Hazret-i Mevlânâ’nın Gözüyle Allah Resulü-Hüseyin Top

A+
A-

Nurunu Allah Resûlü’nden alan Hz. Mevlânâ, tasavvuf âlemini aydınlatan, İslâm’ın en parlak güneşidir. Güneş nur saçar, Mevlânâ ise ebediyet nurunu sunar. Sevgi kadar, nur kadar sonsuzdur o.

Gök kubbeye armağan ettiği ölümsüz deyişlerle, rengiyle, deseniyle sonsuz bir okyanustur Mevlânâ. Eserleri, tesiri, imânı, aşkı ve erişilmez san’atı ile peşinde bıraktığı silinmez izlerle, sonsuzluk saltanatına mührünü basmıştır o.

Mevlânâ hayatını üç kelimeyle özetler: Hamdım, yandım, piştim. O, Allah aşkıyla, Resûlullah sevdasıyla kalbini kebap eylemiş ve yangın yerine dönmüştür. O aşk şehidinin küllerinin her zerresinden bugün bile ayrı bir volkan fışkırır.

O, yanan ve yakan bir sevda ocağıdır. “Kulunun nesi varsa, efendisinindir.”der; kendisini Allah’ta ve O’nun güzeller güzeli Resûlünde fânî kılar.

O, tevhîdin, yani insanları birleştirmenin ve Bir Allah’a kavuşturmanın sancağını taşır.

Mevlânâ, insana değer verir, insanı yüceltir de yüceltir. “Allah insanı kendi sûretinde yarattı.” hadîs-i şerîfi onun kıble-nümâsı olmuştur.

“Allah bütün varlıkları ‘Kün/ol!’ 1 emriyle yarattı da, insan için  “Onu iki elimle yarattım.” dedi2”, der.

Mevlânâ’ya göre insan, ‘nüsha-yı kübrâ’dır. İnsan gönlü Allah’ın barınağıdır.

Mevlânâ’nın izini sürenlerden ve sevgili evlâdlarından Şeyh Gâlib, insanı ne güzel de tarif eder:

Hoşca bak zâtına kim, zübde-i âlemsin sen;

Merdüm-i dîde-i ekvân olan Âdem’sin sen.

Mevlânâ’ya göre ‘insan’, hayat ağacının en makul meyvesidir. Bu ağacın kökü ve gövdesi Hz. Muhammed (s.a.s.), dalları, yaprakları ve çiçekleriyse diğer peygamberlerle velîlerdir.İnsan, benliğinde Hakk’ın ruhunu, sonsuzluğun tohumunu barındırır.

Allah kendi cemâl güzelliğini insan-ı kâmilde seyreder. Onun için Allah Resûlü; “Mü’min mü’minin aynasıdır.” der. ‘El’mü’min’in Allah’ın isimlerinden olduğunu hatırlatır.

Yüce Yaradan’ın en parlak aynası Hz. Muhammed (s.a.s.)’dir. O, Hakk’ın nurunu yansıtan ‘nûr-i mübîn’dir.

Allah Resûlü, kâinâtın yaratılış sebebidir, varlık âleminin özü ve özetidir. “Sen olmasaydın kâinâtı yaratmazdım.” hitâb-ı ilâhîsinin yegâne muhatabıdır.

O, vücut âlemine inen ilk nurdur. O, ilk insan, ilk peygamberdir.

“Allah önce benim nurumu yarattı.” “Ben peygamber iken Âdem, su ile balçık arasındaydı.” buyurdu, Efendimiz.

Fakîr de bu hadîs-i peygamberîleri şöyle arz etmiştim:

Evvelâ hâlk oldu nuru, Ahmed’in;

Nurundandır kâinât Muhammed’in.

Halkın evvel, ba’sin âhırdir senin,

Sen oldun cedd ü atâsı Âdem’in

O, gönüller sultanı, resûller imamıdır. Varlık bahçesinin en lezzetli meyvesi, cennetin kendisidir. İlâhî aşkın insan şeklindeki zuhûru, o Hakk’ın sönmez güneşi, sönmez nurudur. O batışı olmayan güneş, akşamı olmayan sabahtır. O ölümsüz ömürdür.

O, nübüvvet zincirinin son halkası, peygamberlik takviminin ilk ve son yaprağıdır.

O, vahyin güldestesi, Hakk’ın sesi, ilâhî âhengin bestesidir. Onun sevgisi, dünya ve âhiret sermayesidir. O ne füsunkâr bir cemâldir ki gören âşık, görmeyen âşık ona.

O, rahmet güneşi, “Ve biz seni parlak bir ışık olarak gönderdik.3âyetinin ışığıdır. O yerin, göğün nurudur; nurun kaynağı ve daha ötesidir.

Ona sığınan iki dünya saadetine kavuşur. Ona iltica eden -diken bile olsa- yanmaktan kurtulur. Çünkü o gülün gölgesinde ve emniyettedir.

Mevlânâ’nın gözünde, Allah Resûlü Nûh’un gemisidir: “Dünya deniz kesilse, Nûh’un gemisi batma derdine düşer mi hiç? O geminin kaptanı Allah’tır.” der.

Hz. Mevlânâ, Muhammedî mirasın uzantısıdır. Hz. Muhammed (s.a.s.) ve Kur’ân-ı Kerîm iyice anlaşılmadan Mevlânâ anlaşılamaz ve Mevlânâ adına bir yere varılamaz. Çünkü Mevlânâ; “O kendisinden konuşmamaktadır. Onun konuşması ancak bildirilen vahy iledir. 4âyetinin muhatabı olan Resûlullah’ın gerçek vârisidir.

O, nefsini daracağına çekmiş, Allah Resûlü’nde fânî olmuş, onunla ebediyete uzanmış bahtiyarlardandır.

Resûlullah’ın sevdalısı, cân u gönülden bağlısı olan yüce Mevlânâ, yüceler yücesi Efendimiz’e, bir gazelinde şöyle seslenir:

Ey çerâğâsmân û rahmet-i Hakk ber zemîn! (Ey gökyüzünün ışığı, yeryüzüne Hakk’ın rahmeti!)

Bu feryâdı, fakîr, ilk tasavvufî dizelerim olmak üzere, şöylece ifade etmeye çalışmıştım:

Âsûmânın nurusun yeryüzüne Hakk rahmeti;

Tâlihi insanlığın hem kâinâtın devleti;

Zü’l-celâlî ve’l-kemâlin sevgilisi Ahmed’i;

Aşkın ile sana geldim yâ Resûlallah meded.

Sardı musibetler beni, salıverdi mihnete,

Gündüzüm hep gece oldu muhtacım ben himmete,

Tut elimden, okşa başım al derûn-i şefkate,

Âcizim ihsana geldim yâ Resûlallah meded.

Hz. Mevlânâ, Mecâlis-i Seb’a’sında, varlık âleminin yegâne hâlıkı ve mâliki olan yüce Mevlâ’sına arz-ı ubûdiyyetten hemen sonra, “O şerîat sahibi, peygamberlerin ulusu, gökyüzünün de yeryüzünün de ışığı olan Mustafâ (s.a.s.)’nın hadîslerinden bir hadîsle va’za başlayalım.5” buyurur.

Yine Allah Resûlü için; “Göğe ağanların, lûtuf ve kereme uğrayıp seçilenlerin en hayırlısıdır6.” der.

“O ezelî yardımın ilk sermayesidir. Ay’ın yarılması onun işaretidir… “Gözü kaymadı.7âyeti onun rütbesidir. Cebrâil onun hizmetçisidir, Burak bineği, mi’rac yolculuğu, ‘Sidretü’l-müntehâ’ onun makamıdır. Şefaat kemerini beline bağlamıştır. Sıratın bir ucunda durmuştur; ümmetini, azap dumanından esenlikle geçirmeyi sağlamak ister.8” der.

“Âlemin de, Âdem’in de en başı, en büyüğü, en iyisi. İns u cinnin peygamberi, iki âlemin güneşi, Âdemoğlunun övüncü”, “Ümmetine sözüyle, hareketleriyle öğüt verdi. Onlara haram olan, helâl olan yolları açıkladı.9” buyurur.

“Muhammed (s.a.s.) kulu ve elçisidir O’nun, O’nun şerîatiyle evvelki peygamberlerin şerîatleri kalkıp gitmiştir. Onun peygamberliğiyle, şerîat sahibi peygamberlerin peygamberlikleri bitmiştir.10” buyurur.

“Muhammed Mustafâ (s.a.s.) önce gelenlerin de hayırlısıdır, sonra gelenlerin de hayırlısı. Peygamberlerin sonuncusu, “Biz sana Kevser’i verdik.11 fermanıyla âlemi aydınlan nurdur.  “Ona bir ışık verdik ki insanlar arasında onunla yürür.12 âyetiyle övülendir. O Kevser’in sahibi, cennet bahçelerinin kilidi, her türlü kilidin anahtarıdır.

Hz. Mevlânâ, Allah aşkını Resûlullah’ın aşkında bulmuş, Hakk’ın huzuruna onun kanatlarıyla yükselmiş, mânâ âleminin benzersiz bir Zümrüd-i Ankâ’sıdır.

İlmini irfanını, Hakk’tan, Hakk’ın kitabından ve O’nun mübarek Peygamberinden almış ve yüce değerlerle bütünleşmiştir.

Hz. Ömer (r.a.) gibi söylediklerini önce kendisi yaşamış, sözde kalmamış, kâli hale harmanlamış, İslâm’a canıyla, kanıyla bağlanmış, bütün feyzini Allah Resûlü’nden almış bir ulu erendir Mevlânâ.

“Efendimsin, cihânda i’tibârım varsa sendendir

Miyân-î âşıkânda iştihârım varsa sendendir.”

diyen Mevlânâ’nın sevgili evlâdı Şeyh Gâlib ve bu yolun yolcuları gibi Mevlânâ da, kendisini Mevlânâ yapan ne varsa hepsini, Hakk’ın kitabından ve Resûlünden almıştır.

Kutsal kitapların dışında, insanoğlundan sudûr eden en yüce eser olan Mesnevî, işte bu ruhun, bu halin ve teslimiyetin ürünüdür. Bu mânâda, yeryüzü Mesnevî’den daha muhteşem bir eser görmedi.

Çünkü Mesnevî’nin her beytinde, her satırında, hatta her kelimesinde Kur’ân-ı Kerîm’in ve Allah Resûlü’nün nutk-ı şerîfleri parıldar.

Mesnevî, Kur’ân ve hadîs gülzârlarından derlenmiş, doyumsuz bir Mevlânâ güldestesidir; bûy-i Muhammedî güllerinden çıkarılmış gülyağıdır.

Ankaravî İsmâil Rusûhî, Câmiu’l-Âyât isimli kitabında, Mesnevî-i Şerîf’te 430 adet âyet-i kerîme olduğunu söyler.

Prof. Dr. Ali Yardım’ın Mesnevî Hadîsleri adlı eserinde de Mesnevî’de 158 hadîs olduğu zikrolunur13.

Bedîuzzaman Furûzanfer ise, Ehâdîs-i Mesnevî’sinde, delâleten ve işareten, Mesnevî’deki hadîslerin, bizzat metin olarak veya hadîsten alıntılar yapılarak zikrolunan hadîslerin sayısının 745 olduğunu söyler14.

Mesnevî gibi büyük hacimli bir eserin incelemesinde işareten yazılan hadîslerin tespitindeki güçlük âşikârdır. Böyle çalışmalarda yer yer atlamalar ve kaçaklar kaçınılmaz olur.

Mesnevî’deki Peygamber Efendimiz’le ilgili mest edici ifade incileri, Peygamber sevdalılarının gönül gerdanlarını eşsiz gerdanlıklar halinde süsler.

Hz. Pîr buyurdu:

-İncil’de, safâ denizi, peygamberlerin başı Mustafâ’nın adı vardır. ( c. I, b. 727)

-Peygamber ile alay edenin ağzı eğrildi. (b. 812)

-Peygamber’in Mekke’yi fethetmesi, dünya sevgisiyle nasıl itham edilir? (b. 3952)

-O öyle bir peygamberdi ki o imtihan gününde, yedi göğün hazinesine hem gözünü hem de gönlünü kapadı.

-Güneşi, o Hakk adamının sırrı biliniz. Gözleri örten geceyi ise onun ayıp örtmesinin bir yansıması biliniz. (b. 4301)

-O sebepten Allah “Ve’d-duha=Kuşluk vaktine andolsun.” buyurdu. Kuşluk çağı Mustafâ (s.a.s.)’nın gönlünün nurudur. (b. 4302)

Hz. Mevlânâ, bir gazelinde “Ve’l-leyli=Geceye andolsun.” sûresini saçlarının vasfı olarak gördüm; “Ve’d-duha =Kuşluk vaktine andolsun.” sûresinin, yüzünün bir nüshası olduğunu anladım; ‘Kâbe kavseyn=İki yayın aralığı kadar’ âyetine gelince ve basîretle bakınca, kaşlarının kemerinden ibaret olduğunu müşâhede ettim.” buyurur.

Yine Cenâb-ı Pîr buyurur:

-Ey Muhammed! Yeryüzü ordusu da kim oluyor? Gökyüzündeki Ay’ı gör ve alnını yar! (b. 4360)15

-Ey Muhammed! “Bu devir Ay’ın devridir.” diyenlere inat, sen, Ay’ı ikiye böl de, devrin senin devrin olduğunu bilsinler. (b. 4361)

Yine Cenâb-ı Pîr’in Peygamber Efendimiz’le ilgili sözlerine devam edelim:

-Hz. Muhammed (s.a.s.), bu dünyada da şefaatçidir, o dünyada da. Bu dünya din dünyasıdır, o dünya ise cennetler dünyası.

-Bu dünya onlara yol gösterir, o dünya onlara ay gibi olan yüzünü gösterir.

-O Peygamberin gizli ve âşikâr âdeti: “Yâ Rabbî! Ümmetime ve kavmime doğru yolu göster; onlar gerçekten bilmiyorlar.” diye dua etmekti.

-Onun mübarek nefesi ile iki kapı da açılmıştır; iki dünyada da duası kabul edilmiştir.

-Ona benzer birisi ne gelmiştir ne de gelecektir. Bu sebeple o cömertlikte son peygamber olmuştur.

-San’atında pek ilerlemiş bir üstadı görünce; “Bu san’at sende bitmiştir, sende tamamlanmıştır.” demez misin?

-Sen ey Peygamberim! Mühürleri kaldırmada, kilitleri açmada sonuncu, sen can bağışlayanlar dünyasında bir ‘hâtem’sin.

-Hâsılı Hz. Muhammed (s.a.s.)’in hadîslerindeki işâretler açıklık içinde açıklık, açıklık içinde açıklıktır.

-Onun yüce ruhuna, kutlu teşrifine, evlâdının zamanına da yüz binlerce salât u selâm olsun. (Mesnevî c. IV, b. 167-175)

Cenâb-ı Mevlânâ’nın Peygamber (s.a.s.) Efendimiz’e Hakk’ın dilinde hitabı:

-Senin şeref ve şânını günden güne artırırım, senin adını altın ve gümüş üstüne bastırırım.

-Senin için mescidler, minberler ve mihraplar yaptırırım. Sevgi yüzünden sana öyle lûtuflarda bulunurum ki, senin kahrın benim kahrım olur. Yani senin sevdiğin benim de sevdiğim, senin sevmediğin benim de sevmediğim olur.

-Şimdi senin adını, korkudan gizli anıyorlar. Namaz vakti gelince gizli namaz kılıyorlar.

-Lanetlenmiş müşriklerin korkusundan, dinin yer altında gizleniyor.

-Ben ufukları minarelerle dolduracağım. Onların üstünden senin şerefli adını insanlara duyuracağım. Sana âsî olanların iki gözünü de kör edeceğim.

-Bendelerin şehirler alacaklar, mevki’ler bulacaklar. Senin dinin yerden göklere kadar bütün dünyayı kaplayacaktır.

-Ey Mustafa! Sen, dininin hükmünü kaybedip de ortadan kalkacağından korkma. Biz onu kıyamete kadar bâkî kılacağız.

-Ey bizim büyük Peygamberimiz! Sen, sihirbaz değil, sâdık peygambersin. Allah’ın elçisisin; Mûsâ ile aynı vazifeyi paylaşmışsın.

-Kur’ân, senin için, Mûsâ peygamberin asâsı gibidir. Kâfirleri ve küfür inançlarını ejderhâ gibi yutar.

-Sen toprak altında yatmış uyumuşsan söylediklerini, yani hadîslerini ve Kur’ân’ı, Mûsâ’nın asâsı gibi bil!

-Senin dinine kasdedenler, senin Kur’ân ve hadîslerine el uzatamayacaklardır. Ey peygamberlerin şâhı! İçin rahat olarak mübarek bir uyku ile uyu.

-Sen mezarında uyur gibisin. Fakat nurun göklere vurmuş; seninle savaşa girecekler için savaşa hazırlanmış.

-Felsefecilerin din aleyhine söylediği sözlere, senin yay gibi olan nurun, oklar yağdırır, onu susturur.

-Cenâb-ı Hakk, va’dettiğini hatta fazlasını yaptı. Hz. Peygamber hücresinde uyudu fakat bahtı uyumadı.

(Mesnevî, c. III, b. 1201-1214)

Hz.Ebû Bekr’in dilinden, Peygamberimiz’e hitap eden, Hz. Mevlânâ’nın na’t-ı şerîfi;

-Ey insanlar arasından Hakk’ın seçtiği eşsiz varlık! Bu seçilişinle cihânı dirilttin. Halkın geri kalmışlarını ilerlettin.

-Gençliğimde rüyâlar görürdüm. Güneş bana selâmlar verirdi.

-Güneş beni, yerden göğe çeker, yükseltirdi. Yükseklerde ona arkadaş olurdum.

-“Bu bir rüyâ; olmayacak şey. Ben boş hayallere kapılıyorum.” derdim. ‘”Hiç olmayacak şey bu. Bu hal, benim halime uyar mı, benim vasfım olur mu?’’ diye düşünürdüm.

-Fakat seni görünce kendimi gördüm. Aferin, beni bana gösteren o aynaya.

-Seni görünce muhal/olmayacak olan, bana hal oldu. İmkânsız gibi görünen şey imkân dâhiline girdi. Ruhum ululuklara gark oldu.

-Ey kâinâtın ruhu! Seni görünce, dünyaları aydınlatan Güneş’e karşı beslediğim sevgi söndü. Güneş gözümden düştü.

-Gözüm senin lûtfunla, ihsanınla yüce himmet sahibi oldu. Şimdi artık dünya nimetlerine hor gözle bakıyorum.

-Nur arıyordum; nurun nurunu buldum. Hûrî arıyordum; hûrîlerin kıskandıkları hûrî karşıma çıktı.

-Güzel, gümüş tenli bir Yûsuf arıyordum. Ben sende bir Yûsuf’lar ülkesi gördüm.

-Cennet peşindeydim; “Nereden bulurum?” diye arayıp duruyordum. Seni bulunca, senin her zerren bana ayrı bir cennet gösterdi.

-Seni övmem bana göredir, bana nisbetledir. Sen öyle yüksek, öyle eşsiz bir varlıksın ki bu övmelerim, senin yüceliğine göre bir kınama, bir hiciv gibidir.

(Mesnevî, c.VI,  b.1071-10120)

Hz. Mevlânâ’nın Peygamber Efendimiz’e arz-ı hali:

-Ey hastalara şifa olan azîz Peygamberimiz, Efendimiz! “Susun!” buyruğuna karşı sağır olanlara kızıp da, körün değneğini elinden alma; körün değneğini bırakma.

“Körün elinden tutana Hakk’tan yüzlerce sevap vardır, yüzlerce ecir vardır.” buyurmadın mı?

“Körün elinden tutup onu kırk adım götüren kişi bağışlanmıştır, doğru yolu bulmuştur.” diye buyurmuştun.

– Öyleyse şu fânî dünyadaki körler topluluğunun ellerinden tut da onları katar katar hakîkate doğru götür.

-Doğru yolu göstermenin işi budur. Sen de doğru yolu gösterensin; âhir zamanın yasına neş’esin.

-Ey takva sahiplerinin imamı! Bu, hayale kapılanları, tam inanca doğru götür.

-Kalk o korkunç suru sen üfür de topraktan binlerce ölü baş kaldırsın.

(Mesnevî, c. IV, b. 1467-1479)

Hz. Mevlânâ’nın gözünde ve onun izini takip edenlerin nazarında Hz. Muhammed (s.a.s.) budur. O Hakk nurunun tecellisidir.

Onun ışığının girmediği yerler, karanlığa mahkûm izbe yerlerdir, O nura bakamayıp arkasını dönenler, Güneş’e bakamayan yarasa yaradılışlı olanlardır.

O, insanlık için ideal model, en güzel örnektir. Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurulur: Şânım hakkı için Allah Resûlü’nde sizin için en güzel örnek vardır.”16 Hz. Mevlânâ’nın ve onun yolunda gidenlerin en güzel örneği, Allah Resûlü’nün kendisi ve her yönüyle hayatıdır.

O ümmetine çok düşkündür. Kur’ân-ı Kerîm’de, onun hakkında şöyle buyurular: “Ey mü’minler! Andolsun ki, size, içinizden, sıkıntıya uğramanız kendisine ağır gelen, size düşkün, mü’minlere şefkatli ve merhametli bir peygamber gelmiştir.17

O bize ana babamızdan daha şefkatli ve merhametlidir. O canlı Kur’ân’dır, Kur’ân’ın kendisidir, o beşer libasına bürünmüş ilâhî aşkın sûretteki görünüşüdür.

Ondaki gizli sırları, ondaki Muhammedî hakîkatleri ifade etmeğe beşer kudreti yetmez. O bir hikmet ummanı, rahmet deryasıdır. Âşıklar onun hakîkat ummanına daldılar da, çıkmayıp orada kaldılar.

Hz. Mevlânâ bu âşıklar kervanının önderidir. Bir elinde Hakk’ın Kur’ân’ı, bir elinde Resûlullah’ın verâset fermanı, Allah adına aşkın cihâdına soyunmuş benzersiz bir Hakk ve halk kahramanıdır o.

Mevlânâ su katılmadık bir Müslüman, su katılmamış bir sünnîdir. Onu sırât-ı müstakîmden farklı yerlere çekmek isteyenler, ona farklı kıyafet biçenler, önünde sonunda onun sillesine maruz kalacaklardır.

Mevlânâ din ikliminin sultanıdır. Hayatını Allah aşkıyla süslemiş, Kur’ân ve peygamber sevgisiyle bezemiştir. Şu gazeli Mevlânâ’nın özetidir.

 Ben, canım tende olduğu müddetçe Kur’ân’ın kölesiyim;

       Ben, seçilmiş Muhammed (s.a.s.)’in yolunun toprağıyım.

       Kim, benden, bundan başka bir şey naklederse,

       O nakledenden de, naklettiği şeyden de bîzarım.

 

Yazımızı, Hz. Mevlânâ gibi Allah Resûlü’nün sevdalısı, büyük âlim, millî şâir, hâfız-ı Kur’ân, merhum Mehmet Akif Ersoy’un dizeleriyle noktalayalım:

      On dört sene evvel yine bir böyle geceydi,

      Kumdan, ayın on dördü gibi bir öksüz çıkıverdi. 

                          …

Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta;

      Dişsiz mi bir insan, onu kardeşleri yerdi!

                          …

      Dünya neye sahipse onun vergisidir hep;

      Medyun ona cem’iyyeti, medyun ona ferdi.

      Medyundur o ma’sûma bütün bir beşeriyet.

      Yâ Rab, bizi mahşerde bu ikrâr ile hâşret!

 

 

1. Kur’ân-ı Kerîm, Yâ-sîn, 36/82

2. Kur’ân-ı Kerîm, Sâd, 38/75

3. Kur’ân-ı Kerîm, Ahzâb, 33/46

4. Kur’ân-ı Kerîm, Necm, 53/3-4

5. A.Gölpınarlı ter. Mecâlis-i Seb’a, s. 8

6. a.g.e. s. 55

7. Kuran-ı Kerim,Necm, 53/17

8. A.Gölpınarlı ter. Mecâlis-i Seb’a, s. 78

9. a.g.e., s. 87

10. a.g.e. s. 91

11. Kur’ân-ı Kerîm, Kevser, 108/1

12. Kur’ân-ı Kerîm, En’âm, 6/122

13. Prof. Ali Yardım, Mesnevî Hadîsleri s. XVI, Damla Yayınevi, İstanbul

14. Prof. Ali Yardım, Mesnevî Hadîsleri, s. 23

15. NOT: Bu beyt numaraları, yazılı beytlerdeki numaralama H. Hüseyin Top’un Mesnevî-i Manevî Şerhi kitaplarına göredir.

16. Kur’ân-ı Kerîm, Ahzâb, 33/21

17. Kur’ân-ı Kerîm, Tevbe, 9/128

 

Keşkül Dergisinde yayınlanmıştır.