HZ. MEVLÂNA DÜŞÜNCESİNDE MANEVÎ GELİŞİMİN BEŞERÎ İLİŞKİLERE POZİTİF KATKISI
HZ. MEVLÂNA DÜŞÜNCESİNDE MANEVÎ GELİŞİMİN BEŞERÎ İLİŞKİLERE POZİTİF KATKISI
I. ULUSLARARASI MEVLÂNA DÜŞÜNCESİNDE BEŞERÎ MÜNASEBETLER SEMPOZYUMU
İbrahim IŞITAN*
Özet
Beşerî münasebetler insan hayatında önemli bir yer tutar çünkü bireysel ve sosyal hayatımızın her anı kendimizle veya diğer insanlarla ilişkiler içerisinde geçer; yalnız kaldığımızda bile sosyal ilişkilerimiz devam eder çünkü zihnimizde insanlarla beşerî ilişkileri daimî olarak sürdürürüz. Bu nedenle, insanî ilişkileri belirleyen tutum ve davranışların içeriğini oluşturan duygu ve düşüncelerin mahiyeti önem arz eder. Bu çerçeveden bakıldığında sûfî yaşamın öngördüğü manevî gelişim tarzının insanî ilişkilerin pozitif anlamda gelişimine katkıda bulunduğunu söyleyebiliriz. Çünkü manevî yaşam tarzı bireyi özüne/ruhuna doğru yolculuğa sevk eder ve ruhunun kopup geldiği Rabbiyle yeniden bağlantı kurmasını sağlar. Söz konusu bu irtibat, olumsuz duygu ve düşüncelerin gelişmesine yol açan alt benliğin/terakki etmemiş nefsin manevî gelişim merkezi olan kalbi kuşatmasına engel olur ve böylece birey beşerî ilişkilerini dikey planda kazandığı yüce değerlerin eşliğinde gerçekleştirmenin zevkini yaşar. Bu çerçeveden bakıldığında Hz. Mevlâna, bir sûfî olarak, manevî yaşamı gerçekleştirmenin ilkeleri üzerine durmuş ve bu ilkelerin beşerî münasebetlerin pozitif gelişimine katkılarını doğrudan veya dolaylı olarak dile getirmiştir. İnsanın olumlu veya olumsuz duygu ve düşüncelerinin dayandığı beşerî ve ilahî boyutları dikkate alarak fikirlerini ortaya koyan Mevlâna, alt benliğin hile ve tuzaklarını ve buna karşın ruhî boyutun manevî içerikli arzu ve isteklerini gündeme getirerek insanî ilişkilerin olumlu yönde nasıl gelişebileceğinin yol ve yöntemlerini ortaya koymuştur. Bunu yaparken olayların sebep ve sonuçları üzerine durmuş ve canlı örneklerle insan bilincini uyarmaya ve uyandırmaya çalışmıştır. Böylece huzur ve mutluluğu temin eden içsel ve dışsal davranış kalıpları hakkında uyarıcı, motive edici ve yönlendirici söylemler geliştirmiştir. Biz de bu tebliğimizde Mesnevî’den hareketle Hz. Mevlâna’nın öngördüğü manevî yaşamın beşerî ilişkilere yaptığı pozitif katkıyı ele alacak ve çeşitli örneklerle konuyu analiz edeceğiz.
Anahtar Kelimeler: Beşerî Münasebetler, Manevî Yaşam, Mesnevî, Mevlâna, Nefs.
The Positive Contribution of Spiritual Development To Social Relations In The Thought of Mawlānā
Abstract
Social relations have an important place in human life. Because, every moment of our personal and social life takes place in relations with ourselves and other people. Even in times when we are alone, social relations don’t cease to exist, for in our mind always social relations continue. Therefore, essence of thoughts and emotions, which form behaviors and attitudes that determine social relations has great importance. In this concept, we can say that the manner of spiritual development which sūfī life anticipates, contributes postively to development of social relations. Because, spiritual life manner urges individual to a journey into his soul/essence and makes him reconnect with God from whom his soul came. This connection restrains id/undevelopped soul that leads to develop negative emotins and thoughts, from encircling heart which is spiritual development center, and thus, the individual enjoys experiencing his social relations with supreme values. In this concept, Mawlānā, as a sūfī, concentrates on the principles of spiritual development and mentions directly or indirectly contributions of these principles to positive debeploment of social relations. In his mind social and divine dimensions on which negative or positive emotions and thougts of humans rely, Mawlānā brings into question tricks and baits of id and against this, desires and wishes of spiritual dimension, and sets forth ways and methods of how social relations develop positively. In doing this, he considered reasons and effects of events and tried to warn and awaken human consciousness with animated examples. Thus, he developped motivative, awakenig and leading discourses about internal and external behavioral patterns that supply peace and happiness.In this work, we will discuss, with reference to Mathnawī, positive contribution of spiritual life to social relations that is anticipated by Mawlānā and analyze the topic with various examples.
Keywords: Social Relations, Spiritual Life, Mathnawī, Mawlānā, Soul.
Giriş
Genel olarak bakıldığında bütün varlıklar ilişki ve iletişim içerisinde yaşarlar ve münasebeti olumsuz etkileyen unsurlar söz konusu olduğunda irtibat kopukluğu nedeniyle birtakım uyumsuzluklarla karşılaşırlar. Bu nedenle varlıklar arasındaki münasebetin tabii seyrinde gitmesi, varlığın düzenli bir şekilde işleyişi bakımımdan önem arz eder. Yaratıcı güç varlığı bir düzen içerisinde yaratmış ve bu düzenin işleyişi için bir takım tabii kurallar koymuştur. Bu kuralların işleyişine riayet edildiğinde kâinatta bir düzen ve intizam söz konusudur fakat kurallardan birine uyulmadığı zaman kaos/kargaşa başlar ve kuralların normal işleyişine dönülmediği sürece düzensizlik devam eder1.
Bu çerçeveden bakıldığında insanın tabii kuralların işleyişini engelleyici davranışlarda bulunmaması esastır. Bunun için varlığı tanımamız gerekmektedir çünkü tanımadığımız varlığın işleyiş tarzını ve kurallarını bilmemiz mümkün değildir. İnsanın kâinatı bütünüyle tanıması ve işleyiş kurallarını tüm boyutlarıyla bilmesi tamamıyla mümkün değildir. Bu nedenle kâinatın varlık planını yapıp onu Yaratan varlığın vereceği bilgiye ihtiyaç vardır. Bu da ilâhî kaynaklı bilginin söz konusu ettiğimiz düzeni sağlamak için gerekli olduğunu göstermektedir. Bütün varlığı yaratan ilâhî güç kâinatın işleyiş tarzını çok iyi bildiği için insan için gerekli olan kuralları da en iyi O bilmektedir2.
Söz konusu bu kuralları Yaratıcı güç peygamberleri vasıtasıyla kendisine halife olarak yarattığı insanlara tarih boyunca defalarca bildirmiş ve bu bildirme olayı son peygamber Hz. Muhammed (sav) ile sona erdirilmiştir. Bu nedenle söz konusu bu ilâhî kurallar tam ve bütün olarak İslam dininde bulunmaktadır. Bu açıdan bakıldığında, bu kuralların yaşama aktarılması için Müslüman toplumların ve İslam medeniyetinin ortaya koyduğu düşünce ve değerler, tutum ve davranışlar önem arz eder. Bu sebeple İslam dinî üzerinden gelişme göstermiş ilmî disiplinlerin ortaya koyduğu yorum ve uygulamalar dikkate alınmalıdır çünkü Müslümanların ortaya koydukları medeniyetlerde sözü edilen yorum ve uygulamaların etkisi vardır3.
Kuralların gerekliliği meselesi beşerî ilişkiler için de geçerlidir çünkü bu noktada kuralsızlık birey ve toplumları kargaşaya sürükler ve insanlar ve toplumlar arası ilişkiler istenilen düzeyde hayata geçemez. Fakat beşerî münasebetlerin hangi kurallara göre şekillenmesi gerektiği konusu bireylere ve toplumlara göre değişeceği için bu konuda bir kargaşanın olması mümkündür. Bu kargaşanın önlenmesi için – her bireyin veya grubun kendi inanç ve düşünce değerlerine göre hareket etme hakkı olmakla birlikte – diğer birey veya grubun inanç ve düşünce değerlerine saygı duyarak davranmasının zorunluluğunu bilmesi gerekmektedir. Bu çerçevede evrensel değer yargılarını belirlemenin ve onlara göre hareket etmenin önemi ortaya çıkmaktadır4.
Söz konusu evrensel değerlerin oluşumu ve gelişiminin insan maneviyatıyla doğrudan bağını kurmak mümkündür çünkü ruhî gerçekliklere dayalı oluşan değerler bütün insanların ortak değerleri olacak bir genişliğe ve derinliğe sahiptir. Çünkü manevî yaşam, ‘aşkın’ ile ilgili tam bir farkında oluş tecrübesi ve bireyin olgunlaşma serüvenidir. Bu tecrübe ve serüven, kesin tanımlanabilen değerler vasıtasıyla karakterize edilen bir var oluş tarzı ve insanın sınırsız olan bir güçle doğrudan irtibat kurmasıdır. Böylece manevî yaşam daha çok insan tecrübesindeki aşkın bir boyuta yönelik ilgiyi ifade etmektedir. Bu ilgi, bireysel varoluşun anlamı hususunda soruların önemini keşfederek, sonuçta bireyin kendi benliğini sınırsız bir varoluşsal bağlama yerleştirme girişiminde bulunmasına yol açar5.
Kutsalın bir arayışı olarak tanımlanan manevî yaşamın dinin kalbi ve özü olduğu söylenmekle birlikte, bireyin hayatını kutsala dönüştürme çabası olarak da kabul edilmektedir. Bu çerçevede manevî yaşamın üç farklı boyutunun olduğu ifade edilmektedir: 1. Teolojilerdeki düşünce ve pratiğin nedeni olarak ileri sürülen hem geniş hem de dar olarak tasavvur edilen Tanrı yönelimli bir manevî yaşam. 2. Bir kimsenin çevrebilim ya da tabiat ile ilişkisini vurgulayan dünya yönelimli bir manevî yaşam. 3. İnsan başarısını ya da potansiyelini vurgulayan humanistik/insan yönelimli bir manevî yaşam6. Söz konusu bu üç boyutun her birinin bireyde manevî bir bakış tarzı geliştireceğini ve dolayısıyla dikey ve yatay boyutta kişinin bütün ilişkilerini söz konusu bu manevî yaşam tarzına göre şekillendireceğini ve dolayısıyla beşerî ilişkilerini de buna göre tasarlayacağını söyleyebiliriz.
İslam dininin manevî boyutu üzerine duran -ve bu nedenle İslam maneviyatı olarak kabul edilen-Tasavvuf ilmi yukarıda dile getirdiğimiz maneviyatın üç boyutunu da içermektedir çünkü sûfî gelenek tanrı, âlem ve insan olmak üzere varlığın üç boyutuyla ilgili manevî değer yargılarını ortaya koymaktadır. Tasavvuf ilmi, bireyin Rabbini tanıması hedefine yönelik çalışır fakat bunun için kişinin kendini ve tabiatı tanıması gerektiğini vurgular. Çünkü Yaratıcıyı tanımak için yaratıklarındaki tecellilerini müşâhede etmek/gözlemlemek gerekir. Bu çerçevede manevî yolculuğa çıkan sâlik, kendi varlığındaki ve dış tabiattaki gerçeklikleri tanıma gayretine girer ve bunun için en büyük engeli olan negatif özellikleri barındıran nefsine karşı mücâhede eder. Söz konusu bu sûfî mücâhede ve müşâhede Mutlak hakikati tanıma ve Onunla doğrudan ilişki kurmayı sağladığı gibi, âlemi ve insanı da tanıma imkânı verir. Bu şekilde âlemin özü olarak yaratılan insan, varlığın bütün boyutlarını tanıma ve dolayısıyla beşerî ilişkilerini söz konusu bu tanımanın sağladığı hakikatlere göre gerçekleştirme fırsatı bulur7.
Sûfî yaşam tarzının önerdiği benlik gelişimi modelinin beşerî ilişkilerin pozitif gelişimine doğrudan katkıda bulunduğunu söylemek gerekmektedir. Çünkü söz konusu bu benlik gelişimi modelinde evrensel değer yargılarına ve dolayısıyla biz duygu ve düşüncesine göre hareket etme kabiliyeti söz konusudur. Giriş mahiyetinde bu bilgileri verdikten sonra Hz. Mevlâna’nın Mesnevî adlı eserinde dile getirdiği düşüncelerinden hareketle manevî gelişimi ve beşerî ilişkilere olumlu etkisi konusunu irdelemeye geçebiliriz.
Mesnevî’de Manevî Yaşam ve Beşerî Münasebetlerin Pozitif Gelişimine Katkısı
Sûfî gelenek içerisinde teorik ve pratik açıdan bakıldığında çok önemli bir yere sahip olan Mevlâna Celâleddîn-i Rûmî (ö. 672/1273)8 manevî yaşamın yukarıda söz konusu ettiğimiz üç boyutuyla ilgili duygu ve düşüncelerini özellikle Mesnevî adlı eserinde ortaya koymuş ve beşerî ilişkilerin hangi manevî kurallar çerçevesinde gelişmesi gerektiğini belirtmiştir. Biz de bu çalışmamızda söz konusu bu beşerî ilişkileri Mesnevî’den hareketle bazı açılardan ele alıp inceleyeceğiz.
İnsanın olumlu ve olumsuz duygu ve düşüncelerinin dayandığı beşerî ve ilahî boyutları göz önüne alarak düşüncelerini ifade eden Mevlâna, alt benliğin hile ve tuzaklarını ve buna karşın ruhî boyutun pozitif arzu ve isteklerini gündeme getirerek insanî ilişkilerin olumlu yönde nasıl gelişebileceğinin yol ve yöntemlerini ortaya koyar. Bunu yaparken olayların sebep ve sonuçları üzerine durur ve canlı örneklerle insan bilincini uyarmaya ve uyandırmaya çalışır. Böylece huzur ve mutluluğu temin eden içsel ve dışsal davranış kalıpları hakkında uyarıcı, motive edici ve yönlendirici söylemler geliştirir. Şimdi sûfîmizin söz konusu bu düşünce ve söylemlerini teorik ve pratik açıdan beşerî ilişkiler konusuyla bağlantı kurarak ele alıp incelemeye geçebiliriz. Konuyu üç ana başlık altında ele alacağız: 1) Vahdeti/Birlik ve Bütünlüğü Arama 2) Nefsin Terbiyesi ve Kemale Ermesi 3) Manevî Tutum ve Davranışların Beşerî İlişkilere Pozitif Etkisi.
1) Vahdeti/Birlik ve Bütünlüğü Arama
Sûfî gelenek, manevî yaşamın bireyin hayatında yerleşebilmesi ve dolayısıyla beşerî münasebetlerinin sağlıklı bir şekilde gerçekleşebilmesi için vahdet dünyasından geldiğini ve kesret dünyasında yaşadığını fark etmesi gerektiğini vurgulamaktadır. Bu nedenle sûfîler vahdet konusu üzerine durmuşlar ve manevî yaşamın temel amacının çokluk dünyasından kurtulup vahdete ererek Yaratıcıya kavuşmak olduğunun altını çizmişlerdir. Çünkü onlara göre vahdete eremeyen bireyler, nefsin arzu ve isteklerinin neden olduğu parçacı bakış tarzı sebebiyle bireysel benliklerinin saltanatı altında bencilce yaşamak durumunda kalırlar ve diğer insanlarla ilişkilerini de sağlıklı bir şekilde geliştiremezler9. Hz. Mevlâna da bu gerçeği “Hepimiz yayılmıştık ve bir cevherdik. Orada başsız ve ayaksızdık; Güneş gibi bir cevherdik, düğümsüz ve sâftık… su gibi. O güzel ve lâtif nur sûrete gelince kale burçlarının gölgesi gibi sayı meydana çıktı” 10, “Mânalarda taksim ve sayı yoktur, ayırma, birleştirme olamaz. Dostun, dostlarla birliği hoştur. Mâna ayağını tut (ona meylet), sûret serkeştir. Serkeş sûreti, eziyetle eritip mahveyle ki onun altında define gibi olan vahdeti göresin”11 sözleriyle ortaya koymuştur. Bu ifadeler, varlığın aynı cevherden/kaynaktan meydana geldiğini ve bu nedenle varlıkta esas olanın, kesret/çokluk değil, vahdet/birlik olduğu gerçeğini belirtmektedir. Çokluk dünyasında suretlerin ve sayıların fazla olması farklılığın ve çeşitliliğin olmasını, dolayısıyla ayrılığı ve ayrışmayı da beraberinde getirmektedir12. Sûfîmiz bu gerçeği şöyle dile getirir: “Sûrete bakarsan gözün ikidir. Sen onun nuruna bak ki o birdir. Bir adam, gözün nuruna bakarsa iki gözün nuru, birbirinden ayırt edilemez…Bir yerde on tane çırağ bulundurulursa görünüşte her biri, öbüründen ayrıdır. Nuruna yüz çevirirsen şüphesiz ki birinin nurunu öbürlerinden ayırt etmeye imkân yoktur13”. Bu ifadelere göre ikilikten ve dolayısıyla tefrika ve farklılık duygu ve düşüncesinden kurtuluşun yolu, suretlerin ve sayıların ürettiği farklılık ve ayrılık duygu ve düşüncesinden kurtulmak ve yaratılmadan önceki halimiz gibi vahdet deryasının iklimine yeniden kavuşmaktır. Bu kavuşma sâlike Yaratıcıyla bütünleşme hali kazandırdığı gibi insanlarla da bir bütün halinde olduğu duygu ve düşüncesini verir ve insânî ilişkilerde biz duygusunun gelişmesine katkıda bulunur.
Zaten sûfî bireyin temel amaçlarından biri de manevî yolculuğun sonunda biz duygusuna ulaşmak ve başkalarını kendimize tercih edecek kıvama gelmektir14. Hz. Mevlâna söz konusu bu biz duygusunu şöyle dile getirir: “Birisi, bir dostunun kapısına gelip kapıyı çaldı. Dostu ‘Kapıyı çalan kim?’ deyince. ‘Benim’ diye cevap verdi. Dostu ‘git, şimdi zamanı değil. Böyle bir sofra, ham kişinin makamı olamaz. Hamı, ayrılık ateşinden başka ne pişirebilir, nifaktan ne kurtarabilir?’ dedi. Adamcağız gitti, tam bir yıl dostunun ayrılığıyla yanıp yakıldı. Yanıp pişerek tekrar döndü, geldi. Dostunun evinin etrafında dolaşmaya başladı. Kapıya varıp ağzından edepten dışarı bir söz çıkmasın diye yüzlerce korku ile edepli edepli halkayı çaldı. Sevgilisi ‘Kim o?’ deyince ‘gönlümü alan sevgili sensin’ diye cevap verdi. Sevgili ‘mademki bensin, ey ben, gel içeri gir! Ev dar, iki kişi sığmıyor’ dedi. İğneye geçirilecek iplik iki ayrı iplik olursa geçmez. Mademki birsin, bu iğneden geç!15”. Sûfîmizin bu sözleri biz duygusunun gerçekleşmesi için vahdet deryasında birleşmek ve bütünleşmek gerektiğini vurgulamaktadır. Varlığı bir bütün halinde tek görmeyen kişinin birlik ve bütünlük duygusuna kavuşamayacağı ve dolayısıyla diğer kişilerle bütünleşemeyeceği gerçeğini ortaya koyar fakat vahdet deryasına dalıp biz duygusuna kavuşmanın da çok zor bir makam olduğunun altını çizer.
Bu çerçeveden bakıldığında varlığı bir ve tek görmek esastır çünkü ayrı görmek farklılık ve ayrılık duygusunu beraberinde taşır ki bu manevî gelişime engel bir durumdur. Allâh’ın boyasıyla tek bir renge boyanmak ve böylece vahdeti yakalamak esastır. Hz. Mevlâna bu konuda şöyle der: “O, İsâ’nın bir renkte oluşundan koku almamıştı. O, İsâ küpünün mizacından huy kapmamıştı. Yüz renkli elbise, İsâ’nın sâf küpünden saba rüzgârı gibi sade ve lâtif bir hale gelir, tek bir renge boyanırdı. Birlikteki bu tek renklilik, insana usanç ve sıkıntı veren tek renklilik değildir. Belki o tek renk deniz gibidir, ona dalanlar da balık gibi hayat ve neşe içindedirler. Karada gerçi binlerce renk var, ama balıkların kurulukla cengi var! Misal olarak söylenen balık kimdir, deniz nedir ki yüce ve ulu padişah, ona benzesin! Varlık âlemindeki yüz binlerce denizler ve balıklar, o ikram ve ihsan huzurunda secde ederler. Nice ihsan yağmuru yağdı da deniz, inciler saçıcı bir hale geldi. Nice kerem güneşi nur saçtı da bulut ve deniz, cömertlik öğrendi. Suya ve toprağa zatının ışığı vurdu da o sebeple yeryüzü, tane ve tohum kabul eder oldu. Toprak emindir; ona her ne ekersen ihanet görmeksizin onun cinsini toplar, devşirirsin.16” Sûfîmizin bu sözleri varlık dünyasında gözüken çokluğun herhangi bir öneminin ve değerinin olmadığını ve varlıkları bir noktada birleştirmenin esas olduğunu ifade eder. Farklı farklı gözüken renkleri bir bütün halinde algılamak ve değerlendirmek, manevî yolcuya hayata bütün bir şekilde bakmayı ve olayları küllî boyutlarıyla değerlendirmeyi sağlar ve böylece manevî benlik gelişimi sayesinde evrensel değerleri yaşama aktarma imkânı verir. Bu şekilde insanlararası ilişkiler de pozitif olarak gelişme gösterir çünkü kendilerinin diğer insanlar tarafından dikkate alındığını fark eden insanlar bu durumdan hoşlanır ve tevhid nazarından bakan kişiyle bütünleşme fırsatı bulurlar.
Bu çerçevede manevî yolcunun her şeyi tevhid/birlik açısından görmesi gerekir çünkü eşyayı ikiden çok görmek tefrikayı ve ayrılığı meydana getirir. Hz. Mevlâna bu konuda şöyle der: “Usta, bir şaşıya ‘yürü, var, o şişeyi evden getir’ dedi. Şaşı, ‘o iki şişeden hangisini getireyim? açıkça şöyle dedi. Usta dedi ki: ‘O iki şişe değildir. Yürü, şaşılığı bırak fazla görücü olma!’ Şaşı, ‘usta, beni paylama, şişe iki’ dedi. Usta dedi ki: ‘O iki şişenin birini kır!’ Çırak birini kırınca ikisi de gözden kayboldu. İnsan tarafgirlikten, hiddet ve şehvetten şaşı olur. Şişe birdi onun gözüne iki göründü. Şişeyi kırınca ne o şişe kaldı, ne öbürü! Hiddet ve şehvet insanı şaşı yapar; doğruluktan ayırır. Garez gelince hüner örtülür. Gönülden, göze, yüzlerce perde iner.17” Sûfîmizin bu ifadeleri, nefsin arzu ve isteklerine tabi olmanın ürettiği ikiliğin hakikati görmeye engel durum teşkil ettiğini ve tevhidin gerçekliklerini müşâhede etmeye mani olduğunu göstermektedir. Ayrıca nefsin arzu ve istekleri gündeme geldiğinde, insanın ruhî özelliklerini kaybederek kalbin zulmânî ve ruhânî perdelerle katılaşacağını ve dolayısıyla insanlararası ilişkilere olumsuz etki edeceğini göstermektedir. Çünkü bu durumda kalp, hakikat bilgisine göre olayları değerlendirme ve buna göre davranabilme kabiliyetini kaybeder18.
Hz. Mevlâna her şeyin Yaratıcıdan geldiğini ve yine sonuç olarak Ona döneceğini vurgulayarak suretlerin çok olması algısının mananın bir olduğu hakikati konusunda insanı aldatmaması gerektiği gerçeğini şu ifadeleriyle dile getirmektedir: “Bilgiden düşünce dalgası zuhura gelince mâna, söz ve sesten bir sûret düzdü. Sözden bir şekil doğdu, yine öldü. Dalga kendini yine denize iletti. Sûret sûretsizlikten çıktı, yine sûretsizlige döndü. Zira biz yine Allah’a döneceğiz. Şu hâlde sen her göz açıp kapamada ölüyor, diriliyorsun. Mustafa ‘dünya bir andan ibarettir’ buyurdu. Bizim fikrimiz havada bir oktur. Havada nasıl durur? Allah’a gelir. Her nefeste dünya yenilenir. Fakat biz, dünyayı öylece durur gördüğümüzden bu yenilenmeden haberdar değiliz.19” Sûfîmizin bu sözleri dünyevî olandan uhrevî olana doğru bir gidişi, çokluk algısını ortadan kaldırıp vahdet deryasına dalışı ifade etmektedir. Böylece sûfîmiz sureti değil, manayı ve ruhî cevheri temel alıp varlığı bir bütün halinde görmeyi önererek beşerî ilişkilerin manevî değerler etrafında gelişmesi gerektiğini vurgulamış olmaktadır.
Sûfî gelenek, maddi boyutunun insanın ruhî hakikatinden kopma ve aşağı olana düşme anlamına geldiğini ve bundan dolayı da suflî olandan ulvî olana doğru manevî yolculuk yapmak gerektiğini ortaya koymaktadır20. Hz. Mevlâna bu gerçeği şöyle dile getirir: “Bir kadının kötü işten yüzü sararınca, utanınca Allah, onu çarpıp Zühre yıldızı yaptı. Bir kadını Zühre yapmak çarpma oldu da balçık haline geliş, çarpılma değil midir? Be inatçı?! Ruh, seni en yüksek göklere çıkarırken sen en aşağılıklara, su ve çamura doğru gittin. Akılların bile imrendiği öyle bir varlığı, bu alçaklık yüzünden değiştin. Şimdi bak, bu senin kendini çarpman nasıl? O çarpılma yanında bu, gayet aşağı.21” Sûfîmizin bu ifadeleri insanın ulvî âlemden sûflî âleme geldiğini, bu nedenle de her iki âlemin hakikatlerine sahip olduğunu fakat bu iki realitenin çatışmasından dolayı da kaos ortamı yaşayabileceğini göstermektedir. Bu çatışma durumunda kişinin ruhî boyutun hakikatlerine doğru yolculuk yapması ve böylece aşağı boyutun temsilcisi olan nefsin arzu ve isteklerinin tahakkümüne karşı tavır alması gerektiğini ortaya koymaktadır22.
Bu çerçevede Hz. Mevlâna çokluk âlemi olan bu maddi dünyayı bir hapishane olarak kabul eder ve buradan kurtulmayı salık verir çünkü manevî anlamda bu dünyadan soyutlanmadan vahdet düşüncesine sahip olmak mümkün değildir. Sûfîmiz bu düşüncesini “Her ne kadar dünya senin yanında azametli ve nihayetsizse de bil ki kudrete karşı bir zerre bile değildir. Zaten bu âlem sizin canlarınızın hapishanesidir; uyanın, o tarafa gidin! Zira o taraf sizin sahranız, mesire yerinizdir. Bu âlemin hududu vardır, o âlem ise esasen hadsizdir. Nakış ve sûret, o mânaya settir, mâniadır.23” ifadeleriyle dile getirmektedir. Sûfîmizin bu fikirleri, çok büyük ve sonsuz gibi gözüken cihanın yüce kudret sahibi Mutlak varlık karşısında hiç konumunda olduğunu, dolayısıyla insanın aslında bu dünyada dar bir alanda kaldığını ve buradan kurtulmak için manevî yolculuğunu gerçekleştirmesi gerektiğini ifade etmektedir. Suret ve şekiller mana boyutunun önünde engeldir ve bu nedenle de bireyin diğer insanlarla sağlıklı ve kendisi için istediği ve arzu ettiği düzeyde ilişki kurmasına da mani olmaktadır. Bunun için sûfîmiz, kişinin asıl vatana dönmesinin zorunlu olduğunu24 ve böylece suret ve şeklin kendisinde oluşturduğu mana körlüğünü ortadan kaldırıp hakikati müşâhede etmesi gerektiğini önermektedir. Böylece vahdet dünyasının birlik ruhu kalbe yerleşir ve kişi bu dünya hapishanesinden kurtulmuş olur.
Bu nedenle Hz. Mevlâna nefsin arzularını uyandırıp bencilce hareket etmeye yol açarak insanî ilişkileri bozan dünyeviliğin insan benliğinde gaflet durumunu meydana getirdiğini vurgular ve bundan kurtulmak gerektiğinin altını çizerek şöyle der: “Bu dünya zindandır, biz de zindandaki mahpuslarız. Zindanı del, kendini kurtar! Dünya nedir? Allah’dan gafil olmaktır. Kumaş, para, ölçüp tartarak ticaret etmek ve kadın; dünya değildir. Din yolunda sarfetmek üzere kazandığın mala, Peygamber, ‘ne güzel mal’ demiştir.25” Sûfîmizin bu ifadeleri, dünyada bulunan varlıkların manevî yaşam için bir problem teşkil etmediğini fakat asıl meselenin bu dünya hayatını gaflet içerisinde yaşayarak hapishaneye çevirmek olduğunu belirtmiş olmaktadır. Buna göre sûfîmiz, dünyayı bir hapishane olarak görmenin ve orada bulunan varlıkların gaflete sürükleyici özelliklere sahip olduğunun farkında olmanın manevî gelişim açısından önemini vurgulamış olmaktadır. Bu anlayış, dünyanın suretini değil manasını gaye edinerek yaşamanın ve buna göre hayata bakmanın ve insanî ilişkileri oluşturmanın değerini ve önemini ifade eder26.
Hz. Mevlâna dünyeviliğe karşı durabilmek için dervişliğin/manevî hürriyetin önemine vurgu yapar. Çünkü kişi Yaratıcısından başka şeylere köle olduğunda Rabbine kulluk yapma yolundan sapmış olur. Sûfîmizin aşağıda nakledeceğimiz sözleri bu konuya ışık tutmaktadır: “Mal, mülk sevgisini gönülden sürüp çıkardığındandır ki Süleyman, ancak yoksul adını takındı. Ağzı kapalı testi, içi hava ile dolu olduğundan derin ve uçsuz bucaksız su üstünde yüzüp gitti. İşte yoksulluk havası oldukça insan, dünya denizine batmaz, o denizin üstünde durur. Bütün bu dünya, onun mülkü olsa bu mülk, gözünde hiçbir şey değildir. Şu hâlde kalbini Min Ledün ululuğunun havasıyla doldur, ağzını da bağla, mühürle!27” Bu ifadeler, gönül gözünü manevî yaşam ilke ve uygulamalarıyla doyurarak dünyaya karşı manevî yoksulluğu/fakrı ve dolayısıyla hürriyeti sağlamak gerektiğini ortaya koymaktadır. Bu şekilde yaşam süren bireyin bütün varlıkla ve insanlarla ilişkilerinde doğruluk ve dürüstlük gibi ahlâkî değerlerle, menfaat beklememek ve karşılıksız çalışmak gibi manevî tutumlarla hareket edeceğini ve böylece beşerî ilişkileri en yüksek seviyede kurabilme imkânı bulacağını göstermektedir28.
Sûfîmizin şu düşünceleri de dervişlik fikrini desteklemektedir: “Rum Kayseri’den, Medine’de Ömer’e uzak çölleri aşarak bir elçi geldi. Medine halkına “Halifenin köşkü nerededir ki atımı, eşyamı oraya çekeyim” dedi. Halk, dedi ki: “Onun köşkü yok; Ömer’in köşkü, ancak aydın canıdır. Gerçi emir diye adı sanı duyulmuşsa da onun, yoksullar gibi ancak bir kulübeciği var. Kardeş, onun köşkünü nasıl görebilirsin? Gönül gözünde kıl bitmiş! Gönül gözünü kıldan ve hastalıktan arıt, sonra köşkünü görmeyi gözet. Kimin canı, heveslerden arınmışsa derhal tertemiz Allah tapusunu, Allah dergâhını görür. Muhammed, bu ateşten, bu dumandan temizlendiğinden nereye yüz çevirse orada Allah cemalini gördü. Seni kötülüğe sevk eden vesveselere yoldaş oldukça ‘Semme vechullah’ı nasıl bilebilirsin? Kimin kalbinde kapı açılırsa gönül gözünde yüzlerce güneş görür.29” Bu ifadeler manevî yaşam süren dünya kralının bile basit bir derviş gibi yaşam süreceğini göstermektedir çünkü ona göre asıl saltanat uhrevî yaşam serüveni başlayınca Rabbinin yüzüne bakacak aydınlık bir kalbe sahip olmaktır. Bu da bu dünyada Yaratıcının yüzünü/yansımasını her yerde görebilme nuruna/ışığına sahip olmakla ancak gerçekleşir. Söz konusu bu nurun kalbe yerleşmesi için, gönül gözünün dünyevî ve nefsânî arzu ve isteklerden, beklenti ve çıkarlardan uzaklaşması gerekmektedir30.
Hz. Mevlâna yukarıdaki hikâyesini şöyle devam ettirerek manevî hürriyetin önemini ve değerini tekrar vurgulamaktadır: “Elçi oraya gelip uzakta durdu. Ömer’i görünce titremeye başladı. O uyuyandan elçiye bir heybet, gönlüne hoş bir hal geldi. Muhabbet ve heybet birbirinin zıttı iken gönlünde bu iki zıttın birleştiğini gördü. Kendi kendine ‘Ben nice Padişahlar gördüm; büyük sultanların makbulü oldum. Onlardan korkmaz, ürkmezdim. Bu adamın heybeti aklımı başımdan aldı. Aslanlar, kaplanlar bulunan ormanlara daldım, yüzümün rengi bile kaçmadı. Birçok savaşlarda bulundum; savaş başlayınca bir hayli ağır yaralar aldım, düşmanları ağır bir surette yaraladım. Bütün bu ahvalde kalbim, diğerlerinden daha kuvvetli idi. Bu adam silâhsız, kuru yerde yatıyor; benim yedi âzam tir tir titremekte; bu ne? Bu heybet Hak’tan halktan değil; bu heybet, şu abalı adamdan gelmiyor’ dedi.31” Sûfîmizin bu sözleri manevî hürriyeti yaşantısına aktaran kişilerde sevgi ve korku duygularının bir arada oluştuğunu ve dolayısıyla dengeli bir iletişimin kurulmasına neden olduğunu ifade etmektedir. Sûfî psikolojisi açısından bakıldığında, Yaratıcının sıfatlarıyla bezenmiş insanın – Yaratıcının cemâlî ve celâlî sıfatlarını aynı anda şahsında barındırmış olması nedeniyle – hem sevgiyi hem de korkuyu içeren heybetin kişilik yapısına yerleştirdiğini ve bunun da beşerî ilişkilerin sağlıklı ve dengeli bir şekilde kurulmasına neden olduğunu göstermektedir. Çünkü sevgi ve korku karışımı bir ruh durumunun bir yansıması olan heybet hali kişiye dengeli bir içsel hayat sunar ve çevresine de aynı durumu yansıtmasına yol açar.
Vahdeti sağlamak için manevî yolcunun önünde en büyük engel alt benliğinin arzu ve istekleridir. Bu nedenle sâlikin yukarıda bahsettiğimiz dikey planda yapılan yolculuğun sağlanması için yatay planda önündeki en büyük engel olan nefsin temizlenmesi, eğitilmesi ve ruhî arzu ve isteklere göre hareket etme kabiliyeti geliştirmesi gerekmektedir. Şimdi Hz. Mevlâna’nın bu konudaki görüşlerini analiz edelim.
2) Nefsin Terbiyesi ve Kemale Ermesi
Sûfî yaşam, yukarıda sözünü ettiğimiz vahdet anlayışına ulaşabilmek için manevî yolculuğu önerir ve bunun için de nefsin tezkiye ve kalbin tasfiye edilmesini şart koşar. Bu çerçeveden bakıldığında, yine yukarıda ifade ettiğimiz gibi, nefsin arzu ve isteklerine karşı koymak esastır çünkü kalbin manevî gelişim sürecine girip ruhî arzu ve isteklere kendini teslim edebilmesi için nefsin terbiye edilmesi gerekmektedir32. Nefsin heva ve şehvetlerine karşı durmak gerektiğini ifade eden Hz. Mevlâna bireysel, çıkar ve menfaate dayalı ilişkiler kurmak isteyen nefsin arzu ve isteklerinden kurtulmak gerektiğinin altını çizer ve şöyle der: “Ey padişahlar! Dışarıdaki düşmanı öldürdük; içimizde ondan beter bir hasım var. Bunu öldürmek, aklın fikrin işi değil. İçerideki aslan; öyle tavşan maskarası olmaz. Cehennem, bu nefistir; cehennem, bir ejderhadır ki harareti denizlerle eksilmez. Yedi denizi içer de yine kocakarıya benzeyen nefsin harareti ve coşkunluğu azalmaz.33” Sûfîmizin bu fikirleri içte bulunan nefsin, görünmez özelliği nedeniyle, düşmanlığının ve ürettiği hilelerinin gizli kalmasının manevî gelişmeye ket vurucu bir problem teşkil ettiğini ortaya koymaktadır. Nefsin bu durumu, girişte de belirttiğimiz gibi, ancak kendisine karşı yapılacak ciddi bir mücâhedeyle mümkündür. Bu konuda sûfîmiz “Nefsi öldürecek ayak da ancak Hak’kın ayağıdır. Zaten nefsin yayını Hak’tan gayrı kim çekebilir? Yaya ancak doğru ok koyarlar. Bu yayın ters ve eğri okları da vardır. Ok gibi doğru ol da yaydan kurtul! Çünkü her doğru okun, yaydan fırlayacağına şüphe yok. Dış savaşından kurtulunca iç savaşına yüz tuttum. Biz simdi küçük muharebeden döndük; Peygamber’le beraber büyük muharebedeyiz.34” sözleriyle açıklık getirir ve nefse karşı söz konusu mücâhedenin ancak doğrulukla/sıdkla mümkün olacağını ortaya koyar. Kalbinde sıdkın hâkimiyeti olmayan kişinin nefse karşı duruşunu istenilen düzeyde gerçekleştiremeyeceğini belirtir. Ayrıca ilâhî yardım olmadan akıl ve zekânın nefse karşı koymada çok işe yaramayacağını da ifade eder. Bu durumda bireyin kendisini kandırmadan, gerçekçi bir şekilde, alt benliğin ürettiği duygu ve düşüncelere karşı daimi bir şekilde mücâhede etmesi gerekir35.
Sûfî gelenek, nefsin arzularını kırma konusunda bir önlem olarak, Yaratıcının dışında bir düşünceye veya objeye gereğinden fazla aşırı ilgi duymanın putperestliğe ve gizli şirke yol açacağını belirtir ve sâlikleri seyrü sülûk sayesinde bu durumdan kurtarmayı hedefler36. Bu çerçevede sûfîler nefsin arzu ve isteklerine tapınma problemini ciddiye alır ve buna karşı mücâhede etmeyi gerekli görürler. Hz. Mevlâna bu konuda şöyle der: “Putların anası nefsinizin putudur. Çünkü o put yılan, bu put ejderhadır. Nefis; demir ve taştan yapılan çakmaktır, put kıvılcımdır. O kıvılcım su ile söner. Fakat taş ve demir (çakmak), su ile söner mi? Put, bir testide gizli kara sudur. Nefsi, muhakkak olarak o kara suya pınar bil. O, yontulmuş put, kara sel gibidir. Put yapan nefis, anayolda bir pınardır. Bir taş parçası yüz testiyi kırar ama pınar suyu durmadan kaynar. Put kırmak kolay, gayet kolaydır. Fakat nefsi kolay görmek cahilliktir…37”. Sûfîmizin bu ifadeleri, nefsin putların anası ve kaynağı olduğunu ve bu nedenle de nefs putunu kırmanın çok zor olduğunu ifade etmektedir. Bu sebeple sûfîler, dinî ibadetler vasıtasıyla çeşitli riyazet biçimleriyle nefse muhalefet etmeyi manevî yolun önemli bir yöntemi olarak görürler. Böylece nefsin kemale ermesi sonucu insan da kemale erer ve bütün varlık kendisiyle uyumlu hale gelir çünkü eğitilmiş nefsin arzu ve istekleri benlikte etkisini kaybedince ruhî güçler manevî gelişim mekânı kalpte etkili konuma gelirler. Hz. Mevlâna bu durumu ve gerçeği şöyle dile getirir: “Kardeş, iğne yarasına sabret ki gâvur nefsin iğnesinden kurtulasın. Varlıkların kurtulmuş olanlara felek de secde eder, güneş de, ay da. Vücudunda nefsi ölen kişinin fermanına güneş de tâbidir, bulut da.38” Sûfîmizin bu sözleri, Yaratıcıya halife olarak yaratılan insanın hilafet vazifesini gerçekleştirebilmesinin nefsin etkisinin kırılmasıyla doğru orantılı olduğunu göstermektedir39.
Sûfî gelenek, nefsin arzu ve isteklerine uymanın hakikat bilgisini elde etmeye yol açan ilâhî ilhamları almaya engel olduğunu ve bu nedenle de kişinin kemâle eremeyeceğini ve manevî anlamda çocuk kalacağını ifade eder. Bu gerçeği Hz. Mevlâna şöyle dile getirir: “Rüzgâr, insandaki heva ve arzudur. Heva ve hevesten geçersen Allah’ın haberi karlı, ondan haber alırsın. Allah’ın haberleri çok hoştu; çünkü baştan sona kadar ebedîdir. Peygamberlerin ululuğundan ve hutbelerinden gayrı padişahların hutbeleri, ululukları, adları, sanları değişir, baki kalmaz. Çünkü padişahların kuvvetleri hevadandır. Peygamberlerin icazetnameleri ise ululuk sahibi Allah’dandır.40” Sûfîmizin bu ifadeleri, Yaratıcıdan ilham yoluyla bilgi alıp hakikat bilgisini elde ederek yaşamanın kalıcı bir etkiye neden olacağını ortaya koymaktadır. Ayrıca bu ifadeler her iki dünyada da mutluluğu yakalamanın yolunun da ilâhî bilgiyi kazandıran ilham yöntemiyle elde edilen bilgi olduğunu ortaya koymaktadır41. İlhâmî bilgiyle hareket edemeyen kişinin çocuk kalıp kemâle eremeyişini de sûfîmiz şu sözleriyle ortaya koyar: “Allah sarhoşundan başka bütün halk, çocuktur. Heva ve hevesinden kurtulmuş kişiden başka baliğ yoktur. Allah ‘dünya kuru bir istek, faydasız bir oyuncaktan ibarettir, siz de çocuklarsınız.’ dedi. Allah doğru buyurur. Oyuncağı terk etmedikçe çocuksun. Ruh arınmadıkça nasıl temiz olabilirsiniz?42.”
Sûfî anlayışa göre, nefsânî arzu ve istekleri ortadan kaldırmanın en temel prensiplerinden biri dünyevî olana karşı ilgisiz davranmak ve zühd tavrını gösterebilmektir. Çünkü kişiyi manevî anlamda tahrip eden en önemli duygulardan biri geçici olan dünyevî obje ve ilişkilere ilgi duymamaktır. Çünkü dünyevî olana ilgi bireyi Rabbinden ayrı düşürür ve Onun rızası için davranışta bulunma durumundan uzaklaştırır43. Hz Mevlâna bu konuda şöyle der: “Öbüründe; ‘Bu mumu söndürme ki bu görüş, meclise mum mesabesindedir. Eğer nazardan ve hayalden geçersen gece yarısı visâl mumunu söndürmüş olursun’ demişti. Birinde demişti ki: ‘Söndür, hiç korkma ki yüz binlerce karşılığını göresin. Çünkü nazar mumunu söndürmekle can mumu artar, kuvvet bulur. Sabrının yüzünden Leylâ’n Mecnun olur! Kim, zâhitligi yüzünden dünyayı terk ederse dünya onun önüne çok, daha çok gelir!’44”. Sûfîmizin bu ifadeleri kişinin, düşünce ve eylem planında zühd tutumuna sahip olması nedeniyle, terk ettiklerine mukabil daha çok şeye nail olacağını göstermektir. Söz konusu bu ilgisizlik Yaratıcının hoşuna gider ve kişiye terk ettiği şeyi daha çok verir. Bu çerçeveden bakıldığında zühd sâlikin hem Rabbiyle olan münasebetini hem de insanlarla olan ilişkisini olumlu düzeye çıkarmada katkı sağlar. Kısaca ifade edersek, maddî boyutumuza ilgisizlik manevî boyuta ilgiyi artırır ve bu da kişinin Rabbi ve insanlar nazarında değerini yükseltir ve dikey ve yatay boyutta ilişkilerini olumlu olarak geliştirir.
Sûfî yaşamın önerdiği vahdete ulaşma ve bunun için nefsini terbiye etme ve kemâle erdirme konusunda Hz. Mevlâna’nın görüş ve önerilerini inceledikten sonra şimdi de bu düşünce ve önerilerin sonuçları olan tutum ve davranışlardan bazılarını ele alarak, manevî içerikli tutum ve davranışların beşerî ilişkilere pozitif katkısı konusunu analiz etmeye geçebiliriz.
3) Manevî Tutum ve Davranışların Beşerî İlişkilere Pozitif Etkisi
Bu bölümde sûfî ahlâkın öne çıkardığı önemli bazı değerleri ele alıp beşerî ilişkilere olumlu veya olumsuz etkilerini analiz ederek Hz. Mevlâna’nın yukarıda takdim ettiğimiz görüşlerini pratik anlamda inceleyeceğiz.
a) Alçakgönüllülük ve Kendini Büyük Görmeme
Sûfî yolun öngördüğü ahlâkî prensiplerin en önemlilerinden biri alçakgönüllü olmak ve tevazu içerisinde hareket etmektir. Çünkü tevazuun yokluğu kendini büyük görme duygusunun gelişmesine yol açar ve sûfî yaşamın öngördüğü manevî benlik gelişiminin gerçekleşmemesine neden olur. Tevazu ise kişinin hatalarını kolayca görme ve başkalarını kendine tercih etme gibi manevî benlik dönüşümü için önemli tutum ve davranışların gelişmesine yardımcı olur ve aynı zamanda beşerî ilişkilerin sağlıklı bir şekilde sağlanmasını da temin eder. Hz. Mevlâna bu konuyu şöyle dile getirir: “Ben varlığı yoklukta buldum, onun için varlığı yokluğa feda ettim. Padişahların hepsi kendilerine karşı alçalana alçalırlar. Bütün hak, kendisine sarhoş olanın sarhoşudur. Padişahlar, kendilerine kul olana kul olurlar. Halk umumiyetle kendi yolunda ölenin yolunda ölür. Avcı onları ansızın avlamak için kuşlara av olmaktadır. Dilberler; âşıkları canla başla ararlar. Bütün mâşuklar âşıklara avlanmışlardır.45” Sûfîmizin bu ifadeleri, fenâ halinin gereği olan tevazu içerisinde alçakgönüllülükle davranmanın manevî gelişim için önemini ve beşerî ilişkiler için değerini ortaya koymaktadır. Tevazu gösterene tevazuuyla davranılır fakat kibirli davranan kişiye de kibirle mukabele edilir çünkü insan tabiatı kendisine yukarıdan bakılmasından hoşlanmaz ve bu şekilde davranan kişilerle de ilişkileri olumlu gelişme göstermez46.
Bu nedenle sûfî ahlak tarzı, kibrin/kendini büyük görmenin manevî benlik gelişimine engel olduğunu ortaya koyar çünkü kendini büyük gören kişi alçakgönüllü olamaz ve tevazulu davranamaz. Hata ve kusurlarını görüp doğru bir şekilde hareket etme imkânı da bulamaz. Böylece, nefsine karşı mücâhede edip hakikati müşâhede etme kıvamına gelemediği için de, manevî benlik dönüşümünü gerçekleştiremez. Hz. Mevlâna bu konuda şu açıklamaları yapar: “Kim, kendi noksanını görüp anlarsa yedeğinde dokuz at olduğu halde tekemmül yolunda koşar. Kendisini kâmil sanan, ululuk sahibi Allah’ın yolunda uçamaz. Ey mağrur ve sapık! Canında kendini kâmil sanmaktan daha beter bir illet olamaz. Senden bu kendini beğenme defoluncaya kadar gönlünden de çok kan akar, gözünden de! İblis’in illeti ‘Ben, Âdem’den hayırlıyım’ demesiydi. Bu hastalık, her mahlûkta vardır. Bu hastalığa müptelâ olan, kendisini hor görse bile sen onu, altında pislik olan sâf su bil! İmtihan kastıyla onu bir karıştırsan hemen su bulanır, pislik rengini alır. Ey yiğit! Irmak sana sâf ve berrak görünüyor ama senin ırmağının dibinde de pislik var.47” Sûfîmizin bu açıklamaları, kibrin manevî terakkiye engel olduğunu göstermektedir çünkü kibirli kişi kendi kusurunu göremez, kalbini saflaştıramaz ve nefsini olgunlaştıramaz. Bu nedenle kibir manevî yolculuğun önünde en büyük engeldir çünkü kendini büyük gören kişinin nefsinin gerçekliklerini ve kusurlarını görmesi ve gerekli düzenlemeleri yeniden yapması mümkün olamaz48.
b) Samimi ve Dürüst Olma
Sûfî ahlâkın önem verdiği değer yargılarından biri de davranışlarda samimi ve dürüst olmaktır. Samimi ve dürüst olmayıp nefsin hile ve kurnazlıklarına dayalı gelişme gösteren tutum ve davranışlar manevî benlik gelişimini olumsuz etkileyip güven duygusunu zedeleyeceğinden dolayı da beşerî ilişkileri olumsuz etkiler49. Hz. Mevlâna bu konuyla ilgili şöyle der: “Erlerin huyu açıklık ve sıcaklıktır. Aşağılıkların işi hile ve utanmazlıktır. Dilenmek için yünden aslan yaparlar. (yol aslanlarının şekline bürünür, onlar gibi görünürler), Ebu Museylim’e Ahmet lâkabı verirler. Ebu Müseylim’in lâkabı yalancı olarak kaldı, Muhammed’e de akıllar sahibi dendi. O, Hak şarabının mührü, şişesinin kapağı; halis misktir. Âdi şarabın mührü, şişesinin kapağı ise pis koku ve azaptır.50” Sûfîmizin bu sözleri, dervişlerin temel özelliklerinden birinin insânî ilişkilerinde samimi ve dürüst olmaları, çıkarları uğruna gelişme gösteren sahte tutum ve davranışlardan uzak durmalarıdır; iç dünyalarında taşıdıkları duygu ve düşünceleri tutum ve davranışlarına aynen yansıtmayı manevî yolun gereklerinden gördükleri için sıdk ve ihlas ile hareket etmeyi tercih ederler.
c) Adaletli Olma
Sûfî ahlak tarzı adalet prensibini önemser ve bireylerarası ilişkilerin sağlıklı yürüyebilmesi için haksızlık yapmamayı gerekli görür. Hatta manevî yolculuğun tutum ve davranış bakımından âdil ve itidalli olmayı kazanma amacına yönelik olduğunu bile söylemek mümkündür. Hz. Mevlâna adalet konusunda şöyle der: “Daha ziyade zalim olanın kuyusu, daha korkunçtur. Adalet ‘daha kötüye, daha kötü ceza verilir’ buyurmuştur. Ey zulümle bir kuyu kazan! Sen kendin için tuzak hazırlıyorsun. İpekböceği gibi kendi etrafını örme; kendine kuyu kazarsan bari kararlıca kaz! Zayıfları sen yardımcısız, kimsesiz sanma; Kur’an’dan ‘İza câe nasrullah’ı oku. Sen filsen, düşmanın senden ürkmüşse sana ceza olarak işte ebabil kuşu gelip çattı.51” Sûfîmizin bu düşünceleri, adaletle davranmayan ve haksızlık yapan kişinin etrafını kuyu kazarak ördüğünü ve bu kuyulara kendisinin de düşme tehlikesinin olduğunu ortaya koymaktadır. Zulme uğrayan kişinin yardımcısının Rabbi olacağı vurgusunu dile getirerek ilâhî intikamın devreye girme durumunu bilmenin anlamı üzerine durmaktadır. Kişi ne kadar kuvvetli olursa olsun, kendisinden daha kuvvetli olan Yaratıcının olduğunu bilerek davranması gerektiğinin ve mazlum kişinin hakkını Onun alacağının farkında olması gerekir. Bu farkındalık adaletle davranmayı sağlayacak bir etki oluşturacak ve beşerî ilişkilerin gelişimini olumlu olarak etkileyecektir.
d) Haset ve Kıskançlık Göstermeme
Beşerî ilişkileri tehdit eden en önemli nefsânî hastalıklardan biri de bireyin başkalarının elinde olana karşı kıskançlık/haset duygusu ve tutumu beslemesidir. Bu nedenle sûfîler hasedi manevî bir hastalık olarak kabul etmişler ve bu hastalığı tedavi etmek için cömertlik tutumunu sergilemeyi önermişlerdir52. Hz. Mevlâna haset konusunda düşüncelerini şöyle ortaya koyar: “Haset, yolda gırtlağına sarılırsa… bil ki İblis’in tuğyanı hasettedir. Çünkü o, haset yüzünden Âdem’den arlanır… Kutlulukla haset yüzünden savaşır. Yolda bundan daha güç geçit yoktur. Ne kutludur o kişi ki yoldaşı, haset değildir. Bu beden, haset evi olagelmiştir. Soy sop hasetten bulaşık bir hale düşer. Ten haset evidir ama Allah, o teni tertemiz etmiş, arıtmıştır. ‘Evimi temizleyin’ âyeti beden temizliğini bildirir. Bedenin tılsımı toprağa mensupsa da hakikatte nur definesidir. Sen (hakikatte) teni olmayana hile ve haset edersen o hasetten gönül kararır. Allah erlerinin ayakları altına toprak ol! Bizim gibi sen de hasedin başına toprak at!53” Sûfîmizin bu ifadeleri, beşerî ilişkileri bozduğundan dolayı kişinin haset duygusundan kendini temizlemesi gerektiğini ortaya koymaktadır. Çünkü hasette bir başkasının elinde olana ilgi duyma ve değer verme söz konusudur. Hâlbuki Yaratıcının dışında değerli olan bir şey yoktur ve her şey sadece kulluk yapmak için Onun tarafından emanet olarak verilmiştir. Hakikati olmayan ve geçici olan şeylere ilgi duymak manevî gelişime engel olduğu için sûfîler tarafından tehlikeli bulunmuş ve bu sebeple de kıskançlık duygusunu ortadan kaldırmak için cömertlik duygusunu harekete geçirmek gerektiği vurgulanmıştır54. Böylece insanlararası ilişkiler daha olumlu bir seviyede seyreder çünkü kişi kendisine iyilik yapıldığında memnun olur ve iyilik yapana karşı sevgi ve ilgi besler.
e) Cömertlik Tutumu Gösterme
Sûfî yolun en önemli ahlâkî prensiplerinden biri de maddî ve manevî anlamda cömertlik davranışını göstermektir. Sûfî anlayışa göre insanın elinde bulunan her türlü imkân Yaratıcının lütfudur ve Onun yolunda feda edilmelidir. Bu nedenle kişinin bir şeye sahip olduğunu hissetmesi Yaratıcıyı devre dışı bırakma ve tefrikaya düşme riskini taşır. Bu durum ise manevî benlik gelişime engel olduğu gibi sosyal planda ayrılıkçı duygu ve düşüncelerin gelişmesine de yol açar. Hz. Mevlâna bu konuda şöyle der: “O para veriş cömert kişiye lâyıktır. Can vermekse esasen âşıkın vergisidir. Hak uğruna ekmek verirsen sana ekmek verirler; Hak uğruna can verirsen sana da can bahşederler. Şu çınarın yaprakları dökülürse Allah, ona yapraksızlık azığı bağışlar. Dağıtmaktan dolayı elinde mal kalmazsa Allah’ın inayeti, seni hiç ayaklar altında çiğnetir mi? Bir adam ekin ekince ambarı boşalır ama bu işin iyiliği, tarlada belli olur. Fakat tohumu ambara kor, biriktirirse zaman geçtikçe bitler, fareler, o tohumu yiyip bitirirler. Bu cihan tamamıyla fânidir; aradığını sebatlı, kararlı âlemde ara! Sûretin sıfırdan ibarettir; dilediğini mana âleminde dile! Acı ve tuzlu canı kılıç önüne koy, feda et de tatlı bir deniz gibi olan canı al!55” Sûfîmizin bu açıklamaları, maddî ve manevî cömertliğin karşılığının manevî anlamda geriye olumlu olarak döneceğini ve bu dünyanın vefasının olmayacağı gerçeğini hatırlayarak elimizdeki imkânları mana yolunda harcamak gerektiğini ortaya koymaktadır. Kısaca söylersek, bu ifadelere göre, bu dünyada Hakk uğruna ne harcarsak karşılığının bir benzeri veya daha iyisi verilecektir. Ayrıca cömertliğin kalitesi ve motivasyonel içeriği verilecek karşılığın mahiyetini ve kalitesini de belirleyecektir.
f) Hatayı Kabul Etme ve Kendinden Bilme
Sûfî yaşam tarzının ahlak anlayışının en önemli özelliklerinden biri de hataları kendinden bilmek ve kendi nefsinin eksikliğine yormaktır. Bu özellik dolayısıyla sûfî yolun yolcusu, kendi nefsini terbiye etmek ve olgunlaştırmakla uğraştığı için, başkalarının kusurlarıyla ilgilenmez ve beşerî ilişkilerde meydana gelen durumlarda hatayı kendinden bilme tutumunu tercih eder. Böylece hem kendi nefsinin hile ve tuzaklarına hem de diğer insanların oyun ve planlarına mağlup olmamış olur. Ayrıca sûfîler başkalarında gördüğümüz hataların kendi nefsimizin kusurlarından kaynaklandığını ve kendi eksik benlik derecemizin bir yansıması olduğunu ifade ederler. Kişinin hataları kendinde görerek başkalarının kusurlarıyla ilgilenmemesi beşerî ilişkileri de pozitif olarak etkiler çünkü bu şekilde hareket etmek samimiyet, dürüstlük ve tevazu gibi manevî değerleri içerdiği için sosyal yaşamda güven duygusunun gelişmesine yol açar56. Hz. Mevlâna hatayı kabul etmenin önemini ve değerini Yaratıcı karşısında şeytan ve Hz. Âdem’in tavırlarını örnek vererek dile getirir ve şöyle der: “Şeytan, ‘Bimâ agveytenî’ dedi; o alçak ifrit, kendi fiilini gizledi. Âdem ise ‘zalemnâ enfüsenâ’ dedi; bizim gibi Hak’kın fiilinden gafil değildi; Günah ettiği halde edebe riayet ederek Allah’a isnat etmedi. Allah’ın halk ettiğini gizledi. O suçu kendine atfettiğinden ihsana nail oldu. Âdem, tövbe ettikten sonra Allah, ‘Ey Âdem! O suçu, o mihnetleri, sende ben yaratmadım mı?’ O benim takdirim, benim kazam değil miydi; özür getirirken niye onu gizledin?’ dedi. Âdem ‘korktum, edebi terk etmedim’ deyince Allah, ‘işte ben de onun için seni kayırdım’ dedi. Hürmet eden, hürmet görür. Şeker getiren badem şekerlemesi yer.57” Sûfîmizin bu ifadeleri, bireyin kişinin olumsuz durumlarda hatayı kendinde aramasının önemini ve beşerî ilişkilerde oluşturacağı saygınlığı ortaya koymaktadır. Çünkü kusuru kendinde aramak ve hatayı kendinde görmek hem kişinin ahlâkî ve manevî gelişimini sağlamasını kolaylaştırır hem de diğer insanlarda güven duygusunun oluşmasına neden olacağı için sosyal ilişkileri rahatlatır. Kısaca ifade edersek, kusuru kendinde görme duygu ve düşüncesi manevî terakkinin önemli temel taşlarından biridir.
Hz. Mevlâna başkalarında görülen hataların aslında kişinin kendinden kaynaklandığını ifade sadedin şu fikirleri ortaya koyar: “Ey adam! İnsanlarda gördüğün birçok zulümler, senin huyundur; sen, kendi huyunu onlarda görüyorsun. Senin varlığın, nifakın, zulmün, gafletin onlara aksetmiştir. Sen osun, sen kendini yaralamaktasın. O anda lânet ipliğini kendine, kendin dokuyorsun! O kötülüğü sen kendinde açıkça görmüyorsun. Görsen kendine kendin, candan düşman olurdun. Ey ahmak! Kendine saldıran o aslan gibi sen de kendine saldırıyorsun. Ahlâkının künhüne erişir, hakikatını anlarsan o adam olmamazlığın senden olduğunu bilirsin. Aslan; başka bir aslan gibi görünen şeklin, kendi aksinden ibaret olduğu kuyu dibinde zâhir oldu. Bir zayıfın dişini söken, o ters gören aslanın işini işlemektedir. Ey başkasının yüzünde kötü bir ben gören! Gördüğün kendi beninin aksidir, ondan nefret etme! ‘Müminler birbirinin aynasıdır.’ Bu haberi Peygamber’den rivayet etmediler mi? Gözünün önüne gök renkli bir cam koymuşsun, o sebepten âlem sana gök görünüyor.58” Sûfîmizin bu düşünceleri, dış dünyada başkalarında gördüğümüz ve dile getirdiğimiz durumların bizim görüşümüzden ve huylarımızdan kaynaklandığını ortaya koymaktadır. Psikolojik bir dille ifade edersek başkalarında gözlemlediğimiz durumlar aslında kendi ruh dünyamızın oluşumları ve gerçeklikleridir. Bu nedenle, manevî gelişimin sağlıklı bir şekilde yürüyebilmesi için, kişinin kendine yönelmesi ve sosyal olaylarda hatayı kendinde araması gerekli görülmektedir.
g) Doğru Algılama ve Düzgün Anlama
Bilindiği gibi beşerî ilişkilerde insanlar tarafından anlaşılma meselesi önemli bir konudur çünkü her birey diğer bireylerin düşünce ve davranışlarını kendi duygu ve düşüncelerine göre algılama ve değerlendirme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Bu durumdan kurtulmak için diğer insanların düşünce dünyalarıyla empati kurmak gerekmektedir59. Hz. Mevlâna bu problemi şu dizeleriyle dile getirir: “Dinle, bu ney nasıl şikâyet ediyor, ayrılıkları nasıl anlatıyor: Beni kamışlıktan kestiklerinden beri feryadımdan erkek, kadın herkes ağlayıp inledi. Ayrılıktan parça parça olmuş, kalp isterim ki, iştiyak derdini açayım. Aslından uzak düşen kişi, yine vuslat zamanını arar.60” Sûfîmizin bu sözleri duygularını açabileceği birini aradığını ifade etmekte, asıl vatandan ayrılık acısı çektiğini ve bu derdini açmak için anlayacak birini aradığını göstermektedir. Bu çerçeveden bakıldığında, beşerî münasebetlerin sağlıklı kurulabilmesi için bireylerin birbirini anlayacak seviye ve kapasiteye sahip olması gerekmektedir; aynı duygu ve düşünceleri taşıyan bireylerin birbirini daha kolay anlayacağı aşikârdır.
Beşerî ilişkilerde önemli olan bir diğer nokta da algılamada ve anlamada yanılma tehlikesidir. Çünkü bir bireyin başkalarını kendi psikolojik şemalarına61 göre algılama tehlikesinden dolayı diğer bireyleri yanlış değerlendirme durumu söz konusudur. Bu tehlikeden kurtulmak için diğer bireylerin iç dünyalarında sahip oldukları gerçeklikleri bilmek ve onların duygu ve düşünceleriyle empati kurması gerekir. Hz. Mevlâna bu gerçeği şu dizelerle ortaya koyar: “Ben her cemiyette ağladım, inledim. Fena hallilerle de eş oldum, iyi hallilerle de. Herkes kendi zannınca benim dostum oldu ama kimse içimdeki sırları araştırmadı. Benim esrarım feryadımdan uzak değildir, ancak (her) gözde, kulakta o nur yok. Ten candan, can da tenden gizli kapaklı değildir, lâkin canı görmek için kimseye izin yok. Bu neyin sesi ateştir, hava değil; kimde bu ateş yoksa yok olsun!..62” Sûfîmizin bu sözleri, bir bireyin diğerini kendi zannına göre anlama tehlikesinin olduğunu ve diğer insanları anlamak için derinlemesine bilgiye – sûfî dille söylersek mârifete – sahip olmak gerektiğini ifade etmektedir. Ayrıca sözün anlaşılmama durumu söz konusu olduğunda “Ham, pişkinin halinden anlamaz, öyle ise söz kısa kesilmelidir vesselâm63” diyerek sözü kısa tutmanın altını çizen sûfîmiz, insanlararası seviye farkına dikkat etmenin beşerî ilişkilerdeki önemine vurgu yapmış olmaktadır64.
h) Aynı Dili Konuşma
Bilindiği gibi aynı dili konuşan insanlar daha rahat anlaşır ve ilişkileri daha kolay bir şekilde gerçekleşir fakat aynı dili konuştuğu halde anlaşamayan birçok insan da vardır. Bu nedenle beşerî ilişkilerin yüksek düzeyde gerçekleşebilmesi için duygu ve düşünce planında aynı dili konuşmak esastır. Bu çerçevede sûfîler aynı duygu ve düşünceleri paylaşmanın beşerî ilişkiler açısından daha önemli olduğunu vurgularlar. Hz. Mevlâna bu konuyu şu dizelerle dile getirir: “Aynı dili konuşma, hısımlık ve bağlılıktır. İnsan yabancılarla kalırsa mahpusa benzer. Nice Hindli, nice Türk vardır ki dildeştirler. Nice iki Türk de vardır ki birbirlerine yabancı gibidirler. Şu halde mahremlik dili, bambaşka bir dildir. Gönül birliği dil birliğinden daha iyidir. Gönülden sözsüz, işaretsiz, yazısız yüz binlerce tercüman zuhur eder.65” Sûfîmizin bu ifadeleri, aynı dili paylaşmanın önemine vurgu yapmakla birlikte gönül dildaşlığının daha anlamlı ve değerli olduğunu göstermektedir. Çünkü aynı duygu ve düşünceleri paylaşan gönüller aynı dili konuşmasalar bile anlaşırlar ve kaynaşırlar.
i) Gıybet Yapmama
Beşerî ilişkileri bozan nefsin en temel problemlerinden biri de dedikodudur çünkü nefs kendi üstünlüğünü ve değerini ortaya koyabilmek için başkalarının kötülüklerini diğer insanlarla paylaşmayı arzu eder. Amacı kardeşinde bulunan kötü huyları düzeltmek değil, tam tersine onun şahsiyetini incitmek ve başkaları nazarında küçük düşürmektir. Bu nedenle sûfî ahlak anlayışı, dedikoduyu manevî gelişimi engelleyici bir davranış olarak kabul eder ve yasaklar. Hz. Mevlâna bu konuda şöyle der: “Vezir dedi ki: “Dikkat ediniz, ey dedikodu düşkünleri! Dilden çıkan ve kulakla duyulan zâhiri vaizleri arayanlar! Bu aşağılık duygu kulağına pamuk tıkayın, ten gözünden duygu başını çözün! O gizli kulağın pamuğu, baş kulağıdır, bu kulak sağır olmadıkça o can kulağı sağırdır. Hissiz, kulaksız, fikirsiz olur ki ‘İrciî – Allah’a geri dön’ hitabını işitesiniz. Sen uyanıklık dedikodusunda oldukça uyku sohbetinden nasıl olur da bir koku alabilirsin!66” Sûfîmizin bu sözleri, dedikodunun nefsin aşağı bir özelliği olduğu ve bu nedenle de dedikoduyu yapan zahirî kulağın kapatılması gerektiğini ortaya koymaktadır. Böylece gönül kulağı açılır, ruhun hakikatlerini dinleyip kalbe aktarma durumu söz konusu olur ve böylece insânî ilişkiler daha rahat bir düzeyde gelişme gösterir.
j) Biz ve Bütünlük Duygu ve Düşüncesi
Sûfî yolun ahlâkî değerlerinden biri de ben duygusundan uzaklaşıp biz duygusuna kavuşmaktır çünkü ben duygusu ayırır, biz duygusu ise birleştirir. Bu nedenle manevî yolcu evrensel değerlere sahip olma ve bütün varlıkla bütünleşme amacına yönelik olarak biz duygusunun gelişimini hedefler ve davranış planında bunun için gerekli adımları atar. Asıl amaç ise Yaratıcıyla bütünleşme ve Onda fâni olmadır67. Hz. Mevlâna bu konuyu şöyle dile getirir: “Ey canı biz ve ben kaydından kurtulan! Ey erkekte kadında söze ve vasfa sığmaz ruh! Erkek, kadın kaydı kalkıp bir olunca o bir, sensin. Birler de aradan kalkınca kalan yalnız sensin. Kendi kendinle huzur tavlasını oynamak için bu ‘ben’ ve ‘biz’i vücuda getirdin. Bu suretle ‘ben’ ve ‘sen’ler, umumiyetle bir can haline gelirler, sonunda da sevgiliye mustağrak olurlar. (Ben, biz, ben ve bizim, varlıkların varlığı ve yokluğu, hulâsa) söylediklerimin hepsi vardır, vâkıdir. Ey kün emri, ey gel denmekten ve söz söylemekten münezzeh Allah, sen gel!68” Sûfîmizin bu ifadeleri, sûfî yolun biz duygusunu kazanmak ve en sonunda da varlığın kaynağı olan Yaratıcıyla bütünleşmek olduğunu göstermektedir. Çünkü ‘ben’ ve ‘sen’ ayrımları yapıldığı sürece ilâhî dinlerin hedeflediği birlik ve bütünlük oluşmaz ve beşerî ilişkiler istenilen seviyede olumlu boyutta gelişme gösteremez.
Sonuç
Beşerî ilişkiler konusu, ilk insanın eşiyle birlikte yeryüzüne gelişinden beri âdemoğulları arasında süregelen bir meseledir. İnsan unsurunun ruh ve beden taşıması iki ayrı âleme aidiyet durumunu oluşturmakta ve dolayısıyla farklı iki âlemin gerçeklikleriyle yaşamak zorunluluğunu meydana getirmektedir. Bu durum, insanın kendi içinde bir çatışma ve ilişki problemini yaşama sonucunu doğurmakla birlikte diğer insanlarla da ilişki sorununu meydana getirmektedir. İnsanın erkek ve kadın olarak birbirine zıt olarak da yaratılması beşerî münasebetleri dolaylı olarak da etkilemektedir. Kısaca ifade edersek, insanın bedenen bu dünyaya, ruhen de manevî âleme ait olması ve erkek-kadın olarak farklı karakterde yaratılması insanî ilişkileri olumlu veya olumsuz olarak etkilemektedir. Burada önemli olan temel nokta, bireyin kendi hakikatini ve fıtratını keşfederek tanıması ve buna göre davranışlarını sergileme kabiliyeti göstermesidir.
Bu çerçeveden bakıldığında, beşerî ilişkilerin gelişim süreçleri ve motivasyonları önem arz eder. Çünkü bireylerin ve toplumların zihin dünyaları ve sahip oldukları değerler insanî ilişkilerin mahiyetini ve gelişim tarzlarını doğrudan veya dolaylı olarak etkilemektedir. Bu nedenle, beşerî ilişkilerin olumlu gelişim göstermesi için evrensel değer yargılarını işlevsel kılmak gerekmektedir. Aksi takdirde benmerkezci bakış tarzıyla hareket edilirse, beşerî ilişkiler bireysel çıkarlara göre şekillenme ve dolayısıyla olumsuz gelişmeyle karşı karşıya kalacaktır. Bu açıdan bakarsak, beşerî ilişkilerin ahlâkî ve manevî değerler etrafında gelişme göstermesi önem arz eder.
Ahlâkî ve manevî değer yargılarını gerçekleştirmeyi hedefleyen sûfî geleneğin ortaya koyduğu yaşam tarzının – dikey planda elde ettiği keşifler sayesinde kazandığı mârifet bilgisi sayesinde – bireyin kendisiyle ve diğer insanlarla münasebetini olumlu olarak geliştireceğini söylemek gerekmektedir. Çünkü sûfîlerin temel amacı, Yaratan ile ilişkiyi yüksek seviyede kurmaktır ve bu hedefin gerçekleşmesi için de yaratıklarla ilişkinin pozitif olarak geliştirilmesini şart koşar. “Yaratılanı severiz Yaratandan ötürü” prensibi bu noktayı özetler mahiyettedir. Kısaca ifade edersek, sûfî birey diğer insanlarla ilişkilerini olumlu olarak geliştirmek zorundadır çünkü hemcinsiyle pozitif ilişki kuramayan bir kişinin iç huzuru sağlaması mümkün olamaz ve dolayısıyla Yaratıcıyla bağı yüksek seviyede gerçekleşemez.
Bu çerçeveden bakıldığında, sûfî gelenek içerisinde önemli bir yere sahip olan Mevlâna Celâleddîn-i Rûmî’nin fikirlerinin beşerî ilişkilerin pozitif gelişmesine katkı sağlayacak mahiyette olduğunu söylemek gerekmektedir. Mevlâna’nın yukarıda örnek olarak dile getirdiğimiz düşünceleri, beşerî ilişkilerin yüksek düzeyde gelişebilmesi için, göç ettiğimiz asıl vatan olan ruhlar âlemine geriye dönüş yolculuğunu gerçekleştirmek gerektiğini ve bunun için de nefsin saptırıcı telkinlerine aldanmadan sıdk ve ihlas ile istikamet üzere bir yaşam sürmek gerektiğini ortaya koymaktadır. Bu şekilde karakter yapısı oturmuş, hayatın zorlukları ve kaygıları karşısında doğru davranabilme kabiliyeti kazanmış, bireysel menfaatlerini kenara bırakarak umumun çıkarlarını öne çıkarabilen ve sonuç itibariyle evrensel değerler uğruna yaşam sürebilen bir kimlik yapısına sahip güvenilir bir insan tipi meydana gelir. İnsanlara ve hayata güvenin azaldığı ve bu nedenle de güvenlik güçlerinin gittikçe çoğaldığı günümüz dünyasında, beşeri ilişkileri güvenli bir şekilde sağlayabilmek için Hz. Mevlâna gibi şahsiyetlerin öğretilerinin yeniden güncellenmesinin hayati bir öneme sahip olduğunu söylemek gerekmektedir.
Kaynakça
AKDOĞAN, Ali, “Medeniyetlerin Oluşmasında Dinin Rolü ve İslam Medeniyeti”, , Dini Araştırmalar Dergisi, II/32 (Ankara 2008), s. 87-106.
APAK, Hıdır-Muhammet Cevat Acar, “Dindarlığın Bir Boyutu Olarak Maneviyat”, Din Bilimleri, Klasik Sorular-Güncel Tartışmalar içinde, (ed. M. Nesim Doru-Nadir Edelbi), Mardin Artuklu Üniversitesi Yayınları, Mardin 2018, s. 365-378.
ÇAĞRICI, Mustafa, “Haset”, DİA, XVI, İstanbul 1997, s. 378-380.
DAĞTAŞOĞLU, Ahmet Emre, “Müzik, Tasavvuf ve Felsefe Bağlamında Perde Kavramı”, Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, VI/11 (Edirne 2016), s. 69-94.
DEMİRAY ÖZSOY, Belkıs, “Kur’ân’ın Tarihi Kaynak Değeri”, Süleyman Demirel Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, XXXX, Adana 2018, s. 268-292.
GÜLER, Feyza, “Şeyh Üftâde’nin Tasavvuf Anlayışında Aslî Vatan Düşüncesi ve Kaynakları”, Bülent Ecevit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, IV/2 (Zonguldak 2017), s. 191-207.
HÖKELEKLİ, Hayati, “Din, Dindarlık ve Boyutları”, Din Psikolojisi içinde, (ed. Hayati Hakelekli), Anadolu Üniversitesi, Eskişehir 2010, s. 25-43.
Hucvirî, Ali b. Osman Cüllâbî, Keşfu’l-mahcûb, Hakikat Bilgisi, (çev. Süleyman Uludağ), Dergâh, İstanbul 1996.
Hucvîrî, Keşfu’l-Mahcûb Hakikat Bilgisi, (çev. Süleyman Uludağ), İstanbul 1996, s. 365-371.
IŞITAN, İbrahim, “Ehli Sünnet Kelam Mezheplerinin Sûfîlerin Keşf ve İlham Metodu Hakkındaki Görüşlerinin Kısa Bir Değerlendirilmesi, Eş’ariyye Örneği”, V. Uluslararası Şeyh Şa’ban-ı Velî Sempozyumu- Eş’arîlik Kastamonu 2018, s. 236-248.
IŞITAN, İbrahim, Sûfî Psikolojisi Yazıları 1: Sûfî Bilgi, Sûfî Tevhid, Sûfî Psikolojisi, Sûfî Yolculuk, Divan, İstanbul 2020.
IŞITAN, İbrahim, Sûfî Psikolojisi, Sülemi’ye Göre Sûfî Benlik Dönüşümü, (2. Baskı). İstanbul 2020. KARA, Mustafa, “Fenâ”, DİA, XII, İstanbul 1995, s. 333-335.
Kelâbâzî, Muhammed b. İbrahim, Ta‘arruf, Doğuş Devrinde Tasavvuf, (çev. Süleyman Uludağ), Dergâh, İstanbul 1992.
Kuşeyrî, Ebü’l-Kâsim Abdülkerîm, Kuşeyrî Risâlesi, (çev. Süleyman Uludağ), Dergâh, İstanbul 1991. Mevlâna, Mesnevi, (çev. Veled İzbudak), I, MEB Yayınları, İstanbul 1995.
ÖNGÖREN, Reşat, “Bir Bilgi Kaynağı Olarak Tasavvufta Keşfin Değeri”, İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, V (İstanbul 2002), s. 85-96.
ÖNGÖREN, Reşat, “Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî”, DİA, XXIX, İstanbul 2004, s. 441-448. ÖZBEK, Mehmet Ferhat, “Toplumsal Yaşamda Empati”, Akademik Bakış, S. 1 (2004), s. 1-16.
ÖZKÖSE, Kadir, “Zühd ve Sûfîlerin Zühde Yükledikleri Anlam (Tasavvufta Dünyevileşmeye Tepkisel Yaklaşım”, Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, VI/1 (Sivas 2002), s. 175-194.
SOYGÜT, Gonca-Alp Karaosmanoğlu-Zehra Çakır, “Erken Dönem Uyumsuz Şemaların Değerlendirilmesi: Young Şema Ölçeği Kısa Form-3’ün Psikometrik Özelliklerine İlişkin Bir İnceleme”, Türk Psikiyatri Dergisi, XX/1 (Ankara 2009), s. 75-84.
ULUDAĞ, Süleyman, “Gaflet”, DİA, XIII, İstanbul 1996, s. 283-284.
ULUDAĞ, Süleyman, “Halife” DİA, XV, İstanbul 1997, s. 299-300. ULUDAĞ, Süleyman, “Mücâhede”, DİA, XXXI, İstanbul 2006, s. 440-441.
ULUDAĞ, Süleyman, “Nûr”, DİA, XXXIII, İstanbul 2007, s. 244-245.
UYSAL, Enver, “Değerler Üzerine Bazı Düşünceler ve Bir Erdem Tasnifi Denemesi: İnsanî Erdemler– İslâmî Erdemler”, Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, XII/1 (Bursa 2003), s. 64-69.
YILMAZ, Hasan Kâmil, Nefis Terbiyesinde Açlık ve Az Yemek, Erkam Yayınları, İstanbul 1995.
* Doç. Dr., Selçuk Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi Temel İslam Bilimleri Tasavvuf, ibrahim.isitan@selçuk.edu.tr ORCİD: 0000-0003-2427-2476.
1 Genel olarak bakıldığında, İslam dini yaşam kurallarını her boyutuyla ortaya koyar ve bunların uygulamaya geçmesini ister. Bu çerçeveden bakıldığında Kuran-ı Kerim sık sık Allâh’ın hadlerinden yani sınır ve kurallarından bahseder ve bunların korunmasını zaman zaman emir ve zaman zaman da tavsiye eder. Örnek olarak şu âyeti zikredebiliriz: “…Bunlar Allah’ın koyduğu sınırlardır. Sakın bu sınırlara yaklaşmayın. İşte böylece Allah âyetlerini insanlara açıklar. Umulur ki korunurlar.” Bakara, 2/187.
2 Bu çerçeveden bakıldığında vahyin verdiği ilâhî bilgi objektif olarak bütün insanlık için gerekli değer yargılarını ortaya koyması bakımından önemlidir çünkü insanın ürettiği bilgi sınırlı, bölgesel ve çıkara dayalı olabilmekte ve dolayısıyla bütün insanlık için fayda sağlamayabilmektedir. Bu nedenle Kuran insanlık için objektif bilgiler vermekte ve insanlık tarihini doğru algılayabilmek, günümüz dünyasını değerlendirmek ve yönetmek için gerekli temel bilgileri ortaya koymaktadır. Bu konuda bilgi almak için örnek olarak bk. Belkıs Özsoy Demiray, “Kur’ân’ın Tarihi Kaynak Değeri”, Süleyman Demirel Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, XXXX (Adana 2018), s. 268-292.
3 İnsanların kurdukları medeniyetlerde inandıkları dinin doğrudan etkisi söz konusudur çünkü din insan düşüncesini derinden etkiler ve yönlendirir. Bu konuda bilgi almak için örnek olarak bk. Ali Akdoğan, “Medeniyetlerin Oluşmasında Dinin Rolü ve İslam Medeniyeti”, Dini Araştırmalar, II/32, Ankara 2008, s. 87-106.
4 Bu konuda bilgi almak için bk. Enver Uysal, “Değerler Üzerine Bazı Düşünceler ve Bir Erdem Tasnifi Denemesi: İnsanî Erdemler–İslâmî Erdemler”, Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, XII/1 (Bursa 2003), s. 64-69.
5 Bu çerçevede maneviyatın sunduğu dindarlık biçimi önem arz eder çünkü maneviyat dindarlığın dikey ve yatay boyutta derinleşmesine neden olur. Bu konuda bilgi almak için bk. Hıdır Apak-Muhammet Cevat Acar, “Dindarlığın Bir Boyutu Olarak Maneviyat”, Din Bilimleri, Klasik Sorular-Güncel Tartışmalar içinde, (ed. M. Nesim Doru-Nadir Edelbi), Mardin Artuklu Üniversitesi Yayınları, Mardin 2018, s. 365-378.
6 Bk. Hayati Hökelekli, “Din, Dindarlık ve Boyutları”, Din Psikolojisi içinde, (ed. Hayati Hakelekli), Anadolu Üniversitesi, Eskişehir 2010, s. 37-38.
7 Sûfî yaşam tarzının önerdiği söz konusu bu gelişime sûfî benlik dönüşü adı verilebilir. Bu konuda bilgi almak için bk. İbrahim Işıtan, Sûfî Psikolojisi, Sülemi’ye Göre Sûfî Benlik Dönüşümü, (Kısaltma: Sülemi’ye Göre Sûfî), İstanbul 2020, s. 64- 76.
8 Hz. Mevlâna’nın hayatı, eserleri ve düşünceleri hakkında birçok çalışma yapılmıştır. Kısaca hayatı, eserleri ve düşünceleri hakkında bilgi almak için bk. Reşat Öngören, “Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî”, DİA, İstanbul 2004, XXIX, s. 441-448.
9 Sûfî geleneğin ortaya koyduğu vahdet ve tevhid konusunda geniş bilgi almak için bk. Muhammed b. İbrahim el-Kelâbâzî, Ta‘arruf, Doğuş Devrinde Tasavvuf, (çev. Süleyman Uludağ), İstanbul 1992, s. 61-62; Ebü’l-Kâsim Abdülkerîm el- Kuşeyrî, Kuşeyrî Risâlesi, (çev. Süleyman Uludağ), İstanbul 1991, s. 473-479; İbrahim Işıtan, Sûfî Psikolojisi Yazıları 1: Sûfî Bilgi, Sûfî Tevhid, Sûfî Psikolojisi, Sûfî Yolculuk, İstanbul 2020/1, s. 85-139.
10 Mevlâna Celâleddîn-i Rûmî, Mesnevi, I, (çev. Veled İzbudak), İstanbul 1995, s. 55.
11 Mevlâna, Mesnevi, s. 54.
12 Hz. Mevlâna bu konuda ayrıca şöyle der: “Gerçi mâna, bu suretten zâhir olmaktadır ama bir cihetten mânaya yakındır, bir bakımdan mânaya uzak! Delâlet hususunda mâna ile suret, su ile ağaç gibidir. Mahiyetlerine bakarsan birbirlerinden tamamı ile uzaktırlar.” Mevlâna, Mesnevi, s. 212).
13 Mevlâna, Mesnevi, s. 54.
14 Tasavvuf literatüründe îsâr konusunda bilgi almak için bk. Ali b. Osman Cüllâbî el- Hucvirî, Keşfu’l-mahcûb, Hakikat Bilgisi, (çev. Süleyman Uludağ), İstanbul 1996, s. 301-307.
15 Mevlâna, Mesnevi, s. 245-246.
16 Mevlâna, Mesnevi, s. 40-41.
17 Mevlâna, Mesnevi, s. 26-27.
18 Perde kavramının boyutları konusunda bilgi almak için bk. Ahmet Emre Dağtaşoğlu, Müzik, Tasavvuf ve Felsefe Bağlamında Perde Kavramı, Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, VI/11 (Edirne 2016), s. 75-81.
19 Mevlâna, Mesnevi, s. 92.
20 Seyrü sülûk/manevi yolculuk konusunda geniş bilgiler almak için bk. İbrahim Işıtan, Sûfî Psikolojisi Yazıları 1: Sûfî Bilgi, Sûfî Tevhid, Sûfî Psikolojisi, Sûfî Yolculuk, İstanbul 2020, s. 187-271.
21 Mevlâna, Mesnevi, s. 43.
22 Nefsin arzu ve isteklerine karşı tavır alma tutumu konusunda bilgi almak için bk. Işıtan, Sülemi’ye Göre Sûfî, s. 133-136.
23 Mevlâna, Mesnevi, s. 42.
24 Sûfî literatürde Vatan-ı aslî anlayışı konusunda bilgi almak için bk. Feyza Güler, Şeyh Üftâde’nin Tasavvuf Anlayışında Aslî Vatan Düşüncesi ve Kaynakları, Bülent Ecevit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi IV/2 (Zonguldak 2017), s. 191- 207.
25 Mevlâna, Mesnevi, s. 79.
26 Tasavvuf literatüründe gaflet kavramı konusunda bilgi almak için bk. Süleyman Uludağ, “Gaflet”, DİA, XIII, İstanbul 1996, s. 283-284.
27 Mevlâna, Mesnevi, s. 79-80.
28 Sûfî tutum ve davranışlar konusunda geniş bilgiler almak için bk. Işıtan, Sülemi’ye Göre Sûfî, s. 126-172.
29 Mevlâna, Mesnevi, s. 111-112.
30 Sûfî literatürde nûr anlayışı konusunda bilgi almak için bk. Süleyman Uludağ, “Nûr”, DİA, XXXIII, İstanbul 2007, s. 244- 245.
31 Mevlâna, Mesnevi, s. 113-114.
32 Nefsin terbiyesi konusunda bilgi almak için örnek olarak bk. Hasan Kâmil Yılmaz, Nefis Terbiyesinde Açlık ve Az Yemek, İstanbul 1994.
33 Mevlâna, Mesnevi, s. 110.
34 Mevlâna, Mesnevi, s. 111.
35 Sûfî literatürde mücâhede kavramı konusunda bilgi almak için bk. Süleyman Uludağ, “Mücâhede”, DİA, XXXI, İstanbul 2006, s. 440-441.
36 Sûfîler “Kötü duygularını/hevâsını kendisine tanrı edinen kimseyi gördün mü?” (Furkân, 25/43) âyetini delil gösterip kişinin kendi arzularına tapınma probleminden bahsederek gizli şirk konusunun tehlikesinden bahsetmişlerdir.
37 Mevlâna, Mesnevi, s. 61-62.
38 Mevlâna, Mesnevi, s. 241.
39 Tasavvuf ilminin hilafet anlayışı konusunda bilgi almak için bk. Süleyman Uludağ, “Halife”, DİA, XV, İstanbul 1997, s. 299-300.
40 Mevlâna, Mesnevi, s. 89.
41 Sûfîlerin ilham anlayışı konusundaki görüşleri hakkında bilgi almak için bk. Reşat Öngören, “Bir Bilgi Kaynağı Olarak Tasavvufta Keşfin Değeri”, İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, V (İstanbul 2002), s. 85-96; İbrahim Işıtan, “Ehli Sünnet Kelam Mezheplerinin Sûfîlerin Keşf ve İlham Metodu Hakkındaki Görüşlerinin Kısa Bir Değerlendirilmesi, Eş’ariyye Örneği”, V. Uluslararası Şeyh Şa’ban-ı Velî Sempozyumu-Eş’arîlik Kastamonu 2018, s. 236-248.
42 Mevlâna, Mesnevi, s. 274.
43 Sûfîlerin zühd anlayışı hakkında bilgi almak için örnek olarak bk. Kadir Özköse, “Zühd ve Sûfîlerin Zühde Yükledikleri Anlam (Tasavvufta Dünyevileşmeye Tepkisel Yaklaşım)”, Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, VI/1 (Sivas 2002), s. 175-194.
44 Mevlâna, Mesnevi, s. 38.
45 Mevlâna, Mesnevi, s. 139.
46 Tasavvuf literatüründe tevazu kavramı konusunda bilgi almak için bk. bk. Kelâbâzî, aynı eser, s. 146-147.
47 Mevlâna, Mesnevi, s. 257-258.
48 Hz. Mevlâna’nın anlattığı şu hikâye de kibir konusunda açıklayıcı mahiyettedir: “Bir nahiv âlimi, gemiye binmişti. O kendini beğenmiş âlim, yüzünü gemiciye dönüp, ‘Sen hiç nahiv okudun mu?’ demişti. Gemici ‘hayır’ deyince demişti ki : ‘Yarı ömrün hiçe gitti.’ Gemici bu söze kızdı, gönlü kırıldı. Fakat susup derhal cevap vermedi. Derken rüzgâr gemiyi bir girdaba düşürdü. Gemici, o nahiv âlimine bağırdı: ‘Yüzmeyi bilir misin, söyle!’ Nahivci ‘Bilmem bende yüzgeçlik arama’ deyince ‘Nahiv âlimi, bütün ömrün hiçe gitti. Çünkü gemi bu girdapta batacak. İyi bil burada mahiv bilgisi lâzım, nahiv bilgisi değil. Eğer mahiv bilgisini biliyorsan tehlikesizce denize dal! Deniz suyu, ölüyü başında taşır. Fakat denize düşen adam diri olursa nerede kurtulacak? Sen de eğer beşeriyet vasıflarından öldünse hakikat sırları denizi, seni başının üstüne kor. Ey âlim, sen halka eşek diyorsun ama simdi sen, eşek gibi buz üstünde kalakaldın. İstersen dünyada zamanın allâmesi ol, hele şimdicik dünyanın yokluğunu da gör, zamanın yokluğunu da!’ dedi. Nahivciyi, size yok olma nahvini öğretmek için hikâye arasında hikâye ettik. Fıkhı bilmeyi de yok olmada bulursun, nahvi tahsil etmeyi de, sarftaki değişiklikleri de, ey yüce sevgilim! O su testisi bizim bilgilerimizdi; halife de Allah bilgisinin Diclesi. Biz dolu testileri Dicle’ye götürüyoruz. Böyle olduğu halde eşek olduğumuzu bilmezsek hakikaten eşeğiz!” Mevlâna, Mesnevi, s. 228-229.
49 Samimiyet ve dürüstlük tasavvuf literatüründe ihlas ve sıdk kavramlarıyla ifade edilmektedir. İhlas ve sıdk konularında bilgi almak için bk. Kuşeyrî, aynıeser, s. 352-360.
50 Mevlâna, Mesnevi, s. 320.
51 Mevlâna, Mesnevi, s. 105.
52 Sûfîler hasedi manevî bir hastalık olarak kabul ederler ve tedavisi için de paylaşma, başkalarını kendine tercih etme ve şefkat gösterme gibi manevî değerleri önerirler bk. Işıtan, Sülemi’ye Göre Sûfî, s. 257-258; Mustafa Çağrıcı, “Haset”, DİA, XVI, İstanbul 1997, s. 378-380.
53 Mevlâna, Mesnevi, s. 34-35.
54 Sûfîlerin cömertlik konusundaki görüşleri için örnek olarak bk. Işıtan, Sülemi’ye Göre Sûfî, s. 149-153.
55 Mevlâna, Mesnevi, s. 162-163.
56 Bk. Işıtan, Sülemi’ye Göre Sûfî, s. 136-139.
57 Mevlâna, Mesnevi, s. 119-120.
58 Mevlâna, Mesnevi, s. 106.
59 Empati konusunda bilgi almak için örnek olarak bk. Mehmet Ferhat Özbek, “Toplumsal Yaşamda Empati” Akademik Bakış, S. 1 (2004), s. 1-16.
60 Mevlâna, Mesnevi, s. 1.
61 Psikoloji biliminde yapılan araştırmalar, çocukluk yıllarında çevreye uyum sağlamak için işlevsel olan şemaların daha sonraki dönemlerde kalıp yargılar haline dönüşebildikleri için uyum bozucu hale gelebildiklerini ortaya koymaktadır. Bu konuda bilgi almak için örnek olarak bk. Gonca Soygüt-Alp Karaosmanoğlu-Zehra Çakır, “Erken Dönem Uyumsuz Şemaların Değerlendirilmesi: Young Şema Ölçeği Kısa Form-3’ün Psikometrik Özelliklerine İlişkin Bir İnceleme”, Türk Psikiyatri Dergisi, XX/1 (Ankara 2009), s. 75-84.
62 Mevlâna, Mesnevi, s. 1.
63 Mevlâna, Mesnevi, s. 2.
64 “Toprak beden, asktan göklere çıktı; dağ oynamaya başladı, çevikleşti. Ey âşık! Aşk; Tûr’un canı oldu. Tûr sarhoş, Mûsa da düşüp bayılmış! Zamanımı beraber geçirdiğim arkadaşımın dudağına eş olsaydım (sırlarına tahammül edecek bir hemdem bulsaydım) ney gibi ben de söylenecek şeyleri söylerdim. Dildeşinden ayrı düşen, yüz türlü nağmesi olsa bile dilsizdir. Gül solup mevsim geçince artık bülbülden maceralar işitemezsin.” (Mevlâna, Mesnevi, s. 2-3). Bu beyitlerde Hz. Mevlâna insanların birbirleriyle konuşabilmeleri için aynı duygu ve düşüncelere sahip olmaları gerektiğini vurgulamaktadır. Farklı algı ve değerlendirmeleri olan insanların ilişkilerini derinleştirmeleri ve kalplerinde var olan hakikatleri birbirlerine aktarmaları mümkün değildir.
65 Mevlâna, Mesnevi, s. 97-98.
66 Mevlâna, Mesnevi, s. 45.
67 Tasavvuf literatüründe fenâ kavramı konusunda bilgi almak için bk. Kelabâzî, aynı eser, s. 182-192; Kuşeyrî aynı eser, s. 196-198; Hucvîrî, Keşfu’l-Mahcûb Hakikat Bilgisi, (çev. Süleyman Uludağ), İstanbul 1996, s. 365-371; Mustafa Kara, “Fenâ”, DİA, XII, İstanbul 1995, s. 333-335.
68 Mevlâna, Mesnevi, s. 144.
hz-mevlana-dusuncesinde-manevi-gelisimin-beseri-iliskilere-pozitif-katkisi.pdf