Hazret-i Mevlânâ Sohbeti
Ahmed Selâhaddin Çelebî İle Hazret-i Mevlânâ Sohbeti
(Aralık, 1995 – Aralık, 2006)
Yard.Doç.Dr. (Eski Türk Edebiyatı Bilim Dalı)
HİDÂYETOĞLU Ahmed Selâhaddin Çelebî
Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî’nin 21. Batından Torunu
Sual:
Dergimizin adı “Çerâğ”ı yadırgayan çok oldu . Oysa siz yadırgamak şöyle dursun, âdeta coşkuyla karşıladınız, hemen bir beyit okudunuz . O beyti ve “Çerâğ” kelimesinin sizdeki çağrışımlarını lutfeder misiniz?
Cevap:
Rahmân, Rahîm Allah Adına Hû…
Ta’zîmle hamd ü senâlar;
yerlerin ve göklerin nûru Allah’a …
Şevk ile salavâtlar;
ilk ve son nûr Habîbullah’a …
Aşk ile selâmlar;
çerâğını O Nûr’dan yakan, ehlullaha …
Cânım kurbân;
o çerâğın pervâneleri, cânlara …
Efendim:
Güzel hâlinizden; gönül dilinizden “Çerâğ” ismini duyar duymaz, yandım ve uyandım .. hayâtımın nûru ve huzûru çerâğım .. hep niyâzım “çerâğ” ile oldu efendim, nasıl coşmayayım? Gönül dünyâmın mihveri şu iki niyâzımdır:
Birincisi “Efe Hazretleri” nâmıyla ma’rûf Küfrevî Halîfesi MUHAMMED LUTFÎ HAZRETLERİ’nin diliyle:
“Aşkın oduna dâğlasan
Çâr-etrâfımı bağlasan
Dil-hânemi çerâğlasan
N’olur yâ Rab n’olur yâ Rab
Neyin noksân olur yâ Rab”
İkinci niyâzım, aşkın ve âşıkların şâiri FUZÛLÎ’nin diliyle:
“Merhem koyup onarma sînemde kanlı dâğı
Söndürme öz elinle yandırdığın çerâğı”
Azîz Cânım İbrâhim Bey [2], mübârek olsun çerâğınız…
Allah Hafîz ism-i şerîfiyle muhâfaza eylesin çerâğımızı …
Sual:
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî Hazretleri’nin rûhânî şahsiyeti, eserleri, bıraktığı gelenek, şimdi müze olan türbesi ve dergâhı ile sizin şahsî münâsebetlerinizi, açıklanmasında yarar göreceğiniz ilişkilerinizi anlatabilir misiniz?
Cevap:
Bu şumûllü güzel sorunuza ancak, O’nun rûhânî şahsiyeti ile rûhânî tasarrufuna ve Türbesi’ne ait olanına dikkatleri çekerek cevap vermeyi münâsip görüyorum .
Hazret-i Pîr’in rûhânî şahsiyetini kendi sözleriyle belirtelim:
“Benim her günüm Cuma’dır; hutbem ise dâimîdir. Minberim yücelerden yücedir; maksûrem erliktir, insânlıktır. Minberimin basamağı insânlardan boşalırsa, rûhlar ve melekler gayb âleminden armağan olarak birini bulurlar, tutarlar oraya korlar; minberimi boş bırakmazlar.”
Hazret-i Mevlânâ’nın rûhânî tasarrufunu kısaca nakledelim:
“Ey benim mürîdim! Seni başıboş bırakmam; dâimâ seninle meşgûlüm. Ben seni bırakmam, terk etmem; lutfumla yüceltir dururum.
Yüzüne kendi şuâlarımdan, kendi nûrlarımdan nûr bağışlarım. Seni yardımsız bırakmam. Başını kaşımak gerekirse, iki parmağımla değil, on merhamet ve şefkat parmağımla kaşırım.
Hoşnutluk âsumânında binlerce inâyet bulutu vardır. Eğer yağarsam, o buluttan boşanır da senin başına yağarım.
Gel yanıma da, gözlerine yeni bir sürme çekeyim; çekeyim de sırlarımı görüp anlamak için gözlerin aydınlansın.
Lutfum öylesine çok, keremim öylesine bol ki; yabancıların bile ellerinden tutmadayım. Hâl böyle iken yakınlarımdan, hâs dostlarımdan mürîdlerimden lutfumu nasıl olur da esirgerim.
Zâten benim müridim ölmez. Zîrâ âb-ı hayâtı içmiştir. Hem de kimin elinden biliyor musun? Nîmetler sâhibi Allah sâkîlerinin elinden.
Hak Teâlâ beni aşk şarabından yaratmıştır. Ölsem, çürüsem bile, yine o aşkım”
Cenâb-ı Mevlânâ, Türbesi’nin derûnî ahvâli hakkında ve ziyâretine gelenlere şöyle demektedir:
“Toprağımdan buğday çıkar da, o buğdaydan ekmek yapar da yersen ma’nevî sarhoşluğunu artırır. Hamur da deli dîvâne olur, ekmekçi de… Ekmek ise tandırda mestâne beyitler terennüm eder.
Mezârıma gelirsen üstümdeki toprak yığınının raks ettiğini görürsün. Kardeş! Mezârıma defsiz gelme; çünkü Allah meclisinde gamlı durmak yaraşmaz.”
Türbe, Dergâh ile şahsî münâsebetlerime gelince:
Efendim, Hazret-i Pîr’in özbeöz kanını taşıyorum, ama dileğim, O’nun cân ve gönül oğlu olabilmek; O’nun feyz ve nûruyla; yüce himmet ve muhabbetiyle yaşayabilmek… O’nun cemâl tecellîsi nûrunun pervâneleri olan cânlarla, cânânlarla, hem-bezm, hem-dem olabilmek. Onun için de dâim Hakk’a dönerek Şeyh Gâlib Dedemizin diliyle yalvarıyorum. Bu samîmî niyâzıma n’olur siz de âmîn deyin İbrâhim Bey Cânım.
…………..
Mûr isem şem’ine pervâne kılup eyle kabûl
Âb isem gevher-i yek-dâne kılup eyle kabûl
Seng isem Ka’be vü kâşâne kılup eyle kabûl
Müstaid kıl yoğısa lutfuna isti’dâdım
Sana güçlük mü var ey şâh-ı kerem-mu’tâdım
Kābiliyet ver eğer vaslına nâ-kâbil isem
Yeniden ver bana sermâyeyi bî-hâsıl isem
Hâlimi kāle bedel eyle eğer nâkil isem
Müstaid kıl yoğısa lutfuna isti’dâdım
Sana güçlük mü var ey şâh-ı kerem-mu’tâdım
Müslüman eyle eğer kâfir isem kudretini
Şâkir et lutfuna ger münkir isem nîmetini
Dahi efzûn et eğer kemter isem rahmetini
Müstaid kıl yoğısa lutfuna isti’dâdım
Sana güçlük mü var ey şâh-ı kerem-mu’tâdım
……………
Sual:
Mevlânâ’dan genellikle “Hazret-i Pîr” diye söz ediyorsunuz. Bu ifâdenin anlamına dâir neler söylemek istersiniz?
Cevap:
Lügatte pîr, saçı sakalı ağarmış, çok yaşlı ihtiyar demektir. Tarîkatte ise Pîri, Mevlânâ Hazretleri şöyle tarif eder:
“Gençliğinin görüntüsü olarak bilinen kara saç ve sakal, Erenler katında varlığın ifâdesidir, varlığından tek bir kıl bile kalmayan pîrdir. Saçı sakalı ister siyah, ister kır olsun. Îsâ aleyhisselâm beşikte iken pîr idi. Elini pîrden başkasına verme. Pîrin elini tutan Allah’dır.”
Mevlânâ Muhammed Celâleddîn-i Rûmî Hazretleri’nin bu îzâhı ışığında O’na, O’nun hayranları ve mensuplarının; mürîdân ve muhibbânının dediği gibi ,edeben çoğu zaman “Hazret-i Pîr” demekteyiz. Babam Gâzî Veled Bahâeddin Çelebi ile küçük halam Celîle KELEŞ’in Hazret-i Pîr hitâbı hâlâ hatırımda. Rûhları şâd u handan olsun.
Efendim tasavvufta pîr, vahdet feyzini, aşk şarâbını sunan kâmil mürşiddir. Mükemmel Mevlevî mürşidi Şeyh Gâlib Dedemize kulak verelim:
Tedbîrini terk eyle takdîr Hudâ’nındır
Sen yoksun o benlikler hep vehm ü gümânındır
Birden bire bul aşkı bu tuhfe bulanındır
Devrân olalı devrân erbâb-ı safânındır
Âşıkda keder neyler gam halk-ı cihânındır
Koyma kadehi elden söz pîr-i mugânındır
Meyhâneyi seyrettim uşşâka matâf olmuş
Teklîf ü tekellüfden sükkânı mu’âf olmuş
Bir neş’e gelüp meclis bî-havf ü hilâf olmuş
Gam sohbeti yâd olmaz meşrebleri sâf olmuş
Âşıkda keder neyler gam halk-ı cihânındır
Koyma kadehi elden söz pîr-i mugânındır
……………..
Mahzûn idi bir gün dil meyhâne-i ma’nâde
İnkâra döşenmişdim efkâra düşüp yâde
Bir pîr gelüp nâ-gâh pend etdi ale’l-âde
Al destine bir bâde derd ü gamı ver bâde
Âşıkda keder neyler gam halk-ı cihânındır
Koyma kadehi elden söz pîr-i mugânındır
……………
Sual:
Mevlânâ’nın eserlerini Farsça kaleme almasına hayıflananlar, “Keşke O da Yunus Emre gibi Türkçe yazsaydı!” diyenler olduğunu biliyoruz. Bu konuda sizin yaklaşımınızı öğrenebilir miyiz?
Cevap:
Yıllardır bu suâli duymaktayım; hayıflanan bilgi ve mevki sahibi binlerce muhterem gördüm. Hayıflananlara destek olan zevâtı dinledim. Onlara İBRÂHİM HAKKI HAZRETLERİ’nin gözüyle baktım; edeben onun nasîhatine kulak verdim:
“Her söyleyeni dinle
Ol söyledeni anla
Hoş eyle kabûl cânla
Mevlâ görelim n’eyler
N’eylerse güzel eyler”
Efendim, böyle bir hayıflanmadan, âcizâne, şiddetle ve edeben hazer ederim.
Efendim, ma’lûmunuz yüce Türk Milleti tarihin tabiî seyri içerisinde kültür değişmesine uğramıştır. Ben de böyle hayıflanan zevâta şu suâli sormak isterim:
Bugün bizim Yûnus’un Fâtih Kütüphânesi’ndeki el yazması nüshasındaki Türkçe mısralarını kaç üniversiteli; askerî ve mülkî erkândan kaç kişi, din ve devlet adamlarından kaçı anlayabilmektedir? Anladığını söyleyen muhteremlerden kaç kişi ondan nasîbini alabilmiştir?
Efendim, ekmek ile suyun bin bir adı olabilir… Onların adlarını bilmeyenlerden acıkıp susayanlar derhal ekmek ile suyu tanırlar.
Acıkmak gerek, susuzluktan yanmak gerek…
Acıkan fırına koşar; fırıncının dilini bilmese de.
Susuzluktan yanan sebilciye koşar, onun lisânını bilmese de…
Sultân Veled Hazretleri REBÂB-NÂME’sinde şöyle buyurur:
“Susadınsa bardağa bakma, su iç!
Sûretâ nefsin bakır başını biç”
Kur’ân-ı Kerîm’i işitenlerin gözyaşı dökmesi; gönüllerinin huşû ve huzûrla dolması nedendir? Yalnızca Arapça bildiklerinden midir?
İbrâhim Bey, böyle hayıflananlara affınıza sığınarak şöyle söyleyeceğim, ŞEYH KÂMİL HAZRETLERİ’nin dilinden:
“Zikr eyle hemân cûşe gelir şâm ü seher aşk
Pervâz ederek raks eder elbetde gezer aşk
Pervâneye bak ibret için gayre ne hâcet
Ma’şûkuna cân vermeğe kendini yakar aşk
Ta’n eyleme gel âşıka ey zâhid-i hod-bîn
Bildirmez eder kendini uşşâka meğer aşk
Ahvâl-i îmân kāle yekûl ile bilinmez
Vâiz hele gör lezzetin al bak ne şeker aşk
Mecnûna suâl eyleseler aşk ne demektir
Leylâ deriken bir dahi Mevlâ’ya eren aşk
Bülbüle dahi zâri hemân bir gül içindir
Feryâdı bütün mest eder hep öyle öter aşk
Serhoş deyüben KÂMİL’e sen eyleme isnâd
Bir vakt ola ki kendini dîvâne kılar aşk”
BİZİM YÛNUS EMRE HAZRETLERİ ma’nevî şahsiyetini şu beyitle açıklayarak diyor ki:
“Mevlânâ Hudâvendigâr bize nazar kılalı
Anun görklü nazarı gönlümüz aynasıdır”
Hazret-i Mevlânâ’nın sohbetinde bulunan Bizim Yûnus, O’nun sohbetini anlar ve meleklerin bile ulaşamayacağı ma’nâ âlemine dalar:
“Mevlânâ sohbetinde sâz ile işret oldı
Ârif ma’nîye daldı kim biledir ferişte”
Söz Hazret-i Pîr’in:
“Gönül birliği dil birliğinden yeğdir.”
Rabbimiz bizlere BİZİM YÛNUS’un gönlü gibi bir gönül lutfeylesin, vesselâm…
“Hak bir gönül verdi bana, ha demeden hayrân olur
Bir dem gelür şâdî olur bir dem gelür giryân olur
Bir dem sanasın kış gibi şol zemheri olmuş gibi
Bir dem beşâretden togar hoş bâğıla bostân olur
Bir dem gelür söyleyemez bir sözi şerheyleyemez
Bir dem dilinden dür döker dertlülere dermân olur
Bir dem çıkar Arş üzere bir dem iner tahte’s-serâ
Bir dem sanasın katredür bir dem taşar ummân olur
Bir dem cehâletde kalur hiç nesneyi bilmez olur
Bir dem talar hikmetlere Câlinûs u Lokmân olur
………………….
Bir dem varur mescidilere yüzin sürer anda yere
Bir dem varur deyre girer İncil okur ruhbân olur
Bir dem gelür Mûsâ olur yüz bin münâcâtlar kılur
Bir dem girer kibr evine Firavn’ıla Hâmân olur
Bir dem gelür Îsâ gibi ölmişleri diri kılur
Bir dem gelür güm-râhleyin yolında ser-gerdân olur
Bir dem döner Cebrâil’e rahmet saçar her mahfile
Bir dem gelür gümrâh olur Miskîn Yûnus hayrân olur”
Sual:
Mevlânâ Hazretleri’nin MESNEVÎ’i, öteki eserlerini; DÎVÂN-I KEBÎR’i, RUBÂÎLER’i, FÎHİMÂFÎH’i, MECÂLİS-İ SEB’A’yı gölgede bırakmış görünüyor. Bu kanâate katılıyor musunuz? Katılıyorsanız, sebep ve neticeleri hakkında neler söylemek istersiniz?
Cevap:
İbrâhim Bey, mâşâallah her sorunuzun cevâbı bir kitap olacak kadar geniş… “Bilen sorar” demişler. Ne de doğru söylemişler. Bu husûsu güzel sahsınızda görüyor, bilginiz, feyiz ve nûrla dolu gönlünüz karşısında saygıyla eğiliyorum.
Efendim, Hazret-i Pîr’in eserleri birbirinin nûrudur. Nûrlar silsilesidir; feyizler selsebîlidir.
Mesnevî-i Ma’nevî’nin ma’nâ ile mâhiyeti ve fonksiyonu, Hazret-i Pîr’den sonra mürşid olma sıfatıdır. Nitekim: “benden sonra mürşidiniz Mesnevî’dir” diyerek, bu sıfatı kendileri vermişlerdir.
Mesnevî-i Ma’nevî kendi mısralarında kendi fonksiyonunu açıkça anlatır. Bu başlı başına bir konu. Biz Mesnevî’den feyz alan hakîkat ehlinin ve irfân ile aşk erbâbının mısralarını naklederek Mesnevî’nin husûsiyetini belirtmeye çalışalım:
“Sâlik-i râh-ı Hudâ’ya pîşivâdır Mesnevî
Cümle erbâb-ı tarîka reh-nümâdır Mesnevî
Dîde-i cân ne dilersen âşinâlık el vere
Gâfil olma aç gözün kim tûtiyâdır Mesnevî
Haste diller n’ola bulursa Semâ’ından safâ
Hikmet-i Hak ile her derde devâdır Mesnevî
Bu ne sözdür kim olur a’lâ vü ednâ hissedâr
Şâh ile şehdir gedâ ile gedâdır Mesnevî
Nûruna doymazsa münkirler n’ola huffâş-vâr
HİLMİYÂ [3] çün matla’-ı şems-i Hüdâ’dır Mesnevî”
٭
“Bâreka’llâh ey sipihr-i himmetin mâh-ı nevi
Levhaşa’llâh ey cihânın mihr-i vâlâ-pertevi
Saneka’llâh ey kelâmu’llâh-ı ilm-i uhrevî” [4]
“Merhabâ ey hazret-i sâhib-kırân-ı ma’nevî
Nâzım-ı manzûme-i silk-i leâl-i Mesnevî” [5]
“Mesnevî ammâ ki her bir lafzı kân-ı ma’rifet
Mesnevî ammâ ki her bir nutkı ihsân-ı ma’rifet
Mesnevî ammâ ki her bir harfi beyân-ı ma’rifet” 6
“Mesnevî ammâ ki her bir beyti cihân-ı ma’rifet
Zerresiyle âfitâbının berâber pertevi” 7
………….
٭
“Metn-i ilm-i hikmet olmuşdur bu eş’âr aç gözün
Nûr-i cân feyz-i îmândır Mesnevî’nin sohbeti” 8
Sual:
Mevlevîliğin din, ahlâk, kültür, san’at, edebiyat ve toplum hayâtına tesirlerine dair kısa bir değerlendirme yapmanız mümkün mü?Cevap:
Bu güzel sorunuz da bir tez konusu … Mevlânâ Hazretleri’nin ifâdesiyle, “denizi testiye döksen ne alır?”
Lutfedip kısa bir değerlendirme istediniz. Teşekkür ederim.
İnsân ve toplum hayâtının her sahâsında Mevlevîliğin tesîrini, ŞEYH GÂLİB DEDEMİZİN şu mısraını sunarak değerlendirmiş olalım:
“Hangi âşıkdır o kim mevlâsı Mevlânâ değil”
Bendenizin de mevlâsı MEVLÂNÂ’dır; Celâleddîn-i Rûmî’nin zât-ı akdesleridir, erenler. Cân testimdeki âb-ı hayât odur, ondandır. Ten kâsemdeki cân şarabım odur, ondandır.
Size, Mevlevî nisbeti tam olan iki Mevlevî dedesinin gazelini sunuyorum. İşte bu gazellerdeki gibi benim de rûh hâletimdeki aşk, cân âyetimdeki cezbe onundur, ondandır.
I. Gazel
İyd-i vaslına nigârın beni kurbân eylen
Ben gedâyı adem iklîmine sultân eylen
Gam-ı hicriyle ölürsem serimin kâsesini
Ser-i kûyinde sifâl-i seg-i cânân eylen
Üstühânumla konaklan eşigi seglerini
O bahâneyle beni kûyine mihmân eylen
Gözlerimden akıdup kanlu ciger-pârelerüm
Dâg u sahrâyı dolu lâle vü rummân eylen
Aşkınun gencîne vîrâne imiş cây-ı karâr
Ey gam-ı derd ü dil-i HÂFIZ’ı vîrân eylen
II. Gazel
Minnet Hudâ’ya ey dil her dûne minnetim yok
Üstüme dönmez ise gerdûne minnetim yok
Oldum fenâ mücerred dervîş-i bî-nevâyım
Kısmet olan geliser hîç hâne minnetim yok
İçdim şarâb-ı aşkı keyfiyyetim müdâmî
Esrâr u berş u hubb-i afyona minnetim yok
Tecrîd ile felekde oldum Mesîh-i sânî
Mâlıyla yere geçsün Kārûn’a minnetim yok
Aşk ile bulmuşam ben ey FAKRÎ ol nigârı
İsm ü duâ vü sıhr u efsûne minnetim yok
Sual:
Semâ Âyîni’nin canlı bir gelenek olmaktan çıkarılıp “turistik bir gösteri”ye dönüşmesinden yakınanlar var. Bu konuda görüşlerinizi öğrenebilir miyiz?
Cevap:
Hayhay memnûniyetle İbrâhim Bey. Tartışmaya açık ve derin bir konu bu… Müsâadenizle, samîmî olarak kısaca düşüncemi arz edeyim:
Erenlerin katında taklîd kabûle şâyândır. İyi niyetle ve samîmiyetle yapılan taklîd hakîkate ulaşır.
Semâ Âyîni turistik gösteri de olsa yapılsın. Zâten yapılan âyîn midir, gösteri midir? Cevâbı müşkil.
Bugünkü Semâ Âyîni’nden, dünkünün hakîkatini ve ma’nevî atmosferini istemek, insâflı bir talep olur mu?
Semâ Âyîni gösteri de olsa feyze ve çerâğların uyanmasına vesîle olabilir. Ancak Semâ Âyîni hey’eti, behemehal aczini ve mukallid olduğunu i’tirâf etmeli; da’vâ gütmeden, haddini aşmadan, hîçliğinin idrâki içinde olmalı.
Her şey döner, aslına varır!.. Allah Semâ Âyîni’nin hakîkatine ulaşan erleri cemiyetimize ihsân etsin. İhsân ettiği erleri cem’ eylesin. Yersiz ve insâfsız tenkidlerle veya redlerle iyi netîcelere ulaşılmaz.
Samîmîce arz ettiğim düşünceme, şu samîmî görüşümü de müsâadenizle ilâve edeyim:
Her Semâ meclisinde çerâğı uyanmış bir cân olsun veya çerâğım uyansa diye yanarak niyâz edip Allah Allah diye dönen bir samîmî tâlib bulunsun yeter… Seyredenler içinde de bir gözü yaşlı âşık veya bir bağrı yanık sâdık olsa; günâhından nedâmetle gönlü Hakk’a yönelen bir mü’min bulunsa yeter… O Semâ meclisi, Hazret-i Pîr’in şefkat ve merhameti, muhabbet ve himmet kanatları altındadır. Böyle Semâ meclisinde bulunan, münkirler de muhlis olur, kâfirler îmâna gelir…
Sual:
Günümüzde Mevlânâ’yı ve eserlerini tanımak, anlamak ve değerlendirmek adına yapılanları yeterli buluyor musunuz? Başka neler yapılabilir?
Cevap:
Efendim, konuya önce Konyalı olarak bakmak istiyorum. Her şeyden önce Mevlânâ Hazretleri’nin “Gel!” da’vetine Konyalılar olarak hemen icâbet etmeliyiz. O’nu tanımaya çalışmalıyız… O’nu sevmeye gayret etmeliyiz… O’nu tanıyanlarla; O’nu sevenlerle Allah için, Pîr aşkına dost olmalıyız. Elbette, kusursuz dost arayan dostsuz kalır.
Bir de anlayamadığım, çözemediğim: “Mum dibine karanlık” sözü, ne demek, Allah aşkına? O muma pervâne olmak, önce yakınlarına yaraşır. Sonra uzaktan O’nun mumunun ışığına koşarak pervâne olmağa gelenleri kucaklamak biz Konyalılar’a yakışır.
1960 yılından beri faaliyetleri samîmîce tâkip etmekteyim.
Hâlâ Mevlânâ Kültür Merkezi inşâ edilip kurulamadı.
Mevlânâ Tetkikleri Enstitüsü kuruldu.Levhasından başka nesi var, bilmiyorum.
1983 yılından i’tibâren Selçuk Üniversitesi câmiasınca yapılan kongreler takdîre şâyân. Ama şu sorularıma cevap bulamıyorum:
Yıl 1995… Üniversite câmiasından bu vâdîde kimler yetiştirildi? Bu vâdide yetişmek isteyen kaç gönül sâhibinin elinden tutuldu?
Konya’mızdaki Kültür Bakanlığı’na bağlı Türk Tasavvuf Müziği ve Semâ Topluluğu ciddî bir devlet denetiminde midir? Mevlevî kültürüyle yoğrulabilmiş midir? San’at disiplini ve san’at seviyesi hangi noktadadır? Mevlevî kültürünü ve Mevlânâ sevgisini neşredebiliyor mu?
Konya; vilâyetiyle, belediyesiyle, yalnızca Aralık’ta mı Mevlânâ’yı anmalı?
Bu soruların cevapları, öncelikle yapılmasını dilediğim husûslardır.
Şimdi sene 2006. Bu suallere yeniden cevap vermek lâzım. Amma başka mülâkâta…
Çerâğ okuyucularına özel bir mesajınız var mı?
Çerâğınız dâim olsun. Feyiz ve bereketlere; saâdet ve ulvî hareketlere vesîle olsun…
Cânlarımızda uyanan çerâğımızın, âsumâna sığmayan şûlesini Allahu Teâlâ, son nefesimize kadar Hafîz ism-i şerîfinin nûr fânûsuyla muhâfaza buyursun. Allahu Teâlâ, çerâğların uyanmasına bizleri vesîle kılsın…
Âmîn… bi-hürmet-i Tâhâ vü Tâsîn; Hâmîm ü Yâsîn…
Efendim, lutfedip bu görüşmeyi bizimle yaptınız. Cidden minnetdârım. Samîmî şükranlarımı sunarım. Gönlü rakîk, fikri ulvî güzel şahsınıza ve nâzik sahsınızda Çerâğ’ın mensuplarına samîmî hürmet ve muhabbetlerimi sunarım.
Rabbimiz Allah, ne güzel sâhib ve ne güzel, ne hayırlı bir yardımcıdır… O’nun güzel ve hayırlı yardımları her an sizlerle ve sevdiklerinizle olsun.
Muhterem Kardeşim İbrâhim Bey…
Ben de iltifatlarınıza ve duâlarınıza lâyık olmamanın, olamamanın derin mahcûbiyetini hissederek ve hissimi yenmeye çalışarak, bu güzel sohbetinizden dolayı şükranlarımı ve hürmetlerimi arz ederim efendim.
ascelebihidayetoglu@hotmail.com
1- Bu sohbet “Çerağ” Dergisinin 7. sayısında (Aralık 1995) yayınlanmıştı. Gözden geçirerek semazen.net için hazırladım. Bana sahife açan dost semazen Mehmet Emin HOLAT’a ve yayına hazırlayan oğlum Uzm.Dr. Bahaüddin Tâhâ’ya teşekkür ederim.
2- İbrahim DEMİRCİ Bey’i bir Amasya seyahatimde tanımış idim. [Hayrânı olduğum Mîr Hamza Seyyid Nigârî (1805-1886)’nin mürşidi Sirâceddin İsmâil Şirvânî (? – 1853)’nin türbesinin bahçesinde.]
3-HİLMÎ – Mehmed Ferruh Çelebî oğlu Mustafâ I. Bostan Çelebî. (1551-1630)
4.6 Şeyh Gâlib (1757,8 – 03 Ocak, 1799 Çarşamba)
7 Nef’î (1575 ? – 1635)
8 Muhammed Lutfî (1868 – Erzurum, 12 Mart, 1956)