Gönül gözünün dostluğu
Ali Canip Olgunlu
SIRR-I MEN EZ NALE-Ş MEN DÜR NİST
LİK ÇEŞM-Ü GÜŞRA AN NUR NİST
(Benim sırrım feryadımdan uzak değildir
ancak her gözde, kulakta o nur yok.)
Hz. Mevlânâ dinleyiciye bu beyit ile yeni perdeden seslenir. Söz dinleyebilmek için ilkin geniş çaplı bilgi gereklidir. Bunu da insan dinleyerek öğrenir. Bilgi yolunda kulağın yol arkadaşı gözdür. Kulağın öğrendiğini göz takip eder. Kulak ile öğrenilen her şeyin hayata geçirilmesi gerektiğinden dolayı göz bunları denetler. Göz kulağa der ki, “Dinleyerek öğrendiklerini ne zaman yaşayarak hem kendine hem de başkalarına göstereceksin? Bir an gelir beden kulağından dinleyemeyeceğin sırları açıklarım sana. İşte o zaman can kulağı ile artık beni dinle, ney’i dinle. Can kulağı kesildiğin anda ise hemen cismani gözünü kör et, gönül gözünü aç. Çünkü gönül kulağı ile öğrendiklerini yaşayarak göstermeye başladığında bu cismani gözünün gücü yetmez. Gönül gözünle kendi kendine tanıklık et. Söze nasıl ki müşteri dinlemesini bilen kulağındı, şimdi de sırların sırrını duymaya ehil can kulağını aç ve dinle. Can kulağına, gönül gözü dosttur.”
Tertemiz iki nehir
Buna, aynı cinsten oluş denir. Bir çeşit bakış ve görüş. Bunlar birbirlerini ilk gördüklerinde tanıyan iki ayrı cins yolcu gibidirler. Birbirlerine yol bulurlar ve birbirlerine kavuşurlar.
Bu sözlerle Hazreti Mevlânâ âlim Şemsi Tebrizi ile olan buluşmasını dile getirir. Şems âşık, Mevlânâ âlim… Şems cevbi ve vecdi Mevlânâ arı, duru bir sakin er. Birbirlerine yol buldular. Birbirleri ile kavuştular. Kendi meşreplerince denize, “birliğe” doğru yol alan iki tertemiz nehir gibi. Bu iki nehir Konya’da buluşarak birbirlerine karıştı ve birlikte denize doğru yöneldi. Birbirlerine karıştılar ve birlikte denize doğru yöneldiler. Denizin kıyısına adı aşk olan nehirleriyle ulaştıklarında ayrı ayrı yerlerden en derinlere dalıp tevhit içerisinde yok olarak vuslata erdiler. Zan evladı şimdi ne ben hocayım ne de Şems öğrenci. Ne Şems bana hoca ne de ben Şems’e öğrenci.
“Kendisine secde edileni secde eden sanma bunlar yol arkadaşlarıdır.” beytinde ise Hz. Mevlânâ, Yaradan’ın gözünden “zahir” ve görünmeyen (batın) sonsuzluğunu dile getirir. Aşk gibi hem açık seçik hem de gizli olan Yaradan’ı hem görünen hem de gizli olarak anlatmaya çalışır. Böylece “o hem görünen hem de görünmeyendir” (Hadid Suresi, 3. Ayet) ayetine dinleyiciyi yönlendirir.
Görsel kanıt kâinat
Bazı kimseler dinleye dinleye öğrenseler de mutlaka görsel kanıta ihtiyaç duyarlar. Bir türlü gönül gözlerini açamazlar. Kâinatta her nereye baksak her zerrede Yaradan’ı görmek kolaydır. Çünkü Yaradan her şeyin özü olduğundan, o hem her şeydedir hem de buna bağlı olarak her yerdedir. Hz. Mevlânâ sema ederken tabiatta duyduğu her sesi Yaradan’dan duyar, dört bir yanda dönerken gördüğü her şeyi de Yaradan’ın tecellileri olarak görür ve sürekli şükreder. İnsan çevresinde gördüğü her şeyi tek bir isim altında toplamalıdır. Bu isim de “Aşk”tır. Aşk her şeyin ortak adıdır. Ki bu vahdetin birliğidir. En küçük parçaya da aşk diye seslenmeli, aşk olarak görmeli ve dokunmalıdır. Buna “vahdeti vücut” denir. Kâinattaki her şeyle âdeta iki nişanlı insan gibi sevgi dolu, saygı örgülü birliktelik geçirilmesi nişanlıları da dünyadaki her şeyi de neşelendirir. Buna nişan töreni demeliyiz. O hâlde nişanlılık bu kadar güzelse evliliğin vereceği muhteşemliği artık düşünün!
Geçmişte ve günümüzde insanoğlu Yaradan’a Yaradan’dan dolayı yaklaşmasını öğrenmiş olsaydı bu kavgalar, işkenceler, savaşlar ve dinler yaratılmazdı. Din aşktır; teferruatlar kalabalıkların icadıdır.
Din; Yaradan ile vuslata ermektir. İnsan yaşarken gördüğü her şey ve herkesi bir bilip bir görmeli bir düşünmelidir. Çokluklar bir olanın bütünsel varlığının nişaneleridir. Nişaneler ile haşır neşir olabilenler nişanlanırlar. Nişanlılık bu kadar barış dolu, sevgi dolu ise siz bir de düğünün görkemini düşünün.