Güzel Bir Ölüm: “En Yüce Dost”a Dönüş

A+
A-

Güzel Bir Ölüm:

“En Yüce Dost”a Dönüş

Omid SAFI

Çeviri: Aslı Yıldırım

Felsefe, yalnızca bir beyin cimnastiği değil, gerçek mânâda hikmet sevgisi olarak anla­şıldığı zamanlarda, Sokrates’in meşhur deyi­şinde belirttiği gibi, ölüme bir hazırlık olarak görülüyordu. Dahası, Platon’un Sokrates’in Ölümü (Phaedo) isimli eserinde şu satırlara rastlamak mümkündür: “Felsefe peşinde ko­şanlar, hakikatte ölüme yakındır.”

Yüzyıllar boyunca Yunan felsefe geleneği ile İslâm dini arasında süregelen yoğun etkileşi­mi önemsiz saymak için neredeyse hiçbir ge­rekçemiz yoktur. Bununla birlikte, belli başlı bazı Neoplatonik geleneklerde öne sürülen beden ve ruhun ikiliği ve karşıtlığı konusu­nun, merâmımızı anlatmada bize tam olarak hizmet ettiği de söylenemez. Zîra bu düşünce geleneğinde ölüm, çoğu zaman, ruhun be­denden ayrılarak özgürleşmesi biçiminde al­gılanıyordu. Bedenin aşağı görülüp kötülen­mesi düşüncesini de içeren bu tarz bir anlayış, o devirde de, günümüzde de bizim geleneği­mizle uyuşmamaktadır. Çünkü İslâm gele­neği bize, bedenle daha cömert bir ilişki kur­manın ve daha bütüncül bir ölüm anlayışına sahip olmanın imkânını verir. Beden, kutsal değil midir? Bize sûret veren balçık, hem yerin (âdem, topraktan yaratılmış demektir) hem de göklerin bir ürünü değil midir? Be­denimizdeki minerallerin kaynağı uzak yıl­dızlar değil midir? Hem tasavvuf geleneği bize, Allah’ın yetmiş bin yıl boyunca insanın hamurunu yoğurduğunu, bu yetmiş bin yılın her gününün her saatinin her dakikasında mevcut her nefeste, Nefes-i Rahmân’a lâyık hale gelene dek, bu çamura yetmiş bin adet muhabbet nazarı ettiğini söylemez mi?[1] Peki ya bedenin de ruhun da kutsal addedildiği ve ölümün, “beden hapishanesinden kurtuluş”tan çok daha güzel bir anlama gelebileceği bilinciyle yaşarsak ne olur?

İslâm geleneğinde ölüm, Yunan düşünce­sinde kendisine verilen ve ruhun bedenden ayrılmasını ifade etmekten ibâret olan an­lamından çok daha görkemli, daha muhte­şem bir şey olarak algılanır. Biz de, bu kısa değerlendirme yazısında, Kur’ân-ı Kerîm ve Hz. Peygamber ile Mevlânâ, Harakanî ve tasavvuf yolunun diğer büyüklerinin, geleneğimizin zenginliğini yansıtan, ölüme ilişkin muhteşem güzellikteki bakış açıla­rına değinmeye çalışacağız. Nihayetinde, tasavvuf geleneğindeki her konuda olduğu gibi, tasavvufun ölüme dâir anlayışı da Hz. Peygamber’e ve O’nun vuslat anındaki “En Yüce Dost”a dönüşünün gerçekleşmek üzere olduğunu belirten sözlerine dayanmaktadır. Ölüm döşeğinde kendisine, “İstediğin bir şey var mı?” diye soran arkadaşlarına, “Bir anlığına bile olsa Allah’ı bilmek isterdim.” cevabını veren Zünnûn-ı Mısrî’nin, Efen- dimiz’in mübârek ayak izlerini takip ettiği açıktır. Ümit edelim ki, bu yazıda dile geti­rilen düşünceler, o yönde atılmış küçük bir adım olsun ve ölümü, kucağından aslında hiç ayrılmadığımız En Yüce Dost’a bir dönüş olarak tasavvur edebilelim.

Kur’ân, yaşam ve ölüm arasındaki ilişkiyi, yaşamdan ölüme, ölümden yaşama bir ge­çişten ziyâde onların iç içe geçmiş kavramlar olduğu yönüyle anlatır:

O,  ölüden diriyi meydana getiren(dir), diriden de ölüyü; ve toprağı öldükten sonra yeniden canlan­dıran O’dur: İşte Siz de (ölümden hayata) böylece döndürüleceksiniz. (Rûm 30/919)

Yine, Kur’ân’ın bazı bölümleri, kendilerini tamamen Allah yoluna adayarak nihâî fe­dâkârlığı gerçekleştirip günahlarından arı­nanlar açısından, yaşam ve ölüm arasında nasıl bir akışkanlık olduğunu anlamamıza yardımcı olur:

Allah yolunda öldürülenleri ölü saymayın. Hayır, onlar diridir! Rızıkları, Rableri katındadır. (Âl-i İmrân 3/169)

Allah yolunda öldürülenlere “ölü” demeyin: Hayır, onlar yaşıyor, ama siz farkında değilsiniz. (Bakara 2/154)

Allah yolunda “öldürülmek”, yalnızca savaş alanında şehit olanlara değil, nefsinin aşağı vasıflarından Allah rızasını gözeterek kur­tulmak amacıyla mücâhede eden ve böylece nefsini arındırmaya çalışan herkese yapılan bir atıftır. Sûfîler de aşk yolunda katledilen­
ler veya aşk şehitleri olarak anılmıyor mu?[2] Ebû Saîd Ebü’l-Hayr, bir dörtlüğünde (#113) aşk şehidinin, savaş şehidinden üstün oldu­ğunu, zîra savaşta şehit olanın düşmanı ta­rafından, aşk şehidinin ise Dost’u tarafından şehit edildiğini belirtir:

Allah âşıklarının en büyüğü (ya da İbnü’l-A- rabî’nin deyimiyle reisü’l-muhibbin) ve aşk şehitlerinin önderi, hiç şüphesiz ki Seçilmiş Olan yani Hz. Peygamber’dir. O’nun bizâtihi varlığı, fiziksel yaşam ve ölümden çok daha üst bir seviyededir. Bunun bir örneği, kendi­sine selam ve salavat edildiğinde nasıl muka­belede bulunduğuna ilişkin şu sözlerinden anlaşılabilir:

Şayet içinizden biri bana salavat getirirse onun se­lamını almak üzere Allah bana ruhumu iade eder; ben de onun selamına selam ile mukabele ederim. (Ebû Dâvûd, Sünen, 2041)[3]

Bazı sûfî müfessirler hadiste geçen “ruhun ia­desi” hususunu, Hz. Peygamber’in, Allah’ın tefekküründe boğulmuş olma halinden, mü­minleri fark edebilme haline döndürülme­si biçiminde yorumlar. Peygamber, elbette gerçek anlamda diri olarak addedilir; zîra Allah’ın Sevgilisi (sav), Cenâb-ı Hakk’ın top­rağa, peygamberlerin bedenlerini çürütmeyi haram ettiğini söylemiştir.[4]

Peygamber’in, bu konuda anlatmak istedik­lerimizle ilgili olan ve belki de en çok bilinen sözü ise şöyledir:

Ölmeden önce ölünüz.

Bu nebevî hikmet iki tür ölümden söz eder. “Ölmeden” olarak belirtilen kısım, tabiîdir ki, hepimizi bekleyen fiziksel ölüme işaret eder. Ne de olsa, henüz ölümü tecrübe et­memiş olanlar dahi eninde sonunda bunu tadacaklar. Efendimiz’in kabri yanında, Hz. İsa (as.) için de boş bir kabir bulunmuyor mu? Peki ya diğer “ölüm”? “Ölmeden önce ölmek” ne anlama geliyor?

Bu ölüm, nefsin, dünyevî olanın, bencilliği­mizin ölümüdür. Bu, Bir’in, Tek’in var ola­bilmesi için yok edilmesi gereken izâfî ben­liktir. Mevlânâ’nın bir hikâyesinde “Kapıyı çalan kim?” sorusuna “Benim!” dediği için çöle, sürgüne gitmek zorunda kalanın, geri döndüğünde aynı soruya “Sensin, ey gön­lümü çalan sevgili!” diye cevap verebilmesi için pişmesidir.5 Sûfîler, ölmeden önce ger­çekleşmesi nasihat edilen bu ölüme verdik­leri önemi, ibâdete yönelik bazı ritüeller ve şiirler aracılığıyla göstermişlerdir. Tasavvuf müziğinin birçok örneği, “fena”ya (benliğin Allah’ın varlığında yok edilmesine) eriş­menin yollarına yapılan atıflarla doludur. Bununla birlikte Kur’ân’ın, her fena’yı bir beka’yla, yani Ebedî ve Ezelî Olan Ahad’ın kalıcılığıyla dengelediğini de unutmamak gerekir:

Göklerde ve yerde olan her şey yok olup gitmeye mahkumdur ama kudret ve ihtişam sahibi olan Rabbinin Zâtı sonsuza dek kalıcıdır. (Rahmân 55/26-27)

Peki “ölmeden önce ölmek”le ne kazanırız? Allah’ın bekasını, her şeyin silinip yalnızca O’nun kalmasını. Ezelen ve ebeden diri ol­makla kalmayıp, yaşamın bizâtihi kaynağı olan Hayy’ın yaşatmasını.

Hayatlarımızın büyük bir kısmında ya bu bedenlenmiş halimizle sonsuza kadar yaşa­yacağımızı düşünerek veya aslında yalnızca Allah’a ait olan boşluğu, dünyevî duyusal zevklerle doldurmaya çalışarak ölümü red­deder, görmezden geliriz. Ancak bir kez ben­liği, kendini Tanrı ilan etmek isteyen o nefs Firavununu içimizden atabilirsek, o zaman geriye hakîkî Yaşam, mutlak mânâda diri olan Hayy kalır. Bu bize, kendilerine hayat­tan ne istedikleri sorulduğunda, cevâben, zaten her türlü nimete sahip oldukları ve bu nedenle kendilerinde şükür ve rızâdan baş­ka bir şey kalmayan, gerçek anlamda Râzı ruhların durumlarını hatırlatır. Bu nedenle Kur’ân, Allah’a dönüş halini râdiyeten, merdiyyeten biçiminde tanımlar: Dön Rabbine, sen O’ndan râzı, O da senden râzı olarak. (Fecr 89/30)

Nefsin aşağı vasıflarından çoktan kurtulmuş olan bu ruh, Cennet’e, yalnızca ân’ın hüküm sürdüğü o ışıltılı ve görkemli bahçeye girme­ye hazır olan huzurlu ve sâkin ruhtur.

Fîhi Mâ Fîh’te Hz. Mevlânâ, Efendimiz’in bu hadisini değerlendirirken, bu sözlerin gerçek anlamının, kişinin kendi nefsâniyetinden geçerek, varlığını Hak’ta silmesi ve tamamen Hakk’ın Nûru haline gelmesi ol­duğunu belirtir.[6]

Rivâyet edildiğine göre Efendimiz, vefâtına yakın bir zaman kala sahabeden biri olan Ebû Muvayhibe’ye, Bana bu dünya hazinelerinin anahtarları ve bu dünyada ölümsüzlük, ar­dından da Cennet sunuldu. Bununla, Rabbim’e ve Cennet’e kavuşma arasındaki seçim bana bırakıldı.7 dedi. Bunun üzerine Ebû Muvayhibe, Musta­fa’ya (sav), “Ey bana anamdan ve babamdan daha sevgili olan! Bu dünya hazinelerinin anahtarlarını ve burada, ardından Cennet gelen ölümsüzlüğü seç.” dedi. Efendimiz ise ona, çoktan Rabbine ve Cennet’e kavuşmayı seçtiği cevabını verdi.

Ya ölüm Yüce Dost’a, Sevgili’ye kavuşmak­tan başka bir şey değilse? Hz. Ayşe’den -Al­lah ondan râzı olsun- rivâyet edildiğine göre, Peygamberimiz’in son sözleri, Ey Allah’ım, en Yüce Dost 8 olmuştur. O halde bu Dost’a ka­vuşmaktan nasıl korkulabilir ki? Refîk, en yakın arkadaş… İbn Mülcem’in zehirli kılı­cıyla suikaste uğrayan Hz. Ali’nin son söz­leri, “Kâbe’nin Rabbine yemin olsun ki ben kazandım.” değil miydi? [9]

Peki ya Hazreti Fâtıma’ya, Peygamber’in ruhundan gelen o ışık saçan, nurlu ruha ne demeli? Efendimiz’in son günlerinde Hz. Fâtıma O’nu ziyarete gider. Efendimiz, ona bir şeyler söyler; bunun üzerine Hz. Fâtıma ağlamaya başlar. Daha sonra ona başka bir şey söyler ki bu onun gözyaşları arasından gülümsemesine neden olur. İlk etapta Efendimiz’in ona verdiği sırları kimseye ifşa etmez. Ancak daha sonraları bu sırrı açık­layarak, Efendimizin’in kendisine önce bu hastalıktan öleceğini söylediğini, ikinci olarak da O’na ilk kavuşanın kendisi olacağını müjdelediğini belirtir. [10] Anlaşılacağı üze­re, kedere veya sevince sebebiyet veren şey ölümün kendisi değil, Refikü’l-A’lâ ‘nın ve bu Yüce Dost’la yoldaşlığını sürdürenlerin arkadaşlığı, dostluğu ve kardeşliğidir.

Mustafa’nın (sav) kardeşliğine, En Yüce Dost’un yoldaşlığına sahip olanlarla arkadaş­lığı sürdürmek, ölüme bakış açımıza bam­başka bir boyut kazandırır. Uhud Savaşı es­nasında kocası, erkek kardeşi ve babası şehit olan Beni Dinar’dan bir kadının etkileyici bir hikâyesi nakledilir. Buna göre kadın, Efendi­miz için endişelenerek etrafındakilere O’nun nasıl olduğunu sormuş. Onlar da, “O, olması­nı arzu ettiğin gibidir.” diye cevap vermişler. Kadın yine de yetinmeyip Efendimiz’i gör­mek istemiş. O’nu görüp de sağ salim olduğu­na ikna olunca ağzından şu sözler dökülmüş: “Senden sonra her felaket önemsizdir.”

Kur’ân’da ve Habibullah’ın (sav) hayatında rastladığımız bu temalar, evliyânın, Allah dostlarının yaşamlarında da tekrar tekrar karşımıza çıkar. Nakledilir ki Hazreti Râbia, Sevgili’ye kavuşma anı geldiğinde, odasında tek başınaydı ve arkadaşları dışarıda bekle­mekteydiler. Az sonra içeriden, daha önce de değindiğimiz, Fecr Sûresi’nden şu âyetleri okuyan bir ses geldiğini işittiler:

Ey iç huzuruna (itminan) ermiş olan insanoğlu! Dön Rabbine, sen O’ndan râzı, O da senden râzı olarak.

Bir müddet sonra arkadaşları kapıyı açıp içeri girdiklerinde, Râbia’nın vefat etmiş olduğu­nu gördüler. Daha sonraları onu rüyasında gören biri, rüyada kendisine, sorgu melekleri olan Münker ve Nekir ile olan tecrübesinin nasıl geçtiğini sordu. Râbia şöyle cevap verdi:

“O iki civanmert yanıma gelip bana, ‘Rabbin kimdir?’ diye sordu.

Ben de onlara şöyle dedim: ‘Allah’ın huzuru­na varıp O’na deyin ki, ‘Onca halk arasında şu kocakarıyı unutmadın. Şu dünyada Senden başka kimsesi olmayan bu zavallı kadın Seni hiç unutabilir mi? Ne diye bana birini gönde­rip de ‘Rabbin kim?’ diye sorduruyorsun?'”[11]

Ölüm anındaki benzer bir karşılaşmaya ilişkin bir başka anektod da, basit bir çoban olan, o büyük Allah âşığı Ebü’l-Hasen Harakanî’den aktarılır:

Yüzümü Allah’a çevirip şöyle dedim: Allah’ım,
Beni şu üç vakitte ağyarın eline bırakma: Birincisi,
Kirâmen Kâtibinin amel defterimi bilmesine izin verme!
Senin amellerimi bilmen bana yeter! İkincisi,
Ruhumu Senden emânet aldım ve onu yalnız Sana iade ederim.
Azrail’i aramıza sokma!
Üçüncüsü,
Kabirde, bana Rabbimi soracak olan sorgu meleklerini yoluma çıkarma!
Yoksa onları, Sana ve Habibine inanıncaya kadar boğazlarından sıkar, bunu yapana dek gitmelerine asla izin vermem.
(NBD 276)

Yaşamı boyunca sahip olduğu, hatta ölürken dahi ödün vermediği o cüretkâr ama letâfet dolu üslûbuyla Harakanî şöyle der:

İlâhî!
Eğer ruhumu almak için Kendin yerine Azrâil’i gönderirsen, o meleğin ruhunu ben alırım!
Sonra her ikimizin naaşlarını da kabristana taşımak zorunda kalırlar!
(TA 689; NBD 274)

İslâm mânevî dünyasının zirve ismi hiç şüp­hesiz Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’dir. Şimdi gelin, hep birlikte ona kulak verelim ve onun, ölümü bir son olmaktan ziyade, yeniden doğ­maya, asıl dirilişe götüren bir geçit olarak görmeye bizi nasıl teşvik ettiğini keşfedelim. Ölümü, falancanın “gurûbu” olarak görmek yerine, meyve vermesi için ekilen bir tohum olarak görmeye başlayabilirsek ne olur?

Sana batış görünen
Doğuşun kendisidir!
Güneşle aya gurûbdan hiç ziyân gelir mi?
Hangi tohum yere ekildi de bitmedi?
Ne diye insan tohumundan şüpheye düşüyorsun?
Hangi kova suya salındı da dolu dolu çıkmadı?
Can Yûsuf’u ne diye kuyuda feryad etsin?
(Mevlânâ, Dîvân-ı Şems, Gazel 911)

Peki bu söylenenler ışığında ölüm, zevkli bir kavuşma olarak görüldüğünde, bir insanın ölüm hâdisesini nasıl karşılayacağız? Her konuda olduğu gibi bu konuda da Mevlânâ, irfânı ile bize yol göstermektedir:

Kardeşim,
Benim mezarıma sakın defsiz gelme! Çünkü Allah’ı sevenlere, O’nun huzurunda olanlara dertli olmak, kederli olmak yaraşmaz!
Allah beni aşk şarabından yaratmıştır; ölsem de, çürüsem de ben, yine o aşkım! Ben Hakk’ın sevgisinin şarabıyla öyle kendimden geçmişim, öyle mest bir haldeyim ki, zaten benim aslım aşk! Söyle bakalım; şaraptan, sarhoşluktan başka ne doğar?
Ruhum beni terk eder, Tebrizli Şemsseddîn’in ruhunun bulunduğu burca gider de, artık bir daha geri gelmez!

Hepimiz Bir’in tezâhürleriyiz; bu dünyaya Kesret olarak geldik ve günün birinde yeni­den Bir’e döneceğiz. Hıristiyan azizlerinin söylediği gibi, kaçınılmaz bir karşılıklılık ağına yakalanmış vaziyette, birbirimize do­lanmışız. Birimizi doğrudan etkileyen şey, diğerlerini de dolaylı olarak etkiliyor. Bu ilişki türü, bitki ve hayvanlarla geliştirdiği­miz ilişki için de geçerli. Mevlânâ’nın kedisi, o öte âleme göçtükten sonra üzüntüsünden ölmedi mi? Hazret ölüm döşeğindeyken kedisi, teskin edilmesi mümkün olmayacak şekilde inliyordu. Hazret-i Mevlânâ gülüm­sedi ve etrafındakilere, “Bu zavallı kedi ne diyor biliyor musunuz? O, ‘bugünlerde siz selâmetle yükseklere ve öz vatanınıza gide­ceksiniz, ben zavallı ne yapacağım?” Bunun üzerine orada bulunan herkes feryad edip kendilerinden geçti. İşte bu kedi öldüğünde kefenlenip Mevlânâ’nın mübârek türbesinin civarına gömüldü.[12]

Yine, Hz. Mevlânâ’nın ölüm anına ilişkin Ahmed Eflâkî tarafından aktarılan bir baş­ka anekdot mevcuttur. Nakledildiğine göre Mevlânâ, Azrâil’i son derece güzel bir sû- rette tecessüm etmiş olarak gördü. Artık ayağa kalkacak tâkati kalmamış olmasına rağmen, bu güzel genç adamı görünce onu selamlamak üzere ayağa kalkıverdi. O genç adam, zarif bir tavırla bir müddet onu bekle­di. Mevlânâ, yanına doğru ilerleyerek sordu: “Siz kimsiniz? Ne istiyorsunuz?” Genç adam cevap verdi: “Ben, kesin karar verme meleği Azrail’im. Mevlânâ Hazretleri ne buyuracak diye celîl olan Allah’ın emriyle geldim.” Bu­nun üzerine Mevlânâ, “Böyle nurlu bir yüzü görmek, ne kutlu bir hediyedir!” dedi.

Ölüm korkusu olmadan yaşamak nasıl bir şey olurdu? Mevlânâ, ölüm ve ölümü En Yüce Dost’a vuslat olarak karşılama üzerine çok sayıda muazzam beyit kaleme almıştır:

Ayla güneşim geldi; bak, göz ışığım geldi.
İnci kaynağım geldi; altın pınarım geldi.
O âb-ı hayâtımdır benim!
Ben ölümden korkmam ki!
Ürkmem serzenişlerden,
çünkü kalkanım geldi!

Tıpkı Hz. Peygamber’in (sav) bu dünya ve âhiret arasında muhayyer bırakılması gibi, Mevlânâ’ya da böyle bir seçenek sunulmuş­tur. O, hem bu dünyadaki dostlarına hem de âhirete irtihal etmiş olanlara duyduğu mu­habbetin çekim gücünden şöyle bahseder:

Dostlarımız bizi bir yana çeker,
Mevlânâ Şemseddîn ise öte yana çağırıyor.
Allah’ın dâvetçisine uyun ve O’na imân edin. (Ahkâf 46/35)
Ayrılmak zorundayız.

Hz. Mevlânâ da, kendisinden “Sultanımız” diye bahsettiği Hz. Peygamber’in, Benim ha­yatım sizin için hayırlıdır; ölümüm de sizin için hayırlıdır sözlerine atıfta bulunur. Ona göre bunun anlamı şudur: “Benim hayatım size yol gösterir; ölümüm de iyilik bahşeder.”

Yakın aile efrâdı içerisinde, Hz. Mevlânâ’nın vuslatı yaklaştığında yaşadığı, belki de en dokunaklı hâdise, eşi Kira Hatun’la olandır. Mevlânâ’nın, yaşamının sonlarına doğru, sevgili eşi Kira Hatun’la paylaştığı, fısıltılar­dan müteşekkil ve maalesef nâdiren tercüme edilen hoş bir hikâyeyi burada nakledelim: Rivâyet edildiğine göre Kira Hatun, kendisi­ne “âlemin nuru”, “nefesimin sırrı” ve “âde­min canı” dediği eşini kaybedeceği düşün­cesi ile ağlamaktadır. Bir yandan da, onun vefatından sonra, onun gibisini asla bulama­yacağını yüksek sesle haykırır. Bunu duyan Mevlânâ ona şöyle seslenir:

“Bu âlemde biri size, diğeri de bedene olmak üzere iki ilgimiz vardır. Allah’ın inâyetiyle her şeyden sıyrılıp tecerrüt ve birlik âlemi yüz gösterdiği zaman, bedene olan ilgim de sizin olacaktır.”[13]

Mevlânâ, sevenlerine, mezarına ağlayarak değil, bir enstrümanla gelmelerini ne de güzel söylemiş! Allah dostlarının irtihallerini bir “düğün ziyâfeti” (‘urs), bir kavuş­ma olarak kutlamıyor muyuz? İşte Franklin Lewis’in, Mevlânâ’nın ölümü nasıl karşıla­mamız gerektiğine dair yazdığı şiirinin tercümesi:

Öldüğüm gün tabutumu götürürlerken,
Bende bu dünya derdi var sanma!
Dünyadan ayrıldığıma üzülüyorum zannetme!
Sakın ola ki öldüğüm için ağlama! “Yazık, vah vah” deme!
Eğer ben yaşarken nefse uyup Şeytanın tuzağına düşersem,
O zaman “eyvah” demenin sırasıdır.
Cenâzemi gördüğün zaman “firâk, ayrılık” deme!
Benim kavuşmam, buluşmam işte o zamandır.
Beni toprağa verdikleri zaman,
“Elvedâ, elvedâ” demeye kalkışma!
Mezar bir perdedir ki onun ardında Cennet’in huzuru vardır.

Hz. Mevlânâ, Mesnevide, ölümün, sırasıyla mineral, bitki, hayvan ve insanlık mertebe­lerinden geçerek öte seviyelere yükselmek olduğundan bahseden muhteşem bir açıkla­masını yapar. Aşağıda A. J. Arberry’nin ter­cümesiyle sunduğumuz bu şiir şöyledir:

Ben cemâdattandım… Öldüm, yetişip gelişen bir varlık, nebat oldum.
Nebatken öldüm, hayvan sûretinde zuhur ettim.
Hayvanlıktan da geçtim, hayvanken de öldüm de insan oldum.
Artık ölüp de yok olmaktan ne diye korkayım?
Bir hamle daha edeyim, insanken öleyim de
Melekler âlemine geçip kol kanat açayım.
Melek olduktan sonra da ırmağı atlamak,
Melek sıfatını da terk etmek gerek.
O’nun vechinden başka her şey helâk olur.
Melekken yine kurban olup
O, vehme gelmeyenden olurum.
Yok olurum. Erganun gibi yokluk bana,
Muhakkak ki onlar aslına dönerler der.
(Mevlânâ, Mesnevî, III: 3901-3906)

İnayet Han gibi birçok tasavvuf büyüğü, mi­neralden bitkiye, bitkiden hayvana, hayvan­dan insana ve nihayetinde insandan ruhânî varlıklara giden bu yolculuğun, düz bir çizgide ilerleyen ve zamanla sınırlanan bir yolculuk olmadığını belirtir. Aslında bizler, aynı anda bütün bu farklı âlemlerde yaşıyor ve onlara hayat veriyoruz. Bu nedenle, bir bakış açısına göre, İlâhî Sevgili’ye “dönüş”, zaten şimdi ve burada, yani halihazırda ya­şanmaktadır.

Adını zikrettiğimiz ve Batı’ya gelen ilk Sûfî olarak bilinen Güney Asyalı Çiştî hakîm İna­yet Han, ölümü, yükümüzü taşımaya yardım etmek üzere gelen bir hamal olarak tanımlar. Sıklıkla bize hatırlatıldığı üzere ölüm, dünya hayatının bir aynası niteliğindedir. Yaşamını çirkinlik, zulüm, kin, düşmanlık ve nefretle geçirenler için elbette ölüm meleği korku­tucu bir sûrette olacaktır. Ancak daima mu­habbet, şefkat, güzellik, merhamet, âhenk ve hilm yoluna çekilenler için ölüm meleği, Dost’a kavuşmak üzere çıktığımız yolculuk­ta yanımıza aldığımız bavulu taşımada bize yardım elini uzatan bir yâver olmaz mı?

İnayet Han, bize, ölüm üzerine derin bir te­fekkür önerisinde bulunmaktadır:

Ölüm, nesin sen?
-Yaşamın gölgesiyim.
Ölüm, neyden doğdun sen?
-Cehâletten doğdum.
Ölüm, senin meskenin neresi?
-Meskenim, vehmin zihnidir.
Ölüm, sen ölür müsün?
-Evet, peygamberin bakışının okuyla delindiğimde.
Ölüm, kimi yanına çekersin?
-Bana ilgi duyanı.
Ölüm, ya kimi seversin?
-Bana iştiyâk duyanı.
Ölüm, kime gidersin?
-Beni çağırana.
Ölüm, kime korku verirsin?
-Bana âşinâ olmayana.
Ölüm, ya kimi okşar seversin?
-Kollarımda teslimiyetle yatanı.
Ölüm, kime karşı gaddarsın?
-Çağrıma hemen yanıt vermeyene.
Ölüm, kime hizmet edersin?
-O “eve” döndüğünde onun yükünü taşırım.
(İnayet Han, Vadan-Tanas)

Bu bakış açısıyla ele alındığında iyi bir ya­şamın, iyilik ve güzellikle dolu bir yaşamın ardından gelecek ölüm de güzeldir. Mevlânâ’nın yakın dostu Sadreddîn Konevî’nin dudaklarından, onun vefatının ardından şu sözler dökülmemiş miydi?

Âşıkla mâşuk arasında,
İpekten bir gömlekten fazlası kalmadığında,
İstemez misin ki o gömleği kaldırıp
Nuru nura kavuştursunlar?

Bu anlamda ölüm, bedenin dağılıp cismin ıs­kartaya çıkması değil, nurun nura kavuşmasıdır. Kelimenin tam mânâsıyla nur üzerine nur’dur. Ben de hepimiz için böyle olmasını niyâz ederim.

Büyük kadın mutasavvıf Sâmiha Ayverdi de ölümle ilgili olarak ihvânına şöyle söyleme­di mi?

“Benim için neden üzülüyorsunuz?
Yalnızca bir odadan diğerine geçmekteyim.”

Gelin, yazımızın sonunu, “Lisânü’l-Gayb” diye de anılan Hâce Şemseddîn Muhammed Hâfız ile getirelim. Fars dilinin belki de en iyi şâiri olan büyük Hâfız, bizi gerçekten de ölümsüzlüğe taşıyacak olan bir âb-ı hayatın mevcut olduğunu söyler ki bu, aşktır.

Gönlü aşk ile dirilen ölmez asla
Âlem cerîdesinde yazılıdır bizim sonsuzluğumuz.

Dilerim ki ölüm, hepimiz için “âlem cerîdesin- de” bir kayıt, ezelî unsurlara, semâvî köklere ve En Yüce Dost’un kucağına bir dönüş olsun.

Son sözleri, günümüz Türk kadın sûfîlerin- den Cemâlnur Sargut’a bırakalım:

Allah’ı ve ölümü, O’nun zikriyle hatırlayın.
Ölüm, Allah’a giden yolun kapısıdır. O’nun mutlak irâdesine dönüşün kapısıdır.
Ölüm, Allah’ın huzuruna giden yolun kapısıdır.

Niyâzımız odur ki güzel yaşayıp, güzel öle­lim; Mustafa’nın (sav) ve tüm Allah dostlarının bereket ve inâyetiyle Cenâb-ı Hakk’ın huzuruna el ele yürüyelim.

Ebü’l-Hasen Harakanî’nin, kendisine, ölüm­den korkup korkmadığı sorulduğunda ver­diği cevabı kendimize düstur edinerek yaşa­yalım. O şöyle demişti:

Ey ölüler!
Ölümden korkmayın!

 

DOST – İslâm’a Hizmet Ödülleri takdim gecesi hâtıra kitabının 19. sayısı


[1]    bk. ‘Aynü’l-Kudât Hemedânî, Temhidât; ayrıca https://www.youtube.com/watch?v=CK1Ypt- 3dOUs gibi Kavvali türüne ait şarkılar.

[2]     Carl Ernst ve Bruce Lawrence’m Çiştî tarîkati hakkında kaleme aldıkları harika kitabının baş­lığını hatırlayalım: Aşk Şehitleri (Sufi Martyrs of Love)

[3]     https://sunnah.com/abudawud:2041

[4]      https://sunnah.com/ibnmajah:1085

[5]   Mevlâna, Mesnevî-i Şerif, 1: 3032 ve devamı.

[6]  Mevlânâ, Fîhi Mâ Fîh, bölüm 2. Eserin İngilizce tercümesi için bk. W. M. Thackston, Gaybın Alâmetleri (Signs of the Unseen), 13-14.

[7]  Martin Lings, Muhammed ’in Hayatı, 337-338.

[8]    https://sunnah.eom/bukhari:4463

[9]   https://www.al-islam.org/life-ali-ibn-abi-tali- b-baqir-sharif-al-qurashi/martyrdom-imam-ali

[10]     Martin Lings, Hz. Muhammed’in Hayatı, 339­ – 340.

[11]   ‘Attar, Tezkiretü’l-Evliyâ (Arberry’nin Muslim Saints and Mystics adlı tercümesi) (Süleyman Uludağ’ın Türkçe çevirisi ve orijinal Farsça me­tinden yararlanılarak yukarıda şekilde tercüme edilmiştir.)

[12]  Ahmed Eflâkî, Menâkıbü ’l-‘Arifin, (John O’Ka- ne’in Feats of the Knowers of God adlı tercümesi).

[13]   Ahmed Eflâkî, Menâkıbü ’l-Ârifin II, 583.