HAK SIRRINA TERCÜMAN: HAZRET-İ MEVLÂNÂ

A+
A-

«EVLİYÂULLAH»TAKİ FARKLI TECELLÎLER

Osman Nûri TOPBAŞ 

Cenâb-ı Hakk’ın esmâ-i hüsnâsından biri de «البَد۪يع: Bedî‘»dir. Yani Rabbimiz; yarattığı her şeyi, eşsiz bir güzellikte, örneksiz ve tekrarsız halk eder. Her bir parmak izinde, her bir göz retinasında, her bir kar tanesinde ve emsallerinde ilâhî imzanın tekrarsız, eşsiz ve müstesnâ bir mührü vardır.

Zira birbirinin tamamen kopyası olan ikinci bir şeyi var etmek, ilâhî sanat bakımından abes olurdu. Cenâb-ı Hak, abes / bâtıl / boş bir şey yaratmaktan münezzehtir.

Bu sır; peygamberler ve Hak dostlarının ruh ve meşrep dünyalarına da aksetmiştir. Cenâb-ı Hak, velî kullarının her birine ayrı ayrı tecellîler nasîb etmiştir.

Bu yüzden Hak dostları, mânâ âleminde nâil oldukları Hakk’a muhabbet ve mârifet tecellîlerine göre farklı hâllerle insanlığa irşad meş‘alesi olurlar.

Bazı Hak dostları, azamet-i ilâhiyye karşısında hayret vâdîlerine düşmüş; sessiz, sözsüz ve dilsiz bir şekilde, sükûtun münzevîliği içinde müsterşidi irşâd eylemişlerdir.

Onların tefekkürle dolu sessizliği; rûhânî bir sükûtun şiiriyetidir ki, anlayabilene nice hikmetler söyler. Böyleleri hakkında İbn-i Abbâs -radıyallâhu anhümâ- şöyle buyurur:

“Allah Teâlâ’nın öyle belâgat sahibi kulları vardır ki; onları Hakk’a muhabbet ve tâzim, sükûta büründürmüştür!”

Bu hâle bir misal olarak; Muhammed Pârisâ Hazretleri yatsı namazından sonra mescidin avlusunda bir miktar tevakkuf eder, kısa bir sohbetten sonra hânesine doğru yoluna devam ederdi. Bazen de kendisinde öyle bir hâl tecellî ederdi ki, sabah ezanına kadar mescidin avlusunda âdetâ donakalır, derin bir hayret hâli yaşardı. Sabah ezanıyla beraber tekrar mescide girerdi.

«Evliyâullâh»ın bir kısmı da vardır ki, gayet az konuşmayı tercih ederler. Bahâeddin Nakşibend Hazretleri gibi, onlar da ârifâne bir idrâke sahip olanlara, umûmiyetle hâl lisânıyla irşadda bulunmaya memur kılınmışlardır. Sade bir lisân ile hikmet dolu gönül sohbetleri vererek muhataplarına feyiz ve rûhâniyet naklettiler. Onun şu düsturu pek mânidardır:

“Bizim yolumuz sohbetledir.”

Bazı velî kullara ise, Cenâb-ı Hak; sır ve hikmetleri beyân ederken, edebiyat ve belâgat inceliklerini, en mâhirâne şekilde istihdâm edebilme nasîbini bahşetti.

Feridüddîn Attâr, Sâdî-i Şîrâzî ve Molla Câmî gibi aşk bülbülleri bu meşreptedirler. Onlar; dile getirdikleri temsiller, teşbihler ve kıssalarla hakikatleri ifade ettiler.

Kimisi; Ahmed Yesevî, Yûnus Emre, Fuzûlî, Aziz Mahmud Hüdâyî ve Es‘ad Erbilî Hazretleri gibi yaşadıkları büyük mânevî hâl ve makamları şiir lisânıyla terennüm ettiler.

Kimisi gece-gündüz yazdı, kimisi gece-gündüz derin sohbetlerle ilâhî sırları dile getirdi.

Rabbimiz’in kelâm sıfatının kesif tecellîlerine nâil olan Mevlânâ Hazretleri ise âdetâ Hak dostlarının sözcüsü, sır ve hikmet tecellîlerinin tercümânı mevkiindedir.

Hakikaten Hazret-i Mevlânâ gönlünden ve dilinden hikmetler fışkıran bir mânâ menbaıdır ki; fânî ömrünün üzerinden 7-8 asır geçmesine rağmen çağıldamaya, yani doğuda ve batıda teşne gönülleri ihyâ etmeye devam etmektedir.

Zira Rabbimiz, dostluğunun sırrına erişenlere, fânî ömürlerinden sonra da bir irşâd ömrü ihsân etmekte, gönüllerde halk ettiği bir meveddet / sevgi ile dostlarının hikmetli sözlerinin, şiirlerinin ve menkıbelerinin irşâda devamını nasip buyurmaktadır.

Zaten, Yûnus Emre Hazretleri’nin buyurduğu gibi:

Ölür ise ten ölür, canlar ölesi değil!..

ŞEB-İ ARÛS

Hazret-i Mevlânâ; ölümü Cenâb-ı Hakk’a vuslatın kapısı bildiği için, «Şeb-i Arûs / Düğün Gecesi» olarak vasfederdi. Zira onun ifadeleriyle;

“Oğul! Herkesin ölümü kendi rengindedir:

İnsanı Allâh’a kavuşturduğunu düşünmeden ölümden nefret edenlere ve ona düşman olanlara ölüm, korkunç bir düşman gibi görünür.

Ölüme dost olanların karşısına da dost gibi çıkar.” (Mesnevî)

Bu huzur içinde; Hazret-i Mevlânâ; «esas hayatı âhiret» bilerek, ölümü güzelleştirebilme sırrını şöyle îzâh ediyordu:

“Öldüğüm gün, tabutumu götürürlerken, bende bu dünya derdi var sanma!”

“Benim için ağlama; «Yazık, vah, vah!» deme! Beni toprağa verdiklerinde de; «Vedâ, vedâ!» (ayrılık, ayrılık) deme!” (Mesnevî)

Mevlânâ Hazretleri, 17 Aralık 1273 gecesi Hakk’a irtihâl etmişti. Bu vesileyle, her yıl 17 Aralık’ta çeşitli müesseseler Hazret-i Mevlânâ’yı anma ihtifalleri gerçekleştirmekte. Bu vesileyle biz de bu müstesnâ Hak dostunu, hikmetli sözleriyle hatırlayalım:

HİKMETLİ SÖZLER

“Allâh’ımız; «Secde et de yaklaş!» (el-Alak, 19) buyurdu. Bedenlerimizin secdesi, can yakınlığı oldu.” (Mesnevî)

Namaz, ruh ve beden âhengi içerisinde edâ edilebildiğinde, kul için Cenâb-ı Hak ile mülâkāt, O’na münâcât ve O’ndan istimdat imkânı olur.

Fakat zâhirî, geometrik hareketlerden ibaret bir namaz, bu kurbiyeti sağlamaz. Hazret-i Mevlânâ der ki:

“Keçinin gölgesini kurban etme!..” (Mesnevî)

Yani ibâdetleri, gölge hükmünde olan, zâhir ve sûret plânından ibaret zannetme!.. Zâhirî şartlara riâyet etmekle birlikte, sen asıl rûhâniyet, vecd ve istiğrak tarafına geç!..

İbâdetlerin bu mânâ derinliğini edâya teşvik sadedinde Hazret-i Mevlânâ şöyle buyurur:

“Öyle bir abdest al ki hiç bozulmasın.

Öyle bir namaz kıl ki hiç bitmesin.

Âşığa beş vakit namaz yetmez. Beş yüz bin vakit ister. Gerçek âşık, vuslatın bitmesini hiç ister mi?” (Mesnevî)

Lâkin mânâ tarafını ileri sürerek, zâhiri de ihmâl etmek doğru olmaz:

“Her meyvenin önü, bir şekilden başka nedir ki! Tat, ondan sonra gelir.” (Mesnevî)

Bu hakikatin gerçekleşmesi için de mânevî lezzete ulaşmak îcâb eder:

“İbâdetin netice vermesi için zevk; tohumun ağaç olması için, içinin dolu olması gerek.” (Mesnevî)

Mânevî hayat için feyz ve rûhâniyet zarûrîdir. Bunun hâsıl olabilmesi için de takvâ hayatı zarûrîdir.

TAKVÂ ELZEM

Mideyi haram ve şüphelilerden uzak tutmak, helâl lokma ile gıdâlanmak; gözü haramlardan korumak, kulağı gıybet ve benzeri kötü sözleri dinlemekten muhafaza etmek elzemdir. Ancak bu tezkiye neticesinde, ibâdetlerde arzu edilen mânevî feyz ve rûhâniyet hâsıl olabilir.

İşte bu tezkiyeyi teşvik için Hazret-i Mevlânâ der ki:

“Gündüz gibi ışık saçmak istiyorsan, geceye benzeyen nefsini yakmalısın.” (Mesnevî)

Beden, rûh içindir. Nefs de kalp içindir. Dünya imtihanında, insan; nefs, şeytan ve dünya gibi aldatıcıların hilesine kapılırsa, ten plânında yaşamaya yönelir. Hâlbuki insan, dünya istasyonunda geçici olarak bulunan bir ukbâ yolcusudur.

“İnsanın, bir gün aslî evine ulaşabilmesi için, birçok dünya konaklarını bırakıp gitmesi gerek.” (Mesnevî)

Bu sebeple, insana yolcu olduğunu hatırlatmak lâzımdır. Nûrânî hâle gelebilmek için, bu şuura mânî olan nefsi yakmalıdır. Nefisle mücâhede etmelidir. Ona muhalefet etmeli ve onu terbiye etmelidir.

Hazret-i Mevlânâ, tezkiyenin zarûretini şöyle anlatır:

“İnsan bir ormana benzer. Nasıl ki ormanda binlerce domuz, kurt, temiz ve pis huylu hayvan varsa, insanda da her türlü güzellik ve çirkinlik vardır.” (Mesnevî)

Esfel-i sâfilîn vasıflarını, tezkiye yoluyla bir bir temizlemedikçe, insanda ahsen-i takvîm sırrı zuhur etmez. Bu sebeple Rabbimiz buyurur:

قَدْ اَفْلَحَ مَنْ تَزَكّٰى

“Doğrusu, nefsini tezkiye eden (temizlenen) felâh bulup kurtuldu.” (el-A‘lâ, 14)

قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰيهَا

“Onu (nefsini) temizleyen, tezkiye eden gerçekten felâh bulmuştur.” (eş-Şems, 9)

Nefis mücâhedesi ve tezkiyeye gayret etmeyen ise, nefsinin zebûnu olur. İnsanlık haysiyetini kaybederek, şeytanın oyuncağı olur. Hazret-i Mevlânâ bu zavallı hâli şöyle ifade eder:

“Fare huylulara kedi, bey olur.” (Mesnevî)

Nefsânî arzularının zebûnu olanın sonu helâktir.

Nasıl zâhirî bazı hastalıklarda ağız tadı bozulur ise; mânevî hastalıklarda da insan, sefâletini saâdet zannetme ahmaklığına ve bedbahtlığına dûçâr olur. Hazret-i Mevlânâ bu acı hakikati şu teşbihlerle dile getirir:

“Allâh’ın imtihan tuzağı dünya malıdır; dünya malı bizi sarhoş eder, aldatır. Dünyaya gönül verenlerin can gözü, bu yüzden kördür. Çünkü onlar balçıktaki acı, tuzlu suyu içerler.”

“Dünya nimetlerle dolu olsa, fareyle yılan yine toprak yerler. Tahtanın içindeki kurt; «Kimin böyle güzel helvası var!» der.” (Mesnevî)

Fakat insan; Peygamber ve Hak dostlarının rehberliğinde, tezkiye ve mücâhede ile nefsini bu kötü arzularından kurtarmaya muvaffak olabilir.

“Çocuk, elmayı görmeden kokulu soğanı elinden bırakır mı?” (Mesnevî)

Mücâhede ile hâsıl olacak, mânevî lezzetler neticesinde, nefs, fânî zevkleri terk etmeye râzı olacaktır.

İbrahim bin Edhem -kuddise sirruhû- ne güzel buyurur:

“İlâhî muhabbetteki vecd, lezzet ve istiğrâkımız müşahhas bir şey olsaydı; krallar onu alabilmek için bütün hazinelerini de krallıklarını da fedâ ederlerdi.”

İmâm-ı Gazâlî de, insanın bebeklikten itibaren derece derece farklı gıdâlara terakkî etmesini buna benzetir. İnsan, mânen terakkî ettikçe, fânî hazlar ona gerçek sûretinde görünür, yani insan onların basit ve değersiz olduklarının farkına varır. Takvâ neticesinde dünyaya râm olmaktan kendini bertaraf eder.

Bâkî ve kıymetli olanlara yönelir. Fakat bunun için mücâhede lâzımdır:

“Sen, nefsânî arzu ve hazlardan kendini bertaraf ettiğin vakit, sırlar denizi seni başının üstünde taşır.” (Mesnevî)

Tezkiye ve mücâhede aynı zamanda kulluk borcudur.

ÖMRÜN MÂNÂSI

Hazret-i Mevlânâ buyurur:

“Duâ ve ibâdet, Allah ile olmaktır. Allah ile olan kimse için ölüm de ömür de hoştur.” (Mesnevî)

Kulluk, dünya hayatının ve imtihanının gayesidir. Bu gayeye hizmet ederek sürdürülen bir hayat da bu gayenin tahakkuk etmesiyle; mesut bir şekilde o hayatın tamamlanması da insanın bahtiyarlığı ve saâdetidir. Bunun zıddı, yani kulluktan, ibâdet, muâmelât ve ahlâktan mahrum bir yaşayış da böyle bir hayatın sonu olan ölüm de perişanlıktır!..

İnsanların idraklerinde beliren; «Hayat nedir?» suâline, yalnızca toprağın rutûbeti ve mezar taşlarının katı sessizliği cevap olarak yükselecekse, böyle gafilâne bir hayattan daha acı şey ne olabilir?

Bu sebeple Hazret-i Mevlânâ dâimâ sormamızı ister:

“Sende ne var, sen ne elde ettin? Denizin dibinden nasıl bir inci çıkardın? Ölüm gününde bu kesinlik kazanacaktır.” (Mesnevî)

Mü’min, dâimâ ömrünü muhasebe etmelidir. Ölmeden önce ölmeli, yani nefsânî arzulardan vazgeçebilmeli ve hesaba çekilmeden evvel nefsini hesaba çekmelidir.

Buna muvaffak olabilenler, ölümden endişe etmezler. Azrâil’e; «Hoş geldin!» diyebilecek, ölümü huzurla karşılayacak ve şehâdete koşabilecek ruh kıvâmında olurlar.

Böyle bir hâle erişenler, ölümü güzelleştirenlerdir. Onlar ölüm kapısından, vuslat diyârına geçerler. Hazret-i Mevlânâ der ki:

“Tohum toprağa düşse onun için; «Öldü!» denebilir mi?” (Mesnevî)

Bu mânâda ölüm, Hazret-i Mevlânâ’nın buyurduğu gibi, onlar için, bir zahmetin güzel bir şekilde sona erişi mâhiyetinde bir hediyedir:

“Bedenin ölümü, sır ehline bir armağandır; hâlis altına makastan ne zarar gelir!” (Mesnevî)

Hadîs-i şerifte mü’min, altın madenine benzetilir:

“Mü’min, hâlis bir altın parçasına benzer. Hâlis altın ateşe atılır, eritilir yine hâlis ve tam olarak çıkar.” (Ahmed, II, 199)

Müttakî bir mü’min, başına gelen her musîbetten, sabr-ı cemîli ve hüsn-i telâkkîsi nisbetinde ecir alır ve derece kazanır.

Bu sebeple mü’min, dünya hayatında başına gelen musîbetleri bir terfî-i derecât vesilesi görmelidir. Hazret-i Mevlânâ der ki:

“Dert dâimâ insanı olgunlaştırır.” (Mesnevî)

Ayrıca hayatta karşılaşılan müsbet ve menfî hâdiselerin geçici oluşunu şöyle anlatır:

“Ey insan! Senin gönül dünyan bir misafirhânedir.

Sana gelen gamlar ve sürurlar sende bir misafirdir. Sakın onların dâimî olduğunu zannetme!

Gelen fânî gamlara üzülme, çünkü onlar gidicidir (hepsi de senden ayrılacak birer yolcudur).

Fânî sürurlara da sevinme; zira onların da bekāsı yoktur.” (Mesnevî)

Hayatın med ve cezirleri karşısında metâneti ve muvâzeneyi muhafaza edebilen kişi, şahsiyet olarak da kuvvetlenir. Bunu gösteremeyenin ise değersizleşeceğini Hazret-i Mevlânâ şöyle anlatır:

“Her rüzgârla otlar gibi sallanırsan, dağlar kadar bile olsan bir ota değmezsin.” (Mesnevî)

Asıl tahammül edilmesi gereken musîbetler ise, insanların cefâsıdır. Onlara tahammül edip, kötülüğü güzel bir şekilde savabilenler, güzel ahlâka nâil olurlar:

“Gülün dikene katlanması onu güzel kokulu yaptı.” (Mesnevî)

Dikene tahammül sayesinde, gül dikenle tezkiye olur. Tezkiye ise, sabırdır, iptilâlara tahammül gösterebilmektir. Bu, tezkiyenin ahlâkî tarafıdır. Edep tâlîmidir.

Hazret-i Mevlânâ buyurur:

“Bil ki edep, ancak her edepsizin edepsizliğine sabır ve tahammül gösterebilmektir.” (Mesnevî)

Bu sebeple, edep ve tezkiye ehli olan Hak dostları, günahtan nefret ederler fakat günahkârlara merhamet ederler. Onları kanadı kırık bir kuş ve tedaviye muhtaç bir hasta olarak görürler. Bu yolda her türlü çileye de hazırdırlar.

“Suyun yüzlerce kerem ve ihtişamı vardır ki; kirlileri kabul eder ve kirlerini temizler.” (Mesnevî)

Suyun kirleri temizlediği gibi, mü’min de ayıpları setretmeli, şahsına karşı işlenen cürümleri affetmeli ve rahmet insanı olmalıdır. Gönül bir dergâh hâline gelmelidir.

Hak dostları bu çileli gayretler esnasında, gafil ve fâsık kimselerin hakaret ve hücumlarına da mâruz kalırlar. Lâkin bundan da incinmezler.

Çünkü Hak dostları, şefkat ve merhamet ile dertlilere derman olmak için her türlü fedâkârlığı gösteren, çilekeş sâlih kullardır.

“İlâç, âlemde dertten başka bir şey aramaz.” (Mesnevî)

Bir hekim, hastayı; “Niçin hastalandın?” diye azarlamaz. Derde devâ olmaya gayret eder.

Günümüzde de Hazret-i Mevlânâ’ya çirkin itham ve iftiralarda bulunan nâdanlar vardır.

Hadd-i zâtında, onlara dil uzatılması, onların kıymet, şeref ve haysiyetlerine, asla halel getirmez. O çirkin sözler, ancak çıktıkları ağızları kirletir. Kem söz, sahibine aittir.

Hazret-i Mevlânâ bunu şu misalle anlatır:

“Köpeklerin ağzının deryâya değmesiyle deryâ kirlenmez.” (Mesnevî)

Onlar, bu hakaretlerden incinmezler lâkin, Cenâb-ı Hak, dostlarına düşmanlık edilmesinden gazaba gelir.

Allah Teâlâ hadîs-i kudsîde buyurur:

“Her kim Ben’im velî bir kuluma düşmanlık ederse Ben de ona harp îlân ederim.” (Bkz. Buhârî, Rikāk, 38; Ahmed, VI, 256; Heysemî, II, 248)

MES’ÛLİYET HİSSİ

Mü’min hâdisâtın akışından mes’ûliyet duyar. Bu sebeple; mazlumlardan, muzdariplerden ve yetimlerden bîgâne kalamaz.

“Vazifesini tam yerine getirmemiş olanın vicdan yarasına; ne mazeret çare olur, ne de ilâç şifâ verir!..” (Mesnevî)

“–Ne yapayım? Hangi birine yetişeyim? Ben üzerime düşeni yaptım!” gibi mazeretler, onun içini yakıp kavuran mes’ûliyet hissini söndüremez. Ancak;

“Bir vazifen bitince, diğer bir vazifeye giriş!” (el-İnşirâh, 7) emr-i ilâhîsine ittibâ ederek, yakîn (ölüm) gelene kadar gayret etmekle, elinden geleni yapmış olmanın selâmetini hissedebilir.

İşte bu sebeple Peygamberimiz hiç tatil yapmadan, hiçbir zaman istirahat düşünmeden ümmeti için çırpınmıştır.

Hazret-i Mevlânâ buyurur:

“Belâlardan çoğu peygamberlere gelir. Çünkü ham adamları yola getirmek, zaten belâdır.” (Mesnevî)

Çünkü merhamet, bir mü’minin fârik husûsiyetidir. Rabbimiz, bize en çok Rahmân ve Rahîm isimlerini telkin buyurur. Bizim de bir «Rahmet İnsanı» olmamızı ister.

Mevlânâ Hazretleri der ki:

“Şems -kuddise sirruhû- bana bir şey öğretti:

«Dünyada bir tek mü’min üşüyorsa, ısınma hakkına sahip değilsin.»

Ben de biliyorum ki yeryüzünde üşüyen mü’minler var; ben artık ısınamıyorum!..” (Mesnevî)

Buradaki merhamet sadece, maddî üşüme, açlık ve muhtaçlık değildir. Aynı zamanda ve belki daha mühimi, mânevî mahrumiyetlerdir.

Hazret-i Mevlânâ der ki:

“İnanç azlığından meydana gelen derde acımak gerekir; çünkü o derdin dermanı yoktur.” (Mesnevî)

Bunun çaresi de irşâda, tebliğe devam etmektir. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i Rabbimiz bize şöyle vasfeder:

“And olsun size kendinizden öyle bir Peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız O’na çok ağır gelir. O size çok düşkün, mü’minlere karşı çok şefkatlidir, merhametlidir.” (et-Tevbe, 128)

Peygamberimiz’in talebeleri olan Hak dostları da ümmetin dertlerine derman olmak için gayret ederler.

Bu sebeple, halvet ve uzlet hâlini, yani Allah ile beraber olma yalnızlığını sevseler de insanlara karşı vazifeleri; onları, toplumla, yani cemaatle beraber olmaya sevk eder. Hazret-i Mevlânâ der ki:

“İnsanlarla dost ol. Çünkü kervan ne kadar kalabalık ve halkı çok olursa, yol kesenlerin beli o kadar kırılır.” (Mesnevî)

Yol kesenler, şeytan ve şeytana hizmet eden fısk u fücur ehlidir. Onlar yalnız kalmış mü’minlere musallat olup, onları gaflete düşürmek isterler. Bu sebeple mü’min, içtimâî olmalıdır.

“Tatlı suyun başı kalabalık olur.” (Mesnevî)

Güzel sohbetler ve mânevî ikramlarda bulunan zâtları ziyarete gelen çok olur. Cenâb-ı Hak, tebliğ ehline «kavl-i leyyin» yani yumuşak bir üslûp ile konuşmayı emretmiştir. Buna mukabil, kaba söz ve katı kalpli davranışların etrafından herkesin kaçacağı îkāzında bulunmuştur. İslâm’da ikrah yoktur. Dâimâ gönüllere hitap vardır. Tebessüm vardır. İslâm’ın mütebessim çehresiyle, insanları hayra davet vardır.

Cenâb-ı Hak, Peygamber Efendimiz ve O’nun talebeleri olan Hak dostlarının mânevî irşâdından, feyiz ve rûhâniyetinden hisseyâb eylesin!..

Âmîn!..