Hz. Dâvûd’un Kademi Üzere Bir Velî: Hz. Mevlânâ – Ethem Cebecioğlu

A+
A-

Hz. Dâvûd”un Kademi Üzere Bir Velî: Hz. Mevlânâ

Ethem Cebecioğlu

Hz. Mevlânâ, yedi yaşında çocukken Belh”ten babasıyla Anadolu”ya hicret yolundadır. Babası Sultanu”l-Ulemâ Bahâeddin Veled, bu uzun yolculukta, ulemâ, evliyâ ve sulehâ meşheri, o dönemin önemli merkezlerinden Şam-ı Şerif”e uğrak verir ve burada bir süre kalır. Bu süre içinde, orada ikâmet etmekte olan Muhyiddîn-i Arabî Hazretleriyle (ö. 1240) buluşur ve onunla görüşür. İnsan kimyasını çözümlemiş o büyük Allah dostu Muhyiddîn-i Arabî, Celâleddîn ve babası Sultanu”l-Ulemâ”yı görünce:

“– Sübhanallah, bir umman bir ırmağın peşinde yürüyor!” der. Sonra küçük Celâleddîn”deki velâyet-i kübra istidâdını yek nazarla keşfeden Muhyiddîn-i Arabî Hazretleri, konuşmaya devamla, şu açıklamayı yapar:

“Bu çocuk (yani Mevlânâ), ileride çok büyük bir velî olacak inşallah…Ve Hz. Dâvûd (a.s)”un kademi üzere bulunacaktır!”

Bu anekdotu, ünlü Mevlânâ hayranı, Nakşî ulularından Molla Cami Hazretleri, Nefehatü”l-Üns”ünde kaydeder.

Bu yazımızda, Hz. Dâvûd (a.s.)”un kademi üzere olan Mevlânâ”yı ele almak istiyoruz.

Kadem, malum olduğu üzere; ayak mânâsına gelen Arapça bir kelimedir. Tasavvufta meşreb ve makâmı ifade eder. Meselâ Yunus Emre Hazretleri Hz. Yusuf (a.s.)”un kademi üzeredir denilince, O büyük Hak dostunun o Peygamberin meşrebinden olduğu ve O”nun makamından manevî irs ile nasîbdâr bulunduğu anlaşılır.

Tasavvufta bir kural olarak her velî, genelde Hz. Peygamber”in özelde de bir nebînin kademi üzeredir. Hepsi, Hz. Muhammed (s.a.v)”den mânevî verâsete ermiş olmakla birlikte, meşreb ve makâm olarak bir nebînin nübüvvet ışığından da feyz alır.

Muhyiddîn-i Arabî Hazretleri, Fususu”l-Hikem”inde her Peygamberin kendine has özelliklerini, bir uzman ve insan sarrafı ehliyetiyle ortaya koyarak, genel mânâda bir insan-ı kâmil profili çizmiştir.

Acaba, Hz. Dâvûd (a.s.)”ın kademi üzere olan Hz. Mevlânâ, bu pencereden nasıl gözükür? Evet, Hz. Mevlânâ”nın makâm ve meşreb olarak Hz. Dâvûd (a.s.)”la benzeşen ayak izleri nasıldır acaba? Şimdi bu hususu anlamaya çalışalım.

1. Hz. Dâvûd (a.s.)”ın yaptığı duâlar ve nîyazlarda mizmar kullandığı kaydedilir. Mizmar, bilindiği gibi “Ney” veya ona çok benzeyen bir müzik enstrümanıdır. Aralarındaki fark ney”in 7 delikli, mizmar”ın ise 7 veya 9 delikli oluşudur. Bugün Paris Louvre Müzesinde “İnsanlık Tarihi” ile ilgili kalıntılar teşhir edilirken, onlar arasında dünyada bilinen en eski müzik âleti olarak MÖ. 5000 senesine ait ney”e benzer nefesli bir çalgı âleti yer almaktadır. Yani yeryüzündeki en eski müzik enstrümanlarından biri de, “Ney””dir.

Zebur, ahkâm kitabı olmaktan çok bir ilahî, duâ, nîyaz ve münacatlar mecmuâsıdır. Ve Hz. Dâvûd”un dağları, taşları, kuşları ve vahşi hayvanları istiğrak haline sokan terennümünde, mânen destekleyici kıvılcımlandırıcı bir enstrüman olarak mizmar”ı yani ney”i kullandığı çeşitli kaynaklarda zikredilir.

Bunun tam mahiyeti belli olmamakla birlikte Hz. Dâvûd”un mizmarla bir bağlantısı bulunduğu muhakkaktır. Selâhaddin-i Zerkub”un kuyumcu dükkanından geçerken, altın döven çekiçlerdeki ezelî ritmi yakalayan Mevlânâ, o esnada manevî bir sıçrama yapıp ruhanî bir girdabda boğularak semaa başlar.

Hz. Mevlânâ”yı istiğraka boğan çekicin kozmik ritminin Allah deyişi herkesin hissedemeyeceği, duyamayacağı harfsiz, harekesiz ve sessiz ilâhî lafızlardır. Bu sırrî lafızları duymak, ancak erbabına ait bir keyfiyettir. Yunus Emre”nin “Sarı Çiçek”le sohbet etmesi, bu kabildendir.

Hz. Dâvûd”un mizmarındaki ateşlendirici, ulvîliklere sıçratıcı özellik, Hz. Mevlânâ”nın mizmarı olan ney-i şerifte de mevcuddur:

Ney”in sadâsı âteş oldu

Onu boş bir nağme sanma!

Kimde bu ateş yoksa,

Yazıklar olsun ona…..

Avcılar ney üfleyince, pınar başındaki ceylanlar duraksayıp onun sesiyle hareketsiz kalır. Onun yakıcı nağmelerini gözyaşı dökerek dinleyen ceylanlar, o sırada avcıların okuna kurban olurlar.

Hz. Dâvûd”un kuşları, vahşi hayvanları istiğraka sürükleyen sesi ve mizmarı da aynı ilâhî tesirler değil de nedir ki!…

Nakşbendîlikteki; “Bizde ney yoktur, fakat inkâr da etmeyiz” sözü Hz. Mevlânâ”nın, bir velî olarak ney konusundaki ictihadına saygıyı ifade eden bir keyfiyettir.

Hz. Mevlânâ”nın vefatını müteakip, devrin Sultanının talebi üzerine “Ney” meselesi tartışılmış, Kadı Siracüddin ve Sadreddîn-i Konevî gibi zirve isimlerin yaptıkları fikir teatisinden sonra; “Her Peygamberin kendine göre bir sünneti olduğu gibi, her velînin de kendine özel bir sünneti (ictihâdı) bir sünneti olduğu” sonucuna varılmıştır.

Yani şunu söylemek isteriz ki Hz. Dâvûd”un kademi üzere olan Hz. Mevlânâ da, aynen kademi üzere olduğu nebî gibi, yeri göğü, gönülleri, arşı ihtizâza getiren Ney-i Şerîfi, ilâhî bir insiyakla vuslata açılan bir kapı olarak benimsemiştir.

Muhyiddîn-i Arabî Hazretlerinin yaptığı teşhis, dirâyet ve liyakat da bir yönüyle bu şekilde ortaya çıkmıştır. Şimdi konumuzun bir başka yönünü görelim.

2. Hz. Dâvûd (a.s) tek başına bir orduyu yenmiştir.

Yahudiler Şam ve Mısır arasında yaşayan Amalika kavminin saldırısıyla, Kudüs”ü terk edip Ninova”ya (Musul”a) hicret ettiler. Çocukları, esir düşmüş; mal ve mülklerini kaybetmişler, Tabut da ellerinden çıkmıştı. Uzun yıllar bu sürgünde kalınca; başlarındaki Şimoil adlı peygamberden Kudüs”ü geri alabilecek bir hükümdar istediler. Allah da onlara Tâlût”u kral olarak seçti. Yahudiler onu önce kabullenmek istemediler; zira Tâlût fakirdi. Ama ilmi ve bedeni güçlüydü. Allah”ın teyidi ile Kudüs”teki Tabut”u taşıyan melekler onu getirip Tâlût”un evinin önüne koyunca, Yahudiler onun krallığını kabul etmek zorunda kaldılar.

Tâlût 80.000 kişiyle Kudüs”e yola çıktı. Az su içmekle kalite sınavından geçirilmesi sonucu, ordunun sayısı 4.000″e düştü. Nehri geçip Amalika ordusunu görünce bunların da çoğu firar etti ve geriye 313 kişi yani Bedir ashabı kadar asker kaldı.

İki ordu karşı karşıya gelince, savaş öncesi yapılan mübarezede 12 yaşındaki Dâvûd, Câlût”un karşısına çıktı. Hz. Dâvûd bir tek sapan taşıyla kendisinin en az bir kaç misli cesametteki Câlût”u alnından vurdu ve öldürdü. (Bkz. Bakara/246-251)

Onun öldürülüşü, Câlût”un ordusunun darmadağın olmasına yol açtı. Daha önce bir kahine, Câlût”un öldürüleceği bir savaşta ordusunun hezimete uğrayacağını haber vermesi, öteden beri Amalika”lıların vukuunu beklediği bir husustu. Ve bu yüzden Câlût”un ölüşünü gören Amalikalılar, çil yavrusu gibi dağıldılar. Yani Hz. Dâvûd”un, bu olayda tek başına bir orduyu dize getirmesi söz konusudur.

Kaderin tevâfukî bir cilvesi olarak, Hz. Mevlânâ da kademi üzere olduğu Hz. Dâvûd”un yaşadığı olayı farklı bir senaryo ile aynen yaşamıştır.

Şimdi bu tevâfukî olayı sadeleştirerek bir Mevlevî kaynağından izleyelim:

Rivâyet olunur ki, o dönemde bütün Anadolu”yu yakıp yıkan Baycu Noyan”ın askerleri, bir keresinde Konya”yı kuşatmıştı. Şehrin ahalisi, üzgün ve çâresizdi. Hazret-i Mevlânâ”dan çâre sordular. O da bir çâre olarak kalktı şehirden çıktı ve Baycu Noyan”ın otağının kurulduğu tepenin üstüne çıkarak namaza durdu.1Askerleri bu durumu Baycu”ya haber verdiler; “Öylesine heybetli ki heybetinden kimse yanına yaklaşamadı.” dediler. Baycu bunun üzerine; “Üstüne ok yağdırın!” diye emretti. Kimse kolunu kaldırıp da ok atamadı. Durum böyle olunca Baycu, atlara binip üzerine hücum etmelerini emretti. Fakat atların ayağı yere battı, kımıldayamaz hale geldi. Sonunda bizzat Baycu, Hazret-i Mevlânâ”nın üzerine üç defa ok attı. Fakat attığı okların hepsi hemen önüne düştü. Bu olay karşısında daha da öfkelenen Baycu, kendisine at getirmelerini emretti. Getirilen ata bindi, fakat atının ayağı tutulup yüzüstü yere yuvarlandı.

Bu durumu gören şehir halkı topluca “Allahu ekber, Allahu ekber!” diye tekbir getirdiler. Baycu: “Bu er, korunmuştur. Allah tarafından desteklenmiştir, bundan sakınmak lazımdır!” diye acizliğini ve karşısındaki kişinin kim olduğunu anladı. Mevlânâ”nın hürmetine şehri bağışladı. Cenkten vazgeçti. Yalnız, yaptığı yeminin yerine gelmesi için Konya kalesinin bir tarafını yıkıp oraya arpa ektiler. Mevlânâ da bu işe muvafakat etti. Ve Mevlânâ dedi ki:

-“Bu kalenin ayakta durması, taş ve toprakla değil, Allah erlerinin himmetiyledir. Bu diyarın kalesi, burcu bizimdir. Çünkü Allah tarafından buraya sahip çıkmak, bize emredilmiştir. Bizim rızamız olmadan Konya alınamaz!”

Hz. Dâvûd”un ve onun kademi üzerinde olan Hz. Mevlânâ”nın tek başlarına bir orduyu yenmeleri, kader-i İlâhî”nin hikemiyyat dolu tevâfuklarındandır.

3. Nazm etkisi: Hz. Dâvûd dağları taşları, kuşları, vahşi hayvanları tamamen şiir tarzında inzal olmuş Zebur”u dâvûdî sesiyle terennüm ederek vecde boğmuştur. Hz. Mevlânâ”nın da içindeki ilâhî aşkı şiirle, yani nazm yoluyla terennüm edip asırlarca her dinden insanı istiğraka getirmesi yine aynı tevâfukun cilvelerindendir. Mevlânâ”nın eserleri, gayr-ı Müslüman dünyada, zamanları aşarak hemen her gönülde ilâhî bir yankılanışa neden olmaktadır. Yani şiir halinde nazil olan Zebur okundukça tesir ettiği gibi, Hz. Mevlânâ”nın şiirleri de kalblere hidâyet sıcaklığını yaymaya devam etmekte ve her sene çok sayıda gayr-i Müslimin, Müslüman olmakta olduğu gerçeği üzerinde çok tefekküre muhtaç bir husustur.

Zebur”da ilahî aşk; Allah”a sesleniş, dua, niyaz bir vahiy mahsulü halinde nazm olarak nasıl ifade edildiyse, bir ilham mahsulü olarak aynı hususlar Mesnevî ve Divan-ı Kebir”de dile getirilmiştir. Nitekim bu babda Molla Cami Hazretleri, Hz. Mevlânâ için şu tespiti yapar:

Peygamber nîst velî kitâb dâred

“O bir peygamber değil; ama O”nun kitabı var”

Sonuç olarak Hz. Mevlânâ, kademi üzere olduğu Hz. Dâvûd”daki şiirle münacata benzer tarzda Allah”a yönelmiş ve O”na niyaz etmiştir.

4. Hz. Dâvûd, Kral Tâlût”un damadı idi. O ölünce yerine kral oldu. Hz. Dâvûd”da ki meliklik vasfı, dünyevî manada Hz. Mevlânâ”da yoktu, ama babası alimlerin sultanı, Hz. Peygamber tarafından verilmiş Sultanu”l-Ulemâ ünvanıyla şöhret bulmuştu. Yani mana sultanıydı. Ama, Eflakî”ye göre; annesi Harizmşahlar hanedanından Alaaddin Muhammed Harizmşah”ın kızıdır.

Hz. Mevlânâ”nın maddî sultanlıkla bir bağlantısı da annesi Mü”mine Hatun”un dedesi vasıtasıyladır. Hz. Mevlânâ”nın dedeleri Horasan”da bir bölgede sultanlık yapmıştı. Sultanu”l-Ulemâ”nın gittiği bölgelerde sultanlar tarafından kabul görüşünün ilk sebebi, manevî makamından, ikinci sebebi de kendinin ve eşinin sultan soyundan olmasındandır.

Hz. Mevlânâ”nın bu yönüyle Hz.Dâvûd”a nisbi de olsa tevâfukî bir benzeyişi vardır.

5. Allah, Hz. Dâvûd”a mülk ve hikmet verdi. İlimlerden dilediğini de öğretti (Bakara/251). Hz. Mevlânâ da yaklaşık 30 yaşına kadar zâhirî ilimleri Karaman, Konya, Haleb ve Şam gibi merkezlerde tahsil etti ve yetişti. İlmin hikmete dönüşmesi için takva ve aşk yolu olan tasavvufî eğitime ihtiyaç vardır. Hz. Mevlânâ Burhaneddin Muhakkık-ı Tırmizî ve Şems-i Tebrizî gibi tasavvuf büyüklerinin rehberliğinde benliğinin müteâl dönüşümünü sağladı ve ilmini irfana dönüştürdü yani hikmet sıçrayışına mazhar oldu. Kademi üzere olduğu Hz. Dâvûd gibi ilim ve hikmet ile donandı. Mecalis-i Sebâ, Divan, Mesnevî ve Fîhi Mâ Fîh”de bu hikmetleri meleklerin terennümündeki güçlü bir tesirle açığa çıkardı:

Sonuç olarak diyebiliriz ki,

Hz. Dâvûd”un kademi üzere olan Hz. Mevlânâ da;

1. Mizmar/Ney ilişkisi,

2. Tekbaşına bir orduyu yenecek manevî güçte olmaları,

3. Nazm uslûbunun kullanımı,

4. Sultanlıkla olan bağlantı,

5. İlim ve hikmet yönleri ile ortaya çıkan tevâfuklar üzerinde düşününce gerek Şeyh-i Ekber Muhyiddîn-i Arabî Hazretlerinin ve gerekse Hz. Mevlânâ”nın önünde saygı ile eğilip rahmetle anmaktan kendimi alamıyorum efendim.

Dipnot: 1) “Ey inananlar sabretmek ve namaz kılmak suretiyle Allah”tan yardım isteyiniz. Allah muhakkak sabredenlerle beraberdir.” Bakara/ 153.