasın.”

Hazreti Pir Efendimiz’in Hüsameddin Çelebi hakkındaki inayetleri halifelerden hiçbirisine göstermemiştir. Ona karşı davranışları o şekilde idi ki, gören bir kimse Hazreti Pir’i onun müridi zannederdi.

Hüsameddin Çelebi’nin mizacı o kadar inceydi, öyle şefkatli ve merhametliydi ki, yanında “Filanın başı ağrı- yor.” deseler derhal onun da başı ağrırdı.

Himmetinin yüksekliği ile tanınmıştı. Öyle ki, zamanında o kadar zengin ve hayır sahibi varken fakirler ve muhtaçlar ondan nasiplenirlerdi. Düzenlediği sema’ ve ziyafetlerde büyükler onun cömertliğini ve hizmetini kıskanırlardı. Haramdan o kadar çekinirdi ki, gözü namahreme ilişir diye gündüzleri hamama gitmezdi. Edebe riayetleri o derecedeydi ki, hiçbir zaman Hazreti Hudavendigârın helasına gitmez, karakışta, kara yağmura bakmadan kendi evine gider, abdest tazeleyip geri gelirdi. Hazreti Pir’in huzurunda daima iki dizi üstünde edeple otururdu. Bulduğu feyzi şüphesiz ki, bu edepli sülûkundan bulmuştur.

Hazreti Hudavendigâr’ın sağlığında tam on sene halifesi oldu, bu zamanda müridler hiçbir anlaşmazlığa düşmeden istifade ettiler. Sultan Veled Hazretleri bu hali şöyle anlatır:

“Şeyhinin zamanında şeyhin evinde daima beraber oturdular, kalktılar, mutlulukta, dostukta birbirine son derece uygundular.

Müridler kedersizdi, şendi. İkisinin de iyilikleri herkese karşıydı.

Müridler her ikisinden de feyz alıp onların sayesinde ilim sahibi oldular ve ilimleriyle amel ettiler.”

Hazreti Hudavendigâr hakikatlerden konuştuğu sıralarda Çelebi, ruhânî zevkinden çoğu zaman kendini kaybeder, uzun süre baygın kalırdı. Kendine geldiğinde secdeye varır, gözlerinden yağmur gibi yaş dökerek Hazreti Pir’e övgüler, teşekkürler sunardı.

Hazreti Mevlânâ’nın vefatından sonra müridler arasında anlaşmazlık çıktı. Bazıları dedi ki:

– “Hazreti Pir Efendimizin zamanında olduğu gibi bundan sonra da Hazreti Çelebi imam ve halife olsun, ona uyalım, kıymetini bilelim.”

Bazıları da şöyle dedi:

– “Bu düşünce doğrudur ama Sultan Veled Hazretleri, Hazreti Pir Efendimizin kanındandır, ilim bakımından da onun varisidir. Büyük eviyanın hülasasıdır, hakikat sırlarını açmış, maarif inceliklerini açıklamıştır. Hazreti Pir Efendimizin zamanında da imamlık etmeye layıktı, en büyük velilere şeyhlik etmeye hakkı vardı ama babasının nurunun ihtişamı karşısında edep yolunu tuttu. O gece güneşinin yüzünü gayret örtüsüyle örttüğü bu gün, onun sırrı olan oğlunu şeyh bilelim.”

Marifet çarşısının ve tarikat temelinin sedirinde oturan bazı saygın zatlar ise şöyle dediler:

“O iki zattan biri güneşe, biri dolunaya benzer.

Her ikisi de âlemin sultanıdır. Biri sıdkın ve vefanın Sıddık’ıdır, öteki Allah’ın sevgilisi ve aslanı Haydar gibidir.

Biri din âleminin şehsuvarı, öbürü yer yüzünün iftiharıdır.

Biri cihanın göz bebeği, biri can âleminin semasıdır.

Biri yokluk ülkesinin altın tacıdır, biri yedi kıtanın önderidir.

Her ikisi de makbul ve kutludur, mana anlayanların yöneldiği yöndür.

Marifet nuru ve hidayet meşalesi ikisinin de elindedir.

Her ikisi de kudsîlerin şarabının sarhoşudur. İkisi de bu dünyada bize rehber ahirette şefaatçidir.

Birini diğerine nasıl tercih edebiliriz? Bir destede koku saçan gül ve yasemin gibi, ikisi de ilâhî marifetin bahçesinde yetişmişlerdir.

Bize yakışan ikisinden birini seçmemektir. Onlar kendileri nasıl uygun görürlerse ne emrederlerse ona uyalım!”

Ertesi gün bütün büyükler, dostlar, müridler türbeye ziyaret etmeye gelmişlerdi. Hüsameddin Çelebi Hazretleri çok saygılı bir tavırla Sultan Veled Hazretlerine dedi ki:

– “Gözümün nuru şehzadem, bu gün Hazreti Hudaven- digâr’ım süflî âlemden gurub ederek ahiret ufuklarında doğdu. Biz bir avuç zayıf yetimi size emanet etti. Gerektir ki, babanızın tahtına oturup terbiye ve şefkat yoluna gidiniz!”

Hazreti Sultan Veled, güzel huyu gereği tam bir edeple açık bir dille şöyle buyurdu:

– “Hazreti Hudavendigâr’ım ve babam (r.a.) sağlığında sizi herkesten üstün tutup bütün dostlara imam olmanızı münasip görmüştü. Onun cemalinden mahrum kaldığımız bu gün de imamlık size yakışır!”

Böyle diyerek yerinden kalktı, Çelebi Hazretlerini şeyhlik makamına oturttu. Tam 12 sene kendisini babasının halifesi bildi. Hazret Çelebi de şeyhlik vazifesini terbiye ve şefkatten ayrılmayarak hakkıyla yerine getirdi. Müridlerin yetişmesi için tarikat gereklerini aksatmadı, Hazreti Pir Efendimizin izinden çıkmadı.

Sonunda Hazreti Pir Efendimizin ayrılığının acısı haddi aştı, bu vücud perdesinin ortadan kalkması için dua etti. Çok zorda kalmış olduğundan duasının oku hedefini buldu, duası kabul edilip 684 senesinde sonsuz âleme sefer etmek mutluluğuna erişti, Hazreti Hudavendigâr’ın özel halkasına ulaştı.

SULTAN VELED HAZRETLERİ

Mahbubların sultanı, hakikat ülkesinin hükümdarı, Sultan Veled Efendimiz bütün resmi ilimlerde sahili olmayan bir denizdi, maarif ve kudsî hakikatlerde benzersiz bir padişah idi.

Kimsenin bilmediği müşkülleri ve karışık rumuzları öyle kolaylıkla çözerdi, hakikatlerin sırrını, ince manaların özünü kesin delillerle o kadar güzel açıklardı ki, âlimler, ârifler hayretler içinde kalıp, hayran olurlardı.

Şemseddin Tebrizî Hazretleri, tecelli ve münacat sırasında onun zahmetsizce velayet makamlarının yücelerine erişmesine dua ederdi. Şüphesiz ki, o hakikatler hazinesi, onu kemale ulaştırıp zâhiri ve bâtınını tamamen kudsî nurlarla süslemiştir.

96 sene ömür sürdü. Daima Hak müşahedesinde müstağraktı, hakikat levhindeki nakışları basireti ile görerek insanlara anlatırdı. Küçük büyük herkes, onun iki cihanda saadet sofrasından faydalandığından tekkesinden başlarını ayırmazlardı.

Etraftan gelen âlimler, müftüler orada toplanır, Veled Hazretleri maariften konuştuğunda kimse ağzını açmaya mecal bulamazdı.

Beyt:

Güneşin külahının ucu gündüzü gösterince,

Muhakkak yıldızlar külahlarını çıkarırlar.

Toplantısına gelen bağrı yanık aşıklar, zevk ve şevkten hayranlık içinde, ilâhî sır denizlerine dalarlardı. Eğer bu söylediklerimize şüphe eden olursa onun Mesnevilerine, gazellerine ve yazılarına baksınlar![91] Gerçi o Hazretin sözleri; vezin ve kafiye kaydıyla yazılmış manzumeleriyle mukayese edilemez. Yine de şiirleri, keşif sahiplerinin makamlarının anahtarıdır, her kısmı tarikat ehlini irşad eder.

O Hazret’in öyle bir ahlâkı vardı ki, küçüğe, büyüğe, tanıdığa, yabancıya, havasa ve avama aynı şekilde davranır, güneş gibi gülümserdi.

Bu kitabın müellifi onun için der ki:

Şiir:

“Ey Allah’ın nazlı mehtabı, nesin sen? Hayret, senin temiz ruhunun nuruyla nice nice can gözü aydınlanır.

Senin yüzünün yansımasıyla kudsilerin levhi baştan başa aydınlanır.

Ey mana güneşi, senin temiz göğsünden yansıyan nurlarla karanlık geceler içinde hidayet yıldızları parlıyor. Onları öyle parlatıyorlar ki, teker teker saymak bile mümkün.

Gönlü aydın ariflerin aklından geçmeyen herhangi bir kudsi hayal varsa; o senin gönlünde bütün incelikleriyle tek tek apaçıktır.

İnkarcı nerde ise gelsin de; ben ona senin kemalinin yüceliğinden yüzlerce parlak delil göstereyim.

Ey hakikatlerin tahtında oturan Şah, ey dinin milletin değeri, aşıkların iki gözü apaçık görüyor; senin bahçendeki arkadaşların “yalnız sana bakıyorlar”[92]

Türbende yüzlerce cennet görülüyor.

Celalin kapısında ben kim oluyorum da cemalinin vasıflarını açıklamaya kalkıyorum?

Ama aşk çekiyor beni; ağzımı nurlandırmak için beni pervane gibi mumumun ışığına getiriyor.”

Hasılı onun yüksek vasıfları hakkında ne söylense eksik olur.

Hazreti Sultan Veled Hazretlerinden dört temiz sülale vücuda geldi. Birincisi Çelebi Arif, ikincisi Çelebi Âbid, üçüncüsü Çelebi Zahid, dördüncüsü Çelebi Vacid’dir. Allah onlardan razı olsun.

Ömrü 96’ya ulaştığında, sağlında bir kırıklık baş gösterdi. Birkaç gün yatakta yattı. Büyük oğlu Arif Çelebi’yi yanına çağırıp kucakladı, yakınlarını ve müridlerini ona emanet etti. Hakk’a kavuşacakları gece, evinden yabancıları çıkarttı. Gece biraz geçince kalkıp oturdu dedi ki:

-Hazreti Pir efendimiz ve Şems Hazretleri, bütün evliya gelmiş, beni bekliyorlar. Benim, ölümümden sonra ağlayıp sızlamamak gerek!

Sonra hakikatlerden bahsedip, Allah’ı zikretti. 712 yılı Recep ayının 10. Pazar gecesi sonunda seher vaktine doğru Kuds cennetlerine gitti ve nur perdelerinde örtüldü. “yalnızca kendisine bakanlar”[93] hizmetine hazır oldu. “Ölümsüz gençler” “Maîn çeşmesinden doldurulmuş nur ibriklerini”[94] sundular.

Üç gün üç gece türbenin kubbesinden göğe bir nur yükseldi. Bütün Konya ahalisi büyük küçük hepsi güpegündüz o nuru gördüler, hayran oldular. Hazretin, kaybından dolayı ağlayış, çığlıklarını göklere yükselttiler.

ÂRİF ÇELEBİ

Muhakkiklerin gözünün nuru, saliklerin yol göstericisi Çelebi Celâleddin Feridun Hazretleri, ârif lakabıyla tanınmıştır. Hazreti Hudavendigâr hayatta iken dünyaya gelmişti. Doğduğu zaman Hazreti Pir, onu tekkeye getirip sema’ etti, çok ilgilenip dualar eyledi, ona kendi adını verdi ve “ârif” diye çağırdı, marifet suyunu onun göğsüne akıttı.

Sultan Veled Hazretleri ahirete göçtükten sonra atalarının velayet tahtına Arif Çelebi oturdu. Bütün müridleri kendi varlığıyla şereflendirip süsledi. Sadâkat ve niyazı, masivayı terketmeyi, mecazı bırakıp hakikate yönelmeyi herkese açıkça gösterdi. Sultanlar, beyler, büyükler içtenlikle ve sevgiyle kendisine bağlanıp mürid oldular, emri altına girdiler, şerefi ve gerçek mutluluğu ona uymak yolunda buldular.

Gizli ve yüksek ilimlerle dolu, zâhir ve bâtın hakikatlerle süslü sözleri ve gazelleri vardır. Himmeti yüksek, cömertliği sınırsızdı, güzel ahlak sahibiydi, güneş gibi avama ve havasa feyiz saçtı. Davranışları ciddi idi, gösterişten ve kabalıktan uzaktı, yumşak huyu bahar yeli gibi hoştu. Güzel ahlakını ve yüksek vasıflarını anlatmaya girişsek çok uzun yazmak gerekir. Onun için her bahçesinden bir demet gül, her ambardan bir avuç alıp göstermekle yetinildi.

719. hicri senesi, zilhicce ayının 24. salı günü bu âlemden cennet evine göçtü, kendi aslına ulaştı. Müridler ve aşıklar yasını tuttular, mersiyeler yazıp okudular.

ŞEMSEDDİN ÂBİD ÇELEBİ

Arif Çelebi’nin vefatından sonra kardeşi kâmillerin sevgilisi, maarif güneşi Âbid Çelebi şeyh oldu ki, şimdi zamanın imamı odur, bütün müridlerin ve aşıkların gözleri onun cemaliyle aydındır. Bu bahtiyarlığın senelerce sürmesini, onun temiz neticelerinin kıyamete kadar devam etmesini niyaz ederiz. Amin.

HAZRETİ HUDAVENDİGÂRIN MÜRİDLERİ

Hazreti Hudavendigâr’ın kendi zamanındaki mürid ve aşıkları pek çoktu. Ama onun sohbetinde bulunup çok riyazet çekerek, varlıklarını yokluk potasında bin defa eritenler, dünyayı arkasına atanlar şunlardı:

Çelebi Celaleddin Feridun, Sıraceddin Bayburtî, Baha- eddin Bahri, Fahreddin Sivasî ve evladı müderris Kerimed- din Beğtemur, Salahaddin fakih, Nizameddin hattat, İzzeddin Erzincanî, Mecdeddin Merâğî. Kds.

Hazreti Pir Efendimizin son zamanlarına yetişip Çelebi Hüsameddin ve Sultan Veled Efendimizin inayetlerini kazanmış ve şeyhlik yapmış olanlardan biri Alaaddin El Emasî Hazretleridir. Kendi zamanında aşık ve ariflerin öncüsü ve Kur’an hafızlarındandı. Herkesçe övülen sâkin bir tabiatı vardı. Konuşması etkiliydi, bütün gönüllerin sevgilisiydi. Müridlerin hiç birinden himmetini esirgemez, yakınlık gösterdiklerini sıddıklar zümresine katardı.

Erzincan’da oturan üstadımız ve şeyhimiz Hüsamed- din Hüseyin el Mevlevî Hazretleri, Musa (a.s.) gibi “yed-i beyza”ya[95] ve İsa (a.s.) gibi ölüyü diriltmek kerametine sahipti. En son derecede ilmi, sonsuz bir edebi, yüksek bir himmeti vardı. Büyük şeyhlerin tarikat usülünde çalışmış, muhabbet ve hakikat kâsesinden tatmıştı. Sultan Veled Hazretleri ona çok yardım etmiş, kendisine Erzincan’da halifelik vermişti.

Hayranlık verici bir yazı üslubu vardı. Parmaklarının serçe kuşlarını, kalemlerin gemisine bindirip; kağıdın gümüş sayfasını mürekkebin elmas siyahlığıyla işlediği zaman; yedi ikili Fatiha’yı hiç görülmedik taçlar ve acayip incilerle süslerdi.[96]

Ağır riyazetler çekerek hizmet etti, maarif ve hakikatleri beldenin her köşesine ulaştırıp öğretmiş, insanları yokluk yoluna çekerek evliya halkasına davet etmiştir.

DERVİŞANE BİR HASBİHAL

Bismillahirrahmanirrahim

Hidayete uyanlara selam olsun

Bundan on iki sene kadar önce bir kitapçıda Hazreti Mevlânâ hakkında yazılmış dört beş sayfalık bir kitap gördüm. Şöyle bir gözden geçirince konunun yüceliğine karşı yazılış şeklini, özellikle menkıbeler olarak yazılan sözlerini, fıkralarını pek sönük hatta pek yanlış buldum. Gönlümdeki derviş gayreti kabardı. Hazreti Pir Efendimize naçizane bir menkıbe yazmak istedim. “Menâkıbul Ârifin”i “Sevâkıb”ı gözden geçirdim. Cenabı Hak makamını nurlandırsın, gönlü açık arif mürşidim Bahariye Mevlevîhanesi şeyhi merhum Hüseyin Fahri Dede Efendi henüz hayatta idi. Kendisindeki “Risale-i Sipehsâlar”ı da alıp dergahta inceledim.

O zamana göre bu risaleyi tercüme edip basıp yayınlamak kabil olamayacağından bazı meseleleri bu kitaptan, diğer kısımlarını ise “Menâkıbül Ârifin” ile “Sevâkıb”dan tercüme ederek “Mesnevi”den de uygun beyitleri seçip çevirerek “Kemâlât ve Kerâmât-ı Mevlânâ” adında bir risale yazdım. Basılıp yayınlanmasına resmi ruhsat almak için ilgili makamlara başvurdum. O kadar uğraştım, o kadar çalıştım, hatta şimdi Hazreti Mevlânâ dergahı şeyhi olan muhterem Bahaeddin Veled Çelebi Hazretleri’nin aracılığını istedim. O da lütfetti, aracı olduysa basılıp yayınlanmasına müsaade olunmayacağı ve verilen müsveddelerin de geri verilmeyeceği cevabını büyük üzüntüyle aldım.

Mesnevihan merhum Esad Dede’nin, Bahariye Mevlevî hanesindeki Sipehsâlar risalesinin bir nüshasını kopya ettirdiğini ve Hicaz’a gittiği zaman merhum İmdadullah Efendi eliyle Hindistan’da bastırdığını duydum.

İstanbul’a dönüşünde bir nüshasını kendisinden gizlice isteyerek elde ettim. Ara sıra bu kitabı okudukça, gönlüm nice manalarıyla aydınlandıkça tercüme etmek arzusuna kapıldım. Bu değerli risaleyi tercüme ettikten sonra basım ve yayını için artık engel kalmamış olduğundan arzum ve hevesim arttı.

Ramazan ayında kitabı elde edip çevirmeye başladım. Ramazan ayı gecelerinde böyle ulvi bir uğraşıyı pek uygun gördüm. Bir aralık kitabın ulviliğini düşünerek altından kalkamayacağımı hissettiğim için – istemediğim halde – çalışmamı durdurdum. Fakat az sonra dostum, pirdaşım Hafız Celaleddin Efendi ile kardeşim Eşref Efendi bir gece sohbet sırasında Sipehsâlar risalesini tercüme etmemi isteyip teşvik ettiler, yüreklendirdiler.

Cenabı Hakk’ın kudretiyle güçlü olan evliyanın himmetleriyle her zorluk kolaylaşacağından, Hazreti Mevlânâ’nın yüce dergahına, o mana kıblesine yeniden yönelip yardımlarını niyaz eyledim. Böylece tercümeyi tamamlama gayretini sürdürdüm.

Hicri 1331 senesi recep ayının 26. Mirac gecesine rastlayan kutlu bir günde tamamlamak müyesser oldu. Tercümeyi böyle bir mübarek günde tamamlamış olmamı hayırlı saydım. Hizmetimiz Hak Erenler katında makbul olduysa ne mutlu…

Bu mübarek risalenin yüce müellifi Feridun bin Ahmed Sipehsâlâr Hazretleri’nin Mevlevîlik âlemine, ilim ve marifet dünyasına olan büyük hizmetini, sağladığı faydaları bu şekilde bir derece daha yayılmasını temin ettiğimden dolayı ruhunun hoşnut olduğunu umuyorum.

“Risale-i Sipehsâlar” o ne ulvi bir kitaptır. Hazreti Feridun’un ilhamlarıyla süslenen fikirleri lâhut ve hakikat bahçelerinin en güzel güllerinden, en kokulu yaseminlerinden seçip bir manalar demeti toplamış, bunu meleklerin ellerine vererek ruhani feyz meclislerinde sunmuş. Melekler saygılarla, övgülerle, tekbirlerle yükselerek götürmüşler, nurlar saçarak, övgü çiçekleri serperek, bir taraftan güzel seslerle ilâhîler söyleyerek onu bütün peygamber ve evliyaya arzetmişler.

O hakikatlerin çiçek destesi orda elden ele gezmiş, beğenilmiş, müellifi mana süsleriyle süslü kutsal sözlerle ödüllenmiş, sonra bu şehadet âleminde marifet ve idrak ehli ve ahiret nurlarının isteklileri, yüce âlemden feyz kokusu alarak irfan nuru kazansınlar, ledün ilimlerinin sofrasından tadarak can dimağlarını tatlandırsınlar diye onu bu âleme yine aynı hürmet gösterileriyle göndermişler ve ismine “Risale-i Sipehsâlar be Menakıb-ı Hazreti Mevlânâ” demişlerdir.[97]

Sipehsâlar risalesinin yazılmış en doğru, en güzel menakıp olduğunu ve bunun aksine söylenenlerin doğru olamayacağını zikretmeye hacet göremem. Onun için bu güzel kitap canla korunacak, can koruyacak yüce eserlerdendir. Bu değerli eseri tercüme edenin takip ettiği usul; zevk, edep ve hikmet sahiplerinin ve gönül ehli marifet erbabının katında sanırım ki, kabul görür.

Bu tercümeyi yaparken aslındaki inceliği mümkün olduğu kadar kaybetmemeye, aslından ayrılmamaya çalıştım. O yüzden tercümenin aslı ile karşılaştırılarak okunmasında Farsça bilgisini genişletmeye yardımcı olması bakımından ayrı bir fayda vardır. Aslının bu şekilde okunmasıyla feyz almaya sebep olacağı gibi, cennet ehlinin dili olan Farsça’yı geliştirmekle fayda sağlayacağından ötürü çalışmamın takdir olunacağını ümit ediyorum.

Gerçi daha sade ve daha lügatten azade olarak herkesin anlayabileceği bir ifade ile yazmak isterdim. Ne çare ki, konunun derinliği ve manevi yüksekliği, buna karşılık Türkçe’mizin darlığı bu maksadımı tam olarak sağlayamadı. Çünkü bazan öyle hüzünlü ve ince bir mana ve nükteye raslanır ki, o manayı ifade ve o nükteyi belirtmek için kabil değil Türkçe’mizde ne bir lügat, ne de bir terkip bulunabilir. İfadenin kalemi çaresiz Arapça ve Farsça’nın umman genişliğindeki sayısız incilerinden toplamaya, onları işlemeye, dizmeye mecbur oluyor.

En güzel vasıf olan “Yıldıza and olsun ki, sahibiniz ne yanıldı, ne de yoldan saptı; söyledikleri boş sözler değil, ancak vahyedilen vahiy idi.”[98] övgüsüne mazhar olan Resulu Ekrem Efendimizin (s.a.s.) en mükemmel varisi, yüce pir Cenabı Mevlânâ Efendimiz’in asil oğlu Sultan Veled Efendimiz’in kutsal şiirlerinin mealini de bu risalede, isteklilerin faydalanmasını artırmak ve özleyenlerin gözlerini aydınlatmak için çevirmeye gayret ettim. Evet gerçi onun güzelliğinin ilâhî parlaklıklarını bozmaya, gölgelemeye kalkıştım. Fakat o cömertlik sultanının “Mesnevi-i Ma’nevi” sinden ümit gözüme bir parlak sayfa açarak yalvaran dilim şu beyitleri okuduğu için bu cesarete düştüm:[99]

“Nereyi bir lamba yakıp aydınlatsan, orda âlemin bir müşkülatı halledilir.

Işık yokluğundan ibaret olan karanlık, bizim nefesimizle seher vaktine döner.

Nerde rahatsız edici bir karanlık varsa

Bizim sabah güneşimizin yokluğundandır.”

İlahi, nedir o Mevlânâ sözündeki ulvilik, nedir bu kudret güzellikleri? Okudukça gönül feyzlenerek yükseliyor, fikir yüceleşiyor.. Nereye? Ancak kutsal sözlerin ledünni manalarının kanatlarıyla uçulabilen öyle bir hakikatler dünyasına, öyle bir mana semasına ki, fikir fikir olalı henüz öyle bir neşe gülistanında gezinmemiştir.

Muhterem okuyucular, o yüce eserlerde bütün edebi sanatların bütün güzellikleri pırıl pırıl kendini gösterir. Fakat bunlar düşünerek, istenerek meydana getirilmiş değildir. Belki bu edebi güzellikler, bu güzel sanatlar o hidayet meş’alesinin, o hakikat ve aşk ezgilerinin birer pervaneleridir, ona uygun düşen ahenk dalgalarıdır.

Evet bütün edebi nükteler ve bütün mana ve söz sanatları, o kutsal sözlerin ledünni manalarının güneşiyle parlayan, renk renk uçuşarak tavaf eden zerrelerdir.

Yahut o hakikat sırlarının çiçekleri ve rengarenk kanatlı birer kelebekleri gibi onların feyziyle beslenir, onların safa kâselerinden sulanırlar.

Ah, o kutsal sözler, lâhuta giden birer ezeli nurdur ki en latif, en renkli güzellikler, en gönül alıcı şiir sanatları onun mana yüksekliğindeki cemal aydınlığı karşısında sönük kalır.

Sema çölünde ancak birer yıldız gibi görünürler yahut onlar birer ilâhî ney nağmeleridir ki, terennüm ettiği ölümsüz yüksek ahenge bütün güzellikler tapınırlar. Aslında peygamberlerin ve velilerin dillerinden ilâhî vahiy ve rabbanî ilham olarak gönle doğan yüksek sözlerin ulviliğine ve söyleyenin yüce kemaline, beyan sırrındaki ilâhî maariflere, ledünni hakikatlere ulaşmak gerektir. Yoksa ondaki ifade güzelliğine ait söz ve mana sanatları, edebi ve şiirsel güzelliklerle o gibi kutsal eserlerin gerçek anlamlarını manevi hoşluğunu belirlemeye kalkışmak pek doğru olamaz. Çünkü bunlar bu gibi manevi eserlerde ikinci derecede kalan meziyetlerdendir.[100]

Evliya vaktin İsrafil’i gibidir

Ölüler onlardan hayat bulup dirilirler

Beden mezarlarındaki ölülerin canları

Evliyanın sesiyle kefenlerinden sıçrayıp çıkarlar

Aslında onların sesleri kendilerinden ayrıdır

Diriltmek Hakk’ın sesinin işidir.

İşte çeşitli evliya sözleriyle süslü olan, irfan erbabının ve özellikle tarikat kardeşlerinin yüksek değerini bildiği Sipehsâlar Risalesi’nin bu tercümesinin okuyucularca beğenileceğini ve içindeki hata ve noksanlıkların af buyrulucağını ümit ediyorum.

Şevval 5. sene 1331

Tarikat-ı Mevlevîye bendegânından

Midhat Behari Hüsami

SON

LÜGATÇE

Ahyar: hayırlılar, seçkinler, bir evliya grubu.

A’yan-ı sâbite: sabit, değişmez aynlar. Eşyanın Allah katındaki suretleri. Allah eşyayı, varlıkları ve kâinatı yaratmadan evvel olacak her olayı ve varlığı biliyordu. Her varlığın ezeli ve değişmez ilmindeki suretlerine a’yan-ı sâbite derler. Eşya ve olaylar bu suretlere göre meydana gelirler.

Bâde: şarap, içki.

Basir: gören.

Basiret: öngörü, safgörü, gaflete düşmeden ve duygulara kapılmadan ileriyi ve gerçekleri görme yeteneği. Kudsi nurla aydınlanmış kalbin bir gücü olup her şeyin hakikati ve içyüzü bu sayede görülür.

Cezbe: çekme, celbetme. İlahi inayetin gereği olarak Cenabı Hakk’ın kendisine giden yolda ihtiyaç duyulan her nesneyi kuluna bahşetmesi, kulun çabası ve çalışması olmadan kendine yaklaştırması.

Cihad-ı asgar: küçük savaş. Düşmana karşı cephede verilen savaş.

Cihad-ı ekber: büyük savaş. Nefse karşı verilen savaş. Nefsin ezilip yenilmesi.

Cüz: parça.

Çile: kırk. Tenha ve ıssız bir yerde kırk gün kırk gece perhiz etmek.

Dîdar: görme, seyretme, göz, yüz. İlâhî güzelliği seyretme.

Ebrar: iyiler. Orta halli sufiler.

Erbain: kırk. Çile çekmek için halvete çekilip az yiyip, az konuşarak, az uyuyarak zikir yapma dönemi.

Fakr: kendinde bir varlık görmemek, her şeyi Hakk’a bağlamak.

Fazl: lütuf, bahşiş. Her hangi bir sebebe bağlı olmadan, karşılık gözetilmeden yapılan iyilik.

Fena: yok olma, yokluk.

Fıtrat: yaratılış, tabiat, mizac, tıynet, meşreb.

Gayp: görünmeyen, örtülü, gizli.

Gûyende: zâkir, ilâhî söyleyici, hânende.

Hâk: toprak.

Hakir: hor, nâçiz.

Hakkal yakin: bir şeyi tadarak, yaşayarak öğrenmek, kesin ve apaçık bilgi. Hak’ta fani ve Hak’la bâki olma.

Hal: manevi bir terbiyeden sonra, kazandığı güzel hasletlerin yerleşip kalması. İlâhî bağışlardan kalpte meydana gelen manalar.

Harabat: harap yer, viraneler. Tekke, gönül.

Haşyet: korku, kaygı. Kulun kalbinde hissettiği acı ve üzüntü.

Havf: korku.

Himmet: bir hali ve bir şeyi elde etmek için bütün ruhani güçleriyle birlikte kalbin Hakk’a yönelmesi. Azim, niyet.

Hulül: bir şeyin bir şeye girmesi.

İhlas: samimiyet, içtenlik. Tutum ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözetme. Hâlis, temiz doğru sevgi.

İnayet: lütuf, ihsan, kayırma.

İstiğrak: gark olmak, batmak. İlâhi sevgi kaplayarak Hak’tan başka her şeyden habersiz olma.

Kâmil: veli, şeyh.

Keduret: can sıkıntısı, bulanıklık, karanlık, donukluk.

Keşif: açığa çıkarma, perdenin açılması. Beden ve his perdesinin kalkması.

Kibriya: büyüklük. Cenabı Hak.

Kutup: en büyük veli. Her şey kutbun çevresinde ve onun sayesinde hareket eder, yani her şeyi idare eder. Velilerin reisi.

Latif: ince, hoş, güzel, zarif.

Lahut: en yüce manevi âlem.

Ledün ilmi: Allah’tan vasıtasız gelen ilim.

Lika: buluşma, aşıkla maşukun kavuşması.

Maarif: sûfilerin ruhani halleri yaşayarak, ilâhî hakikatleri tadarak, iç tecrübe ile vasıtasız olarak elde ettikleri bilgiler. Marifetler, irfanlar.

Mahbup: Hak tarafından sevilen.

Mâsiva: Allah’tan başka her şey.

Matlup: istenen.

Mazhar: Allah’ın isim ve sıfatlarının zuhur yeri, ortaya çıkış mahalli.

Mezâhir: mazharlar.

Muhakkık: Bir şeyin hakikatini bulucu. Tahkik etmiş, gerçeği bulmuş olan.

Murakabe: gözetme, göz altında bulundurma, kendi iç âlemine bakma, dalıp kendinden geçme.

Muvahhid: tevhid ehli, Hakk’ın tek olduğunu tecrübeyle kesin olarak bilmiş olan.

Mücahede: savaşmak, mücadele etmek. Şeriatça istenen fakat nefse zor gelen şeyleri nefse yükleyerek onunla savaşmak.

Mükâşefe: keşif hali. Kalb gözünün açılması, gayp âleminin görülmesini sağlayan hal.

Müstağrak: garkolmuş, Allah’ın tecellilerine dalarak kendinden geçmiş olan.

Müyesser: kolay bulunup başarılmış.

Nasut: madde âlemi, beşeri âlem.

Ravî: rivayet eden, haber veren. Hadis rivayet eden.

Reca: ümit. Allah’ın lütfuna uğrayacağını düşünmek.

Ricalullah: veliler, evliya, erenler.

Rida: örtü, şal.

Riyazet: idman, eğitme, terbiye ve ıslah etme, boyun eğdirme. Çekici ama zararlı şeylerden uzak kalmaya, zor ama faydalı şeyleri yapmaya kendini alıştırma. Nefsi terbiye için zor ve ağır işleri yapmak.

Salik: yolcu. Allah’a giden yolun yolcusu. Müritlikten son makam olan müntehi, vâsıl arasındakiler.

Sekr: sarhoşluk, mest olmak, kendini kaybetmek.

Selsebil: içimi tatlı içki. Cennette bir çeşme.

Seyr-i fillah: sülûk menzillerinden, Allah’ta seyr.

Seyr-i ilallah: Allah’a seyr.

Seyr-i meallah: Allah’la seyr.

Sıdk: doğruluk, gerçeklik, kalp temizliği.

Siyret: ahlak, tabiat.

Süfli: aşağı, alçak.

Sülûk: gidiş. Hak yolu. Tarikat.

Takva: korkma, sakınma, korunma. Allah’tan korkarak emirlerine boyun eğme. Allah’tan uzaklaştıran şeylerden kaçınma.

Tecelli: zuhur. Hakk’ın zat ve sıfatının zuhuru, arifin gönlünde ortaya çıkması.

Tecerrüd: yalnız olma, mâsivadan alaka kesip Allah’a yönelme.

Tevfik: cenabı Hakk’ın kula yardımı, başarı.

Tıynet: yaratılış, fıtrat, tabiat.

Ubudiyet: kulluk.

Ulvî: yüce.

Vâsıl: ulaşmış. Allah’a ermiş.

Vecd: ilâhî tecellileri gören kimsenin zevkten kendinden geçmesi.

Vera’: mekruh veya mubah olduğu şüpheli şeylerden uzak durmak. Ağızdan kalbe giren ve çıkanın, Allah ve Resulünün arzu ettiği şeyler olmasına dikkat etmek.

Yakin: şüphe ve tereddütten uzak apaçık kesin bilgi.

Zâkir: zikreden, ilâhî söyleyen, gûyende.

Zühd: dünyadan yüz çevirmek.

Hazırlayanın öz geçmişi:

Tahir Galip Seratlı

Konyalıdır. Konya Lisesini, Siyasal Bilgiler Fakültesini bitirdikten sonra kaymakamlık ve vali yardımcılığı yapmış, 2002 yılında emekli olmuştur. Almanca, Osmanlıca, İngilizce bilmektedir. Evli ve iki çocukludur.

Yayınlanan kitapları şunlardır:

Kitab-ı Makbul, Bustan’ül Kuds, Çıktım Erik Dalına, Risalei Gavsiyye ve Hazreti Abdülkadir Geylani’nin Menkıbeleri, Kırk Vezir Hikâyeleri, Següzeşt, Vahdet Aynasında, Gayb Bahçelerinden Seslenişler, Üss-i İnkılap.

e-mail: tahir@seratli.com

Dipnotlar

[1] Hâyide: bayat, uzun zamanlardan beri ağızlarda sakız gibi çiğnenmekten dolayı usanç vermiş olan sözler..

[2] Sultan’ül Ülema Hac yolundayken tatarlar ayrıldığı Belh şehrine saldırmış, yakıp yıkmışlardır.

[3] Hadisi şerif

[4] Fatiha Suresi: 5. “Bize doğru yolu göster”

[5] A’raf suresi: 143.

[6] Kutupların efendisi, veli ve yetkin kulların övüncü, meczup velilerin baş tacı.

[7] Şeyh Necmeddin Kübra’nın müridlerindendir. Sadreddin Konevi ile sohbet etmiştir.

[8] Halvetî şeyhlerinden olup meşhur şiirleri vardır.

[9] Cebrail

[10] Tava şeklinde, kutup yıldızının etrafında dönen takım yıldız.

[11] A’raf Suresi: 198.

[12] Şiirin aslında “gözsüz aşık” yerine “bela görmüş aşık” deyimi vardır.

[13] Kuba mescidi

[14] Ferac, fereciye: ensesinden yırtmacı olan kaftana denir. Üste giyilir. Öncelerde yırtmacı ensesinde olurdu, sonra şimdiki şekle girmiştir. “Meşarık” ta yazıldığına göre Peygamber Efendimiz (s.a.s.) ferace giymişlerdir. “El Nihaye” de deniyor ki,: aleyhissalat Efendimiz arkadan yırtmacı olan ipek ferace giymişti” Kamus tercümesi. (M.B.H.) Ferace: geniş kollu, yakasız ve önü açık cübbe.

[15] Kureyş Suresi.

[16] İki yay arası; Necm suresi: 17.

[17] Hadisi şerif

[18] Erbain: çile de denen kırk günlük riyazet dönemi.

[19] Yed-i beyza: Hazreti Musa’nın mucizesi olan beyaz el.

[20] Fâtır Suresi: 15.

[21] Muhammed Suresi: 38.

[22] Ahzab Suresi: 72.

[23] Hucurat Suresi: 13.

[24] Talak Suresi: 3.

[25] Nahl Suresi: 128.

[26] Yunus Suresi: 62.

[27] Fâtır Suresi: 28.

[28] “Fîhi mâ Fih” de havf ve reca hususunda şöyle denilmektedir: Mevlânâ buyurdu: Vallahi ümitli ve imanlı olmak lazımdır; işte havf ve reca da budur. Biri benden; “Ümit güzel, hoş bir şey, fakat korku da ne oluyor?” diye sordu. Dedim ki: bana korkusuz bir ümit, yahut ümitsiz bir korku göstersene! Bunlar birbirinden ayrı olmadığı halde, böyle bir şeyi nasıl soruyorsun? Mesela biri buğday ekerse, elbette buğday biteceğini ümit eder. Fakat yine de Allah esirgesin; bir âfet bir zarar gelmesin diye içinde bir korku vardır. Bundan anlaşılır ki, korkusuz ümit yoktur. Ümitsiz bir korku, yahut korkusuz bir ümit asla tasavvur olunamaz…

[29] İnfitar Suresi: 6.

[30] Yusuf Suresi: 87.

[31] Bakara Suresi: 218.

[32] Hadisi Kudsi

[33] Âşıkta keder neyler gam ehl-i cihanındır Koyma kadehi elden söz pir-i muganındır. (Şeyh Galip)

[34] Necm Suresi: 17.

[35] Âlem-i kübra: büyük âlem yani kâinat, âfak.

[36] Âlem-i sagir: küçük âlem yani insan, enfüs

[37] İsra Suresi: 22.

[38] Hadisi kudsi

[39] Enfal Suresi: 17.

[40] Fetih Suresi: 10.

[41] Kasas Suresi: 30.

[42] Yüce şanımı tenzih ederim.

[43] Bu mısraın devamı şöyledir:
ne ez arşem, ne ez ferşem, ne ez kevnem ne ez kânem / mekânem lâ mekân bâşed, nişanem bînişan bâşed / ne ten bâşed ne can bâşed ki men ez cân-ı cânânem…

[44] “Sizin dininiz size” Kâfirun Suresi:

[45] Hadisi şerif

[46] Şuara Suresi: 224. bu ayetin İsmail Safavî’yi kastettiği yorumu yapılmıştır.

[47] Hades: abdesti bozan şey

[48] Mahv: yokluk. İttihad: birlik. Sahv: ayıklık.

[49] İki mütercim de burayı yanlış tercüme etmiş; birisi fasl u mezemmet ediyordu demiş, biri de gıdıklıyordu demiş. Halbuki “Miğmazi kerden” “oğmak” demek olduğu Ahteri lügatında yazılıdır.

[50] Bazıları Kerra Hatun demektedir.

[51] Dilkû: Farsça gönül nerede anlamındadır.

[52] Müşteri: en uğurlu seyyare sayılan Jüpiter yıldızı

[53] O sırada matbaa olmadığı için kitaplar elle yazılıp çoğaltılırdı. Bir kitabın çeşitli nüshaları olsa da, sayfa ve satırları birbirine uymazdı. Bundan ötürü Şemseddin’in Halep’te satın alarak uzun zamandır okumadığını söylemesi nasıl mükâşefe nuruna muhtaç ise, onun hangi sayfa ve satırında yazılı olduğunu bildirmek de öylece açık bir keramettir. (Mütercim M.B.H.)

[54] İleri gelen insanların hamama giderek orada saçlar yumuşadıktan sonra başlarını traş ettirmesi eskiden adetti. Şimdi de bu usule uyanlar vardır. (mütercim: M.B.H.)

[55] A’raf Suresi: 143. ayetinde geçen paramparça olan dağ kastediliyor.

[56] Bazı nüshalarda yenine döktüğü yazılıdır.

[57] Fecr Suresi: 28. “Rabbine geri döné

[58] Kamer Suresi: 55.

[59] Lika: kavuşma, görüşme

[60] Hadisi şerif

[61] Vâkıa Suresi: 16.

[62] Lenterânî: beni göremezsin: A’raf Suresi: 143.

[63] Yılan ve ejderha zümrütten korkup kaçarlarmış. Zümrüdü gören yılanın kör olacağı söylenir.

[64] Eski Yunanlı meşhur hekim.

[65] …mağrib-i âlem-i kudse gurub eyledi.

[66] Şeyhlerin padişahı

[67] Velednâme, İbtidanâme, Rebabnâme, İntihanâme adlı eserleri vardır..

[68] Mütercimlerden biri; “nutuk buyuruyorlardı” diğeri; “sözler söylerlerdi” diye çevirmiş.

[69] Yunus Suresi: 62.

[70] Hak’la söyleşme ve Hakk’a yakın olmakta

[71] Yalnız yaşamakta ve dünyayı terkte

[72] Sübhane men yüazzibü ibâdehu bi’l ni’am

[73] Mesnevi-i Ma’nevi

[74] Lebbeyk: buyur!

[75] Bu ibare Ahmet Avni tercümesinde şöyledir: “… Çilede Hak’tan erişilmedik bir hal ve makam niyaz edüp anı temenni ederken ‘Yarab! Yarab!’ deridi., bir hadde kadar ki, ecza-yı zemin ve âsuman ve ervah-ı ulvi ve süfli ana muvafakaten Yarab dediler ve hem o vakitte nur-ı Huda seyri miktarınca Mevlânâ Şemseddin Tebrizî azzmehullau zikrehu Hazretleri’nin gûşuna urur ve Lebbey! Lebbeyk! der idi. Vaktaki üç defa tekrar eyledi Mevlânâ Şemseddin buyurdu: ‘İlâhî, o şeyh yarab diyor ana lebbeyk de’ bu sözü müteakib derhal gûşuna nur-u mütetabi’ berk urur ve Lebbeyk! Lebbeyk! der idi.
Bahari tercümesinde ise şöyledir: “…O vakitte ise nur-ı Huda – işba’ edercesine- Mevlânâ Şemsi Tebrizî azzemehullahi zikrehu’nun gûş-u mübarekine tâbân oluyor, ‘Lebbeyk lebbeyk’ diyordu. Üç defa tekrar edince Mevlânâ Şemseddin buyurdu ki, ‘İlâhî, o şeyh Yarab diyor, ona lebbeyk de’ Hazretin bu kelamından dolayı derhal nur peyâpey o kutbun gûşuna tâbendaz olup ‘lebbeyk, lebbeyk’ dedi.

[76] Yusuf Suresi: 94.

[77] Nas Suresi.

[78] Sultan Veled Hazretleri “İbtidanâme”sinde Şam’a gidişini şöyle anlatır: “Yorulmadan ovalarda koşuyor, dağları bir saman çöpünden bile önemsiz görüp aşıyordum. Yoldaki dikenler, bana güllük, gülistanlık geliyordu. Bir zahmete karşılık binlerce kâr elde ediyordum. Yazın sıcağı, kışın soğuğu bana şeker gibi geliyor, hurma gibi görünüyordu.”

[79] İbtidanâme’de bu dönüş yolculuğu şöyle anlatılır: “Veled, onun maiyetinde, zorla değil canla, gönülle ve kendi dileğiyle yaya olarak koşmaktaydı. Padişah, ona ‘sen de ata bin, filan yüğrük kırata binerek yol al!’ dediyse de Veled, ey padişahlar padişahı dedi, seninle eşit olmaya kudretim yok. Hem padişah ata binsin hem köle, buna imkân yok. Sen maşuksun, ben aşığım, sen efendimsin, ben kölenim. Hatta sen cansın, ben seninle diriyim. Benim yaya gitmem, senin maiyetinde başımı ayak yapıp yürümem gerek.

[80] Bazıları Şems Hazretleri’nin kayboluşunu katledilerek şehit edilmesine atfediyorlarsa da bu hususta bir belge olmadığı gibi gerek Sultan Veled ve gerek bu kitabın yazarı Ferudun Şipehsalar böyle bir şeyden bahsetmemişlerdir. Bu da zannın doğru olmadığına en büyük delildir. Kayboluşu Hazreti Mevlânâ’nın onu aramak için Şam’a gitmesinden de anlaşılmaktadır.

Gerçi Hazreti Şems’in nereye gittiği bilinmemektedir. Fakat Şam’a geldiği, ilk kayboluşunda da mektup yazmadan önce bilinmiyordu. O halde :Hazretin, habersizce başka bir yere gitmiş olduğu mümkün ve Hazreti İsa ve İdris (a.s.) gibi baştan başa nur olan kutsal vücudunun gayb göklerine yükselmiş olması da muhtemeldir.

Gerçi Hazretin nereye gittiğini ve nasıl kaybolduğunu keşfetmek, Hazreti Mevlânâ gibi büyük bir veli için işten bile değildi. Mesnevi’de “Bu Ayrılık ve Kanlı Ciğer” diye bildirdiği canı gibi sevdiği Şems’ini birden kaybedince, kalbindeki aşk nurları parlamış, iştiyak deryaları coşmuş, bir gölge gibi kalan mükâşefesini kalbinden yakıp götürmüştü. Kendinden geçerek Şems’ini aramaya koştu.

Bu hal peygamberlerde de görülmüştür. Nitekim Hazreti Yakup gözünün nuru Yusuf’unun ani ayrılığıyla kalbindeki aşk ateşi birden parlayarak Kenan ilinde Yusuf’unun kuyu içinde olduğunu keşfetmedi de Yusuf’un gömleğini taşıyan kervan Mısır’dan ayrılınca “Ah Yusuf’un kokusunu alıyorum” diye aşıkça sevincini belirtti. Güya Mısır tarafından esen yel, ona Yusuf’un müjdesini getirmişti. Halbuki Mısır, kuyunun bulunduğu yerden pek çok daha uzaktı. Fakat o zaman Yakub’un göğsündeki aşk deryası ilk ayrılıkta olduğu kadar coşkun değildi. (Mütercim M.B.H.)

[81] Fetih Suresi: 1.

[82] Hum: Farsça küp demektir.

[83] Bakara Suresi: 286.

[84] Kamer Suresi: 55.

[85] Bu sözü söyleyen büyük şeyhlerden Ebul Vefa Hazretleridir. Bağdadlı diye tanınmış ise de Kürdî’dir. Cenabı Hüsameddin Çelebi Efendimiz’in büyük atasıdır. Ümmi olduğundan zâhir görüşlüler kendisini mahcup etmek için vaaz etmesini istediler. “İnşallah yarın vaaz ederim.” dedi. O gece Resulü Ekrem (s.a.s.) Efendimizi rüyasında gördü; Cenab-ı Hakk’ın Aliym ve Hakim ismiyle kendisine tecelli eylediğini müjdeleyerek iltifat etti. Ertesi günü kürsüye çıkınca ilk sözü “emseytü kürdiyyen ve esbahtü arabiyyen” oldu. Sonra Kur’an’ın sırlarının hakikatlerini söylemeye başladı. (Mütercim: M.B.H.)

[86] Herşey zamanla olgunlaşır. O yüzden sırların ortaya çıkması için bir süre geçmesi gerek ki, bu müddet içinde feyiz kaynağından faydalanılsın ve tekrar halka dönülüp feyiz verilebilsin. (İmdadullah ve M. Rıza şerhi)

[87] yani senin hamile gibi olan bahtın çocuk gibi olan sırların açılmasını doğurmadıkça süt gibi tatlı olan Mesnevi’nin yazılmasına başlanmadı. (İmdadullah ve Abdülalâ şerhi)

[88] İbrahim Suresi: 7.

[89] Alak Suresi: 7.

[120] Kılıç

[91] Sultan Veled Hazretleri’nin eserleri: ”Velednâme, İbtidanâme, Rebabnâme, İntihanâme, Mesnevi-i Manevi’, Farsça Divan, Maarif ve Nâfi fil Füru’dur. Dedesi Sultan Veled Hazretleri’nin de “Maarif” adlı eseri vardı.

[92] “Yalnız ona bakan” Saffat Suresi: 48.

[93] Yalnız ona bakan: Sad Suresi: 52.

[94] Vakıa Suresi: 17, 18.

[95] Musa (a.s.) ın mucizesinden biri de elinin bembeyaz olmasıydı ki buna yed-i beyza denir.

[96] Buradaki ibare şöyledir: “Asâfîr-i beyanı sefine-i aklama irkâb eylediği vakitlerde sahife-i sîmin kırtası sevad-ı elmas-midad ile mutrız eder ve meani-i seb’ul mesâniyi ekâlil-i garibe ve lü’lü-i acîbe ile mükellel kılardı…”

[97] Bu ibarenin aslı şudur: “Melekler, ta’zimat ve tehlilat ile tevhid buhurdanları ile, buhurdanları ellerinde, rahmet-i ilâhîyye amberlerinin revayıh-ı ruhnüvazları meşam-ı canı misk kokuları ile mest etmekte olduğu halde yükselmişler, götürmüşler, o kafile-i melaikin pîş ü pesendin zîr ü bâlâsından geru beyan-ı arş – nurlar saçarak, ezhar-ı tahsin serperek ve bir taraftan da avaz-ı latif ile ilâhîyyat nazmları tertil ve terennüm eyleyerek anı mecmu-u enbiya ve evliyaya arz etmişler. O şükûfe deste-i hakayık orada elden ele gezmiş, takdir olunmuş, müellif-i âlisi bir serpuş-u murassa’-ı mana, bir nıtak-ı kuds-ü harim-i Huda ile taltif edilmiş. Sonra, cihan-ı şühudda ehli idrak ve marifet ve talibin envar-ı rahmet, alim-i bâlâda bûy-u feyz alarak iktibas-ı nur-u irfan etsinler, maide-i ulûm-u ledünniyeden zâikadar olarak telziz-i dimağ-ı can eylesinler diye anı bu âleme, yine ayn-ı ta’zimat ve tekrimat ile göndermişler ve ismine “Risale-i Sipehsâlâr be Menakıb-ı Hazreti Hudavendigâr kuddisi sırruhül a’lâ” demişlerdir.

[98] Necm Suresi

[99] Bu ibarenin aslı şöyledir: “Mazhar-ı ecmel-i vasf-ı (vennecmi iza heva ma dalle sahibiküm vema ğava vema yantıku anil heva) seyyidül enbiya salavatullahi aleyhi ve âlihi Efendimizin vâris-i ekmel-i şa’şaa-piyrası, pir-i muallâ cenabı Hudavendigâr kaddesallahü sırrahul a’lâ Efendimizin ve necl-i necib-i akdesleri, mahdum-u mükerrem ve muhteremleri mahbub-u nazperverizdan, nur-u dide-i ârifan ve menkıbe-i kemâlâtı, ziynet-tıraz mediha serayan-ı rûhâniyan cenabı Sultan Veled kaddese sırrahüs samed Efendimizin kelimat-ı âliyelerinin, ve- ma’na-ı şiirden bâlâter olan- eş’ar-ı güzin akdeslerinin meal-i şeriflerini dahi işbu risalede- tezyid-i istifade-i tâlibin ve tenvir-i uyûn-u müştâkin için- tercüme etmeğe bezl-i gayret ettim. Evet gerçi onların cemal-i kemallerini, tâbiş-i hüsn ü ân-ı ilâhî lemeanlarını ihlale, izlale tasaddi eyledim. Fakat o cihan-ı kerem sultanı, o haclegâh-ı rahmet- arus-u nazenini; kitab-ı irfanından, Mesnevi-i Ma’nevi’ sinden dide-i ibtisar-ı ümidime bir sahife-i tâbnâk-ı ihsan açarak, ondan lisanı-ı ibtihal-i ubudiyetim şu ebyat-ı şerifeyi okuduğu için bu cesarete düştüm.”

[100] Bu ibare şöyledir: Evet bütün nikât-ı edebiye, bütün sanayi’-i lafziye ve maneviye o kelimat-ı kudsiyenin meani-i ledünnisi afitabıyla münceli birer zerratır tuyuf-u tâire gibi tâbiş-i hüsn-ü ezeliyet füruğuna karşı uçuşuyor, tavaf ederler. Yahut ki, o ezhar-ı esrar-ı hakayıkın birer nahl-i zâikaperveri, renginper birer kelebekleri mesabesindedir ki, – onlardan gıda-yı feyz alır, onlardan nûş-u kâ’s-ı safa ederler. Ah… O kelimat-ı kudsiye ezeli birer nur-u lâhutpeymadır ki, en latif en rengin mehasin-i bedia, en dilnişin en nefis, sanayi-i şi’riye onun ulviyeti meanisindeki füruğ-u cemale karşı sönük kalır. Asuman-ı beyanında ancak bir yıldız gibi görünürler yahut onlar birer nây-ı ilâhî nevadır ki, müterennim olduğu aheng-i kemal-i lâyezaliye bütün bedayi’ ve mehasin perestişkâr olurlar. Esasen elsine-i enbiya ve evliyadan vahy-i ilâhî, ilham-ı rabbani olarak şerefpaş-ı sünuh olan kelimat-ı âliyenin ulviyyet-i mertebetine ve kâil-i rabbaniyesinin bülendi-i kemâlâtına, raz-ı beyanındaki maarif-i ilâhîye, hakayık-ı ledünniye delaletiyle intikal etmek gerektir. Yoksa ondaki bedi’ ve beyana aid sanayi’-i lafzıyye ve maneviyye mehasin-i şi’riye ve edebiye ile o gibi âsâr-ı mukaddesenin mealiyyat-ı hakikiyesini, hüsn ü ân-ı maneviyyesini ta’yine kalkışmak pek doğru olamaz. Çünkü bunlar bu gibi âsâr-ı maneviyyede ikinci derecede kalır meziiyattandır.

divider11