Hz. Mevlana ve Misyonu – Ahmet KURUCAN

A+
A-

Hz. Mevlana ve Misyonu

Ahmet KURUCAN

Bir şahsı veya bir eseri, ondan asırlar sonra tahlil ederken çeşitli yanlışlıklar içine düşülmesi mukadderdir. Bunda tahlili gerçek Bir şahsı veya bir eseri, ondan asırlar sonra tahlil ederken çeşitli yanlışlıklar içine düşülmesi mukadderdir. Bunda tahlili gerçekleştiren kişilerin bakış açıları, kültür seviyeleri, içinde bulundukları ortam birinci derecede rol oynayan hususlardandır.

İslâm dünyası içinde âlim, şair ve mu tasavvuf vasıfları ile ölümünün 723. yılında andığımız Mevlânâ da tahlili yapılırken hakkında büyük yanlışlıkların yapıldığı şahıslar arasında yer alır. Onu gerçek kimliği ve yaşadığı hayat boyunca eda ettiği misyonu itibariyle değerlendirmemize altyapı olabilecek bazı önemli noktaların gözden kaçırılmasının bunda çok önemli bir rol oynadığına inanıyorum. Yukarıda arzettiğimiz bakış açısı, kültür seviyesi de buna eklenince, karşımıza çıkan Mevlânâ’nın, hiç de gerçek Mevlânâ olamadığını çok rahatlıkla söyleyebiliriz. Zannediyorum bu durumdan en çok rahatsız olan da odur. Perde-i gayb açılıp, bu mesele üzerinde cevabı kendinden istenilse, verilecek olan cevab, ifade etmeye çalıştığım hususu bütün çıplaklığı ile ortaya koyacaktır.

Mevlânâ hakkında mutlaka bilinmesi ge rekli olan hususlara kısaca temas edelim: Mevlânâ 30 Eylül 604/1207 yılında Horasan’ın Belh şehrinde dün yaya gelir. Asıl adı Celâleddin’dir. Rumî ise Anadolulu olduğunu belirten bîr ifadedir. Moğol istilasının ortalığı kasıp kavurduğu bu dönemde, Mevlânâ’nın babası Bahauddin Veled, ailesi ile birlikte Şam, Hicaz, Malatya, Erzincan ve Akşehir’i ziyaret ede ede Konya Karaman şehrine yerleşir. “Sultanu’l-Ulema” lakabıyla anılan baba Bahauddin Veled, oğlunun aynı zamanda ilk hocasıdır. Mevlânâ 13 yaşına kadar babasının rahle-i tedrisine oturur. Mevlânâ, 13 yaşında Şam’a giderek üç yıl içinde usul, tefsir, fıkıh, hadis vb. ilimleri tahsil ederek geri döner. Bu arada babası Selçuklu Sultanı Alaaddin’in yapmış olduğu davete uyarak Konya’ya yerleşmiş ve Hüdavendigâr Medresesi’nde müderrislik yapmaya başlamıştır. Mevlânâ da babasının vefatına kadar, onunla birlikte Hüdavendigâr Medresesi’nde hocalık yapar. Babasının vefatından sonra -ki o zaman 24 yaşındadır- aynı medreseye müderris olur. Bu dönemde Mevlânâ, Hakim Sinaî, Sadreddin Konevî ve babasının müridi Seyyid Burhaneddin’den ders alır. Bu süre zarfında zahir ilimlerin yanı sıra batın ilimleri de tahsil eden Mevlânâ, pek çok sayıda talebe ve mürşid yetiştirir.

Burada görüldüğü gibi, çok sağlam İslamî ilimler temeli olan ve o döneme göre bu mesleğin zirvesine çıkıp Selçuklu başkentinin bir medresesinde hocalık yapan bir Mevlânâ vardır. Dolayısıyla hayatının daha sonraki dönemlerinde girdiği tarikat yolunda, onun îslamî esaslara zıt ve muhalif şeyler yapması, konuşmalarda bulunması akla pek mümkün gözükmemektedir.

Bu hususa tekrar temas etme niyetiyle şimdi Mevlânâ’nın diğer özelliğine geçelim.

Mevlânâ yaklaşık 41 yaşlarında iken bugün bile hayatı, kimliği, düşünceleri hakkında çok net malumata sahip olmadığımız Şems-i Tebrizî ile tanışır. Bu tanışıklık onu aşk yoluna sürükler. Rivayete göre, Mevlânâ ile Şems’in ilk karşılaşmalarında aralarında şöyle bir konuşma geçer:

Şems: Hz. Muhammed (s.a.v) mi büyüktür, Beyazid-i Bistamî mi?

Mevlânâ: Bu nasıl soru! Elbette Hz. Muhammed (s.a.v) büyüktür.

Şems: İyi ama Hz. Muhammed (s.a.v) “Kalbim buğulanır da bu yüzden Rabbime günde yetmiş defa istiğfar ederim” diyor. Halbuki, Beyazid “Kendimi noksan sıfatlardan tenzih ederim! Zuhurum ne kadar büyüktür” diyor ve “Cübbemin içinde Allah’tan başka bir şey yoktur!” diye de ilave ediyor. Buna ne dersin?

Mevlânâ: Hz. Muhammed (s.a.v) her gün yetmiş makam aşıyordu. Her makam ve mertebeye vardığında bir önceki makamdan istiğfar ediyordu. Bayezid ise, bir tek makamda kaldı ve bu makamın en yüce olduğunu sanarak öyle konuştu.(5)

Mevlânâ’nın bu sözlerini dinleyen Şems, karşısındaki zatın imtihanı başarıyla verdiğine hükmederek birlikte handan çıkar ve yine birlikte altı aylık bir halvete girerler. Bundan sonra Mevlânâ’nın eski hayatı ciddi bir değişikliğe uğramıştır.

Mevlânâ’nın Şems ile olan münasebetleri sonucu şöyle dediği rivayet olunur. “Ömrümü üç kelime ile hülasa etmek mümkündür: Hamdım, piştim, yandım.” Yani Seyyid Burhaneddin ile görüşmeye kadar hamdı, onunla görüşünce pişti ve Şems ile görüşünce yandı.

Mevlânâ, Şems ile ilişkisi sonucu medresedeki vazifesini aksatmaya, halka va’z ve sohbet etmemeye başlayınca, Konya halkı rahatsızlığını izhar eder. Nihayet Şems Konya’dan ayrılmak zorunda kalır. Bundan sonra Şems-i Tebrizî’nin bir defa daha Konya’ya geldiğini, sonra da öldüğünü ya da öldürüldüğünü veya öldürüldüğü şayiasını bizzat Şems’in çıkartarak Konya’-dan bütünüyle ayrıldığını kaynaklar bizlere aktarmak tadır.

Tebrizî’nin ölümünden sonra Mevlânâ, önce Selahaddin Zerkup ile 10 yıllık bir arkadaşlık dönemi geçirir. Kuyumcu ve Allah dostu olan bu şahsın vefatından sonra da Hüsameddin Çelebi ile olan beraberlikler başlar. Meşhur Mesnevî, işte bu sufî zatın ısrarı ve katipliği neticesi ortaya çıkmıştır.

Mevlânâ’nın hayatında mutlaka bilinmesi gerekli olan üçüncü husus ise; içinde yaşanılan şartlardır. Asırlarca bulunduğu kuşakta hakim rol oynamış ve İslamiyet harcıyla bütün soyları İslam ülküsü etrafında birleştirerek idare eden Selçuklu, çeşitli sebeplerle yıkılma aşamasına gelmiştir. Belki de hakimiyet dönemlerinin en zayıf olduğu bu devrede Moğol istilasının bütün hızıyla ilerlemesi, bu süreci hızlandırmıştır.

Öte yandan Moğolların istila ettikleri yerlere Orta Asya kültürünü getirmeleri, yepyeni fikrî ve kül türel oluşumların meydana gelmesine vesile olmuştur.

Moğolların o zalim baskısı altında, insanlar derbeder ve perişan edilmiştir. Batı dünyasının Bosna-Hersek, Karabağ, Irak, Somali vb. yerlerde müslümanlara reva gördüğü zulüm kadar olmasa bile, o devrin şartları içinde bugünü de hiç aratmayacak ölçüde yapılan zulümler insanlık mânâsını heder etmiştir. İşte bu kan, gözyaşı, cesed, inilti ortasında Mevlânâ insana saygı, insana hürmet gibi insanlığı bulunduğu durumdan kurtarmayı hedef alan bir felsefeyi temsil etmiştir. Mevlânâ burada İslam’ın evrenselliğinden hareketle muhatap kitleyi alabildiğine geniş tutmuş, sadece müslüman olanları değil, olmayanlara da îslamî mesajlar sunmayı kendine vazife edinmiştir.

Bu temel bilgiler ışığında Mevlânâ’yı değerlendirecek olursak;

1- “Mevlânâ’nın müderrislik kimliğinin iştihar et memesi, onun kolayca istismar edilmesine sebep olmuştur. Halbuki Mevlânâ, mutasavvıf olmadan önce alimdi. Selçuklu’nun başkentinde, bir medresede talebe yetiştiriyor, fıkıh, tefsir, hadis adına bilgiler öğretiyor, sonra da okuttuğu bu talebeleri Selçuklu devletinin dört bir yanında ihtiyaç olan yerlere, devletle olan yakın ilişkileri sayesinde tayin ettiriyordu. Böylece Mevlânâ, bir taraftan Moğol istilası karşısında bir noktada çaresiz konumda bulunan Selçuklu devletine yardımcı oluyor, diğer taraftan mücadele azmini yitiren, yıllar süren savaşlar sonucu teslimiyetçi bir ruha sahip hale gelen ve kimlik bunalımı içine düşmeye başlayan Selçuklu Türklerine talebeleri vasıtasıyla en büyük hizmeti yapıyordu. Ne var ki, onun bu tavrını bugün bile anlayamayan ve yadırgayan insanlar vardır. Mevlânâ’nın devlet yanlısı bir politika izlemesini tenkid eden, sultanlarla içli-dışlı olmasını hazmedemeyen ya da bunun ardındaki niyeti anlayamayan, hatta hiç ilgisi olmadığı halde ona “Moğol uşağı” diyen insanlar bile çıkmıştır.

Halbuki böyle bir yıkılış döneminde Mevlânâ’nın dört bir yanda neşv ü nema bulan bu hizmeti sayesinde, yeni kurulacak olan Anadolu birliğinin manevî temelleri atılmıştır. Daha sonraları açığa çıkacak olan mutasavvıf kimliğiyle yetiştirdiği müridlerinin de Anadolu sathına yayılması, bu temellerin sağlamlaşmasına vesile olmuştur. Şeriat ve tarikat veya başka bir tabirle medrese ve tekke eğitimi alan talebeler, tarih içinde bazı tarikatlar içinde müşahede ettiğimiz şatahatın içine hiç düşmemiş, ve halka bu hakikatleri olduğu gibi yansıtmışlardır.

2- Mevlânâ, Şems-i Tebrizî ile olan yoğun münasebetleri sonucunda aşk yoluna sülük etmişti. Öyle ki o, girdiği bu yolda eski kimliğini bir noktada unutarak, medreseyi, halka va’z u nasihat etmeyi terk etmişti. Fakat bu dönemi itibariyle Mevlânâ, daha sonraları ekol haline gelecek anlayış, yorum ve uygulamaları ile bir tarikatın kurulmasına öncülük etmiştir. “Mevlevîlik” adı verilen bu tarikatın kurulmasında, Mevlânâ’nın iradesinin olması ya da olmaması hiç önemli değildir. O kendi anlayış çizgisi üzerinde bir hayat yaşamış, etrafındakiler ve arkadan gelenler onu sistemleştirmişlerdir. Zaten İslam’da fıkhı mezheplerin veya sair tarikatların da ortaya çıkış şekilleri hep aynı olmamış mıdır?

Yalnız burada temas edilmesi gerekli olan husus sair tarikatlardan farklı olarak “sema” ve “ney”dir. Günümüze gelinceye kadar tartışmalanrı devam eden sema ve ney hakikaten literatürümüze Mevlânâ ile mi girmiştir? Bunlar tasavvuf geleneğinde her ne kadar hoş görülse de acaba İslâmî kaide ve kurallarla ne derece uyum sağlamaktadır? Sema o dönemde de günümüzde olduğu şekliyle, hakikaten bir merasim, gösteri şeklinde mi icra ediliyordu? Bu ve buna benzer sorular çoklarımızın cevap aradığı ve bulmakta olabildiğince zorlandığı şeylerdir.

İhtimal Mevlânâ, vecd halinde yani ilâhî aşkla bütünleşmiş ve kendinden geçmiş bir halde iken, kalkıp sema yapmıştı. Hatta bu sema saatlerce sürmüş de olabilir. Nitekim, bugün yapılan zikirler sonucu kendinden geçip, ruhun derece-i hayatına yükselerek, beden-ruh bütünlüğüne erişip, tamamen melekî bir hüviyet kazanarak, kendilerinden geçen insanlar, -bu süre az veya çok olabilir- âlem-i şehadet sınırları içinde izahı mümkün olmayan şeyler yapabiliyorlar. Demek ki ruha kendi gücünün kazandırılması ile çok şeyler gerçekleşebilmektedir.

Yalnız bu bir hal işiydi. Bu seviyeyi ihraz edemeyen kişilerin bu türlü şeyleri hayatına taşımasının sunîlikten öte bir mânâ taşımayacağı izahtan varestedir. Mevlânâ’da vecd halinde ortaya çıkan sema, tarihin değişik devirlerinde vecde maruz kalan sair velilerde başka başka şekillerde tezahürü görülmüş olabilir.

Ney’e gelince: Mesnevî’nin özellikle ilk 18 beyti içinde ele alınıp, işlenen ney kavramı sadece enstrüman özelliği olan ney midir, yoksa Mevlevî müfessirlerin ifade ettiği insan-ı kamil midir? Onların beyanlarına göre “kamışlıktan koparılarak yapılan ney, her nefeste ayrı düştüğü vatanını terennüm etmektedir. İnsan da geldiği ulvî âlemin hasretini çekmektedir. Ruh beden hapsinde bu ayrılığın ızdırabını yaşamakta ve her an geldiği vatanı, koparılıp uzaklaştırıldığı yeri özlemektedir. Şu halde ney ile anlatılmak istenen, insanın bu âlemdeki var oluşunun nedenini açıklayabilecek bir şekilde, birlik kamışından kesilmiş kendi varlığından geçmiş, gerçek varlıkla var olmuş insan yani insan-ı kâmildir.”

Mevlânâ vecd ha linin gereği olarak sema yaptı, ney çaldı veya dinledi ise, onu bugünkü şekliyle bir gösteri halinde kat’iyen ele almış değildi.

Sema ve ney meselesi su-i istimale açık yönleri itibariyle, nesilden nesile intikal ederken, maalesef o ilk dönemdeki asliyetini koruyamamıştır. Son devirlerde müsteşriklerin de bu işe sahip çıkmasıyla sema, bir gösteri ve merasim şeklinde icra edilmeye başlanmıştır. Tamamen folklorik üslup hakimdir. Vecdden uzak, maaş karşılığı bu işi yapan semazenler mevcuttur. Hele sema gösterileri (!) sırasında ney’e ilave edilen sair çalgıların Mevlânâ’nın hayatında hiç yeri olmadığı bilinen bir gerçektir.

Aslında bu hakikatler bugün icra edilen sema gösterilerine karşı olduğumuzu göstermez. O ayrı bir müzakerenin konusu olabilir. İslamî esaslar çerçevesinde bu mesele ele alınıp yeniden incelemeye tâbi tutulabilir. Bununla beraber, meselenin aslî hüviyetinin bilinmesi de gerekli olduğu kanaatine dayanarak, kısaca bu hususa temas ettik.

3- Mevlevîlik Mevlânâ’dan bu yana toplumun elit tabakasının ve kültürlü insanların mensup olduğu bir tarikattır. Konuşma dili Türkçe olmasına rağmen, Mevlânâ’nın eserlerinin birçoğunun Farsça ve bir kısmının da Arapça olması, onu sevenlerin bu dilleri öğrenmesini gerekli kılmıştır. Ya da bu dilleri bilenler, Mevlânâ’yi takip edebilmiştir. Kaldı ki, o dönemde devletin resmî dili Farsçaydı… Yazışmalar hep Farsça yapılıyordu. Şairler mutasavvıflar genelde Farsçayı kullanıyordu.

Mevlânâ daha önce de ifade ettiğimiz gibi insanlık manasının heder edildiği, insana saygı ve hür metin hemen hiç olmadığı bir zaman diliminde dünyaya gelmiştir. Moğolların geride kan, zulüm, gözyaşı bırakarak her tarafı bir fırtına gibi kasıp kavurması bütün hızıyla devam ediyordu. İşte bu devrede Mevlânâ, insanlığın sevgiye, saygıya hasret olduğunu görüyor ve mihrakına insana saygı ve sevgiyi oturttuğu irşad faaliyetlerini gerçekleştiriyordu. Yetiştirdiği talebelerine, müritlerine hep bunu salık veriyordu. Kaleme aldığı eserlerinde bunu açık ve net bir biçimde vurguluyordu. Bütün bunları yaparken, kafir-Müslüman, Yahudi-Hıristiyan ayrımına da gitmiyordu. İslâm’ın evrensel hakikatlerini, aslında İslâm’ın da hedef kitle olarak belirttiği bu insanlara sunmanın yollarını arıyordu. Fakat Mevlânâ bütün bunları yaparken, İslâm’dan taviz vermiyordu. O, “Ne olursan ol yine gel. Yahudi, Hıristiyan, Mecusî olsan da yine gel. Bin defa tevbeni bozmuş olsan da yine gel” derken -ki bu sözlerin Mevlânâ’ya ait olduğu şüphelidir- Yahudi, Hıristiyan, Mecusî olarak kalabilir, bu vasfınla İslâm içinde yer bulabilirsin demek istemiyordu. Onun Allah Rasulü’ne bağlılığı tamdı. Tefsir, fıkıh, hadis ilimlerinde müderrislik payesini elde ettiği, bu sahalarda birçok talebe yetiştirip, ülkenin dört bir yanına resmî görevlerle tayin ettirdiğine daha önce işaret etmiştik. Bu açıdan Mevlânâ’nın bu ve benzeri sözlerinde İslâm’ın temel esaslarına zıt fikirler beyan etmesi herhalde düşünülemez.

Bakın şu sözler ona ait; “Canım tenimde olduğu müddetçe Kur”an”ın kölesiyim. Allah’ın seçkin Peygamberi Muhammed’in yolunun toprağıyım” ve sanki bugün hakkında söylenenleri hissetmiş gibi, Mevlânâ bu beytin devamında diyor ki, “Her kim bundan başka ben den bir söz naklederse ondan şikâyetçi olurum ve o söz den de üzüntü duyarım.”

Ve Mevlânâ, Efendimiz’e hitaben şunları söylüyor: “Kim, senin sofrandan başka bir sofraya giderse, bil ki şeytan, onunla bir kâseden yer. Kim, senin komşuluğundan kaçarsa, şüphe yok ki, şeytan ona komşu olur.” “Ey Allah’ın Elçisi, bulutsuz bir güneş gibi peygamberliği sen tamamladın, apaydın bir hale koydun.”

Ama yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, müsteşrikler ya da o zihniyete sahip insanlar Mevlânâ’da su-i istimal edilebilecek şeyleri ön plana çıkartmışlar ve bunu olağanüstü bir gayret ve çaba ile bütün dünyaya hem de çok kısa bir zamanda yaymışlardır. Öyle ki UNESCO tarafından 1995 yılı “Mevlânâ Yılı” ilân edilmiştir. Fakat, UNESCO Mevlânâ’nın “ben O’nun yolunun toprağıyım” dediği İnsanlığın İftihar Tablosu Hz. Muhammed (sav) adına hiçbir şey yapmamıştır. Böyle olunca, bu tür organize faaliyetlere olumlu bir gözle bakmanın safdillik olacağı kanaati insanı sarıp sarmalıyor. “Acaba bunun altında ne gibi fikirler var?” diye insan merak etmekten ya da araştırmaktan kendini alamıyor.

NETICE itibariyle; Mevlânâ temsil ettiği misyonu ile günümüze kadar gelmiş devasa bir kamettir. Âlim, şair ve mutasavvıftır. Aşk, vecd istiğrak insanıdır. Ehl-i Sünnet çizgisi dışına çıkmamıştır. Devrinde İslâm davasına büyük yararlılıkları olan birisidir. Etkisi ölümünün 723. yılında dahi devam etmektedir. Fakat arkadan gelenler onun maddî ve manevî mirasını çok iyi koruyamamıştır. Ona ait olmayan mısralar, beyitler, sanki onunmuş gibi Mesnevî’ye ya da Divan-ı Kebir’e sokulduğu iddialar arasında yer almaktadır. İnsanları “Fihi Mâfih” deki bazı görüşlerin sair eserlerde olmayıp, sonradan o eserlere sokulduğu düşüncesine itmektedir. Perde arkası çok net bilinmeyen, bilinemeyen düşüncelerle Mevlânâ’nın su-i istimal edildiği herkesin üzerinde ittifak ettiği bir konudur. Sema gösterileri, ney ve sair çalgılar buna ilk elden örnek olarak gösterilebilir. Yine onun yanlış anlaşılıp, yanlış değerlendirilen, meselâ: “Ne olursan ol, yine gel” gibi sözleri, bu konuda örnek olabilecek hususlardandır. Bütün bu inhiraflar, Mevlânâ’yı aslî mahiyeti ile araştırıp gerçek yörüngesine oturtacak ve onu bütün dünyaya duyurup, hayata taşıyacak insanları beklemektedir.

Yeni Ümit Dergisinde yayınlanmıştır.