Hazret-i Mevlânâ ile Kırk Yıl
Hazret-i Mevlânâ ile Kırk Yıl
Sultan Veled (v.712/1312)’in İbtidânâme’sinden sonra Hazret-i Mevlânâ ve Mevlevîlere dâir telif edilmiş en önemli eser Ferîdûn b. Ahmed-i Sipehsâlâr (v.712/1312?)’ın Risâle-i Sipehsâlâr’ıdır. Bu eserin önemi müellifin Mevlânâ’nın yanında kırk yıla yakın bir zaman bulunarak Mevlânâ ve dostlarına dâir bizzat şâhid olduğu olayları eserinde aktarmış olmasıdır. Bu kıymeti sebebiyledir ki Risâle-i Sipehsâlâr mühim bir Mevlevî kaynağı olan Ahmed Eflâkî (v.761/1360)’nin Menâkıbu’l-Ârifîn’i başta olmak üzere birçok esere de kaynaklık etmiştir.
Risâle-i Sipehsâlâr Farsça telif edilmiştir. Eser, Seyyid Mahmud Ali (Cavnpûr, 1319/11201) ve Saîd-i Nefisî (Tahran 1325/11207-11208, 1362/1943-1944) tarafından neşredilmiştir; Osmanlıca ve Türkçeye çevrileri de mevcûddur. Osmanlıcaya ilk olarak Bahariye Mevlevîhânesi Şeyhi Hüseyin Fahreddîn Dede (v.1911) nazmen aktarmış ve bu çeviriyi Midhat Bahârî Beytur1 ve Ahmed Avni Konuk’un 1331/1915-1916 yılındaki Osmanlıca çevirileri takip etmiştir. Risâleyi Türkçeye ise Tahsin Yazıcı, Mevlânâ ve Etrafındakiler (İstanbul 1977) ismiyle çevirmiştir. Daha sonra da A. Avni Konuk’un Osmanlıca çevirisi Tahir Galip Seratlı tarafından 2004 yılında neşredilmiştir.
Ferîdûn b. Ahmed olarak bilinen müellif Anadolu Selçuklu sarayında kumandan olarak görev yaptığı için Sipahsâlâr (kumandan) olarak tanınmıştır. Küçük yaşlardan îtibâren Sultânü’l-Ulemâ Bahâüddîn Veled (v. 632/1231)’in meclislerine devam etmiş ve vefatından sonra da kırk yıl Mevlânâ’nın hizmetinde bulunmuştur. Çelebi Hüsâmeddîn döneminde (1273-1284) de kumandanlık görevinden ayrılarak Mevlânâ Dergâhı’nın mâlî işlerini yürütmüştür. Sultan Veled posta geçtiğinde seksen beş yaşında olan ve ona intisâb eden Sipehsâlâr, vefat tarihi olan 712/1312? senesine kadar dergâhtaki hizmetine devam etmiştir.
Ömrünü Hz. Mevlânâ’ya hizmete vakfeden Sipehsâlâr’ın Mevlevîlik tarihine en önemli katkısı Risâle-i Sipehsâlâr isimli eseri olmuştur. Hz. Mevlânâ’nın vefatından sonra onu sevenler ve ona yakın olanlar da yavaş yavaş bu dünyayı terk etmeye başlayınca Mevlânâ’ya olan yakınlığını ve onunla geçirdiği yılları bilindiği için Sipehsâlâr’dan ‘Mevlânâ’nın sîret-i pâkini, isnâd-ı hırka ve telkînini peder-i âlî güherleriyle zât-ı celîllerinin ve ashâb-ı pürsafâlarının kerâmât ve makâmâtını, sohbet-i pürhikmetlerini müştemil bir risâle cem’ u te’lîf buyurmaları’ rica edilmiştir.
Sipehsâlâr her ne kadar buna gücünün yetmeyeceğini ifade edip özür beyân etse de talepte bulunanlar özrünü kabul etmemişlerdir. Bunun üzerine müellif,“O azîzin ısrarı üzerine Hak’tan yardım dilenerek bu risâleyi yazmaya koyuldum.” cümlesiyle risâleyi yazmaya başladığını ifade etmektedir.
Sipehsâlâr, risâlesinin ilk bölümünde Hz. Mevlânâ’nın babası Sultânü’l-Ulemâ Bahâüddîn Veled’in hayat hikâyesine yer verir. Sultânü’l-Ulemâ Bahâüddîn Veled’in Hz. Ebû Bekir(r.a.)’in soyundan geldiğini ve bütün âbâ u ecdâdının müftî ve ulemâ-yı zevi’l-ihtirâm olduklarını ifade eder. Tarîkatta silsilelerinin de Hz. Ali(k.v.)’den neş’et edip Hasan-ı Basrî(rh.a.) tarîkiyle pederleri Ahmed el-Hatîbî’ye ulaştığını belirtir. Devam eden kısımda ise Sultânü’l-Ulemâ’nın ahlâkından, ilim ve irfândaki derecesinden bahseder. Devamında Sultânü’l-Ulemâ’nın ailesi ile birlikte Belh’ten göç etmeleri sebepleriyle birlikte ele alınır, yolculuğun aşamaları ve Konya’ya gelip yerleşmelerine kadar geçen süre içindeki hâdiseler özet olarak verilir. Bu anlatımlar esna’ında da Hz. Mevlânâ’nın zaman zaman yaşı ve ahvâline de değinilir.
Sipehsâlâr, eserinin ikinci bölümünde Hz. Mevlânâ’yı anlatır. İşte ‘kırk yıl müşahade ettiğim’ dediği Hz. Mevlânâ’ya ait anlatımlar bunlardır ki her bir rivâyetinin ayrı bir kıymeti vardır. Çünkü müellifin anlattıkları Hz. Mevlânâ’ya dâir bizzat kendi müşâhedeleridir.
Üçüncü kısım ise Hz. Mevlânâ’nın dostlarının ve halîfelerinin anlatıldığı bölümdür.
Biz burada sadece Hz. Mevlânâ’nın Risâle-i Sipehsâlâr’da geçen hayat hikâyesini Ferîdûn b. Ahmed-i Sipehsâlâr’ın anlatımlarıyla paylaşacağız. Fakat hülâsâ bir anlatım olması gerektiğinden de birçok husus kısaca ifade edilecektir.
Hz. Mevlânâ, 604/1207 senesinde dünyaya gelmiş ve 5 Cemâziye’l-âhir 672/17 Aralık 1273 tarihinde Civâr-ı Rahmet-i Rabb-i Rahîm’e kavuşmuştur. Ve bu âlemde 68 sene ömür sürmüşlerdir.
Hz. Mevlânâ’nın tarîkat intisâbı babası Sultânü’l-Ulemâ Bahâüddîn Veled’edir. Çocukluğundan orta yaşlarına kadar Seyyid Burhâneddîn Muhakkîk Tirmizî (v. 639/1241)’nin gözetiminde yetişmiştir. Zâhirî ve bâtınî ilimleri Mevlânâ’ya tâlim buyurmuşlar ve neticede Hz. Mevlânâ, Seyyid Burhâneddîn Muhakkîk Tirmizî’nin rehberliğinde velâyet makamına vâsıl olmuştur. Hz. Mevlânâ birçok kez Hz. Hızır’a mülâki olmuşlar ve kendilerine esrâr-ı ilâhiyyeden bir müşkil hâsıl olsa, Hz. Hızır hemen yardıma gelmiştir.
Hz. Mevlânâ Şam’da ikamet ettikleri Berâniye Medresesi’ndeki hücresinde de birçok kez Hızır (a.s)’a mülâki olmuşlardır. O hücre hâlâ Hızır (a.s)’a nispet edilir, halk ziyaret eder ve orada yaptıkları duâların kabul olduğuna kânîdirler. Hz. Mevlânâ Şam’da bulundukları zaman başta Şeyh Muhyiddîn İbnü’l-Arabî olmak üzere eş-Şeyh Sa’düddîn Hamevî, Şeyh Osman er-Rûmî, Şeyh Evhadüddîn Kirmânî ve Şeyh Sadreddîn Konevî ile sohbet etmişlerdir.
Gençlik yıllarında da Halep’te Arapça, fıkıh, tefsir, hadîs vb. zâhirî ilimleri tahsil etmiş ve devrin meşhur âlimlerinden Mevlânâ Kemâleddin b. Âdîm’den ve diğer medreselerdeki âlimlerden dersler almıştır.
Hz. Mevlânâ’nın Mücâhede ve Riyâzeti
Hz. Mevlânâ’nın mücâhede ve riyâzeti ile ilgili Sipehsâlâr şunları söylemektedir: “Bu fakîr kırk sene hazrete hizmet ettim ve gece gündüz yanlarında bulundum. Bu süre zarfında muhabbetullahın harareti sebebiyle hiçbir zaman başlarını yastığa koyup uyuduklarına şâhid olmadım.”
“Âh! Dilberimin aşkı hiç iktidâr mı kor. Bende ne dest-i ihtiyâr ne de pâ-yı iktidâr bıraktı. Yalnız onun muhabbetiyle inler bir gönülden ibâret kaldım. Rûz u şeb mecnûn gibiyim. Serzencîr zülfünün hayalini öper, ağzımda geveler dururum.”
“Herkes uyudu. Gönlünü kaptıran ben âşık ise uyuyamadım. Bütün geceler gözlerim âsumânda senin hayâlinle yıldızları sayıyor. Aşkın uykuyu gözümden öyle bir sûrette giderdi ki, bir daha gelmesi mümkün değil. Uykum senin zehr-i firâkını içti de öldü.”
Hz. Mevlânâ’nın Açlık ve Oruçları
Hz. Mevlânâ’nın bu husustaki tavırları bir beşerin gücü nisbetinden öte idi. “Tamamı kırk sene benim midemde bir gece ta‘âm bulunmadı.” buyurmuşlardır.
Cenâb-ı Pîr, sülûkunun başlangıcında üç gün, bir hafta, kırk gün oruç gibi tutarlar ve iftar ederlerdi. Sülûklarının sonlarında ise Ramazan’da iki kere iftar ettiler. Kaç defâlar da bütün Ramazan’da sadece bayramda iftar ettiklerine şâhid olunmuştur. İftar ettiklerinde de bir çeşit gıda ile yetinirlerdi ve yedikleri de on lokmayı geçmezdi. Bir saat geçmeden de mideleri boş kalırdı. “Benim sinemde bir ejderha vardır; o, gıdaya tahammül etmiyor.” derlerdi.
Buraya kadar beyân olunan Hazret’in savm-ı zâhirîsi idi. Savm-ı bâtınîsi ise terk-i mâsivâullahtan ibarettir ki, kendilerinde hâsıl olmuştur.
Evde külfetli ve çeşitli yemek piştiği gün ev halkına gücenirler, yemek az ve sade olduğu zaman ise, çok memnun olurlar ve ev halkına çok iltifat ederek; “Bugün ev halkının alınlarında fakîrlik nuru parlıyor.” derlerdi.
Hz. Hudâvendigâr’ımız dâimâ fakr ile iftihar buyururlardı. Fakrda da Resûlullah Efendimiz (s.a.s.)’e tâbi idiler.
Buyurmuşlardır ki; “Şehvetin öldürdüğü pis, aşkın öldürdüğü ise temizdir. Aşk temiz ve pis için bir çadır kurmuş. Bütün âşıkların gönlü fakîrlik etrafına çadır kurmuş, fakîrlik şeyhlerin şeyhi, bütün gönüller ise onun mürîdi gibidir.”
Kendisini sevenler bizim ihtiyaçlarımız için altın ve gümüş gönderseler, Hazret-i Pîr Efendimiz bunları Şeyh Selâhaddîn Zerkubî’ye veya sonra Çelebi Hüsâmeddîn’in evine gönderirlerdi. Zarûret olmadığı müddetçe ailesi için harcamazlardı. Yalnız Sultan Veled Efendimiz istediğinde kendisine az bir şey verirlerdi.
Hz. Mevlânâ’nın Namazları
Namaz vakti gelip kıbleye yöneldiklerinde mübârek çehreleri Ali (k.v) Efendimiz gibi renkten renge girerdi. Şöyle buyururlardı: “Namaz Allah ile yakınlık kurmaktır. Bu yakınlığın nasıl olduğunu zâhir ehli bilmez.”
Çok müşâhede olunmuştur ki, Hz. Mevlânâ Efendimiz yatsı namazını müteakib namaz için dururlar ve sabah oluncaya kadar iki rekât namazı ancak tamamlarlardı.
“Akşam namazı vakti herkes çerağ uyandırıp yemek sofrası kurunca ben yârin hayâ-lini nazarıma alır, gâm-ı nevhaya, figâna koyulurum.
Gözyaşlarımla abdest aldığım içindir ki, namazım böyle âteşîn oluyor. Ezan sesi mescid-i kalbime öyle yakıcı bir şekilde gelir ki, onun tesiriyle o gönül mescidinin kapısı âşıkâne yanar…”
Bir kış mevsimi idi. İkâmet buyurdukları medresede gecenin başlangıcında secdeye kapanmış ve mübârek gözlerinden yaşlar akmış idi. Havanın soğukluğundan, mübârek yüzleri buz tutup yere yapışmış idi. Sabah olunca durumu fark eden yakınları sıcak su hazırlayıp yüzüne dökerek yerden kaldırdılar.
Buraya kadar anlatılanlar zâhir namazlarıdır. Bâtın namazlarını kim anlatabilir ki?
Hz. Mevlânâ’nın Takva ve Verası,
Cezbe ve Aşkı, Sekr ve İstiğrâkı
Hz. Mevlânâ Efendimiz’in takvasını anlatmaya güç yetmezdi. Öyle bir takva üzere yaşamıştır ki, ömrü boyunca kendisinden dünyanın gamı ve neş’esine dâir bir söz işitilmemiştir.
Bu hususta buyurmuşlardır ki; “Dünya şehveti külhana benzer, onun hararetiyle takva hamamı ısıtılır. Dünya şehvetine bulaşmış olanlar o külhan içinde huzursuzdurlar. Muttakîler ise külhanın kirinden dumanından uzak oldukları için safâ sürerler.”
Hz. Mevlânâ Efendimiz’in cezbe ve aşkına dâir bu muhtasar kitapçıkta ancak küçük bir kısım zikredilebilmiştir. Mevlânâ Efendimiz’e ezelden refîk olarak cezbe ihsan edilmiş, bu cezbelerle seyr u sülûklarında mesafe almışlar ve her bir makamda münkeşif olan hakâyıktan da mutlaka bir şemme beyân etmişlerdir.
“Aşk-ı me’ânî Burak’ı, benim aklımı da gönlümü de aldı götürdü. Nereye götürdüğünü benden sor ki söyleyeyim. Çünkü senin bilmediğin bir tarafa götürdü.
O revâk-ı Teâlâ’ya, o âsûmân-ı me‘ânîye götürdü ki, orada ne kamer gördüm, ne çarh gördüm. Öyle bir cihâna götürdü ki, orada cihân bile cihânlıktan cüdâ olur.
Bu gönül beni yakamdan tutup o yâr-i cânımın köyüne doğru götürüyor. O köye götürüyor ki, orada ben onun bâde-i muhabbetini içtim. O kadar içtim mest oldum ki, pabucum, destârım birbirine dolaştı.”
Cezbe ve aşkı gibi sekr ve istiğrâkı da anlatılamaz bir haldir. O güzel sözlerinin çoğunu sekr halinde söylemiştir. Bu öyle bir makamdır ki, ricâlullah kurb ve visâl makamına vâsıl olduklarında, hüsn-i likâ-i sübhânîden dolayı şarâb-ı muhabbetle mest olurlar.
“Cihânda henûz bağ, bâde, üzüm yaradılmamış idi ki bizim cânımız şarâb-ı lâ-yezâl elinden mest u mahmûr idi.
Mansûr’un nükte-i tevhîde âid kelâmının daha kavgası olmadan biz, cihân-ı cân Bağdad’ında “” diyorduk.
Nefs-i küll -yed-i kudret- su ile toprağa mi’mâr olmadan, vücûd-ı Âdem’i yaratmadan bizim ‘iyş u nûşumuz harâbât-ı hakîkatte ma’mûr u mükemmel idi.”
“En büyük bayram Şems-i Tebrizî idi. O bayramın en büyük kurbanı ben oldum.”
Hz. Mevlânâ’nın Semâ’ı
Hz. Mevlânâ Efendimiz önceleri babası Bahâüddîn Veled Efendimiz’in tarîkatındaydı. Ders verir, vaaz ederler, riyâzet ve mücâhede ile meşgul olurlar idi. Hazret-i Resûlullah (s.a.s.) Efendimiz’den menkul olan her türlü ibâdet ve taatla meşgul idiler. Bu hususta hiçbir kâmile nasib olmayan tecellî ve yüce makamlara ulaşmışlar idi. Fakat asla semâ’ etmemişlerdi. Vaktaki Şems-i Tebrizî Hazretleri’nin bir sultân-ı muallâ, bir ma’şuk-ı evliyâ olduğunu basîretle müşâhede edince ona âşık olmuş ve her ne emrederse onu işlemeyi ganimet bilmişlerdir.
Şems-i Tebrizî Hazretleri ona, “Semâ’ edin, isteyip arzu ettiğiniz şeyi semâ’da fazlaca bulursunuz!” dedi.
Şems-i Tebrizî Hazretleri’nin işaretine uyarak Hazret-i Pîr Efendimiz semâ’a girdi. Semâ’ edince onun dediklerini aynen gördü. Ömrünün sonuna kadar bu usûlde devâm etti ve semâ’ı âyin-i tarîk ittihâz buyurdular. Hz. Mevlânâ Efendimiz semâ’ın hakîkatine dâir öyle güzel ifadeler buyurmuşlardır ki, kim bu sözlere müdâvemet ederse gönül aynası tertemiz olur ve sırr-ı hakîkat-i semâ’a vâkıf olur.
Demişlerdir ki; “Semâ’ âşıkların gıdasıdır, zirâ onda sevgiliyle buluşup birleşmenin hoş hayâli vardır.”
“Semâ’ âşıkların canının dinlenme sebebidir.
O mânevî zevki, cânanın cânı olan, yani kalbi hakîkî hayatla diri olan kimse bilir.”
Hz. Mevlânâ’nın Şiir Söylemesi
Hz. Mevlânâ Efendimiz şiir ile ilgili Fîhi Mâ Fîh’te şöyle buyururlar:
“Benim bir huyum vardır. Hiçbir kimsenin benden incinmesini istemem. Meselâ, bazı kimseler semâ’da bana çarparlar, yârânın bazısı çarpanları men’e kalkışırlar. Benim bu hoşuma gitmez. Yüz defâ söyledim; ‘Benim için kimseye bir şey söylemeyin, bana çarpanların bu muâmelesinden râzıyım.’
Ben isterim ki, meselâ; yârân yanıma geldikleri zaman melûl olmasınlar, sıkılmasınlar diye şiir söylerim. Ben şiiri terk ediyorum, onlar benim şiir söylememi istiyorlar.
Ben nerdeyim şiir nerede? Vallâhi ben şiirden bîzârım. Benim yanımda şiirden fenâ bir şey yok. Bu neye benzer? Meselâ, bir kimse eline bir işkembe almış temizlemeye çalışıyor. Sebebi ise misafirinin canı işkembe istemiş. Tabiî ki ev sahibi elini işkembeye vurur.
İnsan bakmalı, bir şehirde hangi mal alınıp satılıyorsa onu alıp satmalıdır. Velev ki o mal en aşağı bir şey dahi olsa. Ben uzun süre ilim tahsil ettim, ne kadar zorluklar çektim, neden? Yanıma yöreme âlimler, ârifler, muhakkîkler geldikleri zaman onlarla mütâlaa edeyim diye. Çünkü yanıma üstün insanlar, akıllılar, muhakkîkler, derin ve ince meselelerle uğraşanlar gelsin diye. Cenâb-ı Hakk böyle istedi; bütün âlimleri burada topladı, ben ne yapabilirim? Bizim memlekette şâirlikten daha ayıp bir iş yoktu. Eğer biz de kendi memleketimizde kalmış olsaydık, biz de onlar gibi yaşar, ders okutmak, va’z u nasihat etmek ve kitap yazmakla meşgul olurduk. Bu şuna benzer: Hekîm hastanın başına vardığında hasta ilaç içmekten bıkmış, usanmış ve şerbet içmek istiyorsa hekim ilacı şerbete karıştırarak ona verir.”
Hz. Pîr Efendimiz’in mübârek sözleri görünüşte şiirdir ama hakîkatte baştan sona sırr-ı Tevhîd’dir. Âyetlerin tefsiri, Hz. Peygamber (s.a.s.)’in hadîslerinin şerhi ve hakîkat sözleridir. Dervişler ve sâlikler için mürşid ve nasihat kılavuzu, hakîkate rehberdir:
“Bizden sonra Mesnevî şeyhlik eder. Tâlibân-ı hakîkate mürşîd olur. Onları makâmât-ı âliyeye sevk eder. Ve maksûd-ı hakîkîye çeker.”
Hz. Şemseddîn-i Tebrizî
Ma’rifet ve hakîkatte ehl-i tahkîkin mürâcâtgâhı, tarîka-i keşf u vasl için sâlikân-ı kudsün rehber-i râhı idi.
Tekellüm ve takarrubda Mûsâ (a.s.) meşrebinde, tecerrüd ve uzlette Îsâ (a.s.)’nın sîretinde idi. Dâimâ müşâhedede sülûk buyurur ve mücâhedede zaman geçirirdi. Hz. Hudâvendigâr zamanına kadar hiç kimse onun haline ve sırlarına muttali olmamıştı. Kendilerini dâimâ halktan gizlerler idi. Tüccar elbisesi giyip ticaretle uğraşırlardı. Tebrizli idiler.
Hakk’a bir münâcâtı neticesinde Anadolu’ya sevkedildi. Konya’ya geldi. Hz. Mevlânâ ile buluştu. Altı ay Şeyh Selâhaddîn Zerkub’un hücresinde birlikte sohbet ettiler. Bir şey yemediler, içmediler ve beşerî hacette bulunmadılar. Onların yanına Şeyh Selâhaddîn Hazretleri’nden başka kimse giremedi. Altı ay sonra dışarı çıktılar. Şems Hazretleri, Hazret-i Mevlânâ’yı semâ’ yapmaya teşvik etti. Hazret-i Mevlânâ bütün vakitlerini Şems Hazretleri’nin sohbetinde geçirir oldu, mürîdleri kendisine hizmet etme şerefinden mahrum kaldılar. Onlarda kıskançlık emâreleri belirmeye başladı. Gereksiz işlerle uğraşarak haddi aştılar. Her fırsatta Hz. Şems hakkında dedikodu yaptılar. Hz. Şemseddîn büyük bir fitne çıkacağını anladı. Ansızın Şam’a gitti.
Hz. Pîr bütün mürîdleriyle olan alâkasını kesti ve yalnız kalmaya başladı. Bunun üzerine herkes yaptıklarına pişman oldular. Hz. Şemseddîn yeniden Konya’ya gelmeye ikna edildi. Her şey tekrar yoluna girmişti ki hâdiseler Hz. Şems ile Hz. Pîr’in oğlu Alâaddîn’i karşı karşıya getirdi. Bir cemaatle birlikte bu durumu fırsat bildi ve Hz. Şems’e sürekli üzücü davranışlarda bulunmaktan geri durmadı. Ve nihayet Hz. Şemseddîn, Sultan Veled’e; “Bu sefer bunların yaptıklarından dolayı öyle kaybolacağım ki izimi kimse bulamayacak!” dedi ve birden kayboldu.
Hz. Mevlânâ Hz. Şems’i çok aradı. Aramak için Şam’a kadar gitti. Bulamadı. Konya’ya geri döndü, mürîdlerinin terbiyesi ile meşgul oldu. Şeyh Selâhaddin Zerkub’u Şems’in makamına getirdi.
Hz. Mevlânâ’nın Menkıbeleri
Sipehsâlâr, eserinin bir bölümünü Hz. Mevlânâ’nın menkıbelerine ayırmıştır. Müellifin yukarıdaki sözlerine istinâden bu menkıbelerin de bizzat müşâhade ettikleri veya müşâhade edenlerden derledikleri olduğunu ifade etmek gerekir. Burada tamamına yer veremeyeceğimiz için birkaç dikkat çekici menkıbeyi arz etmek istiyoruz.
Molla Ekmeleddîn anlattı:
“Bir gün sultan-ı Saîd Rükneddîn benden fârûkî tiryakı denen bir ilaç yapmamı istemişti. Zehirlenmelere karşı bir panzehir olarak kullanılan bu ilaç için gereken bütün eczaları hazırladım, evimin bir köşesinde onları karıştırıp macun haline getiriyorduk ki birden Mevlânâ Hazretleri odanın bir köşesinde belirdi. Halbuki evin ve odanın kapıları kapalıydı.
Onu fark edince hemen gidip elini öptüm, sonra tatması için ilacı getirip önüne koydum. Hiç ilgilenmedi ve ‘Ey Ekmeleddîn, bizim içimizi bir ejderha sokmuştur ki, okyanus panzehir olsa fayda etmez.’ dedi ve kayboldu.”
Hz. Mevlânâ bir su kenarında talebelerine ders anlatıyordu. O esnada da sudaki kurbağalar o kadar ses çıkarıyorlardı ki, ders dinlenemez bir hale gelmişti. Hz. Mevlânâ kurbağalara seslenerek; “Eğer sizin söyledikleriniz daha mühimse biz susalım, siz söyleyin!” buyurdular. Bunun üzerine kurbağalar seslerini hemen kestiler. Uzun süre de o civarda kimse kurbağa sesi duymadı.
Bir defasında Hazret-i Mevlânâ, Çelebi Hüsâmeddîn’e bayram ziyaretine giderken beraberinde kalabalık bir mürîd topluluğu vardı. Bir dar sokakta bir köpek önüne geldi, mürîdlerden biri o köpeği vurup kovaladı. Hazret-i Mevlânâ ona sert bir ifade ile; “Ey hayırsız, Çelebi’nin mahallesinin köpeğini mi dövüyorsun?” diye uyardı.
Hazret-i Pîr Efendimiz sık sık Çelebi Hüsâmeddîn’in evine ziyareti giderdi. Bir kış mevsiminde gece vakti yine onun evine gitti, evdekiler uyumuştu, kapıları da kapalı idi. Kar şiddetli yağıyordu. Geri de dönmedi, rahatsız etmemek için kapıyı da çalmadı, sabaha kadar kapının önünde, ayakta bekledi. Sabah olunca, kapıcı kapıyı açtı. Gördü ki Hazret-i Pîr kapıda duruyor, mübarek başında karlar birikmiş. Hemen koşup Çelebi’ye haber verdi. Çelebi Hüsâmeddîn koşarak geldi, ayaklarına düştü, ağladı, özürler diledi. Hazret-i Mevlânâ iltifatlar edip gönlünü aldı, alnından öptü.
Hz. Mevlânâ ilk zamanlarında vaaz ederlerdi. Bir vaazında Mûsâ (a.s.) ile Hızır (a.s.) hikâyesini anlatıp tefsîr ediyordu. Cemaat arasında Molla Şemseddîn adında bir mürîdi mescidin bir köşesinde oturuyordu. Gözüne bir köşede devamlı başını sallayan ve; “Güzel anlatıyor, sanki bizimle imişsin gibi doğru söylüyorsun!” diyordu. Molla Şemseddîn onun Hızır (a.s.) olduğunu hemen anladı, eline sarıldı ama o elini çekip gözden kayboldu.
Bir gün Hazret-i Mevlânâ geziniyorlar, mürîdlerinden bazıları da Sultan Veled Hazretleri’nin huzurunda oturmuşlar, Hazret-i Mevlânâ’yı bekliyorlardı. Bu esnada bir emirin dileği yerine gelip duâsı kabul olduğu için Hazret-i Mevlânâ’ya bir kese altın sunduğunu ve kabul etmesini dilediğini gördüler. Bu emir ne kadar ısrar ettiyse de Hazret-i Mevlânâ alâka göstermedi. Bunun üzerine o bey, bir kese altını Hazret’in eteğine döküp uzaklaştı. Emir oradan gidince Hazret-i Mevlânâ eteğindeki altınları yere dökerek bırakıp gitti. Sultan Veled’in yanındaki mürîdler gidip altınları topladılar, kendi masraflarına harcadılar.
Hazret-i Mevlânâ bir gün mahalleden geçerken çocuklar gelip saygı ile elini öptüler. İçlerinden biri ise oyun oynamakla meşgul idi; dedi ki, “Mevlânâ, biraz dur, oyunu bitireyim, ben de elini öpeyim!” Hazret-i Pîr Efendimiz çocuğun oyununu bitirmesini bekledi.
Hz. Mevlânâ’nın Vefatı
Hz. Mevlânâ’nın vefatına yakın günlerde Konya’da kırka yakın deprem oldu. Halk korku içinde Hz. Pîr’e gelip bu musibetin sebebini suâl edip belanın kalkması için duâ istediler. Hz. Mevlânâ onlara şöyle mukabelede bulundu:
“Gönlünüzü perîşân etmeyiniz. Zemîn acıkmıştır. Yağlı bir lokma istiyor. Murâdına çabuk erecek. O zaman bu zahmet de sizden kalkar.”
Birkaç gün sonra Hz. Pîr kırmızı ferâce giydi ve şu gazeli söyledi:
“Sevgilim, dilberim! Sen tenhâca giderek hâb-gâh-ı nâz-ı harîminde bensiz başını yastığına koyup yatacaksın öyle mi? Geceleri sabahlara kadar senin için dolaşan mübtelâ-ı aşkını, bu ben harâbîyi burada yalnız bırakacaksın… Zararı yok…
Biz, geceleri sabahlara kadar tenhâ, âşıkâne inleyen mevc-i sevdâyız, buna alışkınız. Sen istersen âşıkın yanına gel ve visâlinle lûtfet, istersen yalnız bırak, hicrânınla cefâ eyle.
Güzeller pâdişahı için ahde vefâ etmek vâcib değildir. Ey yüzü sararmış âşık! Sen sabredip ahdine vefâ göster…”
Daha sonra sağlıkları biraz değişmeye başladı. Sevenleri başucunda sabah akşam ziyaret ettiler. Devrin en iyi hekimleri Hz. Pîr’in hastalığını teşhis etmeye gayret ettiler ama nafile. Ne onlar teşhis edebildiler ne de Hz. Pîr teşhise müsaade etti. Birkaç gün de böyle geçti. Anladılar ki bu halin hakîkati bir başka türlüdür. Hz. Pîr’in arzusu öteki âleme doğrudur. Bu durum anlaşılınca herkes gözyaşları dökmeye başladı.
Nihayet bir güz mevsimi 5 Cemâziye’l-âhir 672 Pazar günü güneş batarken Hz. Pîr âlem-i kudse gurûb etti. Halkın her kesiminden bir feryâd ü figan koptu ki zengin fakîr, tanıdık tanımadık, mü’min Hıristiyan herkes ağladı.
O gece Hz. Pîr Efendimiz’in techiz ve tekfîni tamamlandı. Ertesi gün sabahleyin mübârek na’şları musallaya taşınmaya çalışıldı ama kalabalıktan ancak akşam namazına yakın musallaya ulaşılabildi. Muarrif (Müezzin) Sadreddîn Konevî’yi cenaze namazını kıldırmak için davet etti. Sadreddîn Konevî cenaze namazını kıldırmak için öne geldiğinde gözyaşları içinde bir nâra attı ve cenaze namazı kıldıramadı ve yerine Kâdı Sirâceddîn geçti ve cenaze namazını kıldırdı. Sadreddîn Konevî’ye nâra atmasının sebebi sorulduğunda; “Namaz kıldırmak için ilerlediğimde kalabalık bir melek topluluğu gördüm; saf bağlayıp namaz ve ziyaretle meşgul oluyorlardı. Onların heybetinden kendimi kaybettim.” diye cevap verdi.
Hz. Pîr’in toprağa verilmesinden sonra kırk gün kadar büyük küçük halk gelip ziyaret ettiler. Hz. Pîr’in vefatını Hz. Sultân Veled (k.s.) Efendimiz İbtidânâme’sinde tafsilatıyla anlatırlar.
Yrd. Doç. Dr. , Sakarya Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Tasavvuf A.B.D. Öğretim Üyesi
1. Bu yazı Risâle-i Sipehsâlâr’ın Midhat Bahârî (Beytur), Terceme-i Risâle-i Sipehsâlar be-Menâkıb-ı Hazret-i Hüdâvendigâr, İstanbul 1331 adlı Osmanlıca tercümesinden yararlanarak hazırlanmıştır.
Not:Bu makale Keşkül dergisinden alınmıştır.