“Güç bende” diyen egomuzu ezmeliyiz”

A+
A-

Bu toprakların yetiştirdiği; dünyaya kardeşliği, sevgiyi, kişinin ruhunu arama ve de en önemlisi Yaradan aşkını aşılayan Hz. Mevlana’nın vefatının 747’nci yıldönümü önümüzdeki hafta. 17 Aralık olan bu tarih büyük üstadın kendi tabiriyle Şeb-i Arus yani ‘Düğün Gecesi’. Ömrü boyunca aşkıyla kavrulduğu Rabbine kavuşmasının yıldönümü. Biz de Şeb-i Arus’a özel bir röportaj yaptık… Hem de sadece Türkiye’de değil dünyada alanında çok özel bir isimle… Celalettin Berberoğlu 44 yıllık bir semazen. Altı yaşından beri sema ediyor. Ayrıca yıllardır aile mesleği olan keçeciliği sürdürüyor. Semazenlerin giydiği başlık olan sikkeleri üretiyor… Keçeden yapılan sikke, semazen kıyafetinde ve sema ritüelinde çok derin anlamlar taşıyor. Nasıl semazenlerin giydikleri beyaz elbise (tennure) nefsin kefenini simgeliyorsa, genel anlatımıyla sikke de nefsin mezar taşını sembolize ediyor. Yani sufilerin şiar edindiği “Ölemeden ölence ölün” hadis-i şerif’inde olduğu gibi benliği, egoyu yaşarken öldürmek, susturmak isteyen aşk erlerinin mezarı taşı o… Kendilerine, ruhlarına doğmak için bile isteye ölenlerin… Celalettin Berberoğlu doğma büyüme Konyalı. Altı yaşındayken ailesiyle birlikte gittiği bir sema ayininde bu yola sevdalanıyor. Eve döndüğünde üzerine uzunca bir elbise giyip abartısız saatlerce dönüyor. Ve üstelik başı da dönmüyor. Kendinde bir rahatsızlık hissetmiyor. Çok değil üç yıl sonra artık sikkesi tekbirleniyor. Yani bir Mevlevi şeyhi tarafından semazenlik için icazet alıyor. Yani ömrü hayatında, Mevlevilikten, semazenlikten ve kendini aramaktan başka bir yol bilmiyor Berberoğlu. Ama bir yandan da babadan gelme Keçecilik mesleği var. O da meslek olarak çıraklıktan başlayarak bu işte arıyor ekmeğini ve semazen sikkesi yapmaya karar veriyor. Bugün, Hz. Mevlana Müzesi’nin hemen arka kapısındaki atölyesi uzun yıllardır, tasavvuf meraklılarının uğrak yeri, sohbet mekanı. Sırf Berberoğlu’nun sohbetlerin dinlemek için her memleketten tasavvuf ve Mevlana aşığı yüzlerce insan bu dükkanın misafiri oluyor.

YÜN ÇOCUK GİBİDİR

Berberoğlu sikkenin ve keçenin kullanım alanını anlatarak başlıyor söze: “Sikkenin aslı yündür. Sufi kelimesinin de Arapça suf (yün) kelimesinden türetildiğini ve eski dervişlerin yünden elbise giydiklerini, sufi kelimesinin de bu anlama geldiğini herkes bilir. Yün bazı işlemlerden geçtikten sonra önce keçe, sonra da sikke olur. Keçe ise daha çok önceden halı yerine kullanılan bir sergi ya da dağda kalan çobanların giydiği bir elbise (kepenek) olarak karşımıza çıkar. Neden dağda veya açık arazide kalan çobanlar keçeden yapılan bir tür elbise giyiyordu. Keçenin bir özelliği vardır. Yılan akrep gibi zehirli hayvanlar preslenmiş yün olan keçe üzerinde hareket edemezler ve ona yaklaşamazlar. Çobanlar tamamen bu elbisenin (kepeneğin) içine girer, uyur ve zehirli hayvanların tehlikelerinden korunmuş olurlardı.”

GÜCÜ GERÇEK SAHIBİNE İADE ETMEK

Berberoğlu keçenin sikke haline gelmesine kadar yaşadığı süreci bir dervişin kamil olma sürecine benzetiyor. Ya da genel tabirle insanın hayat yolculuğunda uğradığı duraklardan sonra kendini bulmasına: “İlk önce yün alınır. Yünün kuzu yünü olması gerekir. Yetişmiş bir koyunun yününden keçe ya da sikke olmaz. Bu insanın çocukluk dönemidir. Osho sık sık Hz İsa’nın ‘Tanrının krallığına ancak çocuklar girecek’ dediğini söyler ya hani. İlk materyal (yün) kuzu ya da koyunun yavrusunun yünüdür, yani çocuk. Yün bir çocuk gibidir. Yumuşak, sıcak, ince telli ve istediğiniz biçime göre şekle girmeye hazır bir materyaldir. Sikke olabilecek en iyi kuzu yünü, kuzu doğduktan yedi-sekiz ay sonra kırkılan yündür. Fakat bu yedi-sekiz ay içinde kuzu dünya ile tanışmış, yünü kirlenmiş, üzerinde çöpler ve dikenler birikmiştir. Oysa ilk doğduğunda yünü parlak ve temizdi. Yün ile insan, sikke ya da insan-ı kamil olma yolunda buradan aynı yolculuğa başlarlar. Yünün ilk önce yıkanması arınması gerekir. Irmak kenarlarında, köylerde tokuç denilen bir tahtayla yüne vurarak onu yıkayan kadınlar görmüşsünüzdür. İnsan da hayatta tıpkı yün gibi binlerce tokuç yer.” Yünün yediği tokuçlar gibi insan da hayattan ders çıkardıkça kendini tanıyor, nefsiyle hesaplaşıyor: “Hz Mevlana ‘Derinin tabakhanede (deri işlenen yer) çektiğini gör’ der. Deri işkenceye gerilir, türlü türlü ilaçlarla ıslah edilir ve şaplanır. Bütün bunlardan maksat derinin bir dilberin bedenini sarması içindir der. Evet deri bu aşamaları geçtikten sonra pek çok insanın yanına bile yaklaşamadığı bir güzelle buluşacak, onu kucaklayacak ve onu saracaktır. Tokuç, yün ve insan… Hayatta yediğimiz her tokuç, aslında ben bilirim, ben yaparım, Voltran gibi güç bende diyen egomuzun başına vurulur. Aslında her vuruş, her yenilgi, bizi yokluğa ve gücü, gücün gerçek sahibine iade etmeye yöneltir.” Bir gün Konya’ya yolunuz düşerse ve Hz. Mevlana’yı ziyaret ederseniz, hemen oracıkta sıcacık atölyesinde Celalettin Usta’yla demli ve erdemli bir sohbet de sizi bekliyor olacaktır. Bundan emin olabilirsiniz.

Mistik Yalancı size bir şeyler anlatsın!

Tam da bugünlerde Celalettin Berberoğlu’nun Mistik Yalancı adlı bir kitabı yayımlandı. Bugüne kadar atölyesine gelen misafir ve dostlarına anlattıkları, sohbetleri yakınları tarafından kaydedilmiş. Ve bu tasavvuf sohbetleri, hikayeleri, kıssaları, ustanın kendi maceraları kitaba aktarılmış. Kitabın adına gelince elbet bir hikayesi var: “Siz de bilirsiniz ki dostlar hakikat kelâma sığmaz. Ben atölyeme gelen misafirlerime ‘Hadi bakalım, mistik yalancı size bir şeyler anlatsın!’ derdim. Misafirlerim de ‘Biz de yalan dinlemeye geldik zaten!’ derlerdi. O yüzden kitabımın adı Mistik Yalancı oldu.”

 

GÖKSAN GÖKTAŞ

https://www.sabah.com.tr/pazar/2020/12/13/guc-bende-diyen-egomuzu-ezmeliyiz