Hz. Mevlâna ve Ölüm
Hz. Mevlâna ve Ölüm
Kur’ân-ı Kerîm’de “Her canlı (nefis) ölümü tada-caktır. Sonunda bize döndürüleceksiniz,” (Ankebût, 29/57) âyetiyle ölümün her canlı varlık için mukarrer olduğu belirtilir. “Biz Allah’a aidiz ve yine O’na döneceğiz.” (Bakara, 2/156) âyeti de ölümü bir yok oluş değil; insanın aslına rücûu, Allah’a kavuşması, gerçek hayatı ve ebedîliği kazanması olarak niteler. Hz. Peygamber’in: “Müminler katiyen ölmezler Ancak fânî bir âlemden, bakî bir âleme intikâl ederler.” hadisi de aynı muhtevadır. Bu yüzden Mevlânâ, ölüme kara gözlüklerle bakmaz. Mesnevinin ilk beyitierindeki “ney” metaforu gibi, insan dünyada iken gurbettedir. Ölüm, onu asıl vatanına ve sevgilisine kavuşturur.
Tasavvuf düşüncesinde ölüm iki türlüdür: İradî ölüm ve zarurî ölüm. Zarurî ölüm; insanın tabu ölümü, ruhun bedenden ayrılmasıdır, iradî veya
ihtiyarî ölüm ise; “Ölmeden önce ölünüz” prensibiyle “Fenâfillâh” a erişmek, riyazet yoluyla nefsi (benliği) öldürüp, Hakk’ın varlığında yok olmaktır. Mevlânâ iradî ölümü Fihi Mâfîh’te şöyle izah eder:
“O’nun yanında iki ben sığmaz. Sen: ‘Ben!’ diyorsun; o da ‘Ben!’ diyor. Ya sen öl, ya O ölsün ki, ikilik kalmasın. Fakat O’nun ölmesi imkânsızdır. Bu ne hariçte, ne de zihinde mümkün olur. ‘Çünkü O, ölmeyen bir diridir!’ (Furkân, 25/58)
O; o kadar lutufkârdır ki, imkân olmuş olsaydı senin için ölürdü. Fakat mademki O’nun ölmesi imkânsızdır, o halde bu ikiliğin yok olması ve O’nun sana tecelli etmesi için, sen öl.
İki canlı kuşu birbirine bağlarsan; aynı cinsten ol-dukları için iki tane olan kanatlan, dört olduğu halde uçamazlar. Çünkü ikilik mevcuttur. Halbuki buna ölü bir kuşu bağlarsan uçar. Zira ikilik kalmamıştır. Güneşte o lütuf vardır ki, yarasanın önünde ölür; fakat bunu imkân olmadığından: ‘Ey baykuş! Benim lutfum herkese ermiştir, sana da ihsanda bulunmak isterim. Sen Öl. Çünkü buna imkan vardır. Böyle ya-parsan benim yüceliğimin nurundan nasibini alırsın. Baykuşluktan çıkıp, yakınlık Kâfinin Anka’sı olur-sun’ diyor.” (Fîhî Mâfih, 38-39)
“Nefsini öldürüp, Hak ile bakî olmuştur. Bu sebepten Hak sırlarına âşinâdır.
Riyazette tenin ölümü hayattır. Ten yok olursa, ruh ebedîleşir.” (Mesnevî, 111/3386-87)
Mevlânâ; tabiî ölümü de bu hayattan ayrılıp, ölümü olmayan ebedî bir hayata ulaşma olarak ni-teler. İnsan genel anlamda iki unsurdan mürekkep-tir: Ruh ve beden. Ruh mücerrettir. Zamana ve mekâna bağlı değildir. Bu itibarla ölümsüzdür. Ruh bu sıhhati Cenâb-ı Hak’tan almıştır. Hayy ve Bakî (diri ve ebedî) sıfatlarının sahibi olan Yüce Allah, kendi ruhundan insanlara ruh üfürmüştür (Hicr, 15/29). Bu sebeple ölüm ile bedenin yok olması, Cenâb-ı Hak İle insan arasındaki perdenin kalkmasıdır. Nitekim bir fizik kanunu olarak hiç bir varlık yoktan var olmaz, var ise yok olmaz; ancak bir hâlden diğer hâle geçer. Dolayısiyle ölünce beden kafesinden çıkan ruh, aslına rücû eder.
Mevlânâ bu fikirleri: “Ölüm kavuşmadır; cefa etmek, kin gütmek değil” (Rubailer, 38); “Ölürsem ben, öldü demeyin. Çünkü ölüydüm, dirildim; dost aldı, götürdü beni.” (Rubailer, 100) sözleriyle dile getirirken, kendisinin bu âlemden ayrıldığı geceye de “şeb-i arûs” (düğün gecesi) denilmiştir.
Mevlânâ’nın şu gazeli onun ölümle ilgili düşüncelerinin en veciz ifadesidir:
“Ölüm günümde tabutum yürüyüp gitmeye başladı mı, bende bu cihanın gamı var, dünyadan ayrıldığıma tasalanıyorum sanma; bu çeşit bir şüpheye düşme.
Bana ağlama, yazık yazık deme. Şeytanın tuzağına düşersem, işte o zaman yazık yazık demenin sırasıdır.
Cenazemi görünce ayrılık, ayrılık deme. O vakit benim buluşma ve görüşme zamanımdır.
Beni kabre indirip bırakınca; sakın elveda, elveda deme. Zira mezar cennetler topluluğunun perde-sidir.
Batmayı gördün ya, doğmayı da seyret. Güneşe ve aya batmadan ne ziyan gelir ki?
Sana batmak görünür; ama o, doğmaktır. Mezar hapis gibi görünür; ama o, canın kurtuluşudur.
Hangi tohum yere ekildi de bitmedi? Ne diye insan tohumunda şüpheye düşüyorsun?
Hangi kova kuyuya salındı da, dolu dolu çıkmadı? Can Yûsuf u ne diye kuyuda feryad etsin?
Bu tarafta ağzını yumdun mu, o tarafta aç. Zira senin hay u huyun, mekânsızlık âleminin fezasındadır.”‘
Mezarı canın kurtuluş yeri, ölmeyi batan güneşin yeniden doğmaya hazırlığı olarak niteleyen Mevlânâ; Ölüm ile uyku arasında da bir benzerlik kurar. “Uyku ölümün kardeşidir.” sözüne ait fikirleri-ni şöyle dile getirir:
“Ey kardeş, çünkü ‘Uyku, ölümün kardeşidir.’. O kardeş, bu kardeşten belli olur.” (Mesnevi, İV/3084)
Sabahleyin uykudan uyanmak da, mahşerde dirilmenin bir örneğidir:
“Sûrun üfürülmesi Hakk’ın bir emridir. Onunla bütün halkın bedenleri yerden kalkar.
Sabah uyanınca aklımız nasıl bedenimize geliyorsa, herkesin canı da öyle bedenine girer.
Her ruh, kendi bedenine girer. Kuyumcunun ruhu, terzinin vücuduna girmez.
Alimin canı, o âlimin bedenine; zâlimin ruhu, o zâlimin tenine girer.
Ayak bile karanlıkta kendi ayakkabısını keşfederken, can niçin tenini bilmesin?
Sabah vakti küçük haşırdır. Büyük hasrı ondan kıyas et.
Uyku ve uyanıklık, akıllılar için Ölümle mahşere iki şahittir.
Küçük haşr, büyük hasrın; küçük ölüm büyük ölümün örneğidir.” (Mesnevi, V/l781-96)
Uyku ve uyanmak ile, mademki her gün ölümün bir benzerini yaşıyoruz, o halde bundan ders alıp, ölümü karşılamaya hazırlanmalıyız:
“Ölüm için ihtiyat gerekir. Akıbeti, hasrı gören-ler için de zevk u safa.
Ölümü Yûsuf gibi gören, canını feda eder. Kurt gibi görense, doğru yoldan ayrılır.
Ölüm, herkese kendi rengindedir. Saf ayna iyiyi de kötüyü de gösterir.
Güzel yüz aynada güzeldir, çirkin yüz de çirkin.
Sen ölümden korkup kaçıyorsun. Bil ki seni asıl kendi çirkinliğin korkutmada.
Gördüğün kendi çirkin yüzün, ölümün yüzü değil. Canın o suretten ürktü.
İyi de, kötü de senden yetişmiştir. Çirkin de, güzel de kendi elinle kazandığındır.” (Mesnevi, III/ 3458-65)
Sen müminsen, tatlı isen; Ölümün de mümin olur. Kâfir ve acı isen, ölümün de kâfirdir.” (Ariflerin Menkıbeleri, II/12)
Mevlânâ; insanların ölüm gerçeğini görüp, dostun huzuruna eli boş çıkmamalarını, ebedî hayat için hazırlık yapmalarını öğütler:
“Hiç bir ölü, Öldüğü için hasret çekmez. Ancak tâatinin azlığına yanar.
Yoksa Ölen kimse; kuyudan ovaya çıkmış, zevk u safa meclisine ulaşmıştır.
Bu daracık matem yurdundan ferahlayıp, geniş bir ovaya göçmüştür.
Orası doğruluk yeridir, orada yalan yoktur. Ayranla sarhoş olan, has şarabı ne bilsin?
Orası öyle bir doğruluk yurdudur ki, Hak onlarla beraberdir. Su ve çamurdan (bedenden) kurtulmuş, nur ile dostturlar.
Bu hayat için bir iki nefesin kaldı. Bari gayret et de, ercesîne öl.”(Mesnevi, V/1774-79)
“Hayat îmânla ebedîdir. Yoldaşın îmân olursa ölmezsin.” (Mesnevî, III/3399)
Mevlânâ; iradî ölüm, zarurî ölüm, ölüm korkusu ve ölüme hazırlığı şu iki mısrada özetler:
“Aşksız olma ki ölmeyesin. Aşkla öl ki diri kalasın.” (Rubailer, 181}