HALEP’TEN İSTANBUL’A BABAM CELÂLEDDİN BÂKIR ÇELEBİ – Esin Çelebi Bayru
AŞKIN SULTANLARI SON DÖNEM İSTANBUL MEVLEVÎLERİ ULUSAL SEMPOZYUMU
14-15 Mayıs 2010 / İSTANBUL
HALEP’TEN İSTANBUL’A BABAM CELÂLEDDİN BÂKIR ÇELEBİ
Esin ÇELEBİ BAYRU
(Hz. Mevlâna’nın 22. Kuşak Torunu ve Uluslararası Mevlâna Vakfı Başkan Vekili)
Hz. Mevlâna’nın 21. Kuşak torunu Celâleddin Bâkır Çelebi, 25 Aralık 1926’da Suriye’nin Halep şehrinde dünyaya gelmiştir. Bu cümleden çıkarılacak tek bir çarpıcı soru vardır: Çelebi neden Halep’te doğdu? Bu soruyu cevaplamak için büyükbabası Abdülhalim Çelebi Efendi ve babası Mehmed Bâkır Çelebi Efendi hakkındaki mevcut bilgileri özetlemek gerekiyor.
Abdülhalim Çelebi, Konya Hz. Mevlâna Dergâhı (Âsitâne-i âliyye) son postnişîni idi. Makam Çelebiliği’nin getirdiği görevlerin yanısıra kurtuluş savaşına giden sıkıntılı günlerde Milli Mücadeleye destek vermiş, Mart 1920’de yapılan seçimle Konya mebusu olmuş, 24 Nisan 1920 günü 1. Devre TBMM reis vekilliğine seçilmiştir. Meclis çatısı altında görevini sürdüren Abdülhalim Çelebi’nin Kurtuluş savaşı sırasında yaptığı hizmetler unutulmamış ve 21 Ekim 1923’de kendisine yeşil şeritli İstiklal Madalyası verilmiştir.
Abdülhalim Çelebi, Tekke ve Zaviyelerin kapatılması kanunu çıkmadan önce, Gazi Mustafa Kemal Atatürk ile yaptığı konuşmalar neticesi, onun da onayını alarak, oğlu Mehmed Bâkır Çelebi’yi, Halep Mevlevîhânesi’ne şeyh olarak tayin etmiştir. 1925 yılında Abdülhalim Çelebi’nin vefatı ertesi diğer şeyhlerin de tasvibi ile Mehmed Bâkır Çelebi makam çelebisi olmuştur. Türkiye’de tekkelerin kapatılması ile aynı zamana rastlayan olaylar, Konya’nın Mevlevîhânelerin merkezi sıfatının Halep Mevlevîhânesi’ne geçmesine neden olmuş ve diğer Mevlevîhânelere merkez olarak şeyhlerin azl ve tayini bu makamdan yapılmıştır. Abdülhalim Çelebi’den sonra makam çelebisi olarak bu görevi Halep Mevlevîhâne’sinde sürdürmüş olan oğlu Mehmed Bâkır Çelebi hakkındaki bilgilerimizi de gözden geçirmemiz faydalı olacaktır.
Mehmed Bâkır Çelebi, 11201’de Manisa Mevlevîhânesi’nde doğmuş, 6 yaşındayken babasının Makam Çelebisi olması sebebi ile ailesiyle birlikte Konya’ya gelmiştir. Burada ilk tahsiline başlayan Mehmed Bâkır Çelebi, daha sonra İstanbul’da Galatasaray Sultanisi’ne gitmiş, buradaki tahsilini tamamladıktan bir müddet sonra Halep Mevlevîhânesi’ne tayin edilmiş ve 1925’te babasının vefatı üzerine makam çelebisi olmuştur. Mehmed Bâkır Çelebi Makam Çelebiliği sırasında vefat eden Şam Mevlevîhânesi şeyhi Sayit Dede’nin yerine oğlu Şemseddin Dede’yi, Trablusşam Mevlevîhânesi şeyhi Şefik Dede’nin vefatı üzerine yerine Mehmet Enver Dede’yi ve Kıbrıs Mevlevîhânesi’ne Şam’lı Selim Dede’yi tayin etmiştir. Devlet arşivindeki evraklarda da görebildiğimiz gibi, Mehmed Bâkır Çelebi’nin Halep Mevlevîhânesi’ndeki mânevî görevlerinin yanı sıra millî görevleri de vardı. Hatay’ın anavatana katılmasında önemli bir rol oynayan Mehmed Bâkır Çelebi’nin, 1939’da ziyaret için İstanbul’a gitmesini fırsat sayan Mandeter Fransız Devleti, Suriye’ye dönüşüne mani olmuş ve onu istenmeyen kişi ilan etmiştir. Mehmed Bâkır Çelebi Suriye’ye giremeyince, kardeşi Şemsü’l Vâhid Çelebi’yi kendi yerine vekil tayin etmiştir. Bir müddet Konya’da, daha sonra İstanbul’da yaşayan Mehmed Bâkır Çelebi’ye Türkiye Cumhuriyeti Devleti başardığı milli görevler dolayısıyla örtülü ödenekten (tahsisat-ı mahsusa) mebus maaşının iki misli tutarında bir maaş bağlamıştır. Kanımca bu miktar onun ne denli önemli bir görevi yerine getirmiş olduğunun delilidir. Mehmed Bâkır Çelebi, 23 Nisan 1944’te, henüz 43 yaşında, kalp krizinden vefat etmiş ve Yenikapı Mevlevîhânesi’ne, babası Abdülhalim Çelebi’nin yanına defnedilmiştir.
Mehmed Bâkır Çelebi, Halep askeri valisi (fevkalade komutanı) Çerkez Mehmed Bey’in kızı İzzet Hanım ile evliydi. Celâleddin ve Fatma isimli iki çocukları oldu. Daha önce de bahsettiğimiz gibi 1939’da ziyaret için Türkiye’ye giden Mehmed Bâkır Çelebi’nin, Suriye’ye dönüşü yasaklanmış, İzzet Hanım, çocukları ile birlikte Halep’te Mevlevîhânede kalmış ve ileride makam çelebisi olacak olan oğlu Celâleddin Bâkır Çelebi’yi Mevlevî terbiyesi ile büyütmüştür. Asker kökenli bir aileden gelen İzzet Hanım dinine bağlılığını, milli sınırların dışında bir ülkede yaşamış olsa da vatanına bağlılığını özünde birleştirmiş, görevinin bilincinde bir Türk hanımefendisi idi. Çocuklarını Mevlevîhânede büyütürken onları aynı zamanda Fransız okullarında okutup hem manevi, hem dünyevi ilimleri almalarını sağlamıştır.
İşte bu noktada yukarıda sorduğumuz sorunun cevabına da ulaşmış oluyoruz: Çelebi Ailesi mânevî ve milli görevlerle Suriye’ye gönderildiği için, Celâleddin Bâkır Çelebi, Halep’te doğmuştur. Mevlevîhânede büyüyen Celâleddin Bâkır Çelebi, oradaki yaşamını şöyle anlatırdı:
“…Mevlevîhânenin bir harem bir de selamlık bölümü vardı. Harem bölümü diye tabir edilen yerde annem, babam, babaannem, kızkardeşim, iki halam ve amcam ile beraber yaşardık. Yani evimiz o bölüm idi. Selamlık bölümü, kapı ile ayrılan başka bir avlu içindeydi. O bölümde, dede odaları, semahane, kütüphane, dedelerin toplanıp ders yaptıkları mekânlar ve mutfak (matbah) vardı. Mevlevîhâne bir okul gibiydi. Orada Mevlevî usul ve âdâbı öğretilir, Kur’ân-ı Kerim tefsiri yapılır, hadisler anlatılır, Mesnevî okunur, musiki çalışmaları yapılır, Türk kültürü tanıtılır ve en önemlisi yalnız Türkçe konuşulurdu. Bahçıvan dede, bahçedeki çiçeklere, ağaçlara anavatandan bazı şehir ve mahalle isimleri verir, o isimlerin öğrenilmesini sağlardı. Aşçı Dede Türk yemeklerinin yapılışını etrafına öğreterek, yemek kültürümüzün yayılmasına hizmet ederdi.”
Söz Aşçı Dededen açılmışken, Celâleddin Çelebi’nin Mevlevî mutfağı ile ilk karşılaşmasını nakletmeden geçemeyeceğim. 6-7 aylık bir bebek iken lalası avluda kendisini gezdiriyormuş. Bunu gören dedeler bebeği aldıkları gibi Matbah-ı şerife götürmüşler. An’aneye uyarak kurban kesilmiş, helva yapılmış, niyaz dağıtılmış, hatta Aşçı Dedenin postu üzerinde resmi çekilmiş, sonra bebek annesine teslim edilmiş ve Semâ âyini yapılarak hoş bir gün yaşanmış. Bu olay neşe vesilesi olarak pek çok defa tekrar edilmiş. Anlattığına göre, Celâleddin Çelebi biraz büyüdükten sonra kendi gidip mutfağa sığınır ve bu güzelliklere vesile olurmuş. O günlerden bahsederken, kendisine emeği geçmiş olan dedelerden, özellikle lalası Abdülhamid’i, Gazi Dede, Ferhad Dede ve Raşid Dede’yi büyük bir sevgi ve hürmetle anardı.
Ailesinden aldığı Türk kültürü ve Mevlevî âdâbı ile büyüyen Celâleddin Çelebi, okul çağına gelince önce mahalle mektebine, daha sonra yörenin en iyi eğitimini veren Fransız Okuluna kaydolur. Türk, Arap, Fransız dil, edebiyat ve kültürünü çok iyi kavrayan Çelebi’nin öğrendiği Lâtince, ileride pek çok dili kolay konuşmasına yardımcı olacaktır. 1943’te babası Mehmed Bâkır Çelebi’nin yanına İstanbul’a gelen ve 1943-44 öğrenim yılında Galatasaray Lisesi’ne devam eden Celâleddin Çelebi o yıl babasının vefatı üzerine Halep’e geri dönmüş, liseyi bitirdikten sonra Beyrut Amerikan Üniversitesi’nde ( A.U.B) İngilizce lisan eğitimi yanısıra hukuk tahsil etmiştir. Babasının vefatı ile Celâleddin Çelebi’nin mânevi sorumlulukları da artmıştır. Şam, Lazkiye, Trablus, Kahire ve Kıbrıs’daki şeyhlerin Halep’te yaptıkları toplantı neticesinde, Celâleddin Çelebi makam çelebiliğine seçilmiş, ancak yaşı küçük olduğu için, amcası Şemsü’l Vâhid Çelebi kendisine de vekâlet etmiştir. 1945 yılında yeni kurulan Suriye Hükümeti’nin başına geçen Sadullah Câbiri ve kabinesi artık Çelebilik makamını resmen kabul etmeme kararı alır, vakıf mallarına el konur. Celâleddin Çelebi’ye Suriye vatandaşlığını kabul ederse herşeyinin iade edileceği teklif edilmiş, ancak onun bu teklifi red etmesi üzerine, menkul-gayrimenkul bütün mal varlığına da el konmuştur. Bu haksızlığı gidermek için Türk hükümeti, Suriye Hükümeti’ne ve o topraklarda işgalci bulunan Fransız ve İngilizler’e 9 protesto notası verir, onlardan Lozan Antlaşması’na uymalarını ve Celâleddin Çelebi’nin mal varlığının iadesini talep eder. 1945-46 yıllarında yapılan bu resmi girişimler günümüze kadar cevapsız kalmıştır. Ancak, Suriye Hükümeti, Mehmed Bâkır Çelebi’nin ölümünden sonra bir sene kadar resmen Makam Çelebisi olarak kabul ettiği Celâleddin Çelebi’ye bir maaş bağlamış (200 Suriye lirası) ve daha sonra kirasını isteyecekleri bir ev tahsis etmiştir. Çelebi, annesi ve kızkardeşi mevlevîhâneden ayrılıp bu eve taşınırlar.
1948’de İstanbul’u gezmeye ve burada yaşayan akrabalarını görmeye gelen Celâleddin Çelebi teyzesinin kızı Fatma Güzide ile evlenir ve birlikte Halep’e dönerler. Bu evlilikten beş evlat sahibi olurlar: Esin, Faruk, Emel, Neslipir ve Gevher.
Suriye günlerinde buranın kanunlarını inceleyip, anne ailesinden kalan tapulu arazilerin bir kısmını kurtarır ve burada tarım ile uğraşmaya başlar. 1958 yılında bir yaz günü, arkadaşları Celâleddin Çelebi’ye Suriye’yi çok çabuk terketmesini, burada Türklere karşı bir hareketin başlayacağını söylerler. Doğup büyüdüğü, ancak hiçbir zaman benimsemediği Halep şehrinden birkaç saat içinde ayrılan Çelebi ve ailesi İstanbul’a gelirler. Çelebi büyük çabalar neticesi, Suriye’deki topraklarını bir Suriye’liye satar ve onun Hatay’daki topraklarını satın alır. Artık anavatanına kavuşmuştur. Çocukları İstanbul’da okumakta, kendisi Hatay’da ziraat ve ticaretle uğraşmaktadır. Çelebi Türkiye’nin bir ucundan bir ucuna gider gelir. Bir yanda hayat gailesi, bir yanda yeni bilgiler, yeni insanlar, yeni dostlar ve en önemlisi, Türkiye Cumhuriyeti kanunlarına sonuna kadar uyarak bu manevi makamı taşımak. Gerçekten çok zor bir işti. Ancak o öylesine güzel, öylesine doğru bir yolda idi ki ceddi ona adeta yardım etti. Vatani görevini yerine getirdikten sonra İstanbul’da evini sohbet toplantılarına açtı. Ev kimin öğretmen, kimin talebe olduğu belli olmayan bir dershane gibi oldu. Herkes bilgisini büyük bir edep içinde ortaya koyuyordu. Abdülbâki Gölpınarlı, Refi Cevat Ulunay, Münir Çelebi, Selman Tüzün, Resuhi Baykara, Şerif Abdülmecit, Şerif Muhiddin Targan, Şerif Refik, Ekrem Hakkı Ayverdi, Samiha Ayverdi, Şefik Can, Hattât Hâmit Aytaç, Münevver Ayaşlı, Nezihe Araz, Safiye Ayla, Mesut Cemil, Saadettin Heper, Halil Can, Ulvi Erguner, Kâni Karaca, Ahmet Bican Kasapoğlu, Nezih Uzel, Yüksel Gölpınarlı, Üsküplü Hakkı Dede, Bahir Şereftuğ gibi pek çoğu tekke terbiyesi görmüş ilim adamları, yazarlar, müzisyenler ve onları dinlemeye gelenler, kısaca Hz. Mevlâna’ya gönül verenler. 60-70 kişi bu toplantıların o yıllardaki misafirleri idiler. Zaman zaman Süleyman Hayati Loras, Mehmet Önder ve Fevzi Halıcı da Konya’dan gelir bu toplantılara katılırlardı.
Kendisi İstanbul’da olsun olmasın, Cuma günleri evinin kapısı açıktı. Annesi İzzet Hanım, eşi Güzide Hanım ve beş çocuğu misafirleri ağırlamaya hazırdı.
Celâleddin Çelebi yasalara çok saygılıydı. Her yıl 10-17 Aralık tarihlerinde Konya’da Mevlâna Haftası kutlanırken, herhangi bir söylentiye neden olmamak için orada bulunmamaya özen gösterirdi. Ancak her 18 Aralık’ta Konya misafirlerini yolcu edip etraf sessizleşince, mutlaka Huzur-u Pîr’e gider ve adeta ceddi Hz. Mevlâna ile halvet olurdu. Çelebi bu hassasiyetinin mükâfatını gördü ve 1978 tarihinde Hz. Mevlâna Vuslat Yıldönümü Anma Törenleri’ne konuşmacı olarak devlet tarafından davet edildi.
Oğlu Faruk Çelebi’nin okulunu bitirip iş hayatına atılmasıyla çiftçilik ve ticareti ona devrederek, kendini maddi hayatın gailelerinden kurtardı. Celâleddin Çelebi, bundan sonra hayatını tamamiyle Hz. Mevlâna ve Mevlevî kültürüne adadı, o güne kadar olan bilgi birikimini tüm dünyaya dağıtmaya çalıştı. Davet edildiği her meclise koşa koşa gitti. Pakistan, Ürdün, Tunus, Kıbrıs, Yunanistan, Fransa, İspanya, Almanya, Avusturya, Polonya, İtalya, İsveç, Norveç ve Amerika’nın çeşitli şehirlerinde, kısaca dört kıtada Hz. Mevlâna ve Mevlevî âdâb, erkânına dair konuşmalar yaptı. Birlikte gittiği mıtrıp heyeti ve semazenler de Mevlevîliğin farklı yönlerinin tanınmasına hizmet ettiler. 1989 yılında UNESCO’nun Paris’deki toplantısında Hz. Mevlâna’yı, aşkı ve sevgiyi anlattı. Önerisi üzerine yapılan oylama ile 19120 yılı UNESCO tarafından “Dünya Sevgi Yılı” ilan edildi. Pek çok lisan bilen Çelebi, gittiği bu ülkelerin çoğunda dinleyicilerine kendi dilleri ile hitab etti. Onu en çok mutlu eden şey, dinleyicilerin kültürümüze olan hayranlıklarını ifade etmeleri idi. Mesela, Avusturya’da Kültür Bakanı’nın konferanstan sonra söz alıp “Asırlar önce atalarınız ülkemizi fethetmeye gelmişlerdi, onların o zaman gerçekleştiremediği fethi, bugün sizler kültürünüz ile gerçekleştirdiniz. Bize Türk kültürünü anlatan, Hz. Mevlâna’dan dostluk mesajları aktaran Celâleddin Çelebi’ye teşekkür ederim, Türk milletine hayranlığımı arz ederim.” demiş olmasını; Pakistan’daki konuşmasından sonra, dinleyicilerden birinin coşarak “İslam âleminin liderliği bir tek millete yakışır. O millet hiç bir zaman kimseye boyun eğmemiş olan Türk Milleti’dir. Konuşması için Çelebi’ye teşekkür ederim.” demesini; İtalya ve İspanya da papazlarla yaptığı dinlerin bütünlüğü ile ilgili konuşmalarını; İsveç’te yaptığı birlik ve beraberlik konuşması neticesi, pek çok Bosnalı mültecinin o ülkeye kabul edilişini sayabiliriz. Gittiği bazı ülkelerin televizyonlarında konuşmalarının ve sonra yapılan sema gösterilerinin yayınlanmasını Türk kültürüne hizmet olarak gördü. Gurur ve benlikten uzak sadece hizmeti düşündü.
Celâleddin Çelebi Türkiye’de de pek çok şehirde sivil toplum kuruluşlarının toplantılarına konuşmacı olarak davet edildi. Bir de her yıl aynı dönemde davet edildiği toplantılar vardı. Bunlar; Konya Valiliği, İl Kültür Müdürlüğü ve Büyükşehir Belediyesi tarafından tertiplenen Aralık ayında yapılan, Vuslat Yıldönümü Anma Törenleri, Konya Selçuk Üniversitesi’nce Mayıs ayında tertiplenen Hz. Mevlâna Kongreleri ve İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı tarafından tertiplenen İstanbul Festivali. Feyzi Halıcı’nın başkanlığında yapılan Gül Bayramları ve Yemek Kongreleri de daha ziyade gönül dostlarıyla bir araya gelmesine vesile olurdu.
İster bir kişi, ister yüzlerce insan olsun Çelebi gittiği her yerde, bulunduğu her mecliste Hz. Mevlâna’yı, birliği, beraberliği, sevgiyi, aşkı anlattı. Bilgisini, sevgisini herkes ile paylaştı, susuz gönüllere Hz. Mevlâna’dan örnekler sunarak onlara bu büyük Türk sufisini tanıttı. Bu çalışmalarından dolayı 1989 yılında Konya Selçuk Üniversitesi Rektörü Halil Cin’in önerisi ile Üniversite Senatosu tarafından kendisine verilen “Şeref Doktoru” unvanını mânevi bir mükâfat olarak kabul etti. Konya Valiliği İl Kültür Müdürlüğü tarafından yayınlanan Sema Kâinatın Hareketi adlı yazısı ile konferanslarının bir kısmının yer aldığı üç kitapçık, Celâleddin Çelebi’nin yayın yoluyla daha çok insana erişmesine vasıta olmuştur. Vefatından bir müddet sonra hayatı ve yazıları Hz. Mevlâna Okyanusundan adlı kitapta bir araya getirildi (Derleyen: Esin Çelebi Bayru, Konya İl Kültür ve Turizm Müd. Yay., Konya, 2002)
Çelebi zaman zaman Abdülbâki Gölpınarlı, Şefik Can, Hüseyin Top ve (damadı) Ahmed Güner Sayar ile çalışmalar yapar, onlarla bilgi alışverişinde bulunurdu. Çalışmaları sırasında en büyük desteği eşi Güzide Hanım idi. Konferanslarını hazırlarken coşar, çalışma odasından çıkar “Güzide! Dinle. Suphanallah, bu nasıl söz!” diyerek Mesnevî’den ya da Dîvân-ı Kebîr’den okuduklarını, eşi, çocukları ve torunlarına tekrar ederdi. Sorumluluklarını büyük bir ciddiyet ile yerine getirirken çok kısa süren ani öfkeleri yanısıra muzip, neşeli, şakacı yönleri ile de etrafına sevgi dağıtırdı. Modern görünüşlü ve modern görüşlü idi. Asrın icaplarını yerine getirir, yenilikleri takip ederdi. Türkiye’nin ilk bilgisayar kullanıcılarından olması o gün için önemli bir özellik idi.
Bu arada sıhhati iyi değildi. Doktorlar, sakin bir hayat tavsiye etmişlerdi ama o yukarıda saydığımız pek çok hizmeti hasta bir kalp ile yerine getirmekteydi. Ne enfraktüs krizleri, ne by-pass ameliyatı onun ceddinden aldığı ışığı etrafına yaymasına mani olamadı, bilgiyi dağıtma hızını yavaşlatamadı. Ancak sonunda kalbi bu coşku dolu büyük aşka yenik düştü ve 13 Nisan 1996 akşamı, dünya odasından, ahiret odasına göç etti. 16 Nisan’da İstanbul’da Teşvikiye Camii’nde, 17 Nisan’da Konya’da Sultan Selim Camii’nde kılınan cenaze namazlarından sonra Üçler Mezarlığı’na kadar adeta insan denizinde yüzen bir kayığın içinde taşındı ve buradaki aile mezarlığına defnedildi.
“Ben Kur’ân’ın bendesiyim.
Hz. Muhammed’in yolunun tozuyum,
Kim, bundan başkasını naklederse benden,
Ondan da, o sözden de şikâyetçiyim.”
rubaisinden esinlenerek bir şiir yazmıştı. Adı “Sonsuzluğa Kadar Hz. Mevlâna Gibi” olan bu şiirin son kısmı eşi Güzide Çelebi’nin isteğiyle mezar taşına yazdırılmıştır.
“Yaradanın ‘Dön’ (İrci’î) emriyle bir gün
Ruhum vuslata erip, Allah’a kavuşunca,
Bedenim de toprak olunca,
Canlı cansız bütün zerrelerimle, sonsuzluğa kadar
Yine de Hz. Muhammed’in ayağının tozu kalacağım ben!”
İşte dostlar, Celâleddin Bâkır Çelebi ömrünü soyuna, milletine, dinine hizmetle geçirmiştir. Bir başka deyişle, Mevlevî, Türk ve Müslüman olmayı Allah’ın kendisine verdiği paha biçilmez bir hediye saymış, bu hediyeyi dil, din, ırk gözetmeksizin, herkes ile paylaşmaya çalışmıştır.
Sözlerime son verirken Çelebi ailesinin canlı zerrelerini taşımakta olan bizlerin ve bizden sonraki nesillerimizin bu yolda hizmet ederek mükâfatlandırılmamızı Allah’tan niyaz ederim.