Hazret-i Mevlânâ’nın Semâı
Hazret-i Mevlânâ’nın Semâı
Rahmân, Rahîm Allah Adına, Hû…
Hamd ü Senâlar:
Bize sünnet ve cemaat ehlinden olmayı nasîb ve ikrâm eden Allah’a…
Allahım, senin güzel isimlerin hürmetine hidâyet nûru ile kalblerimizi nûrlandır.
Şevk ile Salavâtlar:
Mü’minlere Raûf ve Rahîm olan; âlemlere rahmet Habîbu’llah’a…
Aşk u Niyâzlarım da:
“Şem’a-i Nûr-i Ahmed”in; “Nûr-Cemâl-i Muhammed”in pervâneleri olan cümle evliyâu’llaha… Husûsiyle o pervânelerin cânânı Mevlânâ’ya…
Sizlere, Aşk u Niyâz isimli manzûmemi sunuyorum:
1.
Aşkı bize, meşk eyleyen;
Meşki bize, aşk eyleyen;
Zevki dile, zerk eyleyen;
Monlâ-yı Rûm Sultânımız,
Sultân Veled Cânânımız.
2.
Himmet edip, eyle meded.
İkrâmına, yoktur aded.
Zîrâ, sizi sevmiş Samed.
Monlâ-yı Rûm Sultânımız,
Sultân Veled Cânânımız.
3.
Şeyhim Bahâ, feyzi müdâm;
Seyyid, Salâh, Şems ü Hüsâm.
Hak Dost için, sun dolu câm…
Monlâ-yı Rûm Sultânımız,
Sultân Veled Cânânımız.
4.
Bulmuş Kerîm, bûy-i vefâ.
Ceddim Ulu Ârif bekâ,
Cân dîdeme bahşet ziyâ.
Monlâ-yı Rûm Sultânımız,
Sultân Veled Cânânımız.
5.
Dinle, HİDÂYET cân gözüm.
Hayy Mesnevî, Dîvân özüm.
Dâim seni görsün yüzüm.
Monlâ-yı Rûm Sultânımız,
Sultân Veled Cânânımız.
Hazret-i Pîr’in şu iki mısrâını, samîmîyetle yâd etmek, bize ve O’nu sevenlere vâcibdir:
“Men bende-i Kur’ânem eger cân-dârem
Men hâk-i reh-i Muhammed-i Muhtârem”
Ey muhabbet dâiresinde olan Cânlar!
Allah’ın Selâmı sizlere olsun…
Siz muhabbet ehli Cânlar’ın hürmetine Allah, bizim duyuşlarımızı ve niyetlerimizi temizlesin…
Ey âşık cânlar ve sâdık güzeller!
Allah’ın, Selâm İsm-i Şerîfi’nden tecellîsi üzerinize olsun…Sizlerin hürmetine Allah, bizim rûhlarımızı arındırsın…
Ey dostluk ve aşk yolunda yürüyen cânlar!
Allah’ın Selâmı üzerinize olsun… Siz Hak yolcularının hürmetine Allah, bizim cân gözlerimizden perdeyi kaldırsın.
Âmîn…bi-hürmet-i kalem ile nây; ism-i Hak ile Hayy.
Konumun dîbâcesi olarak, Segâh Niyâz Âyîn-i Şerîfi’nin güftesini sunuyorum:
I.
“Şem’-i ruhuna cismimi pervâne düşürdüm
Evrâk-ı dili âteş-i sûzâne düşürdüm
Bir katre iken kendimi ummâne düşürdüm
Hâyfâ yolumu vâdî-i hicrâne düşürdüm
Takrîr edemem derd-i derûnum elemim var
Mevlâ’yı seversen beni söyletme gamım var
II.
Dinle sözümü sana direm özge edâdır
Dervîş olana lâzım olan aşk-ı Hudâ’dır
Âşıkın nesi var ise ma’şûka fedâdır
Semâ safâ câna vefâ rûha gıdâdır
III.
Aşk ile gelin eyleyelim zevk u safâyı
Göklere değin ir görelim hûy ile hâyı
Mestâne olup depredelim çeng ile nâyı
Semâ safâ câna vefâ rûha gıdâdır
IV.
Ey sûfî bizim sohbetimiz câna safâdır
Bir cür’amızı nûş idegör derde devâdır
Hak ile ezel ettiğimiz ahde vefâdır
Semâ safâ câna vefâ rûha gıdâdır
V.
Aşk ile gelin tâlib-i cûyende olalım
Şevk ile safâlar sürelim zinde olalım
Hazret-i Mevlânâ’ya gelin bende olalım
Semâ safâ câna vefâ rûha gıdâdır
Mevlânâ’nın Semâı, hakkında çok konuşulan, lehinde ve aleyhinde fikirler beyân edilen bir konu. Bu konuyu, O’nun eserlerinden hareket ederek tesbit etmeğe çalıştım. Konuyu üç kısımda mütâlaa ediyorum.
Birincisi:
Semâın sözlük mânâsı.
İkincisi:
Semâın terim olarak anlamı ve bu anlamla ilgili Mevlânâ’nın duygu, düşünce ve yorumları.
Üçüncüsü:
Mukabele yâni Mevlevî Âyînî.
Efendim, birinci ve ikinci kısım üzerinde duracağım:
Semâ, mûsikî nağmelerini ve güzel sesi duymak ve dinlemektir.
Hazret-i Pîr Mesnevî’de der ki:
“Güzel sesi dinlemek Âşıklara gıdâdır. Çünkü güzel sesi dinlemekte kalb huzûru ve Allah’a vuslat zevkı vardır. Gönüldeki hayaller güzel sesle gelişir; kuvvetlenir. Hatta hayaller bu güzel sesten, bu güzel nağmeden sûretlere ve şekillere bürünür. Aşk ateşi güzel seslerle kuvvet bulur, parlar, alevlenir.”
“Biz hepimiz Âdem Aleyhi’s-Selâm’ın cüzleriydik. Cennette o nağmeleri duyduk ve dinledik. Gerçi su ve toprak bize şübhe verdi ama yine o nağmeleri birazcık hatırlıyoruz.”
Mûsıkî nağmelerini ve güzel sesi dinleyen, seven ve öven Mevlânâ makamlara son derece vâkıftır ve makamların rûh halleri ile münâsebetini; gönül âlemine tesirini yakînen bilmektedir.
Mevlânâ yalnızca bir gazelinde, tam on dört makam ismi verir. Bu on dört makamın hâlet-i rûhiyesini kendi anlayış ve duyuşuyla ifâde eder. Birkaçını arz edeyim:
“Üç telli sazı çal… Ben birliğe ulaştım. İkilikte bulunma. Ya Rehâyî perdesinden çal, ya Rehâvî perdesinden. Ney’de Nevâ makamını bul da sessizliğin, nağmesizliğin feryâdını üfür.
Irâk makamındaki nağme, bu ayrılığın dermânıdır; sen söz söylemeden gönlü alır, götürürsün, fakat nereye götürürsün, nereye kadar ulaştırırsın?
Doğru sözlü, doğru işli dost isen Rast makamından çal ki; Hicâz’a gelesin.
Uşşâkı, Hüseynî perdesinden topla,Bûselik, Mâye perdeleriyle gönüller aç.
Senden Dügâh istiyorlar, sen Çârgâh’dan söyle, sen bu yerin, bu yurdun mumusun, ışığısın ey güzelim, ne de hoş çalmadasın, ne de hoş söylemede…”
Mevlânâ’nın bulunduğu Semâ Meclisleri’nde, Ney veya Nây ki Mevlevîler Nây-ı Şerîf derler, Kudüm, Rebâb, Tanbûr, Def gibi mûsıkî âletleri çalınmış, İlâhîler okunmuştur. Bunu birçokları kabul etmiyor ama, bu bir gerçek. Bakınız, Bizim Yûnus Emre ne buyuruyor:
“Mevlânâ sohbetinde saz ile işret oldı
Ârif ma’nîye daldı kim biledir ferişte”
Mevlânâ’nın meclisinde naylar üflendi, kudümlere vuruldu, tanbûrlar çalındı, gazeller, ilâhîler okundu, Semâ edildi ve mecliste bulunan ârifler öyle bir ma’nevî âleme daldılar ki, melekler bile o âleme vâkıf değil…
Mevlânâ’nın oğlu Sultan Veled Hazretleri Rebâbî’dir. Bakınız, çaldığı sazın adıyla bir de mesnevî tarzındaki eserini bize sunuyor: Rebâbnâme… Sultân Veled diye tanınan bu zât, babası Mevlânâ’nın huzûrunda, nice geceler seherlere kadar Rebâb çalmıştır. Nitekim Mevlânâ, cânlara ecir verensin; ebed sultânısın diye övdüğü oğlunun kendi huzûrunda Rebâb çaldığını, Rebâbî olduğunu şu rubâ’îsinde belirtiyor:
“Bizim Muhammed Bahâeddîn Veled’in ne güzel bir âdeti, ne güzel bir huyu var; kapkaranlık gecede bizi sessiz sedâsız bırakmıyor. O, Rebâb’ı ta sehere kadar okşuyor, uykusu gelir ise uykunun boğazını sıkıyor.”
Mevlânâ’nın Hamza adında son derece mahâretli bir Neyzeni vardır.
O zamânın mûsıkî üstâdı olduğu belirtilen Kemâl Kavval, Mevlânâ’nın bulunduğu meclislerde Def çalardı. Ayrıca Mevlânâ’nın çok tatlı sesli aşkla def çalan bir gûyendesi vardı.
Mevlânâ’nın şiirlerinde ismi geçen Rebâbî Ebû Bekir ve Rebâbî Osmân da Mevlânâ’nın Semâ Meclislerinde Rebâb çalan Mevlevî cânlarından ve Mevlânâ hayranlarındandır.
Osmân Gûyende ile Şehâbeddîn Gûyende, Mevlânâ’nın huzûrunda ilâhî okuyan dervîşlerdir.
Mevlânâ’nın, Rebâb hakkındaki şu yorumunu ehl-i dilin dikkatine sunuyorum:
“Rebâb aşk kaynağıdır, arkadaşların eşi ve dostudur. Araplar, buluta Rebâb adını takmışlardır.
Bulut nasıl gülü, gül bağçesini sularsa, Rebâb da gönüller gıdâsı, gönül âleminin sâkîsidir…” (Dîvân-ı Kebîr’den)
Mevlânâ, Rebâb sesi dinlemekten maksadın ne olduğunu Mesnevî-i Ma’nevî’sinde şöyle açıklar:
“Rebâb sesi dinlemekten maksad, yanıp yakılarak, hasret çekenler gibi Allah hitâbını hayal etmektir.”
Bizzat Rebâbî olan Mevlânâ, cân kulağıyla dinlediği Rebâbın, neler dediğini şöyle anlatır:
“Hiç biliyor musun? Rebâb ne diyor, gözyaşlarıyla, yanıp kavrulmuş ciğerlerle neler söylüyor?
Diyor ki: Ben etimden uzak bir deriyim. Ayrılıktan nasıl ağlamayayım, nasıl dertlenmeyeyim?
Önce Cenâb-ı Hak’dan ayrıldık da şu cihâna geldik; fakat biz, halden hâle, şekilden şekile döne döne yine O’na gidiyoruz.
Sen, seni sımsıkı tutana,sımsıkı yapış. Evvel de (önü olmayan ön de) odur. Âhir de (sonu olmayan son da) odur. (Ma’lumunuz, Evvel ve Âhir, Cenâb-ı Allah’ın isimlerindendir.)
Sen onu (Evvel ve Âhir olan Allah’ı) bul!” (Dîvân-ı Kebîr’den)
Ey cânlar! Rebâb böyle söylüyormuş, eyvallah…
Rebâb dinlemenin haram olduğunu söyleyen âlimlere Mevlânâ’nın verdiği şu mânidar cevâbı, Eflâkî’nin Menâkıbu’l-Ârîfîn’inden nakledelim:
“Dünyanın yüce âlimleri ma’lûmunuz olsun:
Biz, Âl-i İmrân sûresinin on dördüncü âyet-i kerîmesinde beyân buyurulduğu vechile, bu dünyâda insanlar için bezenip süslenen, kadın, altın, gümüş, mal, mülk gibi her şeyi ve onların verdiği lezzetleri; medreseleri, tekkeleri, ileri gelenlerin hizmetine bıraktık. Hiçbir mansıbda gözümüz yoktur. Dünyâya ve dünyânın içindekilere artık hiç bakmıyoruz. Biz bir köşede inzivâya çekildik, şöhretten kaçınma evine sığındık. Servetleri, mansıpları, dünyâlık lezzetleri sizlere bıraktık. Hatta haram diye men ettiğiniz o Rebâb, azizlerin işine yarasa ve gerekseydi, biz ondan da elimizi çeker, onu din ulularına verirdik. Değersiz görülen, hiç ilgi gösterilmeyen garib Rebâbı biz çaldık, çünkü gariblere rağbet, din erlerinin, Allah’ın Halîlim dediği Hazret-i İbrâhîm Aleyhi’s-Selâm’ın işidir.”
Mevlânâ’nın Ney ile ilgili beyitleri var. Bazılarını arz edeyim:
“Ey güzel sesli Ney! Gönüller almadasın, hoşsun güzelsin, sıcak nefes vermedesin, soğuk havaları silip süpürmedesin.
İçinde ne boğum var, ne bir şey, bomboş… Dertlere düşmüş, perîşân olmuş gönülden, candan, derdi elemi almada, onları da kendine döndürmedesin.” (Dîvân-ı Kebîr’den)
Mevlânâ, Ney’in sırrını şöyle beyan etmektedir:
“Ney’in nağmeleri, Cenâb-ı Muhammed Mustâfâ’nın, Hazret-i Aliyyel Murtazâ’ya söylemiş olduğu sırların şerhidir.”
Mevlânâ’nın Tanbûr hakkındaki bir rubâîsi de şöyle:
“Tanbur, ten tenen tennen diye, nağmeye başladı mı, elsiz ayaksız gönül, zincirini koparmağa koyulur… çünkü onun, mehtâbın ışığında gizlenmiş sesi gelmededir. Ey yorulmuş yol arkadaşı, gel demededir.”
Terim olarak Semâ, mûsıkî nağmelerini dinlemek, dinlerken vecde gelip harekette bulunmak, kendinden geçip dönmektir.
Mevlevî anlayışıyla Semâ, mûsıkî seslerinin, Elest meclisinde Cenâb-ı Hakk’ın: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” hitâbındaki zevki andıran hatırasıyla gönülde coşan aşk heyecanlarının verdiği bir harekettir.
Merhum Hocam Ser-Neyzen Halîl CÂN’ın naklettiği, Mesnevî şârihi, âyîn bestekârı Ahmed Avnî KONUK’un Semâ tarifini sunuyorum:
“Mevlevî Semâı, Allah’ın emirlerini ve Peygamber-i zî-şânın sünnet-i şerîfelerini bütün incelikleriyle ve gönülden istekle yerine getirmekten insanın vicdânında hâsıl olan hazdan akdedilme bir meclisi aşkdır.”
Mevlevî Dergâhlarının Semâ-hânelerinde yazılı olan ve Semâın hakîkatini tarif eden dokuz beyitten bir kaçını arz edeyim: (Bu beyitlerin tamamını Halîl Cân’dan öğrendim.)
“Semâ, kendinden geçmek, mutlak yoklukta zevâlsiz, devamlı varlık tadını tatmaktır.
Semâ, Ya’kûb’un derdini ve devâsını bilmek, Yûsuf’a kavuşmak kokusunu Yûsuf’un gömleğinde koklamaktır.
Semâ, Mûsâ peygamberin Asâsı gibi her solukta, o Firavun’un sihirlerini yutmak, yok etmektir.”
Mevlânâ’nın, Semâ edenin hâletini, Semâın mânâ ve mâhiyetini anlatan gazelleri vardır. Onlardan birkaç beyit arz edeyim:
“Semâ nedir? Semâ, gönüldeki gizli erlerden bir Selâm… Garîb gönül, onların mektubu gelince rahata kavuşur.
Aklın dalları budakları, bu yel ile açılır, saçılır; bu vuruşla beden genişler, ferahlar, huzûra erişir.
Donup buz kesilen, bu musıkînin te’sîrine kapılmayan, ölüp yok olanlardan da aşağı olan canın, toprak başına…”
Şems-i Tebrizî’ye Semâın sırrı sorulduğunda görüş ve düşüncelerini şöyle beyân eder:
“Allah’ın tecellîsi, Allah erlerine Semâda daha çok vâkı’ olur. Onlar kendi varlık âleminden dışarı çıkmışlardır. Semâ onları, diğer âlemlerden çıkartır, Hakk’ın likâsına (cemâline) ulaştırır. Onun için hâl ehline Semâ, beş vakit namaz, Ramazan orucu ve zarûret ânında su içmek ve yemek yemek gibi farzdır. Hâl sâhiblerinin hayâtı Semâ ile kāimdir. Eğer bir Semâ ehli doğuda, biri de batıda Semâ etse, her ikisi de birbirinin hâlinden haberdâr olur.
Riyâzet ve zühd ehlinin Semâ etmesi de mübahdır. Onların bunda gözleri yaşarır ve kalbleri rikkâte gelir.”
Mevlânâ’ya göre dervîşler niçin Semâ eder?
“Dervîşler vecde düşerler de, Allah’a özleyişleri artsın, âhirete inanış sevgileri çoğalsın, dünyâya gönülleri yabancı olsun diye Semâ ederler.”
Şems-i Tebrizî, yüce Pîr Mevlânâ’ya, şöyle buyuruyor:
“Semâ buyurunuz, zîrâ taleb ve arzu ettiğiniz şeyi Semâda ziyâdesiyle bulursunuz. Semâın halka haram olması, nefislerinin istekleri ile meşgul olduklarındandır. Halk Semâ ettiği zaman, yerilen ve tiksinilen halleri kendilerinde artar. Hak ve hakîkatten gâfil oldukları halde hareket ederler. Hiç şüphesiz böyle bir zümreye Semâ haram olur. Halbuki Allah’a âşık ve O’nu talep eden ve Semâda aşk ve şevkı artan, o esnâda Allah’dan başka, nazarında bir şey görünmeyen bir topluluğa Semâ mübah olur.”
Mevlânâ ile Şems’in sırrı, Onların gerçek vârisi Sultân Veled şöyle buyururlar:
“Faziletli, çok zâhid ve verâ ehli olan babam, gençliğinde Semâ etmemişti. Büyükbabam Sultânü’l-Ulemâ Bahâeddîn Veled Hazretleri’nin hakkında, “benim ile onun makāmı birdir” diye buyurduğu kâmil bir veliyye olan anneannem Büyük Kira Hâtun, babamı Semâa teşvik ederdi. Babam da Semâ ederdi. Şemseddîn-i Tebrizî Hazretleri gelince ona Semâı öğretti.”
Mevlânâ’nın kırk yıl samîmiyetle hizmetinde, sohbetinde ve Semâ Meclislerinde bulunarak, pişip olgunlaşanlardan Sipehsâlar da, Mevlânâ’nın, Şems ile görüştükten sonra Semâa rağbet ettiğini söylüyor.
Bu beyanlara göre, Mevlânâ, Şems ile buluşmadan önce, zaman zaman Semâ etmiştir. Ancak Şems ile buluştuktan sonra, Şems-i Tebrizî’nin telkin ve ta’lim ettiği ma’nâda Semâda bulunmuş ve Semâa rağbeti artmıştır. Şems’in, Konya’ya gelişleri 1244; Pîr’in irtihâli 1273; olduğuna göre Mevlânâ, Şems’den sonra, takrîben otuz sene gece gündüz Semâ meclislerinde Semâ etmişlerdir.
Semâın remizleri bahsini geçiyorum. Zîrâ zaman dar…
Mevlânâ’nın, Semâ hakkında verilen hükümler ile ilgili görüşlerini nakledeyim:
“Semâı, bazı bilginler men etmişlerdir. Bazıları caiz görmüştür. Her ikisi de doğrudur.
Nefse uyan, şehvetine kapılan kişiler, kibirle, gafletle Semâa kalkarlar, âhiret hallerinden haberleri yoktur. Onların Semâı, boşuna bir iştir, oyundan ibârettir. Yaptıklarıyla azâba uğrayanların ta kendileri onlardır. Çünkü nefis ve şehvet, dünyâdandır.
Şeyhlerin ve muhiblerin Semâına gelince:
Bunlar boş şeylerden, oyunlardan tertemizdir, hatta bunların Semâı, zâhir ehlinin çalışıp çabalamasından da yücedir. Çünkü ameller niyete göredir.
Havâssa Semâ helâldir, çünkü onlar Allah’dan gayri her şeyden kurtulmuş bir gönül sahibidirler. Allah için sevme, Allah için nefret etme duygusu mâsivâdan kurtulan gönüldedir.”
Mevlânâ, Semâ etmek isteyenlere şöyle tavsiye buyururlar:
“Evvlâ Semâ ehliyetini elde et, ondan sonra Semâ yap. Nitekim ben, dün şekeri burnuma tuttum, burnum şekerden bir şey anlamadı; çünkü o anlamağa istîdadlı değildi.
Hazırlıklı olmadan bir madene bile gitsen bir habbe alamazsın.
Buğdayı olmaksızın değirmene gidenin ancak saçı, sakalı ağarır, başka bir şey elde edemez.
Bu misâlin sonu gelmez, sözü kısa kes, yürü isti’dâd elde etmeğe çalış.”
Mevlânâ’nın, mûsıkîye ve Semâa meyledişinin sebeblerini kendilerinden dinleyelim:
“Biz, Anadolu Ülkesi insanlarının, hiçbir sûretle doğru yola meyletmediklerini ve İlâhî sırlardan mahrûm kaldıklarını görünce, insanların tabiatına uygun düşen şiir ve Semâ yolu ile mâ’nâları onlara lâyık gördük. Çünkü Anadolu halkı, zevk ehli ve şiir sözlüdür. Meselâ bir çocuk hasta olur ve tabîbin verdiği ilaçtan nefret edip mutlaka şerbet isterse, hâzik tabîb, ilâcı şerbet testisine koymak sûretiyle çocuğa verir. Çocuk onu şerbet zannıyla seve seve içer, dertlerinden kurtulur, sıhhat bulur ve onun bozulmuş mizacı düzelir.”
Diğer bir sebebini de şöyle îzah ederler:
“Allah erlerinin öldürücü açlık ve istiskā hastalığına benzer hâl ve zarûretleri olur. Bunu savmak için Semâ, raks, tevâcüd ve musıkîden başka çare yoktur. Bu olmasaydı Allah’ın Celâl nurlarının ve tecellîlerinin heybetinden, onların mübârek vücutları, Temmuz güneşi karşısında kalmış bir buz gibi erir ve yok olur. Âşıkların harabatı, imaret kabul etmez ve halleri de ibârelere sığmaz. Medresede elde edilen ilim başka bir iş, Âşıklık başka bir iştir.”
Mevlânâ’nın, mutlak âlem-i Cemâl’e göç etmesinden sonra, mutaassıp fakihler, mağrûr zâhidler, Emîr Pervâne’ye gelerek:
Semâ haramdır. Mevlânâ’nın, zamanında Semâ yaptığını ve bunun kendisine mahsûs olduğunu kabul ediyoruz, fakat şimdi onun bu âdeti arkadaşlarına geçti. Onlar bu bid’ate sarılıyor ve aşırı dereceye vardırılıyorlar. Sizin, önayak olup asıl ve esâsı olmayan böyle bir bid’atı yasak etmeniz lazım, diye ısrarda bulundular. Bunun üzerine Emîr Pervâne durumu Şeyh Sadreddîn-i Konevî’ye arz ediyor. Sadreddîn-i Konevî, Konya’nın ileri gelen büyüklerinin bulunduğu mecliste şöyle buyuruyor:
“Benim sözümü kabûl edersen, dervîşlerin sözlerine itimâdın varsa, Mevlânâ Hazretleri’nin şan ve şerefi hakkındaki itikādın da sağlamsa, Allah hakkı için bu hususta, hiçbir şekilde müdahalede bulunma, bir şey söyleme, garazkârların sözlerine uyup itiraz etme, çünkü bu, velîlerden bir nevî yüz çevirmedir. Allah Velîlerinin bu çeşit bid’atleri, yüce peygamberlerin sünneti mesâbesindedir. Onların hikmetlerini velîler bilirler. Kādir olan Allah’ın işâreti olmadan onlardan bir şey sâdır olmaz. Nitekim, velîlerin olgunlarından sâdır olan bid’at-i hasene, parlak sünnet gibidir, denilmiştir.”
Yedi yüz küsur yıl önce, Mevlânâ vuslata ermeden önce şöyle diyordu:
“Mezârımı ziyârete gelirsen, üstümdeki toprak yığınının raksettiğini görürsün.
Kardeş mezârıma Def’siz gelme, çünkü Allah meclisinde gamla oturmak yaraşmaz.”
“Mey-i ma’nâ-yı hidâyet câmıdır Molla-yı Rûm
Ka’betu’llah-i hakîkat va’cib oldu hurmeti”
diyen, 1956’da âlem-i cemâle intikal eden, Küfrevi halifesi Muhammed Lutfî’nin, Semâın ma’nâ ve mâhiyetini ifade eden bir manzûmesini sunarak, konuşmamı bitirmek isterim:
1.
“Şem’a-i Nûr-i Ahmed’e
Cibrîller pervâne döner
Nur-Cemâl-i Muhammed’e
Kudsîler pervâne döner
2.
Zikret Allahu Ekber’i
Yâd eyle gel Peygamber’i
Rehber eyle sen Hayder’i
Dervîşler pervâne döner
3.
Meydân-ı Tevhîd kurulur
Tarz-ı Geylânî vurulur
Boyunlar Hakk’a burulur
Sâdıklar pervâne döner
4.
Abdülkādir’in devleti
Nakşibendîler himmeti
Mollâ-yı Rûm saltanatı
Sâlikler pervâne döner
5.
Âşık olan döner elbet
Eder Allah’a muhabbet
Zâkirlere iner rahmet
Saîdler pervâne döner
6.
Şems-i Hudâ kalbe doğar
Vâridât-ı hikmet yağar
Sırr-ı Esmâ kalbe sığar
Zâkirler pervâne döner
7.
Feyz-i Muhammed’den almış
Deryâ-yı Tevhîd’e dalmış
Zevk ile hayrette kalmış
Hayrânlar pervâne döner
8.
Allah Allah Mûsâ döner
Elindeki Asâ döner
Âsumânda Îsâ döner
Melekler pervâne döner
9.
Dervîşler ki okur Esmâ
Merhamet eder Müsemmâ
Devrân eder Arş-ı A’lâ
Felekler pervâne döner
10.
Dervîşler ki devrân eder
Mukarribler seyrân eder
Kudsîleri hayrân eder
Muhlisler pervâne döner
11.
Zikru’llah demini bulur
Münkirler de muhlis olur
Kâfirler îmâna gelir
Dertliler pervâne döner
12.
Münkirlere çok görülmez
Hayvan olan bal yemez
Yarasa güneşi görmez
Basîrler pervâne döner
13.
Cân gözüyle cânânı gör
Kimde kâmil îmânı gör
Hak’dan gelen fermânı gör
Mü’minler pervâne döner
14.
Her kim sever bir Allah’ı
Zikreder Esmâu’llah’ı
Görünce Dergâhu’llah’ı
Tâlibler pervâne döner
15.
Lutfî kalbe inci eker
Emtâr-ı hikmeti döker
Güneş gurub fecir söker
Yıldızlar pervâne döner”
Son sözüm, Pîrim Celâleddîn-i Rûmî’den bir Rubâî:
“Nereye baş korsam koyayım, secde edilen O’dur
Altı yönden de, altı yönden dışarıda da Ma’bud O’dur (ibâdete lâyık olan yüce Allah’dır).
Bağ, bağçe, gül, bülbül, Semâ, dilber (güzel)…
Bunların cümlesi de bahâne; maksad hep O’dur, O…”
11 Aralık, 1995; 18 Receb, 1416 Pazartesi, Saat: 19.30
722. Vuslat Yılı münâsebetiyle hazırlanmış ve
Konya Fuar ( tarihî adıyle: Dede Bahçesi) Kültür Merkezi Salonu’nda sunulmuştu. Felçli Demlerimin dokuzuncu senesinde dost semâzeninsemazen.net sayfasında yayınlanmak üzere sunuyorum. Bana, yayınlanması için yardım eden oğlum Uzm.Dr.Bahâüddin Tâhâ’ya teşekkür ederim.
14 Şubat, 2007; 26 Muharrem, 1428
Çarşamba – dünya sevgililer günü –
Ankara Caddesi Selçuklu – KONYA
ascelebihidayetoglu@hotmail.com