Hüseyin Azmî Dede ve Beyânü’l-Makāsıd Adlı Risâlesi
Hüseyin Azmî Dede ve Beyânü’l-Makāsıd Adlı Risâlesi
Sâfi ARPAGUŞ
Özet
Bu makalede Gelibolu ve Kahire Mevlevîhâneleri şeyhi Hüseyin Azmî Dede’ye âit Beyânü’l-Makāsıd isimli yazma risâle ele alınacaktır. Müellifin hayatı ve eserleri hakkında bilgi verdikten sonra bu risâlenin günümüz diline aktarımı yapılacaktır. Beyânü’l-Makâsıd da tasavvufî anlayışta usûl ve usûl belirlemenin şartlar ı, geçmişten günümüze âdâb ve erkâna yönelik esaslar ele alınıp tartışılmaktadır. Eser, XX. yüzyılda Mevlevîliğin tasavvufî hayat ve düşünce bakımından ne noktada olduğunu yansıtması ve ortaya koyması açısından önemlidir. Ayr ıca eserde, Mevlevîliğin 1925’ten hemen önce denilebilecek bir zaman dilimindeki durumunu ve müellifin tasavvufî düşünce ve metodolojik tartışmalara yönelik fikir ve tespitleri ile bazı problemlerin çözümüne dâir önermiş olduğu çözüm yollarından bahsedilmektedir.
Anahtar Kelimeler: Hüseyin Azmî Dede, Beyânü’l-Makāsıd, Mevlevîlik, Mevlevîhâneler, âdâb ve erkân.
Giriş
Bu makalede araştırmalarımız neticesinde Gelibolu ve Kahire Mevlevîhâneleri şeyhi Hüseyin Azmî Dede’ye âit olduğunu düşündüğümüz “Beyânü’l-makāsıd”1 adlı yazma risâle ele alınacaktır. Mevlevî tarîkatı içinde önemli bir yeri olan ve Gelibolu ve Kahire mevlevîhânelerinde de uzun yıllar şeyhlik yapmış olan müellifin bu risâlesinde usûl ve usûl belirlemenin şartları ve temelleri ele alınmaktadır. Bu çalışmada müellifin hayâtı, eserleri, çevresi, şâirliği ve mûsikîşinaslığı üzerinde durulacak, müellif detaylı şekilde tanıtılmaya çalışılacaktır. Daha sonra da müellifini tespit ettiğimiz bu eserin günümüz yazı ve imlâsına aktarımı yapılacaktır.
Eser, tasavvuf metodolojisi ve Mevlevîliğin kurumsal planda işleyişi ile tasavvufî metodlarla yapılan insan eğitimini ele almakta, 1925’te tekke ve zâviyelerin kapatılmasıyla tarihteki yerini almış bulunan Mevlevîliğin o tarihlerden hemen önce denilebilecek bir zamân diliminde, içinde bulunduğu duruma ışık tutmaktadır. Bu kurumun içerisinden bir müellifin âdâb ve usûle yönelik fikirleri ve görülen bazı problemlerin çözümüne dâir önermiş olduğu çözüm yollarından bahseden eser gerek tasavvuf tarihi ve gerekse Mevlevîlik geleneği açısından son derece önemlidir.
Hüseyin Azmî Dede (1815-1893)
Gelibolu ve Mısır (Kahire) Mevlevîhâneleri Şeyhi
XIX. yüzyılın son yarısında yetişen Hüseyin Azmî Dede, Gelibolu Mevlevîhânesi şeyhi İzzet Dede’nin oğlu, Galata Mevlevîhânesi son şeyhi olan Ahmed Celâleddin Dede’nin babasıdır.2 Sadettin Nüzhet Ergun’un ifâdesine göre Ahmed Celâleddin Dede babası hakkında şu bilgileri vermektedir:
“Şeyh Seyyid Hüseyin Azmî Efendi Gelibolu’da Şeyh Ali İzzet Dede Efen-di’nin oğlu olarak 1815 (h.1231) senesinde doğmuştur. 1824 (h.1240) yılında babasının vefatıyla dokuz yaşında iken Gelibolu Mevlevîhânesine post-nişîn olmuştur. Sultan Mahmûd ve Sultan Abdülmecid, ikişer defa Gelibolu’ya seyahat etmiş ve mevlevîhânede misâfir olmuşlardır. Her defasında Dergâh-ı Şerîf’i ziyâret etmişler ve Şeyh Hüseyin Azmî Dede’ye iltifât ve bir çok ihsanlarda bulunmuşlardır. Gelibolu Mevlevîhânesi, Sultan Abdülmecid Hân tarafından mükemmel bir şekilde tâmir edilmiştir. Cümle kapısı, iç kapılar, semâhâne ve türbe kapılarının üstlerinde yazılmış tuğrâ, kasîde ve tarihler Hüseyin Azmî Dede’ye âittir. Kırk bir sene Gelibolu Mevlevîhânesinde, sâlikânın sülûkü ve müridlerin terbiyesiyle ilgilendikten sonra 1865 (h.1281) de hacca niyetle Mısır’a gitmiş, Hidiv İsmâil Paşa kendisini bütün maiyetiyle beraber misafir edip ağırlamıştır. Hicâz’dan dönüşte evvelden vâkî olan dâvet neticesinde tekrar Mısır’a dönmüş, Hidiv tarafından kendisine maaş verilip ihtiyaçları karşılanarak ikâmeti sağlanmıştır. Daha sonra 1870 (h.1287) tarihinde selefi Şeyh İbrâhim Efendi’nin vefâtı üzerine Kahire Mevlevîhânesine şeyh tâyin edilmiştir. Bu tarihten itibâren vefatına kadar burada yirmi dört yıl şeyhlik yapan Hüseyin Azmî Dede 1893 (h.1311) yılında rahatsızlanmış, hava değişimi için önce Rodos’a gitmiş, oradan da Beyrut’ta mektupçu olarak bulunan damâdı Abdullah Necîb ve kızı tarafından vâki olan dâvetle Beyrut’a geçmiş ve orada kendisine ârız olan hastalıklardan kurtulamayarak seksen yaşında orada vefat etmiştir.3
Ahmed Celâleddin Dede babasının hayatının bütün safha ve detaylarıyla üstün vasıflarını ifâde için kaleme aldığı oldukça uzun mazûmesinin sonunda onun vefâtı için şu tarihi düşmüştür:
“Böyledir şart-ı fart-ı hubb ü velâ
Budur elbette de’b-i sıdk u vefâ
Rihletinde Celâl târîhin
Der iken pür-melâl târîhin
Çıktı bir hâtif etti böyle nidâ “Eyledi Şeyh Azmî azm-i bekā” (1311)
Mısır Mevlevîhânesi’ndeki yerine oğlu Mehmed Efendi geçmiştir. Küçük oğlu Ahmed Efendi (Ahmed Celâleddin Dede) de Üsküdar Mevlevîhânesi mesnevîhânlığına getirilmiştir.
Hüseyin Azmî Dede’den önce Mısır ve Gelibolu Mevlevîhâneleri zâviye iken onun zamânında âsitâne olmuşlardır. Küçük yaşta posta geçtiği için her iki dergahtaki meşîhat müddeti neredeyse ömrü boyuncadır ki, bu da bir şeyh için ender vâki olacak bir husustur ve onun kemâline işâret kabul edilmektedir. Hüseyin Azmî Dede, devrinin âlim şahsiyetlerindendir. Bazı şiir ve risâleler kaleme almış, mûsikî ile iştiğâl etmiş, bir ilim ve irfan adamıdır. İstanbula geldiği zamânlarda İsmâil Dede Efendi’den başta naat, mi‘râciye ve âyinler olmak üzere mûsikî meşk ettiği bilinmektedir. Ahmed Celâleddin Dede, babası Hüseyin Azmî Dede ile İsmâil Dede Efendi’nin bu meşk ilişkisini de ortaya koyan şu nakli yapar:
“Dede Efendi’ye mutrıptaki canlar ‘Bugün hangi makamdan âyin okuyacağız?’ diye sormaktan çekinirlermiş. O na’t-i şerîfi hangi makamdan okursa onlar da o makamdan âyine başlanacağını anlarlarmış.”4 Azmî Dede daha sonra özellikle bu âyinleri İstanbul, Gelibolu ve Kahire’de bir çok kimseye meşk ederek Mevlevî âyinlerinin yaygınlaşmasına da katkıda bulunmuştur. Kendisinin zamânının önde gelen naathan ve âyinhanlarından olduğu ve ney üflemekteki mahâreti dikkat çekmektedir. Özellikle Kahire Mevlevîhânesi şeyhlerinden Nakşî Dede’nin Edirne seyahatinden dönüşünde uğradığı Gelibolu’da yeni bestelediği ve ilk defa Kahire Mevlevîhânesi’nde okunan Şedarâban âyini burada da meşkettiği bilinmekte, bu âyinin Mevlevî muhitlerde yaygınlaşmasının Azmî Dede ve oğlu Ahmed Celâleddin Dede vâsıtasıyla olduğu ifade edilmektedir.5 Dede Efendi’yle olan yakınlığı hatta Dede Efendi’nin birkaç defa Sultan II. Mahmud ve Sultan Abdülmecid ile Gelibolu’ya gittiği ve tekkede misafir edildiği belirtilmektedir.6 Bu da göstermektedir ki Azmî Dede coğrafî yakınlığından da istifâde ederek İstanbul ile irtibatı ve idârî ve sosyal muhîtlerle olan ilişkileri canlı tutarak Gelibolu Mevlevîhânesi’nin döneminde bir câzibe merkezi olmasını sağlamıştır.
Bursalı Mehmed Tâhir Osmanlı Müellifleri’nde Hüseyin Azmî Dede hakkında şu mâlumâtı vermektedir: “Urefâ ve fuzalâ-yı Mevleviyye’den olup, Geliboluludur. Uzun müddet Gelibolu ve Mısır Mevlevîhaneleri meşîhâtında îfâyı reşâdet eylemiştir. Eş’ârı, ârifâne ve şâirânedir. 1311 tarihinde berâ-yı tebdîl-i hevâ bulundukları Beyrut’da irtihâl eyledi. Onu mütecâviz gayr-ı matbû resâili olup, isimleri ber-vech-i âtîdir.” 7
Gerek Osmanlı Müellifleri ve gerekse Sadettin Nüzhet Ergun’un Türk Şâirle-ri’nde Hüseyin Azmî Dede’ye âit olduğu belirtilen eserler şu şekilde sıralanmaktadır:
- Temyîzü’l-emreyn : Meşiyyet ve irâdenin temyîzine dâirdir.
- Temdîdül-hayât: “Kendinizi ellerinizle tehlikeye atmayınız” âyetinden ve “Sadaka, belâyı def eder ve ömrü uzatır” hadîsinden hareketle hayâtın uzayabile-ceği hususunun izâhına dâirdir.
- Risâle-i tatbîk: İnsâniyet ve hayvâniyetin tatbîkine dâirdir.
- İşrâbü’l-merâm: İsbât-ı vâcib, vücûd-i melâike ve kütüb-i enbiyânın lüzû-muna dâirdir.
- Mir’âtü’l-hakāik: Tasavvufî hakîkatlere dâirdir.
- Lâzimül-beyân: Fırak-ı dâlleden bazılarına karşı reddiyedir.
- Miftâhü’l-kulûb: Sülûk-i Mevleviyyeye dâirdir.
- Nuhbetü’l-Âdâb: Bize ulaşan metnin “Mevlevî Bahsi” başlıklı kısmı olduğunu tespit ettiğimiz eser Mevlevî âdâb ve erkânı ile çile ve matbah kurallarına dâirdir. Eserde XIX. yüzyıl sonu itibariyle Mevlevîhânelerde manevî eğitim ve terbiye hakkında önemli bilgiler mevcuttur.
- Beyânü’l-makâsıd8: Seyr ü sülûke dâirdir.
- Mîzânü’l-edyân:9 Hıristıyanlarla ilişkilere dâirdir.
- Tatbîk: Hikmet (Felsefe) ve kelâmın cem’ ve te’lîfine dâirdir.
- Dîvân: Şiirlerinden müteşekkildir.”10
Abdülbâkî Gölpınarlı yukarıda zikredilen eserlere ilâve olarak müellife âit dört ayrı risâleden daha bahsetmektedir. Konya Mevlânâ Müzesi Abdülbâkî Gölpınarlı Kütüphanesi 207 numarada kayıtlı bir mecmuada bulunan ve muhte-vâları açısından Gölpınarlı’nın önemli ölçüde tenkîdine konu olan risâleler ve mevzuları şu şekildedir:11
- Mühimmü’l-beyân: Eserin bir kısmı Farmasonluk ve bir kısmı da Bektâşîlikten bahsetmekte, müellif her iki hususta da tenkitçi bir yaklaşım göstermektedir.
- Te’vîlât-ı mühimme: Bu eserde ise, zâlimin dünyâda cezâsını çekip çekmeye-ceği, cezâsının kendisinden sonra nesline tesir edip etmeyeceği, ölüye telkin vermek, kurbanın insana sırat köprüsünde binek olup olmayacağı, insanın toprağının gömüldüğü yerden alınmış olması gibi hususlar irdelemektir.
- Dâfiu’n-nifâk: Mezheplerin te’lifi hakkındadır.
- Râfiu’ş-şikâk: “Hüseyin Azmî Dede bu eserinde hilâfet konularını ele almaktadır. Abdülbâkî Gölpınarlı’nın da şiddetle tenkid ettiği hususlar genelde buradaki Ehl-i beyt ve Muâviye eksenli tartışmalarda ortaya çıkmaktadır.
Mûsikîşinas, bestekâr ve şâir bir müellif olan Azmî Dede’nin Dîvân sahibi olduğu kaynaklarda zikredilmektedir. Bursalı Mehmed Tâhir ve Tezkire müellifi Fatin eserlerinde onun şu gazelini şiirlerine örnek olarak nakletmektedirler.
“Nükūş-i reng-i rûdan sâni’i bir nûr göstermiş
Taayyün mazharında sanma ayn-ı dûr göstermiş
Tecellî-i iyânî rû-nümâdır cem’-i vahdetde
Kelîm’e Zât-ı Mutlak gûyâ kim Tûr göstermiş
Teni pûşîde-i cân eylemiş çün hâne-i zenbûr
Ne sırdır sun’-i Hak, ol hâneyi mestûr göstermiş
Merâyâ-yı iyâne mün’akis ol mâh-rû ammâ
Uyûn-i kec nigâha bir şeb-i deycûr göstermiş”12
Edip deşt-i izârı kâkül ü zülf-i siyeh rû-pûş
Misâl-i leşker-i kâfir aceb tabûr göstermiş
Niçe âyîne-i âsârda manzûr vech üzre Hüdâ
Abdülhamid Hân’ı şeh-i Mansûr göstermiş
O şeh kim hat keşîde eylemiştir safha-i hüsne
Yeniden hükm-i aşka Azmiyâ menşûr göstermiş”13
Kaynaklarda bahsedilmiş olmasına rağmen yukarıdaki oldukça kudretli ve mâhir bir şâiri işâret eden şiirin şâiri Hüseyin Azmî Dede’nin Dîvân’ı da maalesef henüz ulaşamadığımız eserleri arasındadır. Ancak yine de eldeki kaynaklarda onun şâirliği hakkında yeterli malumâta sâhip olmamızı sağlayacak kadar şiirlerinden örnekler de vardır. Şâir Hüseyin Azmî Dede’nin şiirdeki kudretine işâret olması açısından mezkûr kaynaklarda zikri geçen birkaç şiirini burada sunmayı uygun bulduk.
“Hemân bir noktadır mecmû‘-i âlem nükte-i bâde
Bu sırrı fehm eden hestî-i mevhûmu verir bâde
Nice huşyâr olur câm-ı Elest’in mest ü sekrânı
Bulunca dest-i feyz-i hemdeminden misli yok bâde
Kim olsa müncezip dildâre kalmaz ihtiyâr anda
Semenderveş girer uşşâk aşk-ı âteş-âbâde
Katâr olmuş halâyık kimi eflâk ü anâsırda
Kimi erhâm-ı mâderde kimi aslâb-ı âbâde
Ne yüzden arz-ı dîdâr eylese dildâr yeksândır
Görür Azmî tecellî iktizâsın vech-i zîbâde”14
Hz. Peygamber (a.s.)’a yazmış olduğu “selâmün aleyk” redifli şu manzûmesi de dikkate değer bir eserdir. Muhtevâ ve yansıttığı coşkuya bakılacak olursa bu şiir müellifin Medîne-i Münevvere’yi ziyâretinde yazılmış olmalıdır:
“Ey şeh-i ‘Levlâk’! Selâmün aleyk
Vey güher-i pâk, Selâmün aleyk
Huz bi-yedî yâ senedî, seyyidî
Adrau iyyâke, Selâmün aleyk
Hazretine acz ile bin şerm ile
Kıldı bu hâşâk, Selâmün aleyk
Ümmetinin hâline rahm eyleyen
Şâh-ı “arefnâk”, Selâmün aleyk
Sensin olan kevn ü mekâne sebep
Bâis-i emlâk, Selâmün aleyk
Zâtını bu hiss-i kuyûdât ile
Kim eder idrâk, Selâmün aleyk
Ey reh-i Hakk’a âciz ümmetin
Da’vete çâlâk, Selâmün aleyk
Ey şeb-i İsrâ’da urûc eyleyen
Sâir-i eflâk, Selâmün aleyk
Aşkın ile derd ile etsem n’ola
Sînemi sad çâk, Selâmün aleyk
Zâtına hem hazretin oldu delîl
Maksad-ı süllâk, Selâmün aleyk
Azmî-i mehcûru aman yâ şefi‘
Eyle ferahnâk, Selâmün aleyk!”15
“Ma‘rifet” redifli bir başka manzûmesi de onun tasavvufî anlayıştaki derinliğini göstermesi açısından dikkate değerdir. Bu şiiri de şu şekildedir:
“Kim ki candan teşnedir, cûş eyler âb-ı ma‘rifet
Bezm-i hâsın ehli nûş eyler şarâb-ı ma‘rifet
Şerh-i a’yân ü mezâhir metndir Ümmü’l-Kitâb
Sadr-ı kâmilde muharrerdir kitâb-ı ma‘rifet
Meşrık-ı lâhûttan rahşân olunca pertevi
Mahv eder târ-ı hicâbı âfitâb-ı ma‘rifet
Râhatü’l-ervâh olur uşşâk bezm-i hâsda
Nağme-sâz oldukça erbâb-ı rübâb-ı ma‘rifet
İncizâb-ı kalb olur bezminde lâ-büd merd ise
Hâzır ol andan edersin iktisâb-ı ma‘rifet
Bezm-i sohbetten murâd oldur ki, nûr işrâk ede
İn’ikâsıdır anın miftâh-ı bâb-ı ma‘rifet
Kenz-i ma’nânın mutalsam kuflünü feth eyleyen
Ancak oldur mâlik-i nakd-i nisâb-ı ma‘rifet
Vehm ü hüsn-i zann ü akl-i felsefî mahdûddur
Hasra küncâyiş-pezîr olmaz hisâb-ı ma‘rifet
Teşnelik sözden ibâret olmadıkça lâ-cerem
Seyl-veş rîzân olur âb-ı sehâb-ı ma‘rifet
Pursiş etme kimseden Azmî’den al işte cevâb
Kalb-i uşşâk-ı İlâhîdir meâb-ı ma‘rifet
Kalbini âmâlden herkim ederse tasfiye
Sâlikân-ı râh-ı Hak’tır feyziyâb-ı ma‘rifet
Cezbedir tâlipleri maksûda îsâl eyleyen
İştibâh etme odur râh-ı savâb-ı ma‘rifet”16
Beyânü’l-Makâsıd
[1b] Usûl-i şerîatin fürûu, zamânın adem-i müsâadesiyle şerîat müctehidlerinin zamânına te’hîr ettiği gibi usûl-i tarîkatın dahi fürûu, ahkâm-ı şer‘iyye ba‘de’l-ictihâd tarîkat müctehidlerinin zamânına te’hîr edip, tarîkatın sadr-ı evvelde fer‘leri tertîp ve tedvîn olunmaması, ta‘lîm-i diyânet ve emr-i cihâda iştiğâlden zamânın adem-i müsâadesine tesadüfden kat‘-ı nazarla, o zamân için fürûa dahi ihtiyaç olmadığına ve sonra ne sebeple ihtiyaç olduğuna dâir mahallinde beyân olunan ârızadan neş’et etmesi fürû’ için mûcib-i i‘tirâz olmayıp, fürûa iktizâ eden mesâili müctehidlerin ilâvesi usûlün levâzım-i zâtiyyesinden olduğu gibi tarîkat müctehidlerinin dahi fürû’da ilâvesi [2a] o kabîlden olup, ihtilâf-ı zamân ile bâzı mesâilin tağyîri iktizâ ettikçe her karnda gelen fukahâyı tabakāt, îcâb eden mesâili tağyîrlerinde ilmiyle âmil olmayanlar bâzı mesâili maksûddan başka ma‘nâya te’vîl ile fesâda âlet ettikleri gibi tarîkatta dahi ashâb-ı tabakāt, îcâb eden mesâili tağyîrde zevk-i rûhânîden hisse-yâb olmayanlar zevk-i rûhânîyi zevk-i cismânîye hasren te’vîl ettikleri fesâdın tarîkata âit olmadığı beyândan müstağnîdir.
Sadr-ı evvel mürûr ettikde iki kısma inkisâm eden hilâfet-i zâhire ve bâtı neden hilâfet-i bâtı nenin şahs-ı vâhidde cem‘ini mâni‘ olmayan hilâfet-i zâhire, emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy ani’l-münker ile icrâ-yı ahkâmına hükûmet riyâsetidir. Müddet-i kalîle mürûrunda umûr-i zâhireye ârıza vukūuyla halel-pezîr olan emr-i diyânetin ictihâden vakt-i istihkâmına kadar nisbet-i bâtınenin sırrı, munkatı’ olmayıp sadren alâ-sadrin intikāl eden hilâfet-i bâtıne butûnda [2b] hafiyyen cereyân edip vaktâki umûr-i zâhire ictihâden esas-gîr oldukta hilâfet-i bâtınenin devr-i zuhûru gelip, tarîkat müctehidleri seyr u sülûk için ictihâd ettikleri kāideye kütüb ve resâil tahrîriyle şerâit-i lâzime tâliblerin ma‘lûmu oldu.
Devr-i Âdem’den devr-i Hâtem’e gelinceye güzerân eden enbiyâdan re’sen sâhib-i şerîat olanların mâ-beynlerinde geçen kurûn ve a’sârda enbiyâ gelmiş ise de cümlesi re’sen sâhib-i şerîat olmadıklarından bâzısı tâbi’ olduğu bir sâhib-i şerîatın ahkâmını tenfîz edip bâzısı kavmin cehâletine mebnî icrâ-yı ahkâmın inkıtâıyla nefsine meb‘ûs olup,
وَمَا كُنَّا مُعَذِّب۪ينَ حَتّٰى نَبْعَثَ رَسُولاً
[Biz bir peygamber göndermedikçe (kimseye) azap edecek değiliz.17] mazmûn-i şerîfi üzere risâletle bir sâhib-i şerîatın zuhûruna kadar ahkâm-ı şer’iyye icrâsı munkatı‘ hükmünde olduğu gibi evliyâdan dahi hâmil-i emânet-i kübrâ olanların mâ-beynlerinde geçen kurûn ve a‘sârda gelen evliyânın cümlesi re’sen ictihâda me’mûr olmayıp yâhut zamânlarında [3a] iktizâ etmediğinden bâzısı bir hâmil-i emânetin ictihâd ve mesleği üzere ta‘lîm ve teslîk edip bâzısı irşâdın butûna nakli zamânına tesâdüfle nisbetin seyri munkatı‘ olmayacak kadar butûnda irşâd-ı hâs ile meşgûl olup, nitekim asr-ı hâzırda dahi vakt-i inkıtâ’a tesâdüf eden irşâd-ı âm müddet-i muvakkate munkatı’ olduğu gibi irşâd-ı âm için me’zûniyet ve me’mûriyet olmayan zamânlarda hükmolunan mîâda kadar seyr ü sülûk, havâs için butûnda cereyân edip, irşâd-ı âm için müddet-i muvakkate ile inkıtâı n vukūu vakt-i me’zûniyetin zuhûrunu iktizâ etmek kānûn-i ma‘nevîdir.
Ahkâm-ı şerîatın bir kısmı muâmelât, bir kısmı ameliyyât olduğu gibi erkân-ı tarîkatin dahi bir kısmı kānûn-i rüsûm, bir kısmı seyr-i sülûkdür. Kānûn-i rüsûm, kisve-i mütemâyize ve umûr-i resmiyye ve hizmet-i mukannenedir. Seyr ü sülûk için kānûn-i rüsûm şart olmadığından her kim bulunduğu sıfat-ı meslekde seyr ü sülûke rağbet etse kānûn-i rüsûm ile mükellef değildir. [3b] Her asl ı n ikmâli fer‘ ile olduğundan sadr-ı İslâm’da emr-i cihâda iştiğâlde sünnet-i seniyyeyi zabta ve tahrîre müsâade-i zamân olmadığı gibi, kezâlik ahkâm-ı şer‘in fer‘i muahharan beyne’l-ümme tehaddüs eden münâzaaya mübtenî taahhur edip ba‘de zamân müctehidlere şifâhen vârid olan rivâyetlerin teğâyürü ve kıyâsda ihtilâfları taaddüd-i ictihâdı hâdis olup rivâyâtda ve kıyâsâtda ehl-i Hicâz’ın ihtiyâcına kâfî olan müsâadâtda Hicâz’a mümâsil olamayan arzın nev’-i âharla ihtiyâcı için bâzen kıyâs mea’l-fârik vâki olduğuna dâir bahisler tahrîr ve te’lîf olunan risâlede beyân olunup bu mahalde beyâna lüzûm olmadığından rivâyâtda ictihâdları delîle müstenid olduğu vecihle, ahkâm-ı şer‘iyye istihkâm-pezîr oluncaya kadar binânın esâsı binâdan evvel vaz’ olunmak iktizâ ettiği gibi “elzemi takdîm ve lâzımı te’hîr” kāidesiyle tarîkatın fer’i te’hîr etmekle, umûr-i tarîkat sadr-ı evvelde aslı üzere ta’lîm ve telkînden ibâret kalıp sırr-ı tarîkat, fer’in zamân-ı ictihâdına kadar -sadran an sadrin- tarîkat müctehidlerine vâsıl olan tecelliyâtı n tenevvüü [4a] tarîkatda dahi taaddüd-i ictihâdı hâdis olup, her biri seyr ü sülûke vaz‘ ettikleri kānûn ve kāide ve âdâb ve erkânın seyr-i rûhânîyi iktisâb için ta‘mîm olunması, cezbe ve nazar-ı rûhâniyyet terbiyesiyle iktisâb-ı feyz edenler için istisnâ-yı mâni‘ olmak husûsiyâtdandır. Her sâlikde nev’i beşerin kābiliyeti ve etfâl ile ricâlin fehimde isti‘dâdları derecât-ı mütefâvitede bulunduğundan umûmiyyâta ekser için ta‘lîm ve terbiye kāide üzere olmak iktizâsından mücâhedeye tevakkuf eden seyr ü sülûk, evvel emirde mûcib-i teneffür olduğundan etfâli, ilme teşvîk için evkāt-ı hâliyede sayd-ı tuyûra müsâade ve şirâ-yı kand ü fâkihe va‘di ve bâzîçeye ruhsatla itmâ’ olunup ilimden telezzüz ettikçe zikrolunan esbâba lüzum kalmayıp meselâ sadr-ı evvelde etfâl derecesinde bulunan akvâm-ı bedeviyyeyi teşvîk için dâr-ı yağma’nın vaz’ı nda arz-ı Hicâz’a mahsûs ve gerek hâriçten nakli mümkün olan fevâkihe hasren ve bi-hasebi’l-mevki’, kadri ziyâde bulunan zılâl ve enhâr ile itmâ’ olunup, fevâkihin daha a’lâsı ve enhâr ve zılâlin kesreti olan arzın ricâl [4b] derecesinde bulunan akvâm-ı medeniyyesinden havâs ve ehass derecesine resîde olanların telezzüzleri, tecelliyât ve müşâhedât ile olduğundan, esmâr ve enhâr ve zılâl ile itmâa hâcet olmayıp, dersden telezzüz eden etfâle ve onların dûnunda olan mübtedîlere tenşît-ı kulûb için bâzîçeye isti‘dâdlarından ruhsat verildiği gibi etfâl-i tarîkat addolunan mübtedî sâliklerin dahi mücâhedeye teneffürlerini def için derece-i müşâhedâta vâsıl oluncaya kadar nefislerini işğâl için vesâit ve esbâbın lüzûmuna mebnî bâzı tarafta raks ve devrân ve def ve mizmâr ile ruhsat verilip, def ve mizmâra i‘tirâzı def için suâl-i mukadderin cevâbı olmak üzere, risâle-i mahsûsa tahrîr olunduğundan, bu risâlede bahsi îcâb etmeyip, seyirleri müşâhedâta resîde olan ehl-i vecde vesâitten istiğnâ hâsıl oldukta, ehl-i tevâcüde iktizâ eden esbâba bâzen ehl-i vecdin dahi rağbetleri, ehl-i tevâcüdü tatyîb ve teşvîk ve kendilerinin fark ve sahva intikalleri için olduğu fehm olundukda vaz‘ olunan esbâb ve vesâit aslın istilzâm ettiği umûr-i fer‘iyyedendir.
[5a] Hakk’a seyri için tekâyâ şart olmayıp sâlikîni irşâd ve ifâzaya muktedânın tasarruf-i kalbîsi ve teveccühün te’sîri şart olduğu gibi, sâliklere dahi sıdk ve hulûs ile rabt-ı kalb şarttır. Mürebbî, tekâyâda ve han ve hâneden, kangı me’vâda mevcûd ise, mekân i’tibâriyle bulunduğu me’vâ tekyedir. Sûret-i beşeriyyesini görmek her şahıs için mümkündür. Ma’nâsına vüsûl için sûret-i beşeriyyesi vâsıta olduğundan istifâza için tekye, mürebbînin manzar-ı Hak olan kalbidir. Kalb dahi iki nev‘dir. Biri kalb-i cismânî, biri kalb-i rûhânîdir. Evsâf-ı beşeriyye pâk olmadıkça duhûl her şahıs için mümkün olmaz. İllâ terbiyenin tamâmına sa‘y eylese meşiyyetin taallukuna müsteid olur. Tâlib-i Hakk’a lâzım olan mürşid-i zindeden murâd, fenâ-fillah, bekā-billah derecesine vâsıl olan hayât-ı ma’neviyye sâhibidir. Mürebbînin tekâyâda gerek bulunduğu, başka me’vâda müsterşidden cemiyetle evrâd ve ezkâr ve semâ‘ ve murâkabe ve hatm-i hâce ile meşgûl olmak ittihâd-ı kulûbün hâssasından intizâr olunan feyz-i ilâhî ile ehl-i tevâcüde in’ikâs eden inbisât-ı küllîyi iktisâb içindir.
[5b] Atâ-yı ilâhî için had ve şart olmadığından, merdân-ı ilâhîden bâzıları dünyâya tevellüdlerinde velâyet-i bâtıneyi hâmilen vürûdlarının sebebi umûr-i gaybiyyeden olduğu için fehm etmek, ilhâmen zevk-i ledünnîye tevakkuf ettiği ma’lûm oldukda, zikrolunan velilerin dahi bir yed-i sahîhten ahz-i nisbetle terak-kîleri sa’y için vârid olan emre imtisâldir. Kabûle mazhar olan diğer sınıflara velâyet-i bâtıne, kable’z-zuhûr hakîkatinden mahcûb kalanlara izâle-i mahcûbiyet için sa’y ile emrolunan me’mûriyeti icrâ iktizâ ettiğinden, bir merd-i kâmilin ta’lîmiyle seyr-i esmâyı hizmetle tahsîl-i rızâdan feyz-yâb olmak, bâzısı râbıta mea’l-ezkâr, bâzısı bir müddet halvet ve nâsdan inkıtâ’ ile safvet-i kalb bulup, bâzısı rûhâniyet yâhut nazar terbiyesiyle ahz-ı feyz etmek vâkidir.
Merdân-ı Hudâ’nın meslek ve sîret ve âdetlerinde birer mazhariyet-i hâssa bulunmak atâ-yı ilâhîdir. Zulmet-i beşeriyyeden tâhir olmayanlar, terbiyesi nâkıs kalanlardır. Esnâ-yı sülûkünde gördüğü âsârı zâyi’ eden ve sırf bilâ-terbiye kalan müteşeyyihlerin tabîat-i zulmâniyyeleri mazhariyetten addolunmaz. Mücerred terbiye [6a] noksânıyla zâil olmayan sıfât-ı zemîmeden tâhir olmamaktır.
Turuk-i aliyyede tertîb üzere evrâd ve ezkâr ve raks ve deverân ve sâz ve nağamât ve râbıta ve murâkabe kangı delîle müstenid ve ne sebeple mebnî beyân iktizâ edip, sadr-ı İslâm’da akdem-i mesâlih, esâs-ı dîn olan şer‘-i kavîmi istihkâm iken, emr-i cihâd ile mütevâliyen iştiğâlden furû‘-i şer‘-i şerîfi ve usûlden dahi bâzı umûru adem-i müsâade-i zamân ile esbâbının fikdânı, dûçâr-ı te’hîr edip ikmâli icmâ‘ ve kıyâsa kalması, şerîatte ictihâd kapısı açılmaya sebep olmuş idi. Esas olan şer‘-i şerîf umûrundan te’hîr vukūu bu vecihle sâbit olunca, turuk-i aliyye umûrunu tertîbe hiç nevbet gelmediği ve yalnız telkînden ibâret olup, usûl ve fürû‘unun tertîbi, tarîkat müctehidlerine kaldığı bu beyân ile sâbit olur.
Tarîkatda müntehî ve sâhib-i makām olan ehl-i vücûd için esbâb ve vesâite ihtiyaç yoktur. Onların hareket ve sükûnu meşiyyet-i ilâhiyyeye tâbi’ olduğu gibi [6b] meşiyyet-i ilâhiyye dahi tâife-i mezkûrenin meşiyyetini mu’tîdir. Ehl-i vecd ile ehl-i tevâcüd için esbâb ve vesâite ihtiyaç ne sebeple olduğu[nu] ve beynlerinde fark bulunduğunu beyân iktizâ edip, ehl-i vecd, ehl-i hâl; ehl-i tevâcüd, ehl-i isticlâbdır. Ehl-i vecd ile ehl-i tevâcüdün farkı, esbâb ve vesâitin inkıtâı nda ehl-i tevâcüdün zevki zâil olup, ehl-i vecdin zevki, esbâbın inkıtâıyla zâil olmamasıdır. Ehl-i tevâcüde esbâbın lüzûmu sahvdan mahva sevk içindir. Ehl-i vecde lüzûmu, şiddet-i cezebâtı tahfîf ve teskîn ile mahvdan sahva intikāl içindir.
Ehl-i tevâcüdü sahvdan mahva ve sülûk-i evvelde bulunan ehl-i vecdi, mahvdan sahva sevk için îcâb eden esbâb ve vesâit[i], nev-i vâhide mahsûs eyleyip tarîkat müctehidlerinden her birine ilhâmen zuhûr eden tecelliyât-ı mütenevvia iktizâsıdır. Sülûk-i evveli ba’de’t-tekmîl, sülûk-i sânîye intikāl eden ricâlin ezkârı salât olduğundan onların makâmı cem’ül-cem’de huzûrları devâm-ı âgâhîdir.
[7a] Mertebe-i nâsûttan icrâ buyurulan teblîğ, ahkâm-ı risâletten ahyânen evkāt-ı ferâğatde, makām-ı lâhûta müteveccih oldukça Bilâl-i hûb-âvâze olunan nağemâtı ve bâzen harem-i hümâyunlarında câriye-i muğanniyenin def-zenlik ile nâme-pervâz olduğu terennümâtı istimâ‘ları vâki olduğu vecihle havâss-ı ümmetten vâris olanlar dahi farkdan cümle teveccühlerinde vârid olan tecelliyât onlara îd ve velîmeden ma’dûd olduğundan eyyâm-ı îdde câiz olan esbâb-ı inbisât temâyülleri âdet-i îdi icrâ kabîlindendir. Ve bâzılarda bilâ-ihtiyâr min-gayr-i taallüm zuhûr-i tecellîden vâki olan raks ve semâ‘, bâzılarda vâki olmaması, tecellînin tenevvüünden iktizâ edip mütecellâ-lehte tecellî, mütecellîye âit olmakla bilâ-ihtiyar harekât ve semâ‘ kimde vâki olur ise, ma‘zûr için i‘tirâz sâkıtdır.
“Ebrâr için hasene, mukarrebîn için seyyie addolunur” ise de, umûm için mübâh olduğu bâzı mevâzı’da delîl ile beyân olunan lehviyyâtdan avâm-ı nâsın muhtâç olduğu esbâb-ı inbisâta, bâzen havâssın rağbeti -min-ciheti’l-makāmât-zikri ânifen mürûr eden rağbet kısmından olması, [7b] nâsın rağbetine temâsül olmadığı ma‘lûm oldukta, havâs ve avâmdan umûm için nâsın muhtâç olduğu esbâb-ı inbisâttan laib ve lehv ve sâz ve terâne, mübah kısmından olmak lâzım geldiğine binâen memnûiyyeti ticâretle berâber iktizâ eden lehviyyât, ibâdeti evkāt-ı hâliyede eşğâl-i taayyüşü, terk ve ta‘tîle sebep olan kesretidir.
Seyr ü sülûkte sür’at-i terakkî niyet-i hâlisesiyle incizâb için bi’l-ihtiyar taklîd edenler müteşebbih-i muhıkk kısmından olur. Hevâya mütâbaatla yâhut âdet-i kavm hükmüne giren icrâya muvâfakatla taklîd edenlerin hareket-i ihtiyâriyyeden re’slerine suûd eden demin dimâğı ihlâl etmesiyle demin nüzûlüne kadar bî-şuûr olmaları cezbeden add olunmamakla, sınıf-ı mezkûr müteşebbih-i mubtıl kısmı ndandır.
Diyânetten esâret maksûd olmadıkça evkāt-ı salât ve eşğâle tesâdüf etmeyen evkāt-ı hâliyede efrâd-ı âmme için esbâb-ı inbisâttan olup, [8a] laib ve lehv ve saz ve neğamâttan mahrûm olmamak iktizâ ettiğine ve salât-ı mefrûza vaktinde ibâdet, lehivden ve ticâretten evlâ olduğu nassan beyân olunduğuna nazaran ibâdet vaktine tesâdüf etmedikçe diyânetten esâret maksûd olmaması, esbâb-ı inbisâtı n cevâbına sâbit olur.
Diyânetde emir ve istihsânı ve nehiy ve tevkîti bî-bahisden istisnâen Kitâb-ı Celîl mûcibince umûrun ibâdetten mâ-adâsı ticâretle berâber zikrolunan lehviyyâttan ma’dûd olup lehvin lafzında laib ve tarabı n her nev’i dâhil olduğu ma’lûm oldukta nev-i beşerin evkāt-ı hâliyede bâzen muhtaç olduğu esbâb-ı inbisâtı n nassan memnû’ olmayan laib ve tarab envâından, bâzılarının sadr-ı evvelde o zamân için muvakkaten men’i hasebi’l-lüzûm zarûriyyâttan olmak ne sebeple ve ne için îcâb ettiği ve kangı nev’inin men’i, kangı maddeye hasrolun-duğu ve zarûretin indifâı nda devâm-ı müstelzim olmadığı, laib ve tarab ve terâ-neye dâir tahrîr olunan risâle-i mahsûsayı18 mütâlaadan fehm olunacağı vecihle, ibâdetin evkāt-ı ibâdette lehivden [8b] ve ticâretten hayırlı olduğuna ve lehvin Kitâb-ı Celîl’de helâl olan ticâretle berâber zikrolunması mezkûreynin terki, evkāt-ı ibâdete hasren evkāt-ı hâliyede ticâretin cevâzı lehivden istisnâ olunmadığına nazaran, evkāt-ı ibâdette terkin lüzûmu lehve bilâ-hasr ticâretle berâber zikrolunduğu gibi evkāt-ı hâliyede cevâzı dahi ticâretle müsâvâtda olmak iktizâsı kāide-i mevzûaya tatbîken fehm olunan mevâddandır. Lafz-ı laib, ilim gibi telâube münhasır olup, lafz-ı lehv ve telâub ve -gayr-i zâlik- lehviyyâtı n cümlesini câmi’ olduğu hasebiyle evkāt-ı hâliyede lehve cevâzda lehvi, laib ve tarabdan istisnâya zarûret olmaması kāide iktizâsıdır. Savtın kerîhi nesîmden ma’dûd olmayan hevâ-yı galîzdan olmak ehl-i melâlin âh ü enîni, sıhhati ihlâl eden bâd-ı semûm kısmından olması bahisden hariçtir.
Def ve terâne istimâ ı fiilen ve ümmet için kavlen mesnûn olduğuna dâir rivâ-yetler ulemâdan şâyi’ olmamış, kütüb-i fıkhiyye, kütüb-i ehâdîse derc olunmadığına mebnî ise, fukahâ ve muhaddisîn diyânette emr bi’l-ma’rûf ve nehy [9a] ani’l-münkere müteallik umûru iltizâm edip, umûr-i ihtiyâriyyede esbâb-ı inbisât-tan bahsetmek vazîfelerinden hâriç olduğundan rivâyâtı n derc olunmaması siyer ve menâkıb kitaplarına rivâyeti senedân ile vürûd ettiğini mâni’ değildir. Velev ki fiilen mesnûn olmaması farz olunsa, ümmet için men’e delîl olmaz. Ve umûr-i ihtiyâriyyede sünnet-i seniyyeden delîle mürâcaat dahi lâzım gelmez. Meysir ve ensâb ve ezlâm kısımlarından olmadıkça tahsîs -bi’z-zikr- olunmayan umûrda herkes fâil-i muhtârdır. Umûr-i ihtiyârîyye memnû’-i sarîhi kıyâs tutmak kıyâstan addolunmaz. Laib ve lehvin memnûiyetine kavlen delîl-i kavî rivâyeti var ise, ya’nî şürût-i rivâyeti, zayıf ve mevsûl ve munkatı’ kısımlarından değil ise, ehâdîs-i şerîfe, Kitâb-ı Celîl’in ahkâmın tefsîr demek olduğundan nass-ı celîlde tasrîh olunan âdât-ı kerîhenin memnûiyetini te’kîddir. Her şey için ta’mîmini delil olmaz. Sünen-i seniyyenin bir kısmı ahkâm-ı Kur’ân’ı n sûret-i icrâsını beyândır. Bir kısmı zamân ve mekânın ihtilâfına mebnî imkânı muallak olan kısımdan mefrûzât ilâve olunan [9b] mesnûnâtın ta’lîmidir. Hicâzda zer’ ve hasattan meşgûliyet olmamak hasebine ilâve olunan mesnûnâtın iklîm-i âharda millet-i müslime bulunmayan zamânda ta’mîm olunması arz ve işğâl, Hicâz’a makîs olmayan diyârda ya arzın ya iştiğâlin adem-i müsâadesine dûçâr olanlar için istisnâyı mâni’ değildir. İbâdet kısmından olmayan umûrdan kuhl ve hınnâ -ve gayr-i zalik- isti’mâli -ez kadim- âdet-i kavm-i Arap olduğundan âdet-i kavmi icrââta mahsûs olan sünnetlerden ve diyânet ve ibâdet kısmından olmadığından âdet-i kavme riâyetle âdet-i kavm olmayan diyarda kavm-i Arap âdetiyle kimse mükellef değildir. Bir kısmı mizâca mahsûs tabîattır. Meselâ et’ime ve fevâkihe envâı ndan birinin rağbet ettiğine diğerinin rağbeti ve birinin mütelezziz olmadığından diğerinin mütelezziz olması iktizâ-yı tabîattır. Şâri’-i Ekrem (s.a.v.)’in mizâcına muvâfık olan şeye rağbeti mütelezzez olmayan emri müstelzim değildir. Tabîata hâkim olmaz, tabîatın ismine sünnet demek ile ibâdet kısmından olunmaz.
Feyz-i İlâhî kisve-i mütemâyizeye esbâb-ı taayyüşü terke mahsûs olmadığından [10a] ifâzaya iktidârı kalbin incizâbıyla mücerreb olan zâtın telkîni üzere seyr ü sülûk her tâlib-i mahsûs için mümkündür. Feemmâ iktidâya sâlih olmayan kimsenin merdân-ı İlâhî’nin âsârından ta’lîm ettiği sözleri istimâ’ eden, onun kendi hâli ve mahsûlü zannıyla sehven iktidâ etmiş ise rücû’ için mahzûr yoktur.
Merd-i kâmile tesâdüf olunmadığı takdîrde sıfât-ı hamîde ile ittisâfa, kalbden taharrîye niyet-i sâdıka nazm oldukta mûcib-i tesellî onda zuhûr edeceği ve belki rûhâniyetten feyzin vürûdu yâhut ifâzaya muktedir bir zâtın kalbe hutûru yâhut mûtemedün-aleyh bir kimsenin tecrübe-kerdesini delîl ile ihbârı vâki olacağı fehm olundukta o zât kendi sülûkünde nâkıs ise, ifâzaya iktidârı zâil olmadıkça, vâsıl olduğu dereceye kadem-i reh-nümâ olur. Onun derecesinden ziyâde tâlip olan ziyâdenin ehline mürâcaat eder. Bir kısmı merâtib-i sülûku müşâhededen sonra hâlini zâyi’ etmiş ise sıdk ile ahz olunan ta’lîmi ve müşâhede ettiği makāmâtdan ta’rîfi galattan sâlim olmakla sohbetinden mehmâ-emken istifâde olunur.
[10b] Zuhûr ve butûndan hâlî olmayan irşâdın butûna nakli zamânında seyrin terakkî ve tedennîsi his olunmadığından, emsâlden olmak üzere kamerin mehtâb vaktine tesâdüf etmeyen şeb-i târîkte reh-revânın zehâbı savb-ı maksûddan, yâhut yemîn ve yesâra ve bâzen avdete seher-i tarîkatden kangı cânibe olduğunu hissetmeyip -ba’de nısfü’l-leyl- kamerin yâhut fecrin tulûunda muttali’ olduğu gibi, âlem-i âfâkta seferin seher-i tarîki dahi seferden olup kıble için zann-ı ağlebi cânibine teveccühü makbûl olduğu vech ile, âlem-i enfüste seferin dahi şeb-i târîk ile temsîl olunan devr-i butûnda terakkîye seyri olsa dahi seyirden âgâh olmamak sebebine terakkîyi, tedennî, yâhut tevakkuf bilip, sa’yine fütûr ârız olur ise de sâlikde niyet-i hâlise oldukça, seyri kangı cânibe olsa maksûda teveccüh olmakla feyizden nevmîd olmayıp, tarîk-i Hak’da aslah, mevcûdun şeref-i sohbetine mülâzemetten munkatı’ olmamak iktizâ eder.
Saz ve terâneyi istimâ’a meyil ve rağbet ve bilakis kesretinden nefret iktizâyı tabîattır. Sâlikin seyri mertebe-i nâsûtdan âlem-i misâle terakkî [11a] ettikde, suver-i misâliyeyi müşâhededen hâsıl olan inkişâf ve inbisâtı n, şevk ve şâdîsi aşk-bâzlığa sevk ile saz ve neğamâtı istimâ’a rağbeti, o makāmın iktizâsı olup rağbet ve nefreti tabîata munhasır olmayan makām iktizâsıyla, tabîat iktizâsı beyninde fark bulunduğu bu beyân ile ma’lûm oldukta, bahirden hurûc eden mâhîyi havanın keyfiyyet-i ihlâki ve bukalemunun havaya hasrolunan hayâtı ve semenderin nâr ile ülfeti, ne sebeple mümkün olduğu bahs-i tavîle tevakkuf ettiğinden, mezkûrâtı bahisten sarf-ı nazarla, mevâdd-ı unsuriyyenin mürekkebât-ı mahrûcesinden her birine muhtaç olan zî-rûhun cereyânı havaya ihtiyâc-ı zarûrîsi her nefesde olması mevâdd-ı sâireye kābil-i kıyâs olmayıp, havanın inkıtâı mâadânın hükmünü derhal ifnâ ettiği teemmül olunsa, havaya ihtiyâcı -min-vechin-ziyâde olmak iktizâsı fehm olunacağına binâen saz ve neğamâtı istimâ’dan telezzüz havanın cereyânıyla müteneffis ve kābil-i istimâ’ olan hayvanâttan dahi bâzılarında meşhûdâttan olunca akl ile temyîz eden nev-i beşerin saz ve terânenin latîfini istimâ’dan telezzüzü fâik olmak iktizâsıyla, havaya mensup [11b] olan saz ve neğamâtı n esbâb-ı inbisâttan olması ve istimâ’a rağbet olunması hayâta imdadda mevâdd-ı sâireden gâlib olan unsur-i havaya nisbeti ziyâde olduğuna mebnîdir.
Âlem-i âfâkta mâhînin hayatını ifnâ ve bukalemunun hayâtına imdâd eden havanın tabîatı zî-ruh cinsinden hususiyâtdan nev’ine hükmünü icrâda muğâyir vukū ‘ bulması ve umûmiyâtda mevt-i âdîye sûr-i İsrâfil’in nefhası evvelâ imâte, sâniyen ihyâ için ölüye muğâyir olması, imâte ve ihyâ sıfatlarına icrâ-yı vazîfe kābil-i taaddüd olmayan ulûhiyetten esmâ-i mütezâdde ve sıfât-ı mütekābilesinin hükmünü icrâya emrin sadrı Muhyî ve Mümît emsâli esmânın sûret-i mütekābilede cereyânına Cenâb-ı Bârî’nin zât-ı akdesinden olmak iktizâsıyla, bir âmirin emri olduğuna delâleti ma’lûm oldukta âlem-i enfüste موتوا قبل أن تموتوا [Ölmeden evvel ölünüz!] mûcibince hestî-i mevhûmu ifnâ için, mahv-i fenâdan ibâret olan mevt-i irâdînin lüzûmuna mebnî, evvelâ sıfât-ı beşeriyyeyi imâte ve ifnâ, sâniyen bekā-yı vücûd-i külle îsâl için ihyâya İsrâfil-sıfat merd-i kâmilin hâmil olduğu nefha-i ma’neviyyesi sâlik-i râh-ı hakîkati hayât-ı ebediyyeye îsâl [12a] edip âlem-i nâsûta vürûdunda kesâfet-i unsuriyyenin istîlâsıyla mahcûb kaldığı hakîkatinden munfasıl olduğu aslına vasl ile sülûk-i evveli tamâm olup, sülûk-i sânîye intikāl ettikde seferi, nihâyet olmayan künh-i zât, seyr-i fillah olur. Bu mesele meşiyyetle irâde beynini temyiz için tahrîr olunan risâle-i mahsûsanın19 kalb-i hakāyık bahsinde fehmi, eshel bir misâl ile beyân olundu.
Sülûk-i evveli ba‘de’t-tekmîl sülûk-i sâniye nakledenlerde hâlini zayi‘ etmek ve müşâhedesinin inkitâı ve seyr-i rûhânîye adem-i ıttılâı sülûk-i evvelde terbiyesi tamam olmaktan ve müşâhedesi mürûr eden ahvâline kāni‘ olmaktan ve te’vîlâta düşmektendir. Her kim te’vîle düşer ise feyizden nâkıs kalır. Terakkî-i feyze tâlip olan kimse te’vîlâta kâil olmaz. Hâl ve makāmını zâyi‘ edenler dâllesini bulmaya çâre-cû olmamak, sülûk-i evvelde terbiyesinin nâkıs kaldığını idrâk etmemekden, yâhut zulmetin istîlâsı hâil olmaktandır. Tekye-nişîn olmak, umûr-i dünyâdan inkıtâ’ eden ashâb-ı suffe makāmıdır.
Sâliklerin feyz-i tenâkus etmemek şeyhlerin ifâzaya [12b] iktidarları zâyi’ olmamaya tevakkuf ettiğinden alâik-i dünyeviyye, tasarruf-i kalbîye hâil olmak ihtimâliyle, şeyhleri alâyıka temâyülden men’ için tekye meşîhatları birer şeyhe devam üzere hasrolunmayıp başka tekyelerin meşîhatına naklolunmak evâilde âdet olduğu Sefîne-i Mevleviyye’de mezkûrdur.
Seyr ü sülûk ashâbının müntehîlerinden her kimde sıfât-ı zemîme ve ef âl-i redîe bulunur ise, mürebbînin ta’lîmi cemâle hasren sâlikin mîzâcına muvâfakatla, celâlden terbiye olunmamak sebebine terbiyesi nâkıs kalmakdandır. Esnâ-yı sülûkünde müşâhede ettiği âsârı nâkıs kalan, sülûk-i evvelin hitâmında âsârı n esbâbını târik oldukda, âharı ifâzaya şart olan tasarruf-i kalbîye kuvvet ve iktidârı olmayıp, müşâhedesi sebkat eden âsârdan zihninde kalan yâhut kitaplarda manzûru olan, merâtib ve makāmâtı n süvârları ndan lisânında bulunur. Âsârı n esbâbını târik olmamış ise sâlikin, sû-i zannı olmadıkça, feyze hâil olmaz. Nâmûs-i tarîkat ve meslek-i müstakîmi idlâl eden rezâleti irtikâb etmedikçe, hevâya mütâbaat sıfât-ı zemîmeden değildir. Sıfat-ı zemîme [13a] insâniyete hâdim olmamaktır. Sıfât-ı hasene ya tabîat yâhut terbiye iktizâsı olmakla hulûsa mukārin salâh ve takvânın insâniyete medhali olmadığına sulehâ zannolunanlara insâniyeti münâfî tabîatlar bulunması delîl olduğu gibi ehl-i hevâ zannolunanlar da insâniyete hizmet edenler bulunduğu müşâhede olundukça insâniyete hizmet ve adâlet, kavmiyet ve milliyete şart olmadığı fehm olunur.
Tarîkat müctehidlerinden bâzılar evvelâ kelime-i tevhîd sonra ism-i celâl, bâzılar evvel ism-i celâl sonra kelime-i tevhidin telkînini ictihâd edip, tevhîd, ism-i celâlden muahhar olan tarîkatların cühelâsı, zikir için ta’lîm olunan isimleri, merâtib ve derecât zü’muyla, “Bizim birinci derecemiz turuk-i sâirenin nihâyet derecesidir!” demeleri sırf cehilden ve isneyniyet kaydından neş’et edip, isimleri birbirinden mukaddem, gerek muahhar kırâat olunmasının merâtib ve derecâtda mukaddemliğe ve muahharlığa kat’an medhali olmadığını ve bir ismi birinden mukaddem kırâatle merâtibde mukaddemlik lâzım gelmediğini farka muktedir olmayan ve zevk-i irfandan râyiha almayanlar [13b] etfâlden ma’dûd olduklarından merâtibde mukaddemliğe ettikleri da’vâyı bürhân ile sâbit etmedikçe delîli olmayan kavmin kavimden addolunmayacağına binâen onlar ile mübâhaseye tenezzül olunmamak iktizâsıyla cühelâ ve etfâl sözü i’tibârdan sâkıtdır. Tâife-i merkūmenin zu’mları na nazaran, tevhîd ism-i celâlden mukaddem olan tarîkatların tâbi’leri dahi ism-i celâlden muahhar olan tarîkat tâbi’lerinin cühelâsına, “Bizim birinci derecemiz, onların nihâyet derecesi” demeye salâhiyetleri olur ise de isimde resimde kalan tarafeynden bir sınıfın ettiği da’vâyı, ismin mukaddemli-ği muahharlığı, derece zu’m olunması i’tibârıyla, diğer sınıfın dahi da’vâ eden cühelâ ile mukābelede derece musâvâtı olduğundan, kangı sınıf efrâdından bu da’vâyı eden olur ise etfâlden olduğunu ve ricâlin ahvâlinden âgâh olmadığını isbât etmiş olur.
Hakk’a seyr için vesâil çoktur. Esmâ-i seb‘a ile seyr ü sülûk edenlerden, kable hitâmi’l-esmâ bir zât nâil-i merâm oldukta, tarîkat cühelâsı, “Falan zât esmânın üçüncüsünde kaldı, yâhut dördüncüyü tecâvüz etmedi” [14a] dedikleri sahîh ise de, esmâ-i seb’a ile seyr ve müsemmâya vusûl içindir. Meselâ pâdişâhı vusûl için yedi kapılı bir saraya dühûl iktizâ ettikde maksûd olan zât, birinci, ikinci kapıda mülâkî olunsa, ileride olan kapıları seyr iktizâ etmeyip, zîrâ matlûb, kapıları seyir değil, belki kapılardan ubûrun lüzûmu, reh-i rast olmak hasebiyle onun içindir. Müsemmâya vâsıl olan zât, esmânın cümlesini cem etmiş olacağına vâkıf olmayan etfâlin, ricâl hakkında sözleri ya hasedden ya hakîkat-i hâle cehildendir.
Esmâ-i seb‘a ile seyr ü sülûk edenlerden kable-itmâmi’l-esmâ incizâb vâki olur ise bâlâda zikrolunduğu vecih üzere cezbe ile seyirde fütûh-i kalb için sür’at bulunduğundan cemî-i esmânın tecelliyâtı n müşâhede ile müsemmâya vusûlde vird olan esmâyı itmâma lüzum kalmayıp meselâ, yedi mil mesâfede bir zâta mülâkât için yola revân olundukta bir iki mil gidilip yolda o zâta mülâkî olmak bâzen yola kable’l-hareke matlûbun gelmesi vâki olduğuna nazaran, “Falan
üçüncü isimde kaldı, falan dördüncüyü tecâvüz etmedi, sülûkü nâkıstır” demek hakîkat-i hâle vâkıf olmayan etfâl-i tarîkatın sözleridir.
[14b] Esmâ ta’lîm edenlerde irşâd ve ifâzaya iktidar olmadıkça, yâhut iktidârı olup tâlipde şerâite riâyet bulunmadıkça, sa’y edenler havâss-ı esmâyı bilâ-müşâhede kırâatden mütelezziz olmayıp, hilâfet-nâme almaya vesîle olur. Bâzılar bir miktar âsâr müşâhede etse dahi ona kanâatle terbiyesi nâkıs kalır. Ağrâz ve a’mâl-i dünyeviyyenin istîlâsına mağlûben hâlini zâyi’ ettikte esmânın dahi te’sîri kalmayıp terki ihtiyâr eder.
Her şey asl üzere kalmayıp kābil-i fesâd olduğundan tarîkatların şerâitine dahi mürûr-i zamân ile ârız olan halel ve fesâdın sebebi tarîkatlara cühelânın dühûl etmesi ve tekâyâ meşîhatlarına hall vukūunda taraftar iânesiyle nâ-ehle yâhut müteveffânın yetîmine tevliyet ve maîşet gibi verilip sinni, tufûliyeti geçtikde seyr ü sülûke adem-i rağbetiyle tekâyâda mu’tâd olan evrâd ve ezkârdan âdet-i resmiyyeyi görmek ve işitmek ile icrâ, hilâfet-nâme isminde yazılmış bir kağıt almak ile mümkün olması, ekser için irşâdın inkıtâını hâdis oldu.
1 Beyânü’l-Makāsıd adlı bu yazma risâle Yrd. Doç. Dr. A.Yılmaz Soyyer’in beyanlarına göre, “Afyon Mevlevîhanesi şeyhlerinden merhum Hüsrev Çelebi’nin kütüphanesinden Afyon, Emir-dağlı Kadirî-Hüseynî şeyhi merhum Abdulkadir Şahbas’a ve torunu Abbas Kasım Şahbas vasıtasıyla da –bir miktar matbu kitap ve özel evrakla birlikte- kendilerine intikal etmiş, “yazarı ve yazılış tarihi kaydedilmemiş bir yazma risâle” olarak nitelendirilmektedir.
Eser, 26 varaklık 20.6 / 13.2 cm ebatlarında, ta’lik hatla yazılmış olup yazı yer yer zamanla tahrip olduğundan satır üstlerine konuyu bilen biri tarafından yine ta’lik hatla doğrusu kaydedilmiştir. İlk varakta bir dörtlük bulunup ikinci ve son varaklar boştur.
Eserin birinci bölümü, Sn. Soyyer tarafından I. Uluslararası Manisa Mevlana, Mesnevi ve Mevlevihaneler Sempozyumu’nda, “Sosyolojik Açıdan Mevlevîhânelerde Usûl Ve Gelenekler Afyon Mevlevîhânesi’ne Ait Bir Yazma Eserden Bir Sosyolojik Kurum Olarak Tasavvufu Anlama Denemesi” adı ile sosyolojik tahliller içeren bir bildiri ile değerlendirilmiştir. Beyânü’l-Makāsıd başlıklı bu risâle, Sn. Soyyer’den Prof. Dr. Mustafa Tahralı yoluyla bize intikâl etmiştir. Soyyer’in eserin yazılış tarihi ve müellifi ile ilgili tahmini olan “en erken 1925” ve “müellifinin bilinmediği” kayıtlarından dolayı eser üzerinde çalışırken bu tespitleri yeterli bulmuştuk. Ancak eser ortaya çıkınca bu tespitler hakkında eserin daha erken bir döneme âidiyeti hususunda şüp-helerimiz oldu. Eserin tekke ve tarîkatların ilgâsından daha öncesi bir döneme âit olabileceğini düşündük. Eldeki bilgilerle yaptığımız araştırma neticesinde Bursalı Mehmet Tâhir’in Osmanlı Müellifleri’nde bu isimde ve muhtevasının da benzer konular olarak tavsif edildiği bir yazmayı, Gelibolu ve Kahire Mevlevîhânelerinde şeyhlik yapmış olan Hüseyin Azmî Dede’ye âit bir yazma risâle olarak tespit ettik. Ayrıca bu risâlenin [12a] varağında müellif’in Temyîzü’l-Emreyn adlı meşiyyet ve irâdenin temyîzine dâir risâlesine yapılan atıf da risâlenin müellifinin Hüseyin Azmî Dede olduğu fikrimizi teyid etti. Ancak bir süre sonra elimizdeki malzemenin tamamının “Beyânü’l-Makâsıd” olmadığı bilgisine ulaştık. Araştırmalarımız neticesinde anladık ki, risâlenin ikinci kısmında “Mevlevî Bahsi” başlığıyla verilen kısım Hüseyin Azmi Dede’nin makale içerisinde zikredeceğimiz Nuhbetü’l-Âdâb isimli eseridir. Bizi bu tespite götüren bilgi ise, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü müellifi Mehmet Zeki Pakalın’ın “Tekke” maddesinde Hüseyin Azmi Dede’nin Nuhbetü’l-Âdâb adlı eserindeki tekke tarifini nakletmesi ile oldu. Bu nakil elimizdeki risâlenin “Mevlevî Bahsi” bölümünün giriş kısmı ile harfiyen örtüşen şu ifâdelerdir: “Tekâyâ, ilim ve fen tahsîl ederek dünya alâkalarından el çekenler ve rûhânî seyr ve terakkiyâta sa’y edenler (çalışanlar) için binâ olduğundan, ilimde behresi (nasîbi, payı) olmayan câhiller, evvelâ ilim tahsîli için medreseye gönderilmeleri, yahut tekkede ta’lîm ve tedrîse muktedir zâtlar tarafından okutulmalıdır.” (bk. Mehmet Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, İstanbul 1993, III, 445.)
Elimizdeki risâlenin “Mevlevî Bahsi” (Nuhbetü’l-Âdâb) kısmının giriş cümlesi de şu şekildedir: “Tekâyâ, ulûm ve fünûnu bâde’t-tahsîl alâik-i dünyeviyyeden dâmen-keş olanlar ve terakkiyât-ı seyr-i rûhânîye sa’y edenler için binâ olduğundan, ilimde behresi olmayan cühelâya, evvelâ ilmin tahsîli iktizâsıyla medreseye gönderilip, yahut tekyede ta’lîm ve tedrîse muktedir zâtlar ted-rîs edip… ” (Nuhbetü’l-Âdâb, s. 1.)
Bu malumât da göstermektedir ki eserdeki “Mevlevî Bahsi” başlıklı kısım aslında Hüseyin Azmi Dede’nin Mevlevî âdâb ve erkânına dâir Nuhbetü’l-Âdâb isimli risâlesidir. Bir başka çalışmamıza kaynak niteliği taşıyan bu risâleyi de en kısa zamanda yayınlamayı düşünmekteyiz. Bu makalede müellif ve risâleleri hakkındaki tespitlerimizle beraber, müellifin hayatı ile yaşadığı döneminin anlayış ve problemlerine ışık tutacağına inandığımız Beyânü’l-Makâsıd adlı risâlenin günümüz imlâsına aktarımının faydalı olacağını düşündük. Eserin bize intikâline vesîle olan Dr. A. Yılmaz Soyyer ve Prof. Dr. Mustafa Tahralı’ya teşekkür ederiz.
2 Hüseyin Vassâf, Sefîne-i Evliyâ (haz. Prof. Dr. Mehmet Akkuş-Prof. Dr. Ali Yılmaz), İstanbul
3 Sadettin Nüzhet Ergun, Türk Şâirleri, II, 640-644; Sezai Küçük, Mevlevîliğin Son Yüzyılı, İstanbul 2003, s. 226-227.
4 Sadettin Nüzhet Ergun, Türk Mûsikîsi Antolojisi, İstanbul 1943, II, 439.
5 a.g.e., II, 426-427.
6 Sezai Küçük, Mevlevîliğin Son Yüzyılı, s. 227.
7 Bursalı Mehmed Tâhir, Osmanlı Müellifleri, Ankara 2000, I, 134.
8 Makâlemize konu olan bu eserde genelde tasavvuf, özelde mevlevîhânelerde usûl üzerinde durulmakta, tasavvuf metodolojisi üzerine bir tartışma yapılmaktadır.
9 Bazı kaynaklarda aynı konuda olduğu ifâde edilen İlzâm isimli bir eserin adı geçmektedir. Yine Şîa’ya dâir bir başka risâlesinden de bahsedilmektedir. bk. Sadettin Nüzhet Ergun, Türk Şâirleri, II, 640.
10 Sadettin Nüzhet Ergun, Türk Şâirleri, II, 643; Bursalı Mehmed Tâhir, Osmanlı Müellifleri, I, 134-135; Hür Mahmut Yücer, Osmanlı Toplumunda Tasavvuf (19. Yüzyıl), İstanbul 2003, s. 445.
11 Abdülbâkî Gölpınarlı, Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik, İstanbul 1953, s. 240, 241, 304. Bütün araştırmalarımıza rağmen ne yazık ki, Azmî Dede’ye âit risâlelerden bugün itibâriyle sâdece bu dört risâle ve çalışmamıza konu olan Beyânü’l-makāsıd adlı risâleyi elde edebildik. Diğer risâleleri ve Dîvân’ı da bulabilirsek müellifin fikirleri ve dönemi hakkında daha detaylı bilgiler elde edilebileceğiz.
12 Bursalı Mehmed Tâhir, Osmanlı Müellifleri, I, 135.
13 Fatin Dâvud Efendi, Tezkire-i hâtimetü’l-eş’âr, İstanbul 1271, s. 293-294; Sadettin Nüzhet Ergun, Türk Şâirleri, II, 640.
14 Sadettin Nüzhet Ergun, Türk Şâirleri, II, 643.
15 a.g.e., II, 643.
16 Sadettin Nüzhet Ergun, Türk Şâirleri, II, 643-644.
17 el-İsrâ, 17/15.
18 Hüseyin Azmî Dede’nin burada kasdettiği risâle, Rüsûhî Dede İsmâil Ankaravî’nin Hüccetü’s-Semâ‘ adlı risâlesi olsa gerektir. Bu husustaki tartışmalara cevap verip semâ’ın ibâhatine deliller serdeden ve Mevlevî muhitlerde makbûl tutulan bir eserdir.
19 Burada zikrolunan risâle, Hüseyin Azmî Dede’nin Temyîzü’l-Emreyn adlı meşiyyet ve irâdenin temyîzine dâir risâlesidir. Beyânü’l-Makāsıd’ın Hüseyin Azmî Dede’ye âidiyetini de bu ifâde ile delillendirmekteyiz.