GÖNÜL KÂBESİ ve MEVLÂNÂ – Ahmet SEVGİ
8. MİLLÎ MEVLÂNA KONGRESİ
GÖNÜL KÂBESİ ve MEVLÂNÂ
Doç. Dr. Ahmet SEVGİ
Hz. Peygamberimiz her savaş dönüşünde: “Küçük cihattan büyük cihâda döndük” buyurarak ashabını nefisle mücadele konusunda uyarırdı. Mevlânâ da: “Ey padişahlar, dışarıdaki düşmanı öldürdük ama içimizde ondan beter bir düşman kaldı” diyerek aynı konuda dikkatimizi çekmektedir. Demek ki nefisle mücadele düşmanla mücadeleden daha zordur. Çünkü nefis, gönlümüze taht kuran yedi başlı bir ejderhadır. İçimizdeki bu düşmanın başlarını ezebilmek yani kibir, hırs, şehvet, haset, gazap, hasislik ve kin putlarını kırabilmek şüphesiz kolay olmayacaktır.
13. asır Anadolu’sunda “küçük cihat’la “büyük cihad”ın atbaşı beraber yürütülmüş olduğunu görüyoruz. Bir tarafta “gaziler” coğrafî sınırları genişletmek için mücadele ederken diğer tarafta da “velîler” gönül mülkündeki putları kırma savaşı veriyorlardı. Mevlânâ ve Yûnus’un öncülüğünde başlatılan bu büyük savaşın tek hedefi Allah’ın tecellîgâhı olan gönlü birtakım kötü huylardan temizlemekti. Mevlânâ Mesnevî’nin bir yerinde şöyle der:
“Şu beden dört huyun durağı olmuştur; onların adları, fitneler arayan, düzenler kuran dört kuştur.
Halkın ölümsüz diriliğe kavuşmasını istiyorsan, bu şom, kötü dört kuşun kes başlarını.
O yol kesen manevî dört kuş, halkın gönlünü yurt edinmiştir.
Şu diri dört kuşun başlarını kes de diriliği geçici olan şu halkı ölümsüzlüğe kavuştur.
Bu dört kuş “KAZ”dır, “TAVUS”tur, “KUZGUN”dur, “HOROZ”dur; bu dördünün insanlardaki örneği de dört huydur.
“KAZ” hırstır “HOROZ” şehvet. Mevki “TAVUS”a benzer; “KUZGUN”sa dileğe”.1
Demek ki bu dört kuşun başını kesebilirsek yani gönlümüzden makam mevki hırsını söküp atarak şehevî duygularımıza gem vurabilirsek gönlümüz Kabe misali mukaddesleşerek Allah’ın tecellîgâhı olacaktır.
Bir kutsî hadiste belirtildiğine göre C. Allah şöyle buyurur: “Yere göğe sığmadım da inanan kulumun gönlüne sığdım”. Mevlânâ bu kutsî hadîsin tefsîri mahiyetinde şunları söyler:
“Peygamber, Tanrı buyurdu ki dedi; ben ne yücelere sığarım, ne aşağılara. A üstün er şunu bil ki ben ne yeryüzüne sığarım, ne gökyüzüne, ne de Arş’a. Şaşılacak şey şu ki inanan kişinin gönlüne sığarım ancak; beni arıyorsan, gönüllerde ara”. 2
Bir şâirimiz de:
“Dervişlik başdadır tacda değildir
Harâret nardadır sacda değildir
Ararsan Mevlâyı kalbinde ara
Kudüsde Mekkede Hacda değildir” der.
Bu ifadelerden de anlaşılacağı üzere tasavvufta “gönül”e büyük değer verilmiştir. Hatta mutasavvıflara göre “gönül” Kâbe’den üstündür. Mevlânâ bir beytinde meâlen şöyle buyurur. “Kabe, Azer oğlu İbrahim’in yaptığı bir binadır. Gönülse C. Hakk’ın nazar ettiği yerdir”. 3
“Gönül mi yig Kâbe mi yig eyit bana aklı iren
Gönül yigdür zîrâ ki Hak gönülde tutar turağı.
Tasavvufî şiirlerde sık sık “Kâbe” ile “gönül’ün karşılaştırıldığı görülür. Mâlum, Kabe’nin bir adı da “Beytullah”tır. Yani Kâbe, bir bakıma Allah’ın evidir. Ancak sûfîler Allah’ın gerçek tecellîgâhının “gönül” olduğunu söylerler. Onlara göre: “Kabe Allah’ın lütuf evidir insansa onun sır evi… Tanrı Kâbeye hiç girmemiştir ama “gönül Kâbesi”ne ondan başka giren olmamıştır”.
Mevlânâ, Mesnevî’de bu konuyla ilgili olarak şöyle bir hikâye nakleder:
“Ümmetin şeyhi Bâyezid, haccetmek, umre etme için Mekke’ye koşup gitmedeydi.
Hangi şehre varıyorsa o şehirdeki azizleri arıyor;
Bu şehirde, gözü açık oluş direklerine kim dayanmış diyor, şehri dört dönüyordu.
Bâyezid, yolculukta, vaktinin Hızır’ı olan birini bulmak için bir çok aradı-taradı.
Yeni Ay gibi boyu bükülmüş bir pîre rastladı; onda erlerin sözlerini duydu.
Bâyezid, o pîri’n huzurunda oturdu, halini hatırını sordu. Onu hem yoksul buldu hem de çoluğu-çocuğu çok.
Şeyh, Bâyezid, nereye gidiyorsun dedi; gurbet varını-yoğunu nereye çekeceksin?
Bâyezid, hac çağı dedi; Kâbe’ye gidiyorum. Şeyh, kendine gel dedi, yol masrafı olarak yanında ne var?
Bâyezid, ikiyüz dirhem gümüş param var; işte şuracıkta, elbisemin ucuna sımsıkı bağlamışım dedi.
Şeyh dedi ki: Çevremde yedi kere dön; bunu da haçtaki tavaftan daha iyi say.
A eli açık er, o dirhemleri dök önüme; bil ki Haccettin, muradına erdin.
Umre ettin, ölümsüz bir ömür buldun; arındın, Safâ’ya koştun.
Canının, can gözüyle gördüğü Tanrı hakkı için Tanrı, beni kendi evinden daha üstün etmiştir; beni seçmiştir o.
Kâbe, onun lütuf evidir ama benim varlığım da onun sır evidir.
O evi kuralı içine girmemiştir Tanrı, bu eveyse, o her an diri olan Tanrıdan başka kimsecik girmemiştir.
Beni gördün ya; Tann’yı gördün; gerçeklik Kâbesinin çevresinde döndün, tavaf ettin.
Bana hizmet, Tanrı’ya kulluk etmektir, onu övmektir; sanma ki Tanrı, benden ayrı.
Gözünü iyi aç da bak bana; bak da insanda Tanrı ışığını gör.
Bayezid, can kulağıyla bu sözleri dinledi; altın küpe gibi kulağına taktı.” 4
Bu ifâdeler, nihayet bir hikâyeden ibarettir. Ama her hikayede anlatılmak istenen bir gerçek vardır. Eskiden buna “kıssadan hisse” derlerdi. Bence bu kıssadan alınacak hisse “insan gerçeğini gözardı etmemek” olmalıdır. Zira, C. Allah, insana kendi ruhundan bir ruh üflemiştir. Mesele bu nokta-i nazardan ele alınmalıdır.
Sûfîler, gönül yapmayı haccetmekten üstün görürler. Mevlânâ bir beytinde: “Allah Kâbeyi tavaf etmeyi, onun vasıtasıyla bir gönül ele alasın diye emretmiştir” buyurur
Yunus Emre’nin şu beyitleri gönül yapmanın büyüklüğünü ve dolayısıyla gönül kırmanın felaketlerini ne güzel ifade ediyor:
Düriş kazan yi-yidür bir gönül ele getür
Yüz Kabe’den yigrekdür bir gönül ziyareti.
* * *
Ak sakallu pîr koca bilmez ki hali nice
Emek yimesün hacca bir gönül yıkar ise.
* * *
Bir kez gönül yıkdunısa bu kıldugun namaz degül
Yitmişiki millet dahi elin yüzin yumaz degül.
* * *
Yunus Emre dir hoca gerekse var bin hacca
Hepsinden eyice bir gönüle girmekdir.
* * *
Gönül Çalabın tahtı
Çalab gönüle bahtı İki cihan bedbahdı
Kim gönül yıkar ise.
* * *
Ben gelmedim davî için.
Benim işim sevi için
Dostun evi gönüllerdir
Gönüller yapmağa geldim.
Konu bu noktaya gelmişken Mevlânâ’nın “Dîvan-ı Kebir”de yer alan ve tamamen “gönül”ün söz konusu edildiği emsalsiz bir gazelini (meâlen) sunmadan geçemeyeceğim:
Gönlün varsa gönül kâbesini tavaf et. Anlam kâbesi gönüldür; ne diye toprak sanıyorsun onu?
Tanrı, suret Kabe’sini tavaf etmeyi, onun vasıtasiyle bir gönül ele alasın diye buyurmuştur.
Bir gönül incittin mi bin kez yaya gitsen de Kâbe’yi tavaf etsen Tanrı kabul etmez.
Malını-mülkünü ver de bir gönül al; al da o gönül, mezarda, o kapkara gecede ışık versin sana.
Tanrı kapısına binlerce altın torbası götürsen Tanrı, bize birşey getireceksen gönül getir der.
Çünkü der, altın, gümüş, kapımızda hiçbir şey değildir, bizi istiyorsan istediğimiz gönüldür bizim.
Senin, bir saman çöpü kadar değer vermediğin yıkık gönül, Arş’tan da üstündür, Kürsi’den de, Levh’ten de, Kalem’den de.
Hor bile olsa gönülü hor tutma, o horluğuyla gene de pek üstünler üstünüdür gönül.
Yıkık gönül, Tanrı’nın baktığı varlıktır; onu yapan can, ne de kutludur.
Kırılmış, iki yüz parça olmuş gönülü yapmak, Tanrı’ya haçtan da yeğdir, umreden de.
Tanrı defineleri, yıkık gönüldedir. Yıkık yerlerde pek çok defineler gömülüdür.
Kul gibi, köle gibi gönüllere hizmet için kemer kuşan da sırlar yolu, yüzüne açılsın.
Sana kutluluk gerekse, devlet istiyorsan, gönüller almaya, ululuğu bırakmaya bak.
Gönüllerin yardımı seninle atbaşı beraber giderse kalbinden hikmet kaynakları akar.
Dilinden sel gibi Âb-ı hayat akar; soluğun, Mesih’in soluğu gibi hastalıklara ilâç olur.
İki dünyâ da bir gönülceğiz için var olmuştur; okuyanın dudağından çıkan “Sen olmasaydın” hadisini duy.
Yoksa varlığın, mekânın, güneşin, Ay’ın, yerin, şu gökkubbenin vücûdu nerden olacaktı?
Sus, her kılında iki yüz dil olsa da söylesen, gönül, gene de anlatışa sığmaz. 5
Evet, gönülü anlatmak gerçekten zor. Ama şu kadarını söyleyebiliriz ki Mekke fethedilince nasıl oradaki putlar kırılıp Kabe temizlendi ise bizler de nefisle mücadelede galip gelerek gönlümüzü işgal eden “kibir, hırs, şehvet ve kin” putlarını kırıp yerine “sevgi, şefkat, tevazu ve hoşgörü” tohumları ekebilirsek gönül bahçemiz kısa zamanda yeşererek etrafa dal budak salacak ve kimsenin kimseyi kırmadığı, herkesin birbirini sevip kucakladığı büyük Türkiye rüyamız gerçek olacaktır. Saygılarımla…
Dipnotlar
1 A.g.e., c.5, s.15-16
2 A.g.e., c.1, s.462
3 Tahiru’l- Mevlevi: Şerh-i Mesnevi, İst. 1971, c. 7-8, s. 700
4 Abdülbaki Gölpınarlı: A.g.e., c.2, s. 331.
5 Mevlânâ Celâleddîn: Dîvân-ı Kebir, (Trc. Abdülbakî Gölpınarlı) Ankara 1992, c.7, s. 608-609.