Halep ve Mevlâna
Halep ve Mevlâna
Yazımın başlığına bakıp da büyük İslam düşünürü Mevlana’nın hayatında yer alan Halep’ten bahsedeceğimi zannetmeyin. Ne kadar isterdim size onun Şam’a gitmeden evvel beş sene Halep’te, Haleviye Medresesi’nde nasıl ders gördüğünü anlatmayı. Ne kadar isterdim size Nazım Hikmet’in çocukluğunu geçirdiği ve ‘Dergâhın Kuyusu’ şiirini yazdığı Halep Mevlevihanesi’nden bahsetmeyi. Ne kadar isterdim size UNESCO’nun kültürel miras listesine aldığı Halep Kalesi’nden ve büyük İşrak bilgesi Şehabeddin-i Sühreverdi’nin o kaledeki son nefesinden bahsetmeyi. İbn Arabi’nin eserlerini neşre hazırlayan üstad Osman Yahya’yı vefatından az bir süre önce evinde ziyaret etmek için gittiğim 1997 senesinde görmüştüm son kez Halep’i.
Maalesef bugün bunlardan bahsedemeyeceğim sizlere. Çünkü o Halep yok artık. Medya organlarında gerek şehir olarak ve de daha önemlisi insan olarak katledilen Halep’ten görüntüler görmektesiniz. Katledilen masum çocuklar ve kadınların kanlarıyla kıpkırmızı olmuş Halep’ten… Nasıl İşid’in yaptığı insanlık dışı vahşeti tel’in etmeyen Sünnileri ve buna arka çıkan alimleri daha evvel tenkit etmişsem şimdi de Halep’teki masum insanların aynı vahşilikle katledilmesine bir ses çıkarmayan ve hatta kendilerine göre tevillerle haklı göstermeye çalışan Şiileri ve onların din alimlerini aynı şiddette tenkit ediyorum. Lanet olsun dinlerini unutup mezheplerini, meşreplerini din yapanlara. Doğumunu geçen hafta idrak ettiğimiz o rahmet Peygamber’inin ümmeti böyle olamaz. Şunu iyi bilsinler ki, Müslümanlar artık İslam’dan çok uzaklar, hem de çok… Bir yanılsama içerisindeyiz. Kendimizi kandırmayalım… Ellerimizde bir marka var fakat bu İslam değil. Halklar kandırılıyorlar. Özellikle, Muhammed İkbal’in tabiriyle “Hz. Muhammed’in Sırrını Anlamayan” din adamları cahil halk yığınlarını felakete sürüklüyorlar.
Müslümanların kabirlere okuyup üflediği, siyasi mitinglerde ellerinde açıp yapraklarını gösterdikleri, hakkında araştırma merkezleri kurdukları o muazzez Kur’an’da; “Bir topluluğun size yaptıkları kötülükler sizin onlara adaletsiz davranmanıza sebebiyet vermesin. Her hâlükârda adaletli olun. En güzel takva budur” (Maide 8) ayeti bizi suçluya karşı bile adaletli olmaya davet ediyor. Biz adalet esaslı bir metafiziğin medeniyetiyiz. Muammer Kaddafi yakalandığı zaman onu adalete teslim etmek ve hakettiği cezayı hakimlerin vermesini beklemek yerine vahşice işkence ederek öldüren Müslüman ile Bedir savaşında babasını, kardeşini, oğlunu öldüren kafiri yakaladığında yüzüne tükürmesi üzerine onu bırakan Müslüman arasında dağlar kadar fark var. Bir insana; “Daha evvel seni aslına rücu ettirseydim Allah yoluna mâni olduğun için bunu yapacaktım. Fakat yüzüme tükürünce sana kızdım, sana kinlendim. Şimdi seni öldürürsem nefsani duygularım yüzünden bunu yapacağım. Ama hayır bunu yapamam!” dedirten anlayış nasıl bir anlayıştır. Savaş bittiğinde meydandan çekilirken yerde yatan kâfir cesedini tekmeleyen bir sahabeyi yanına çağırıp; “Evlat, o sağken bize düşmandı şimdi değil. Allah’ın yarattığı bedene bunu yapamazsın” diyen bir peygamber rahmet peygamberi olduğu kadar hukuk ve adalet peygamberiydi de.
Halep’te bunlar olurken birileri de Beşiktaş, Kayseri saldırıları ile ülkemizi de o kendi batakları içerisine çekmeye devam ediyor. Bütün kurumlarımızla müteyakkız olmamız ve çok basiretli kararlar almamız gerekiyor. Gazeteler başlık atarken ülkenin âli menfaatlerini düşünerek dikkatli başlıklar atmalılar. Ateşe gaz dökmemeliler.
Birden ayrı bir âleme geçmek istiyorum. Ruhum da bunu istiyor. 17 Aralık Sultanül’l-âşıkîn Hz. Mevlana’nın vefatı seney-i devriyesi yani kendi tabiriyle Düğün’ü (Şeb-i Arus) için bir kez daha Konya’dayız. Burası ayrı bir âlem, burada sanki başka insanlar var. Sanki başka Müslümanlar var. Mesnevi’yi Lehçeye çeviren bir grup Polonyalı Müslüman ile karşılaşıyoruz. Avrupa’dan, Latin Amerika’dan gelmiş insanlar var. Ülkemizin her şehrinden gelmiş kafileler var. Bir şey dikkatimi çekiyor. İster dışarıdan gelsinler ister içeriden gelsinler herkes mütebessim, her biri bir beyefendi veyahut hanımefendi nezaketinde. Hepsi yüksek insanlık değerlerine sahip. Kimse kimseyi kırmıyor, incitmiyor. Hoşgörü zirve yapmış burada. Herkes birbirini dervişçe selamlıyor. Adeta türbenin kapısı üzerinde yazan Abdurrahman-ı Câmî’nin;
“Âşıklar kâbesidir bu makâm
Her kim ki nâkıs gelir olur tamâm”
şiiri ayniyle vaki oluyor burada. İnsan kalitesinden ve birbirlerine olan muamelelerinden ben bunu gözlemliyorum.
Kerim Vakfı “Dost’a Dost Olanlar” başlığı altında her yıl Hz. Peygamber’imize hizmet etmiş bir yerli bir de dışarıdan iki kişiye ödül veriyor, onları taltif ediyor. “İlim iltifata tâbîdir iltifat görmeyen metâ zâyidir” görüşünce ilim adamlarımıza güzel bir vefâdarlık misali sergiliyorlar. Bu yıl 13.’sünü Konya’da gerçekleştirdiler ve memleketimizden Süleyman Uludağ hocaya ve yurtdışından Allame İkbal’e verildi bu şeref. Ne kadar güzel bir hizmet.
Akşam Konyalı dostlarla sohbet ediyoruz. “Ah keşke her yerden, her mezhepten, yüksek irfan seviyesini yakalamış Müslüman âlim, ârif ve mütefekkirlerden müteşekkil bir “Ârifler Meclisi” her sene Konya’da toplansa ne güzel olur diyoruz. Dünya Müslümanlarının sorunlarını ancak bu seviyedeki âkil adamlar çözer diyoruz. Ama Anadolu İrfan’ı öksüz, sahipsiz, hâmisiz diyoruz hayıflanıyoruz. Başka yerlere gitmeye ne hacet hepsi aslında bu topraklarda var diyoruz. Anadolu irfanının büyük ustalarından Niyazi Mısri’nin enfüsî mâna için söylediği o muhteşem mısraını biz bir kere de bugüne mahsus olarak âfaki mânada anlıyoruz. Yani; “Ben taşrada arar iken ol can içinde can imiş”. Dışarıdan ithale gerek yok. Kendi öz değerlerimizde bunlar fazlasıyla var. Tabii ki “Görenedir görene köre nedir köre ne?” Taşrada aramaya beyhude devam edenler yine bu sene de Cuma hutbesinde Anadolu halkına Hz. Mevlana’dan bir şey işittirmediler diyoruz, üzülüyoruz. Sabır dervişin en mühim tesbihidir diyoruz ve beklemeye devam ediyoruz.
Dostlar şunu bildirmek istiyorum ki Müslümanlar olarak Sufilerden başka şansımız kalmadı. Sufi alim, sufi fakih, sufi muhaddis, sufi idareci v.s. olmadığı sürece birbirimizi ama elle ama dille doğramaya devam edeceğiz gibime geliyor. Zira bugün İslam dininin metafizik açılımı sadece sufi mütefekkirlerde kaldı. Diğerlerinde metafizik kalmadı. Bir ideolojiye, bir slogana, ruhsuz bir markaya indirgendi dinimiz. Bu arada günlük bir ifadeyle, tabiri caizse ‘Çakma Sufiler’e de dikkatli olunması gerekiyor. Haftaya da günümüzde ana gelenekle alakası olmayan bu sahte sufiler üzerinde durmak istiyorum. Malum bir çiçekte usare yani özsuyu varsa onun etrafında arılar da dolaşır … böcekleri de… Vesselam.