Hem suçluyuz hem mağdur
Hem suçluyuz hem mağdur
Dünkü gazetelerden 5 yaşındaki Bedrettin’in hikâyesini okuduk. Haber saatlerinde aynı hikâyeyi dinledik… Bazı haber programlarında uzman görüşleri alındı. Halk bilgi sahibi yapıldı, çocuk istismarı konusunda aydınlatıldı.
Bedrettin 5 yaşında bir çocuk. Alt ve üst geçitlerde merdivene oturmuş mendil satan yüzlerce çocuğumuzdan birisi… Eğer dün gece onu dilendirmek isteyen yahut akşama kadar kazandığı parayı gasp etmek isteyen zalimlerin eline düşmeseydi, ondan kimse bahsetmeyecekti. Çoğumuz farkına bile varmayacaktık; işte şurada, şehrin orta yerinde, tam da Okmeydanı’nda bir altgeçit yahut üst geçitte mendil satan yahut dilenen çocuk olarak kalacaktı.
Belki gördüğümüzde o şirin haline acıyıp bir mendil alacak, üç beş kuruş da fazladan vererek vicdanımızı rahatlatacak, yardım etmiş adam edasıyla mağrur mağrur yolumuza devam edecektik. Fakat olmadı; Bedrettin o çocuk bedeninin ve ruhunun taşıyamayacağı bir acıyla karşı karşıya kaldı. Acaba tam da o sırada, anne Gülseren neredeydi? Baba Ahmet ne yapıyordu? Hiç mi merak etmediler, nerede bu çocuk diye? Etmez olurlar mı? Elbette etmişlerdir, ama nasıl bir ailedir, nasıl bir ev halidir, bilemiyoruz. Bildiğimiz bir şey var: Her gün görüp de bir türlü alakadar olamadığımız Bedreddin işkenceye maruz kaldı, haber konusu oldu ve bu necip Türk milletinin dikkatini çekti.
Dikkatini çekti de ne oldu? Bir çare bulduk mu? Bedreddinleri sokaktan eve taşıyacak, işten, mendil satmaktan, dilenmekten kurtaracak bir yol aradık mı? En azından şunları sorduk mu kendimize: Nerede hata yaptık? Nasıl oldu da aileleri bu hale getirdik? Neleri kaybettik? Nasıl oldu da böyle korumasız yavrulara acımasızca zulmeden insanlar yetiştirdik? Sahi nereye gidiyoruz? Daha başka sorular, sorular…
Bu sorulara nasıl cevap vermeli, nereden başlamalı? Acaba söze göçlerle, metropolün yükünü omuzlamak zorunda kalan zavallıların halinden mi başlasak? Yoksa cehaletin ve ideolojik körlüğün kollarında gelinen uçurumları mı konuşsak? Yahut işsizlik ve çaresizlik kuyularını ve nihayet parçalanıp tuz buz olan aile kavramını mı ele alsak? Sahi söze nereden başlasak?
Söze nereden başlarsak başlayalım, sorunu çözemeyeceğiz. Neden? Çünkü evvelemirde, biz millet olarak merhameti ve dürüstlüğü yitirdik. Daha da önemlisi güveni yitirdik… Mesele sadece Bedrettin meselesi değildir. Baba Ahmet’in de, anne Gülseren’in de çok ilerisinde olan bir konudur; merhamet, dürüstlük ve güven. Bunlar kaybolduğu için, daha kundaktaki bebekleri istismar eden caniler çıktı içimizden. Bizlerse meseleyi sadece haber saatlerinde veya gazetede okuyarak öğrendik, fakat millet olarak bir çözüm de bulamadık. Uzmanlar analiz yaptılar, sosyal danışmanlar bir iki proje geliştirdi, kamuoyu oluştu ve hükümet biraz konuya eğildi; o kadar, unuttuk gittik. Bedrettin olayını da yakında unutacağız. Oysa bir şeyler yapmamız lazım. Bir şeyler düşünmemiz ve önlemler almamız lazım. Fakat sadece konuşuyor, konuşuyoruz.
İnsanları çeşitli bahanelerle büyük şehre göçe zorla, ortaya çıkan sorunları çözmeye yanaşma, şehrin göbeğinde usulsüzlüklere cevaz ver, zavallı fakire tutunacak bir dal uzatma, uzatanları da sakıncalı ilan et, sonra da kalk merhametten, güvenden, doğruluktan, dürüstlükten ve erdemden söz et. Bu ne kadar etkili olur? Kimin hangi meselesini halleder? İşte bu yüzden diyorum ki, hepimiz yalancıyız. Hocası da yalancı, hacısı da, amiri de, memuru da… İşte bu yüzden diyorum ki, hepimiz suçluyuz; cari olan hukuk ve şartlar çerçevesinde memlekete hükmeden eden kadrolardan başlamak üzere, toplumsal refahı, huzuru ve güveni tesis etmek için yeni bakışlar, yeni ufuklar getirmesi gerekirken her şeyi siyasi bir şova dönüştüren muhalefete, kürsüsünden toplumu aydınlatan ilim ve din adamlarına ve gazetelerde köşeleri işgal eden yazar çizerine değin hepimiz, ama hepimiz suçluyuz. Sadece cahil kalmış o aile değil, çaresiz, şehrin orta yerinde her gün insanlığını tükete tükete ömür süren o baba, o anne ve o zulmü işleyenler, çeteler, mafyalar değil, öğretmeninden polisine, doktorundan hastabakıcısına, işçisinden esnafına değin bütün bir millet suçludur.
Acı ama işte yegâne gerçek bu: Hepimiz suçluyuz, hepimiz yalancı. Çünkü okuyan yazan, devlet çarkını döndüren, piyasaya yön veren, hayatı çekip çeviren hemen hepimiz, gündelik ve aperatif çözümlerin peşinde, milleti şucu bucu ayrımına tabi tutarak, senin mahallen benim mahallem edebiyatı yaparak, merhameti, dürüstlüğü ve güveni, en önemlisi de sevgiyi, insanı sevmeyi öteledik… Kin ve nefret tohumları ekenler, ellerine kına yaksınlar, başardılar. Bu ifadeler bir teslim oluş, bir kabulleniş ve bir ümitsizlik çığlığı değildir; bir tespit ve isyan çığlığıdır. Sahi söyleyin, bizi Bedreddin’in bu hali uyarmayacak da ne uyandıracak? Kim uyandıracak?
Soruları çoğaltmanın bir anlamı yok. Ne kadar söylersek söyleyelim, her söyleyişin zamanla bizi asıl gayeden uzaklaştırdığı bir gerçek. O yüzden, oracıkta bir küçük çocuk zulme uğruyor, ama biz sadece seyrediyoruz. Eğer dürüst olsak, doğru söylemeyi becersek, dürüst kalabilsek Bedrettin olayını, daha başka Bedrettinler olmaması için rahmete dönüştüre bilirdik. Ne var ki, bunu yapamadık. Oysa orada şehrin ortasında dayak yiyen, işkenceye maruz kalan ve dolayısıyla acı çeken sadece 5 yaşındaki Bedrettin değil, mülki ve idari amirlerden başlamak üzere bütün bir toplumdur; sen, ben ve o… Velhasıl hepimiz suçluyuz, hepimiz mağdur.
Prof. Dr. Bilal Kemikli