HZ. MEVLÂNÂ VE KADIN ANLAYIŞI

A+
A-

HZ. MEVLÂNÂ VE KADIN ANLAYIŞI

Kadın ile erkek arasında bir eksiklik mevcut değildir. Hepimiz insan olmak hususunda birbirimize müsaviyiz. Fakat yaradılış bakımından birbirimize eş değiliz.

Fizyoloji ve psikoloji cihetinden kadının tabiatı ayrıdır. Kadın, aynen erkek gibi değildir. Fakat bu demek değildir ki kadın, erkekten üstündür. Yahut erkek kadından değerlidir. Kadınla erkek havadaki azot ve oksijen gibidir. Hava ne azot, ne de oksijenden ibarettir. Bunların her ikisinin birleşmesi havayı teşkil etmektedir. Burada, oksijen mi kıymetlidir, yoksa azot mu kıymetlidir, diye düşünülemez. Yeryüzünde yaşayan her mahlûkun,nefes alması için oksijene de, azota da ihtiyacı vardır. Böylece “kadın-erkek” diye bir ayrılık olmadığı gibi, insan olarak birbirimize müsâvî olduğumuz ve birbirimizi tamamladığımız meydana çıkmaktadır1.

Hz. Mevlânâ bu birlikteliği ve ihtiyacı Mesnevî’de şöyle anlatıyor:

Su ile ateşin hallerini bilirsin. Gerçi su, ateş gibi heybetli bir varlığı söndürebilme kudretindedir. Ancak aynı su bir kap içinde bulunursa ateş onu kaynatır, bir damlası kalmayıncaya kadar buhar haline getirip havaya karıştırır. Kısaca kaplar dolusu suyu ortalıktan yok eder.

İşte erkekle kadın da böyle su ile ateşe benzerler. Görünüşte su gibi olan erkek, kadına hakim bir durumda ise de, işin iç yüzü böyle değildir. Ateşin harareti gibi kadının sevgisi ve cazibesi de erkeği coşturup kaynatıp tüketmeye kadirdir.

İnsan varlığında da ruh, su gibi saf ve şeffaftır. Buna mukabil nefis ateş gibi yakıcı ve kaynatıcıdır. Bunun için değil midir ki ateşi, ruh suyunu kaynatarak, ondaki rûhânî letafeti, vücudun kesafeti içine dağıtıp, ruhu, nefse tâbi hale kor. Ruhun ateş üzerine konmuş bir kaptaki su gibi kaynatması bu yüzdendir. Yine bu yüzdendir ki dünyada kadını arzu eden erkek, görünüşte ona hâkim fakat hakikatte hem kadınına hem de yine dişi tabiatlı olan nefsine mağlup ve mahkûmdur. Çünkü erkek hayatta olduğu müddetçe kadınsız olmaz ve olamaz.

Esasen bu vasıflar yalnız insanda vardır. Çünkü akıl ve aşk insana mahsustur. Hayvanda akıl yoktur. Aşk ise tam değildir. Türlü eksiklikler içindedir. Akılda ve aşkta bu noksanlık yüzündendir ki, çoğu hayvan dişisinin mağlûbu olmaz.

Bunun içindir ki Hazret-i Muhammed, kadınlar akıl ve gönül sahibi erkeklere hükmederler, buyurmuştur. Hakikat de budur. Akıllı ve ince ruhlu bir erkek kadınlara karşı daima anlayışlı ve şefkatli olur, onlara sertlikle muameleden çekinir, onları kırmak ve incitmek istemez. Buna mukabil cahil ve akılsız erkeklerdir ki kadınları ezerler, onlara karşı sert ve kaba olurlar. Çünkü onların tabiatında hayvanlık üstün gelir.

Aşk ve ruh inceliği, insanlara mahsus sıfatlardır. Sertlik ve şehvet ise hayvanların sıfatıdır.

Bu demektir ki insanın sevdiği kadına karşı duyduğu aşk ve çekiliş beyhude değildir. Çünkü kadın Allah güzelliğinin yeryüzüne vurmuş bir nurudur, sadece sevgili değildir. Denilebilir ki adetâ mahlûk değil de Hâlık’tır.

Bu hakikate vardıktan sonradır ki ‘kadın erkeğin yarısıdır’, diyen Hazret-i Muhammed’in hadisi daha açık anlaşılır. En kuvvetli erkeklerin dahi kadınlar karşısında za’fa düşmelerindeki sır meydana çıkar.

O kadar ki kadına mağlup olmanın erkekte bir seviye ve irfan mes’elesı olduğu anlaşılır. Bir erkeğin kadına zebûn olması onun kemâlinin ve irfanının ölçüsü olur.

İslâm dininin kadınlara verdiği ehemmiyet Kur’ân-ı Kerîm’in şahadetiyle sabittir. Kur’ân-ı Kerîm’de Müslümanlara hitaplar hemen her fırsatta mü’minûn-müiminât, sâlihun-sâlihât gibi erkeklere ve kadınlara aynı değeri veren söyleyişlerdir. Kur’ân-ı Kerîm, inanmış kadınları, inanmış erkeklerden ayrı düşünmemiş ve ayrı yâd etmemiştir.

Allah’ın kadına verdiği değer; kadının, kendi yaratıcı kudretinden vasıflar taşıması, hayatın devamlılığında büyük vazife görmesi gibi, ilâhî mukadderatın aziz bir rüknü olmasındandır.

İşaret olunduğu gibi, “Kadına muhabbet, onların vücutları aynasında Cenâb-ı Hakk’ı müşahâde edebilmektendir.”

İbn-i Fârız da “her güzelin güzelliği, Allah güzelliğinden aksetmiş bir parçadır,” der. Demek ki erkeğin kadına sevgisi bir bakıma onun vasıtasıyla ilâhî güzelliğin vuslatını dilemek mânâsındadır. Bunun için de kadının erkeğe galebesi tabiîdir.

Fakat böyle bir düşünce; ancak, belirli bir irfan seviyesine varmış ve maneviyat âlemlerinde mesafeler kat etmiş erkekler için doğrudur.2

Mecnun hakkında: “Mecnun eğer Leylâ’yı seviyorsa buna neye şaşmalı, her ikisi de çocuk ve bir mektepte okuyorlardı” dediler. Mecnun: “Bu adamlar aptal! Hangi güzel sevilmez” dedi. Güzel bir kadına meyletmeyen bir erkek var mıdır? Ve kadın da bunun gibi. Aşk odur ki âşık gıdasını ve tadını, anne, baba ve kardeş sevgisini, evlat muhabbetini, şehvet zevkini ve her türlü lezzetini ondan alır. (Fihi Mafih, sf: 283)

Hazret-i Mevlânâ kadın konusundaki görüşlerini iki noktada toplamaktadır. Böylece Mevlânâ. kadının hem ulvî yönlerini düşünmüş ve kadınlığı yüceltmiş, hem de beşerî zaafını, ihtiraslarını, temayüllerini çok realist bir ifade ile tasvir etmiştir.

Mevlânâ’nın eserlerini dikkatle okuyanlar farkındadırlar ki; Hazret, herhangi bir konunun daha güzel anlaşılabilmesi için bazı tatlı şakalar yapar, bazı mübalağalı sözler kullanır. Nitekim, Mesnevî’nin 5. cildinde 3881 numaralı beyitle başlayan hikâyesinde Mısır halifesinin, Musul padişahının hürı gibi güzel olan cariyesine âşık oluşunu ve onu almağa giden genç kumandanın, o güzel câriye ile olan münasebetini anlatırken, kadının cismânî zevke ne kadar düşkün olduğunu belirtir de “O tatlı ve ay yüzlü güzel, onun erkeklik gücüne şaşıp kaldı” der. Sonra aynı cariyenin halife ile buluşması açıklanırken “Cariye bir fareden korkan halifenin gevşekliğini görünce kahkaha ile gülmeğe başladı” diye hikâyeye devam edilir.

Şehvet meyli, şehvet arzusu gönlü sağır ve kör yapınca, eşeği bile Yusuf gibi nurdan meydana gelmiş bir ateş parçası gibi gösterir.

Mesnevî’de bulunan hikâyeler, kadını küçük düşürmek için değil, kadının tabiatını, temayülünü belirtmek için söylenmiştir. Kadın, erkekten daha duygulu yaratılmasaydı, kalbi sevgi ve şefkatle dolu olmasaydı, dünyadaki insanlar çoğalmayacaktı. Bir kadın için çocuk doğurmanın, ölümü göze almak kadar zor bir şey olduğu bilinmektedir. Ne kadar genç kadın, çocuk doğururken hayatını kaybetmiştir. Çocuğu doğurduktan sonra binbir müşkülatla büyütmek, uykusunu feda etmek, kendi sütü ile onu beslemek kolay mıdır? Bu yüzdendir ki, peygamberimiz bir hadislerinde, kadının bu vazifesini takdir ederek onu yüceltmiş; cenneti babaların ayakları altına değil de anaların ayakları altına koymuştur. Böylece kadını tebcil eden, kadını üstün bir varlık olarak gören yüce peygamberimiz, hislerine esir olan, nefsânî duygularını görmeyen kadından da sakınmanızı emretmektedir. Bir hadislerinde: “Benden sonra sizin için en korktuğum şey kadınların fitnesidir. Onların yüzünden uğrayacağınız mihnetler, sıkıntılardır. Kadınlardan sakının” diye buyurulmuştur.

“Şehvet, soyu-sopu üretmek için lâzım olmasaydı, Hazret-i Âdem bu duyguyu taşıdığı için utanır da, kendini hadım ederdi. Lanetlenmiş İblis, Cenâb-ı Hakk’a yalvardı ve dedi ki: “Ey herkesin rızkını veren Allah, şu avı (yanı Âdem’i) avlayabilmem için senden çok büyük bir tuzak isterim. Allah ona altını, gümüşü, at sürüsünü gösterdi. Bunlarla insanı kandırabilirsin, dedi. İblis bu çok değerli şeyleri beğenmedi. “Ey güzel yardımcı Allah’ım! Bundan fazlasını ver!” diye yalvardı.

Bunun üzerine Cenâb-ı Hakk ona yağlı ballı şeyler, çok kıymetli yiyecekler, içecekler, ayrıca ipekli kumaşlar lutfetti,  İblis: “Ya Rabbi! dedi. Bana daha çok yardım et. Senden daha fazla şeyler bekliyorum. İnsanları, hurma lifinden örülmüş bağlarla bağlamak için daha fazlasını istiyorum. Böyle senin cesur olan, er olan sarhoşların o ipleri kolayca koparırlar. Ben koparılmayacak ipler istiyorum. Bana öyle bir tuzak ver ki, o tuzakla, senin has kulların ile has olamayan kulların birbirinden ayrılsınlar. Ey taht sahibi sultanım, bu verdiklerin çok güzel şeyler amma, ben, insanı iyice aldatacak, aşağı düşürecek, onu hayvanlaştıracak başka tuzak istiyorum senden!” dedi. Bunun üzerine Allah, onun önüne, nefis şarabı, çengi koydu. İblis, şarabı görünce yarı sevindi, yarı gülümsedi. Allah İblis’e ezelî azgınlığın yolundan haber verdi de, “Haydi” dedi. “Denizin dibinden, fitne, fesâd tuzunu kopar bakalım” dedi. İblis “Allah’ım senin kullarından Hazret-i Mûsâ denizin içinde tozdan, topraktan perdeler germişti. Su her yandan dizgin kasınca, denizin dibinden tozlar kopmuştu, dedi.

Sonra Cenab-ı Hakk, erkeklerin akıllarını başından alan, sabırlarını yok eden “kadın güzelliği”ni iblis’e gösterince, İblis, parmaklarını şakırdatarak oynamaya başladı. “Onu ver, onu ver” dedi. “Ben muradıma erdim”. (Mesnevi, 5:957)

Sen hiç kimseyi kadınlara mahrem sayma. Çünkü erkek ile kadın, ateşle pamuğa benzer.

Hak suyu ile yıkanmış bir ateş gerektir ki, ergenlik çağına geldiği halde Yusuf gibi, günaha girmekten, kirlenmekten kendini korusun.

Selvi boylu, güzel Züleyha’dan kendini arslanlar gibi çeksin kurtarsın3.

O aklı fikri alan, erkeği kararsız bir hale sokan mahmur gözleri görünce, gönül alan güzellerin parlak, tertemiz yanaklarını, erkek gönlünü üzerlek tohumu gibi yakan yüzlerini; yüzlerindeki benlerini, kaşlarını, akik gibi dudaklarını seyredince, sanki Cenâb-ı Hak, ince bir tül perde ardından tecelli etmiş gibi idi.

Kadındaki o edayı, o nazı, o işveyi, o kırıtışı görünce, Allah’ın tül perde ardından tecellisini andıran kadının bu eşsiz güzelliğini seyredince, İblis yerinde duramadı, sıçradı, oynamaya başladı.

Kadının güzelliği, gönlünün sevgi ile dolu oluşu, kolayca hislerine kapılması, şeytanın işine yaramaktadır. Allah kadının kalbine erkekten daha çok muhabbet ve şefkat vermiştir. Çünkü doğurmadaki zorluğu ana olmanın müşkülâtını göze alması için Allah kadını bu tabiatta yaratmıştır. Kadın daha sabırlıdır, erkekten daha çok ızdıraba, acıya dayanır. Kadın, erkeğe nazaran daha uzun ömürlüdür. Hastalıklara erkekten daha fazla karşı koyar. Bu vasıflar, kadınlar için Allah’ın birer lütfudur. Çünkü kadın, hislerine hâkim olduğu, nefsânî arzularını yendiği zaman, Hak yolunda erkekleri geçer, hakikate erkekten daha çabuk ulaşır.

Kadın sevgisinin, şefkatinin merhametinin erkekten çok oluşu, onun yalnız çocuklar için değil eşleri için de Allah’ın bir lütfudur. Çok başarıya ulaşmış büyük insanlar, sanatkârlar, mucitler, başarılarını eşlerinin ihtimamına, şefkatine ve muhabbetine borçludurlar.

Kadınların, yaradılış itibariyle erkekten daha hassas, daha zayıf oluşu… bu görüş ve bu oluş, kadın olsun, erkek olsun, insanları şaşırtmış mıdır? Onları doğru yoldan saptırmış mıdır? Hayır. Mevlânâ, candan sevdiği ve şeriatine bağlı bulunduğu, “Bir kimse bir kadını sevse,sevgisini kimseye söylemese ve afif yani temiz kalsa, o kişi o hal üzere iken ölse, şehid sayılır” diye buyuran, büyük Peygamberimiz Efendimiz gibi iffete çok kıymet verir.

Kadınların zaafından, hislerine düşkün oluşundan yararlanmak isteyen erkekleri pek aşağı görmekte ve onları suçlamaktadır. Mesnevî-i Şerifin bir yerinde aynen şöyle buyurulmaktadır:

Kim başkasının karısına kötülük ederse, iyi bil ki o kimse, kendi karısına kavvatlık eder -kendi karısını satanlardan olur- çünkü bir kötülüğün cezası, tıpkı onun gibi bir kötülüğe uğramaktır. Suçun cezası, o suçun misli olur. Sen, başkasının karısını, herhangi bir sebeple, kendine çektin mi, aynen sen de onun gibi, hatta ondan da daha üstün bir deyyussun.

Yanlış anlaşılmasın. Hazreti Mevlânâ, kadınların beşeri zaaflarını anlatmakla, onları hor görmemiştir. İhtiraslar, nefsânî duygular yalnız kadınlara mı mahsustur? Erkekler bu duygulardan arınmış mıdır? Kadın da insandır. Erkek de insandır. Bu ikilik, iyi duygulu, kötü duygulu olmak insana mahsustur. Bu duygular, tabiî de olsa, hisleri ile hareket ettiği zaman, insan küçülüyor. İnsanlığını idrak ettiği zaman yüceliyor. Kur’ân-ı Kerîm’de: “Muhakkak ki biz insanı en mükemmel bir varlık olarak yarattık. Sonra onu aşağılığın aşağılığına attık” (Kur’an 95:4-5) diye buyurulmuyor mu?

Dünyanın en tanınmış muharrirleri, mütefekkirleri de Hazreti Mevlânâ gibi, eserlerinde kadın mevzuuna temas etmişlerdir. Shakespeare, Goethe, Nietzche, Tolstoy gibi meşhurların kadınlar hakkındaki görüşleri ve davranışları pek iç açıcı değildir. Ne yazık ki, günümüzün bazı ard düşünceli yazarları başka milletlerin yetiştirdiği büyüklere hayranlık duyarken bizim milletimizin yetiştirdiği büyükleri küçük görmeye ve küçük göstermeye yeltenmektedirler. Biz, çoğu zaman herhangi bir büyüğümüzün herhangi bir konu üzerindeki düşüncelerini öğrendiğimiz zaman o büyüğün yaşadığı asrı hesaba katmadan, bugünün insanı imiş gibi, onun görüşleri hakkında fikir yürütürüz. Aslında doğru, güzel ve sağlam fikirler, asırların ötesinden de gelseler, sapasağlam gelirler, onların sakatlıkları yoktur. Fakat bu atom devri insanları olan bizlerin, beyinlerimizin bilgisayarlaştığı, gönül yolu ile bağlantımız kesildiği, insaf ve vicdan bize yabancı geldiği için, Mevlânâ gibi büyük bir varlığı cüce aklımız, işe yaramaz muhakememiz ile küçültmeye çalışıyoruz.

Yukarıda ismi geçen İngiltere’nin en büyük dram şairi Shakespeare (1564-1616)’in asil ruhlu Hamlet’ini düşünelim. Kendisinde neler yok ki? Akıllı, basiretli, filozof bir insan, hakikati arıyor, her şeyi var. Halbuki onun tertemiz bir çiçek gibi lekesiz sevgilisi Ophelia’ya karşı davranışı, o büyük kahramana yakışır mı? Onu koparıp atıyor. Acımadan o masum kızın mahvolmasına yol açıyor.

Alman edebiyatının en büyük simalarından olan Goethe (1749-1832)’nin Faust’u da öyle. O büyük âlim, mütefekkir, hakîm, hakikatin araştırılmasında yeni ilimlerin ebedî neşesidir. Bu büyük filozof, bu kuvvetli büyük ruh, Marguerite’yi sever. Bütün imkânlar müsait olduğu halde, hakikatin araştırılmasında kendisine arkadaş olmak üzere bir kadın istemiyor. O Marguerite’ye süslü bir tavus kuşu gibi yaklaşıyor. Verdiği gerdanlıkla onun basiretini bağlıyor. Sonradan onu mahvediyor.

Nietzche; bu büyük Alman filozofu ise; “Kadınla konuşacağın zaman kırbacı eline almayı unutma” diyor.

Napoleon da, kadına güzel, iştah açıcı bir et parçası gibi bakıyordu. Ve milyonlarca facia romanlarındaki aşk, bu güzel etin iştihası üzerinde kurulmuş ve kurulmaktadır.

Televizyonda her akşam seyredilen aşk hikâyelerinin de konusu bu. Bütün bunlarda kadın gibi üstün bir varlığın, bütün erkeklerin ve bütün büyük insanların anası olan kadının ruhu, manevî değeri, gerçek aşkı unutulmuştur. Fizikî aşk, büsbütün inkâr edilemez. Fakat aşk, ne çıplak ne de süslü bir fizyolojidir. Gül de, zambak da, utangaç mimoza da, hep kaba bir tohumdan bitip, gübrenin verdiği kirli su ile beslenirler de, gübrenin pis kokusundan yaprak ve çiçeklerin güzel kokusunu meydana getiriler. Fizikî aşk da böyledir. Fizyoloji zemini üzerinde büyürse de, sadece fizyolojiden ibaret değildir.

Bir çok kadın ve erkeğin aşkı fizyolojiktir. Bu kaba, bayağılaşmış aşktır. Aşkın yüksek kaidesinden sokak çamuruna düşüşüdür. Hoş kokulu gülün gübreye tahavvülüdür. Bu terakki ve yükseliş değil, bir alçalıştır. İnsanlıktan hayvanlığa düşüştür. Bu gerçek aşk değildir.

İşte mânâdan mahrum olan, sadece şekilde kalan büyük sanatkârların anlattıkları kadın ve aşk konusu bu.

Rusya’da Çarlık devrinde yetişen büyük mütefekkir Leo Tolstoy 1862’de evlenmiş, o sıralarda tuttuğu hatıra defterine şunları yazmış: “Evlendiğim için mutluyum. Aile saadeti büyük bir güneş gibi ruhumu aydınlatıyor”. Bir sene sonra kendi romanının kahramanının ağzından şunları kaleme almıştı: “… Asla evlenme. Zevcen senin eser ortaya koymana engel olacaktır. Kadın daima kabahatlidir. Kadın hep kendi çıkarlarını düşünür. Bayağı bir varlık olduğu için, kocasının ruhunu  bayağılaştırıp alçaltır…”

Büyük Mevlânâ, adı geçen bu tanınmış mütefekkirlerden asırlarca önce kadın hususunda neler söylüyordu? Onları dikkatle okuyalım. Mesnevî’nin 1. cildinin 2426 numara ile başlayan şu beyitleri neler söylüyor? Kadını nasıl anlatıyor? Nasıl vasıflandırıyor?

“Allah, kadını, erkek onunla rahat etsin, ona eş olsun diye yarattı. O halde Âdem Havva’dan nasıl olur da ayrı olabilir. Havva’sız nasıl yaşayabilir? Erkek yiğitlikte Zaloğlu Rüstem olsa cesarette Hazret-i Hamza’dan bile ileri geçse, hükmetmek hususunda kendi karısının esiridir. Âlemi güzel, tatlı sözleri ile mesteden, kendine bağlayan Hazret-i Peygamber bile ‘Ey pembe beyaz kadın, benimle konuş!’ diye hiddetlenen eşine niyazda bulunurdu.4

İnsan psikolojisini iyi bilen Mevlânâ, kadın ruhunun inceliklerine dikkati çeker. Aşın ve yersiz baskıların ters tepkiler yaratacağını söyler. Aksine, kadının yaradılışına uygun, daha serbest bir yöntemle davranılırsa iyi sonuçlar alınacağını örnekler vererek anlatır.

Bu konuyla ilgili olarak Hz. Mevlânâ Fihi Mafih adlı eserinde şöyle demektedir: Gece gündüz kavga edip bir kadının huyunu güzelleştirmek ye düzeltmek istiyorsun. Onun pisliğini kendinle temizliyorsun. Kendini onunla temizlemen, onu kendinle temizlemenden daha iyidir. Sen onun vasıtasıyla iyileş, güzelleş, ona doğru git. İmkânsız olsa bile, onun dediği şeyi kabul et. Kıskançlık her ne kadar erkeklerin vasıflarından ise de bu huyu bırak, O (başka) erkeklerin sıfatlarını sana söylese de kıskanma; çünkü sendeki iyi vasıflarla, sonra kötü vasıflar meydana gelir. Bu bakımdan peygamber (s.a.v.): “Müslümanlıkta bekârlık yoktur” buyurmuştur. Rahipler yalnız oturur ve dağlarda yaşarlar. Evlenmezler ve dünyayı terk ederler. Aziz ve yüce olan Tanrı Peygamber’e çok ince bir yol gösterdi. O yol nedir? Kadınların kaprislerine, kötülüklerine tahammül etmek ve onların söyledikleri imkânı olmayan şeyleri dinlemek; ve ona karşı sert davranmak suretiyle, kendini iyileştirmek ve düzeltmek için evlenmektir. (Tanrı) ona: “Sen en yüksek ahlâk üzeresin” buyurmuştur.

İnsanların kötülüklerine katlanmak, tıpkı kendi pisliğini onlara sürmek suretiyle kendini temizlemek gibidir. Senin huyun tahammülle iyi olur, onların ki ise zulüm ve kötü muameleden dolayı bozulur, kötüleşir. Şimdi mademki bunu öğrendin, artık kendini temizle ve onları, pisliklerini temizlediğin bir bez parçası olarak bil. Nefsinle başa çıkamazsan da kendi aklına şu dersi ver ve de ki: Farzedelim o aramızda nikâh olmayan serseri bir sevgilidir. Şehvetime yenilince onun yanına giderim. İşte bu suretle hamiyyeti ve kıskançlığı içinden çıkar at. Nefsini terbiye edip, sende mücahede ve tahammül zevki meydana gelinceye ve böyle onların imkânsız bulunan şeylerinden, sende türlü türlü haller hasıl oluncaya kadar bunu bu şekilde kabul etmeğe çalış. Sonra da kendi kendine verdiğin bu ders olmadan da kendi mücahedenin ve eski haline esef etmenin müridi olursun. Çünkü artık kendi faydalarını açıkça onda görürsün.

Hz. İsa’nın (Ona selâm olsun) yolu, yalnız kalmak (halvet) ve şehveti körleştirmek için çalışmaktı.

Hz. Muhammed’inki (Allah’ın selâm ve salâtı onun üzerine olsun) ise, insanların ve kadınla zahmetine katlanmak, tasalarını çekmekti. Mademki Muhammed’in yolunda gidemiyorsun hiç olmazsa Îsâ’nın yolunu tut ki büsbütün mahrum kalmayasın. Eğer yüz tokat yemekten bir’ lezzet duyuyorsan, bunun semeresini ya gözünle görür yahut: “Mademki buyurmuşlar haber vermişlerdir, o halde böyle bir şey vardır. Bir zaman bekliyeyim de haber verdikleri o semere bana da erişsin!” diye gaibe inanırsın. Bundan sonra: “Çektiğim bu zahmetlerden eğer şimdi bir şey elde etmemişsem de sonunda hazinelere kavuşacağım.” Deyip buna gönül bağladığından dolayı hazinelere erersin. Hatta istediğin ve beklediğinden fazlasına kavuştuğunu görürsün. Bu söz şimdi tesir etmezse de, daha çok olgunlaştığın zaman sana pek çok tesir eder. Kadın ne oluyor, dünya ne oluyor? (o zaman anlarsın). Sen desende, demesen de o kendi bildiği gibidir ve bildiğinden şaşmaz. Söylemekle ona tesir edilmez; hatta daha kötü olur. Meselâ bir ekmek al, koltuğunun altına koy ve insanların görmesine mâ’nî ol. Eğer sen: “Ben bunu insanlara vermeyeceğim. Vermek şöyle dursun göstermeyeceğim bile!” dersen; ekmek, ucuzluğundan, bolluğundan sokaklara atılmış olsa da görülmesine manî olmaya başlayınca; bütün insanlar, onu görmek isteyip senin arkanda dolaşır, dururlar ve: “Biz elbette o sakladığın ve görmemizi istemediğin ekmeği görmek isteriz!” diye, ya birini araya kor yalvarırlar, yahut da onu zorla almak isterler. Sen d ekmeği bilhassa, bir yıl yeninde saklasan, göstermemek ve vermemekte aşın gitsen, insanların da buna karşı isteği ve alâkası haddini aşar. Çünkü insanlar men edildikleri şeye karşı harîs olurlar. Sen ne kadar kadına; “Kendini sakla, örtün!” diye emretsen, kendini gösterme arzusu onda o nispette fazlalaşır. Halkta da gizlendiğinden dolayı, o kadını görmek temayülü o kadar artar. Şu halde sen oturmuş, iki taraftan bu görmek ve görülmek arzusunu, rağbetini arttırıyor ve bununla da onu ıslah ettiğini zannediyorsun. Bu yaptığın şey fesatçılığın bizzat kendisidir.

Onda eğer kötü bir işi yapmamak cevheri varsa, sen mâni olsan da olmasan da, o güzel yaradılışına, temiz ve iyi huyuna uyacaktır. Sen merak etme. Aklını, işini, gücünü karıştırma; bunun aksine de olsa, o yine kendi bildiği yolda gidecektir. Ona manî olmak, muhakkak ki rağbetini arttırmaktan başka bir şeye yaramaz.

Velî; “Dünyada üç çeşit kadın vardır.” dedi. “İkisi belâdır, eziyettir, mihnettir, derttir. Üçüncüsü ise; ele geçmez bir gönül definesidir, ruh hazinesidir. O birinci çeşitten bir kadın alırsan, o kadın tamamiyle senin olur. İkinci çeşitten alırsan; yarısı senindir, yarısı da sende ayrıdır. Üçüncü kadın çeşidine gelince; bilmiş ol ki, o hiçbir zaman senin olamaz!6

MEVLÂN‘NIN ÇEVRESİNDEKİ KADINLAR

Allah elçilerine has sonsuz bir sevgi ve o nisbette büyük bir saygıyla sarılan Mevlânâ’nın çevresinde yaşayabilmek ender karşılaşılır bağlılıklardandır. Bu mutluluğa erişebilme yolunda nice hükümdarlar ve devlet büyükleri, nice büyük sıfatlı bilginler ve sanatkârlar uğraşıp ömür tüketmişlerdir. O çevrede yalnız büyük adlılar değil, türlü millet ve ümmetlerden isimleri unutulmuş nice er-kişilerT köylüler, kentliler, dahası, çocuklar nasiplerince ebedî saadeti bulmuşlardır. Ve o çevrede nice hatun kişilere yer, yalnız yer değil; bizzat Mevlânâ’nın dile getirdiği büyük büyük değerler de verilmiştir.

Mevlânâ’nın çevresinden olabilme saadetine erişen kadınlardan söz açmadan önce, o çevrenin hazırlanışında âmil olan iki büyük soylu kadından bahsetmek gerekir. Bunlardan ilki, büyük Mevlânâ’nın ninesi, Alâeddin Muhammed Harezmşah’ın güzel kızı, Hüseyin Hâtibî’nin eşi yani Sultanü’l-Ülemâ Bahaeddin Veled’in annesidir. Öyle bir anne ki, çok genç yaşta kaybettiği eşinin kütüphanesinde bir gün oğluna “Bizi babana bu ilimleri, bu hikmetleri bildiği için verdiler” diye övünür. İkincisi Mevlânâ’yı dünyaya getiren bahtlı kadın, Belh Emiri Rükneddin Muhammed’in kızı Mü’mine Hatundur. Karaman’da bir camide ebedî uykusunu uyuyan, bir bilginler sultanına eşlik ve bir gönüller sultanına analık eden Mü’mine Hatun hakkında bildiklerimiz çok azdır.

Tanrı’nın kadını erkeklere munis olmak üzere yarattığını söyleyen Mevlânâ’nın pek küçükten ilimle, irfanla, hak ve hakikat aşkıyla doldurulmaya başlayan hayatına ilk kadın on sekiz yaşında karışır. Mevlânâ’nın ilk eşi olmak şerefini kazanan bu mutlu kadın, Lala Şerefeddin Semerkandî’nin kızı Gevher Hatun’dur. Eflâkî’nin Menâkıbü’l-Ârifin’inde “ahlâk ve yüz güzelliğinde ve letafette eşi olmayan bir insan” diye tarif ettiği Gevher Hatun yaşadığı müddetçe, şeriatin dört kadınla evlenmeğe müsaade ettiği bir devirde, Mevlânâ’nın tek kadını olarak kalmıştır. Sevgi ve merhameti insanlık, hiddet ve şehveti hayvanlık vasfı sayan. “Kişi yiğitlikte Zal oğlu Rüstem bile olsa, Hamza’dan bile ileri geçse hükmetme hususunda karısının esiridir.” diyen Mevlânâ gibi bir mürşid-i kâmilin bir kadının esiri olacağı düşünülemez. Ancak O, Gevher Hatun’un şahsiyetine büyük değer vermiş, Hatun da O’na Sultan Veled ve Alâeddin Çelebi gibi iki oğul kazandırmıştır.

Mevlânâ ikinci izdivacını Gevher Hatun’un ölümünden sonra Konya’lı Kerrâ Hatun’la yapmıştır. Kızı Melike Hatun, en küçük oğlu Emir Âlim Çelebi bu hatundan dünyaya gelmişlerdir. Cennet ehli hakkındaki bir sorusuna verdiği cevapta “Eğer sensiz beni cennete çâğırsalar, cennet sahrası yüreğimi sıkar” rubâîsiyle Kerrâ Hatun’a iltifat eden Mevlânâ’nın hayatında bu ikinci eşinin pek büyük bir yeri vardır. Mevlânâ’nın ev hayatına ve şahsiyetine dair en mahrem bilgileri Kerrâ Hatun nakletmiştir. Eflâkî’nin, güzellik ve olgunlukta çağının ikinci Sara’sı, iffet ve ismette Meryem’i saydığı Kerrâ Hatun, Mevlânâ’nın pek çok sırlarına vakıf, O’nun büyük şahsiyetine lâyık bir kadındı. Mevlânâ hayattayken O’nun sohbet meclislerine katılan ve devrinde bir veliyye sayılan Kerrâ Hatun, Mevlânâ’nın göçüşünden sonra da bu meclisleri devam ettirmiştir. Eflâkî’nin eserinde Kerrâ Hatunla ilgili menkabelere sıkça rastlanır.

Mevlânâ’nın kızı, Hoca Şihabeddin-i Rugânî Karamid’in eşi Melike Hatun, Kerrâ Hatun’un “Kerrâ-yı Buzurg” diye tanınan annesi, Sultan Veled’in dadısı Kiramana Hatun, Şems-i Tebrizî’nin eşi Kimya Hatun o çevrenin en yakınlarından idiler. Şeyh Salâhaddin Zerkub’un annesi, Mevlânâ’nın “Bizim Lâtife Hatun’un zatı, Allah’ın suret bağlamış lâtifesidir” diye övdüğü Selâhaddin Zerkub’un eşi bu çevreden nasiplerini alanlardandır. Adı geçen Şeyhin iki kızından Mevlânâ’nın “benim sağ gözümdür” diye tanıttığı Fatıma Hatun, Mevlânâ’ya gelin, Sultan Veled’e eş olmuştur. Mevlânâ, Sultan Veled’e yazdığı bir mektupta, Fatıma Hatun’un şahsında kadınlara duyduğu saygı ve şefkati dile getirmiştir: “Padişahımızın kızının, bizim ve bütün dünyanın gözünün ve gönlünün ışığının; bir an bile, hattâ yanılsan da, unutsan da hatırını kırma, onu gücendirme, O, sınanma için sana verilmiş bir emanettir. Her günü, her geceyi gerdek günü, gerdek gecesi bil.” Şeyhin diğer kızı, Hediye Hatunu ise, “Benim sol gözümdür.” diye tanıtmakta, kendisi ve yakınları için istemediklerini, sırf Hediye Hatun mahzun olmasın, cihansız kalmasın diye devrin büyüklerinden eşlerinden talep etmektedir.

Evinde cariye kullanmamış, cariyesi olan yakınlarını, “Onlar bizim hemşirelerimizdir, onları hırpalamayın” diye ikaz etmiştir.

Sultan Veled’in diğer zevceleri Nusrat ve Sünbüle Hatunlar, kızları Mutahhara ve Şeref Hatunlar o çevredendiler. Mevlânâ bu torunlarından ilkini Âbide, ikincisini Arife sıfatlarıyle tavsif etmişlerdir.

Çağın soylu kadınlarından Selçuk Sultanı IV. Rükneddin Kılıç Arslan’ın karısı Tokatlı Gumâc Hatun, Vezir Muineddin Süleyman Pervane’nin açık elli, büyük gönüllü eşi Gürci Hatun, kızları Aynü’l-Hayat ve Hâvendzâde hatunlar Mevlânâ’nın yakınları idiler, iyilik-sever davranışları, çevrelerine yaptıkları sosyal yardımlar daima Hazret’in takdirlerini çekmekteydi.

Konyalı Dindar, veliyye ve kâmile, zamanın Rabia’sı sayılan Fahrünnisa, Sultan’ın kızlarının hocası Usta ve evinde Mevlânâ’nın katıldığı sema’ meclisleri yapan Nizam Hatun, adları unutulmuş nice kadınlar Mevlânâ’nın muhitinde yaşayabilmek saadetine ermişlerdi.

Mevlânâ, yalnız çevresindeki soylu kadınlara değil, hattâ düşük, sokak kadınlarından bile iltifatını esirgememiş, onları “Ne yiğitlersiniz sizler, ne yiğitlersiniz.   Siz   olmasanız   bu   nefisleri   kim   alt   ederdi?   Nasıl   belli   olurdu namusluların namusu” diye övmüştür. O muhitten bir kadın olan Çengi Tavus, Mevlânâ’nın görklü nazarı üzerine düştükten sonra Sultanın hazinedarı Şerefeddin’e eş olacak, Mevlânâ meclislerine girecek kadar izzet kazanmıştır.

“Fihi mafifY’inde kadın ruhunu inceleyen, kadına yapılacak baskının tepkisinden bahseden, bir çok açık misallerle ve çağından çok ileri bir görüşle kadının çok sıkı örtünmesinin aleyhinde bulunan Mevlânâ, kadınlığı izzetliyen bu büyük Devletli, “Mesnevî’sinde der ki:

“Kadın, Hak nurudur, sevgili değil… Sanki yaratıcıdır, yaratılmış değil…”7

ZÜLEYHA’NIN AŞKI

Züleyha aşkın tesiri ile öyle bir hâle gelmişti ki, çörekotundan öd ağacına kadar her şeyin adı ona göre Yûsuf idi.

O, Yûsuf’un adını başka adlarda gizlemişti; en yakınlarına bile, bu sırrı söylememişti.

“Mum, ateşin tesiri ile yumuşadı.1‘ dese, “Sevgili bize alıştı, bize yaklaştı.” demiş olurdu.

“Bakınız; ay doğdu!1‘ dese, yahut; “Söğüt ağacı yeşerdi.” dese,

“Yapraklar ne güzel oynamada!”, “Çörekotu ne hoş yanmada!” dese, “Gül, bülbüle bir sır söyledi.” dese, “Padişah, sevgilisine sır söyledi.” dese,

“Bahtımız ne kutlu!” dese, “Tozlanmış olan yer örtülerini silkin!” dese,

“Saka su getirdi.” dese, “Güneş doğdu.” dese,

“Dün gece, bir tencere yemek pişirdiler; pişen yemek çok iyi pişti!”

“Ekmekler tatsız tuzsuz!” dese, “Felek tersine döndü!” dese,

“Başım ağrıyor!” dese, “Başımın ağrısı geçti; şimdi daha iyiyim!” dese, bu sözlerin hep aynı mânâları vardı.

Birini medhetse, aslında Yûsuf’u medhetmiş olurdu. Birinden şikâyet etse, onun yanlığından şikâyet etmiş olurdu.

Yüzbinlerce şeyin adını ansa, onun maksadı, Yûsuf idi; isteği de Yûsuf idi.

Acıkınca, onun adını anınca, o adla doyardı; onun kadehi ile sarhoş olurdu.

Susuzluğu bile, onun adını anınca geçerdi; Yûsuf’un adı, ona bir iç şerbeti, bâtın şerbeti olmuştu.

Bir derdi olsa, o yüce adı anınca, derdi derhal geçerdi.

O ad, kış mevsiminde ona yumuşak bir kürk ördü. Aşk halinde, dostun adı bütün bu işleri yapar!

Halk da, câhil kişiler de pâk adı her ân anarlar ama; aşkları olmadığı için o ad, bu işleri görmez!

Hz. îsâ, O’nun adı ile, yani gerçek sevgili olan Allah’ın adı ile mucizeler gösterdi; ne yaptı ise O’nun adı ile yaptı! 8

 


1.Şefik Can. Hz. Mevlânâ Hayatı Şahsiyeti Fikirleri, İstanbul: Ötüken Neşriyat, 1997. s. 188.

2 Ken’ân Rifâî, Şerhli Mesnevî-i Şerif, İstanbul: Kubbealtı Neşriyatı, 2000. s. 349 350.

3.Şefik Can, Konularına göre açıklamalı Mesnevi Tercümesi, İstanbul: Ötüken Neşriyat, 1997, c. 5 6,

4.Şefik Can, Hz. Mevlânâ Hayatı Şahsiyeti Fikirleri, İstanbul: Ötüken Neşriyat, 1997, s. 191-196.

5.Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Fîhi Mâfih, çev. Meliha Ülker Anbarcıoğlu, İstanbul: Milli Eğitim Basımevi, 19120, s. 135-139.

6.Şefik Can, Konularma göre açıklamalı Mesnevi Tercümesi, istanbul: Ötüken Neşriyat, 1997, c. 1-2, s. 436, beyit. 240 . 2406, 2407.

7. Dr. Müjgân Cıınbıır, Türk Yurdu Dergisi. 1964. Mevlânâ Özel Sayısı.

8. Şefik Can. Konularına göre açıklamalı Mesnevi Tercümesi. İstanbul: Ötüken Neşriyat. 1997, c. 5-6, s. 633-634.

ETİKETLER: