Güncel Problemlere Kadim Çözümler: Mevlana’yı Bugün Adına Yeniden Okumak
Fulya BAYRAKTAR
Bugünün insanı, Mevlana’yı hatırlamanın ve anlamanın, yeniden ihtiyacını duymaya başlamış ise; onun bağlısı olduğu değer sistematiğinden uzaklaşmış olduğumuza ilişkin bir algısı var demektir.Ve dahası, bugünün problemlerine, bu değerlerden hareketle teklif edilebilecek çözüm önerileri olduğunu hissediyor demektir. Esasında Mevlana’nın, çağının ya da çağımızın problemleri karşısında bir kurtuluş vaat etmediği açıktır. Onun tarzı ve tavrı bu değildir. Ancak o, bir anlayış ve fark ediş vaat eder. Beden kafesinden ve dünya zindanından kurtuluş olarak düşünülebilecek bir ahlaki seviyeye işaret eder. Bugün bizler, onun işaret etmekte olduğu bu ahlaktan haberdar olmayı, içinde bulunduğumuz bir bunalımdan kurtuluş olarak görüyorsak belki de her şeyden önce bu bunalımı teşhis etmek, kurtulmak istediğimiz o durumu anlamak gerekir. Ve medet umduğumuz kapıların açıldığı o yeri algılamak.
İslam dünyasının türlü ihtiraslarla ve sefaletlerle parçalandığını, temelindeki ontolojik hakikati unuttuğunu görüyoruz. İslam memleketlerinde ruhlar, gönüller birbirinden ayrılmış, birbirine saldırıyor. Bunun sebebi ne siyasidir ne iktisadidir ne de esasında ilmi ve fikridir. Bu hâlin sebebi; ahlakidir. İslam’ın temeli ve Kur’an’ın özü olan o ahlakın unutulmuş olmasıdır. Böyle bir hususta genellemeler yapmanın doğurabileceği sıkıntılarında farkında olarak, en azından kitlenin o ahlakı unutmuş olmasıdır da denilebilir. Bugün, sanki hatırlamak istediğimiz şey, işte o ahlaktır. Onun bir timsali olan Mevlana ile İslam’ı yaşayan o insana açılan kapıları, o insanla “insan”a açılan kapıları çalıyoruz. O kapıları bugün umut olarak telakki ediyoruz:İslam’ı insanla birleştiren yola açılan bir umut.
Belki bu umuda, insandan uzaklaşmış bir İslam’ın yarattığı umutsuzluktan dolayı ihtiyaç duyuyoruz. Fakat yine de umudumuzun İslam’ın kendi kapılarında olduğunu da görüyoruz. İnsanın kapılarında, insanlığın kapılarında. Kapıda olmak, hiç değilse o kapıda olmak kendi başına bir umuttur.
Kapı ve yol metaforları üzerinden uzun bir değerlendirme yapmadan, kurtulmak istediğimiz bir durumun içinde olduğumuz tespitine geri dönelim. Temelde ahlaki olduğunu ifade ettiğimiz bir bunalıma tanık oluyoruz. Muhtemelen de bu bunalımın temelinde, maddeyi kutsallaştıran ve hayatın gayesi hâline getiren materyalizmile bundan beslenen ekonomik düzenin işbirliği hâlinde oluşunu görüyoruz. Oysa insanı ve insani olanı unutturan yalnızca bu işbirliği değildir. Temelindeki ahlak ideali fark edilmeyen bir İslam algısının da bugün insanı makineleştiren ve makineye indirgeyen materyalizmle ele ele vermiş olduğu gözlemlenebilir. Hakikat yolculuğu, şekle indirgenemeyeceği gibi, şeklen kendisi gibi olmayanları tekfir etmekle de bağdaşmaz. İslam, tekfirin, kinin, nefretin, tehdidin, gönülleri birbirinden uzaklaştırmanın adı olamaz.Tefekkürü ve sanatı yok sayan bir zihniyetin, İslam’la ilgisi bulunamaz. Bu nedenle, bizi hakikatle, Hakk’la, İslam’la ve insanla buluşturacak o kapıların önünde duruyoruz.
Kavramların elverdiği ölçüde, o kapılar aralandığında görülen yolun âciz ve sınırlı bir tasvirini yapmaya çalışırken, öncelikle, bu tefekkürde işaret edilen “insan”ı anlamak gerekir. ZiraMevlana’nın eserleri incelendiğinde, bir duygu, değer ve inanç varlığı olarak “insan”ı temele aldığı ve bunu yaparken, psikoloji, felsefe ve tasavvuftan yararlanarak bütünlüklü bir insan telakkisine ulaştığı görülür. Ona göre evren, bir ilahi tecellidir. Bu ontolojiye göre insan da Mutlak Varlığın bir tecellisidir. Asıl Varlığın tecellisi nasıl olmuş bitmiş bir şey değilse, yani hem zaman-dışı hem de zamanda ise insan varlığı da öyledir. Varlıktaki ezelî ve ebedî oluşa rağmen belirlenmemiş olmak diyalektiği, insan için de söz konusudur. Zira her madde bir manaya işaret için vücut bulmuştur, fakat insan, kâinatın manasıdır. O hâlde insan, kâinatı kavramak ve bilmek için önce kendini bilmeli, kendini bulmalıdır. İnsanı bilmek, insanın kendini ve başkasını bilmesi ile mümkündür. “İnsan”danmurat edilen o insan olmakla mümkündür. Şu hâlde “insan” nedir, kendini ve başkasını nasıl bilir?Mevlana’nınişaret ettiği insan; kendini kendine hapsetmeyen, kendisini gerçek manada fark edebilmek için kendisini Allah’a doğru aşacak bir insan varlığıdır. Bütün insanların bu Allah aşkına doğru kendini aşma gayretinde olduğu bir yerde, dostluk ve sevgi alışverişi vardır.
Kâinatı var kılan o temel sevgi prensibini kendinde kavrayarak ona ve bütün bir kâinata yönelen insan varlığı bir sevgi ahlakı sergiler. Bir dostluk ve birlikte-var olmaahlakı sergiler. Değerler temelini bu sevgiden alır. Sevgi, evrende Asıl Varlığın anlamlandırdığı bütünlükle uzlaşmak, bilişmek, hemahenk olmak, bu bütünlükle hem dem olmak, ondaki manayla hemdem, hemahenk olmak demektir. Sevgi böylece hem kendinizi inşa hem ötekine ihtimam hem de Allah’a yöneliş olur.
Sevgi, ötekinin yok edici kimliğini yok eder. Kendindeki kendiliği görmek, o kendiliği kendisinde gördüğü “sen”lere yönelmek ve ben-sen birlikteliği kurabilmek, insanı bu “birlikte”lik dolayısı ile “birlik”te kılar. Asıl “birlik”tebaşkalıkları, ötekilikleri ortadan kaldırmak, “ben”i ortadan kaldırmak değil, tam da “ben” olmaktır bu “birlik”te. Bunun için ötekine seslenmem, kapısını çalmam gerekir. Mevlana’nın anlattığı şekli ile; ben kalarak ve fakat sen olarak çalınan o kapılar açıldığında, onlarla beraber, birliğin ve birlikteliğin bütün kapıları açılacaktır.
İnsanın bu dünyadaki serüveni, hasrette olduğu ile vuslatta olma arzusunun serüvenidir. Mesnevî’nin daha ilk beyitlerinden itibaren karşılaşırız bu fikirle. Hasret, egzistansiyel olarak, ayrılığın en derinde hissedildiği zaman ortaya çıkar ki, bu da ayrı olduğumuza en yakın olduğumuz andır. Çünkü ancak o zaman ayrılığı, başkalığı fark ederiz. Bu tefekkürde insan-ı kâmil ayrılığı fark edendir ve o ayrılığın acısını hisseden, aynılığa yönelendir.Bu nedenle “hasret duyduğun ve vuslat umduğun ne ise osun sen.” denmektedir. Yani “Talebin ne ise osun sen.” Aslında sanki hangi değerlere bağlıysan, o senin şahsiyetini oluşturur denmekte gibidir burada. Talebin ve yaşantın, yani değerlerin, şahsiyetini, kim olduğunu belirler.
İnsanı ahlaktan ayırmak, değerden ayrı düşünmek imkânsızdır ya da değeri insandan ayrı düşünmek. Değerler bir tabiat nesnesi, birer “şey” ya da bilimin ele alabileceği herhangi bir fenomen değildirler. Onları yaşayan, temsil eden, ihya eden şahsiyetlerle ortak bir varoluşa sahiptirler. Burada fenomenolojik bir değer okuması yapılabilirse; esasen benim değere yönelmem ve yaşamam ona vücut verir. Değer etik ve estetik formda kendini gösterir. Etik ve estetik formun o mahiyetidir değer. Ya da o mahiyetin formu etiktir, estetiktir. Bu bakımdan hem şahsiyette hem de medeniyette etik ve estetik formlarda gördüğümüz mahiyettir değer. Bugün ihtiyaç duyduğumuz, eksikliğini hissettiğimiz işte o mahiyettir.
Değer, insanı insan kılması bakımından anlamını da insanla bulur. Bu bakımdan, insanın değerle ilişkisini ele almak, o değeri kendisinde gördüğümüz şahsiyeti irdelemeyi zorunlu kılar ki, ona ahlak kişisi ya da ahlaki şahsiyet de diyebiliriz. Ahlak kişisi için değerler, kendi varoluşunu kendileri ile gerçekleştirdiği bir gerçekliktir. Ahlak kişisi özgür ve otonom bir varlık olarak, herhangi bir dış zorunlulukla değil, kendi seçim ve iradesiyle bağlandığı değerleri, yaratıcı ve özgür eylemlerle temsil eder. Değer, bu anlamda insan için bir amaç değil, onun kâinattaki anlamını gerçekleştirmesi için bir itici kuvvettir. Şahsiyeti oluşturan prensiptir. Şahsiyeti oluşturan temel prensip, kendisi ve başkalarını aynı anda bir bütünün içinde görme, kendini değerleri itibarıyla düşündüğünde ötekini de içine alacak şekilde bu değerleri vaz etmedir. Kendi adına benimsediği değerler vardır, fakat bu değerler açılarak ve aşılarak ötekileri de içine almaktadır. Böyle okunduğunda değerler insana yakışır bir sosyal nizamın, medeniyetin de temelidir. Medeniyet, bütün maddi ve teknik insanlık başarılarının ötesinde, bir değer alanıdır esasen. Bir insani tasavvurdur. Bu tasavvuru bütünlük prensibine dayanarak oluşturmak da bizim medeniyet algımızdır. Bu algı, Mevlana’nın da bir mensubu olduğu Tasavvuf tefekküründen alınan ilhamla oluşmuştur.Mevlana’nın,Yunus’un,ve burada isimlerini zikretmediğimiz pek çok mana büyüğünün sadece varlıkları bile değere, insaniyete ve ahlaki olana bir davettir.
İnsan fıtratı gereği örnek bir davranış ya da şahsiyetle karşılaştığında sarsılmakta ve kendi durumunu gözden geçirmektedir. Bu nedenle örnek şahsiyetin varlığı toplum için değerlere bir davettir. Onun davranışları değerlerin somutlaşmış hâlidir. O, kitle insanının belki de fark etmekte zorlanacağı bir halislikle yaşanan değerlere, hiçbir menfaat beklentisi olmadan bağlanmıştır. Amacı bir şeyi anlatmak ve temsil etmek de değildir. Duruşu bir davettir, fakat bir düşünceye, bir inanca veya bir ideolojiye değil, “Birlik”e davettir. Değerin kendisine davettir. Burada değer uğruna bir mücadele değil, değeri garazsız ivazsız yaşama söz konusudur. Bu bağlamda, Mevlana’nın ve onun gibi mana büyüklerinin sadece şiirleri, tefekkürleri, sözleri değil, yaşantıları da buna örnektir.
Değerler böyle yaşandığında, halis bir bağlılıkla garazsız ivazsız yaşandığında, menfaate dayalı kabullenme düzeyinden sıyrılarak, bir medeniyet hamlesinin dinamik motoruna dönüşür. Değerler, şahsi ikbal kaygısıyla ya da bir kimsenin ya da zümrenin dünyevi çıkarlarıyla telif edilemezler. Zira onlar Tevhidi ve ebediyeti temsil ederler. Her çağda ve toplumda, sosyolojizmin emrettiği veya izin verdiğinin ötesinde insani ve yüce değerleri fark eden, onları talebeden ve temsil eden değer kahramanları, ahlak kahramanları, büyük adamlar hep vardır. Onlar sayesinde, medeniyet daha insani ve ahlaki bir mefkûreye doğru dinamik bir seyir takip edebilmiştir. Onlar, kendi dönemlerinde toplumda yozlaşmış olan değerleri ortadan kaldırmak ve yerine asıllarını yani insani, ahlaki ve hakiki (ilahi) olanlarını ikame etmek için yaşamışlardır.
Veliler, ahlak kahramanları, Mevlanalar, Yunuslar buna örnektir. Onlar, değere değer olduğu için bağlanmışlardır. Hakikati yalnız hakikat için istemişlerdir.Mevlana’nın da çokça hatırlattığı din ve ahiret maddeciliğine düşmemişlerdir. Birkaç köşke indirgenmiş bir cennet algısından, maddeye tahvil edilebilecek beklentilerden sıyrılmışlardır.
Değeri değer kılan kendisidir. Yani mesela faydalı olduğu için değer değildir. Değerin bedeli kendisidir, karşılığı ise evrensel bir medeniyet hamlesidir. Şahsiyette olduğu gibi, medeniyeti de üzerinden oluşturacağımız alan, ahlaki değerler alanıdır. Medeniyet, farkında olunan ve birlik idealine yönelinen bir ahlaki değerler alanıdır.
Belki de tam da bu nedenle bugün, böyle bir şahsiyetlilikle oluşturulacak bir medeniyet hamlesi arayışından dolayı, içinde bulunduğumuz durumdan kurtuluşa yönelirken Mevlana’yı yeniden anlamaya çalışıyoruz.
Mevlana ile beraber, insanı ve hakiki değeri arıyoruz aslında. Bir değerin hakiki olup olmadığı, o değere bağlanılarak gerçekleştirilecek olan davranışın daha üst bir insani yaşayışa çıkarıp çıkarmadığı ile ölçülür. Evrenselleştirilip evrenselleştirilemeyeceği ile ölçülür. Hatta belki, insanı madde derekesine mi indiriyor, yoksa kendinden aşkın bir manaya mı götürüyor olduğu ile ölçülür. Değerin hakiki olup olmadığı, insanı kendi kendisine, kendi nefsine mi hapsedeceği, yoksa evrensel insani bütünleyici bir düzeye mi taşıyacağı ile ölçülür. Kısacası değerin hakikiliği, insanı-insanla birlikte varoluş sürecine dâhil edip etmediği ile anlaşılabilir. Bu birlikte varoluş bir sen varlığı ile başlar, değerlerle bütünleşerek sonsuzluğa açılır.
Bu noktada hatırlamak gerekir ki değer, hukukun da üzerindedir. Hukuk insanın birlikte yaşaması için elbette çok gerekli olan bir düzendir,ancak insan hukukla yetinemez. İnsan, kendi varoluşunu hukuka değil, değere tabi olarak gerçekleştirir.
Modern insan değerleri unutmuş görünüyor. Hatta değerin ne olduğunu dahi unutmuş görünüyor. Değeri dışımızda bir “şey”miş gibi değerlendiriyoruz. Oysa değer bir hâl olarak ortaya çıkar. Değeri davranışa, değişen davranışlara indirgemek anlamında değil, fakat değeri hâlde görebiliriz.
Bugünün, bu dönemin, bu şartların ve bu insanın değerleri davranışa dönüştürmesi nasıl olacak? Bütün zamanlar ve bütün mekânlar için bu sorunun cevabı olabilecek bir teklifi burada hatırlayabiliriz: Edep ile. Bugün edep kavramını ya da edep hâlini yeniden değerlendirmek durumundayız. Bugünün edepli insanı nasıl olmalıdır? Zira kendimizi kendisi ile anlamlandırdığımız o değer sistematiğinde, İslam’da; ontolojik olarak esas olan birlik, etik olarak esas olan edeptir.
İnsanoğlunun en zor başardığı şeylerden biri çoklukta birliği görebilmektir. Felsefenin ve metafiziğin ebedî problemlerinden olan “birlik ve çokluk”, “görünüş ve gerçeklik” meselesidir bu. Mevlana’nın da bağlısı olduğu ontolojiden kaynaklanarak temele aldığı birlik fikri yalnız bu problematikte çözüm olmakla kalmaz, aynı zamanda bu birliği görmek demek de olan edep dolayısıyla ahlaki bir yeniden kavrayışı da beraberinde getirir.
Bugün insanlığın önünde en büyük problem olarak değerlerin içeriklerinin boşalması, anlamlarının itibarsızlaştırılması bulunmaktadır. Bunun yanında aşkınlıkla irtibatın koparılmış olması, otantik ontik anlamın kayboluşu, insanın fonksiyona indirgenmesi, gayesiz ve anlamsız bir varlık olarak telakki edilmesi gibi pek çok problem de gündemdedir. Bununla birlikte ve belki de bu tespitlerleçelişik gibi görünen diğer büyük problem ve insanlık adına tehlike de değer olarak benimsenememiş, ahlaki bir tavra dönüşememiş dini tezahürlerin yaygınlaşmasıdır. Bu da dini saiklerle hareket ediyormuş gibi görünürken taassup ve barbarlıkla hareket etmek, dini değerden ayrı düşünmek hatta dini maddi olana indirgemek anlamına gelir. Değerden azade, profanlaşan,kapitalizmle işbirliği hâlindeki materyalist-hedonist dünya algısı ile dini gibi görünen, ancak birçok noktada bu diğerleri ile buluşan tavrın esasında ortak noktası ve bugün insanlık adına taşıdığı tehlike hep aynıdır: Değerden, ahlaki ve insani olandan uzaklaşmak.
Bizim; bu problemler karşısında kendimize ve bütün bir insanlığa çözüm önerisi olabilecek bir tefekkür imkânımız olduğunu fark etmeliyiz. Bizi ahlaki alanda düşünmeye davet eden Mevlana’nın bize söylediklerini yeniden işitmeliyiz. Ayrılıklardan şikâyet eden bir “ney”in feryadında, nefes gibi bir mekânsıza makam olan,“Ruhumdan ona üfürdüm” sırrına mazhar olano insanınseslenişini duyabilmeliyiz. Vahdet prensibini hatırlamak ve tevhide yönelmek temel değerini hatırlatan bu ses, Mevlana’nın kelimeleri ile hakikatin sesi olarak dinlenebilirse, bugün adına, bugünün insanı olarak anlamaya çalıştığımız bu hakikat bize, bugünün problemleri açısından da ufuk olacaktır.