Gönül Evi
Bir gönül evine vermese ziya
Nur bahşeden güneşini Kibriya
Kararır Yahudi canı gibi daralır
Vedut Sultanın feyzinden nasipsiz kalır
O gönülde güneşin ışıltısı olmaz kararır
O gönül ne genişler ne kapısı açılır
Böyle gönüldense bir mezar daha iyi sana
Kendi kalbin bir kabirdir manzarası fena
Dirisin ey dirinin çocuğu, dirisin
Bu daracık mezarda nefessizsin
Vaktin Yusuf’u olmuşsun, çık o kuyudan
Sen gökyüzünde güneşsin göster yüzünü
Balığın karnındaki Yunus gibisin
Onun gibi seni de kurtarsın tespihin
Bir çocuk babasının tabutunun başında, Kendinden geçmiş içli, içli ağlamaktaydı
“Ey babacığım!” diyordu “Sen şimdi” “Gittin ve yerin toprağın altı oldu” “Bir eve gittin ki o mekân hakir ve dar” “Orda ne halı, ne hasır, ne yastık var” “Gece lambası yok gündüz ekmeği yok” “O evden gelen bir yemek kokusu yok” “Ne kapı ne baca ne dam mamur değil” “Yardıma gelecek komşu bulmak mümkün değil” “Sen burada el üstündeydin, halk gözlerini öperdi” “Nasıl layık bulurum o manzarayı seyretmeni” “Bir amansız hanedir artık yerin daracık bir mekân” “Orada insanın yüzünde renk kalmaz çekilir kan” Çocuk böyle anlattı durdu ağlayarak Kabrin nice olduğunu anlattı bir bir sayarak Cuha, döndü babasına dedi ki “Galiba bu anlatıyor bizim evi Babası “aptallık etme” diye çıkıştı Cuha’ya “Niye” dedi “bu işaretler kâfi değil mi?” “Teker, teker saydığı alametlerin hepsi” “Şüphesiz bizim evi tarif ediyor sanki” “Ne kapı ne baca ne damında hayır var” “Ne hasır ne lamba ne de yemek var”
Cuha aptalın tekidir.
Babasının cenazesi başında ağlayıp sızlayan evladın, ölümü ve daha çok cenazenin gömüleceği mezarı betimleyen sözlerini doğru zeminde anlamamıştır. “Dar” “Hakir” Işıksız” “Viran” “Yalnız” bir mekândan bahis geçince üstüne üstlük ekmek yok, su yok, baca yok, ocak yok, komşu yok, yatak yok, yastık yok bir yeri dinleyince babasına “bu cenaze bizim eve gidiyor galiba” demiştir.
Cuhanın aptallığı işaretlerden gerçeğe giden yolun ilk basamağında kalıp bir adım daha yukarı çıkamamış olmasındadır. Yoksa yöntemi doğrudur. “Akletme” veya “teemmül” veya “tefekkür” dediğimiz eylem işaretlerden hareket edip hakikate ulaşmak veya bir başka söyleyişle parçadan bütüne gidiş demek değil midir?
Cuha’ya aptalın teki deyip defteri kapatırsak, bir basamak daha yukarı çıkma zahmetine katlanmayı göze alamazsak, anladığımız kadarıyla yetinirsek ondan pek bir farkımızı kalmaz. Sonuçta aptallık düşünce tembelliği değil midir?
Zaten “bu işaretler kâfi değil mi?” mısraından işaretler yeterli olsa da düşünme, tefekkür etme yeterli olmayabilir uyarısını sezmek mümkündür.
Çaresi ise hayret ve hayranlıktır.
O yüzden tasavvuf “hayran” olma hâline hep bir paragraf açmıştır.
Buna bir de hakikat düşkünlüğünü ekleyecek olursak mezardan bizim eve giden meselenin nereye varacağını anlamaya dair umudumuz olabilir.
Çünkü bu beyitlerden hemen sonra “azgın insan” şeklinde ağır bir uyarıcı tabir geliyor.
“Azgın insan bir dönüp de kendine baksa, bu nişanlardan yüzlerce var görmez ama”
Bahsi geçen “Azgın insan” kimdir sorusu yerine “insan nasıl azgınlaşır” sorusu daha doğru olacak gibi görünüyor. Çünkü “azgınlık” fıtri bir özellik değil insan davranışıyla oluşan arızi bir huydur. Bu huydan kurtulmak da hiç duçar olmamak da insanın elindedir. Azgınlık haddi aşmak, kural çiğnemek, sınırı geçmek, yasak bölgeye girmektir. İnsanı bekleyen çok yakın bir tehlike olduğu için müteaddit zamanlarda ve şekillerde bu konuda uyarılar vaki olmuştur. Mesela, haramlar ve helallar arasında şüpheli bir bölge bulunduğu, insan bu şüpheli bölgeye girerse kolaylıkla haram tarafına geçebileceği bu ikazlardan biridir.
Haddi aşan insan bir anlamda kendinin insan olma sınırlarını geçtiği için insan olma özelliklerini kaybetmeye yaklaştığı için haddi aşmaması konusunda uyarılmıştır. İşte azgınlık bu sapmanın doğal sonucudur. Haddi aşmak, azgınlaşmak çoğu zaman hazların peşine düşmekten ortaya çıkar. Hazlar, somut varlıklardan elde edilir. Aslında haz amaç değil araçtır. Tat alma duyumuz olmasaydı saman ile baklava arasındaki farkı bilemeyecektik. Tat alma duyumuz, bizzat kendisi itibariyle değil beslenme amacına hizmet eden bir araç olması bakımından önemlidir. İnsan beslenmeyi değil de tat almayı yani hazzı amaç edindiğinde haddi aşmış, azgınlaşmış olur. Azgın insanın işaretleri fark etmemesi somutu aşamamış, hazza takılıp kalmış olmasındandır. Çünkü işaretler insanı somuttan soyuta yükseltmek için önümüze serilmiştir.
Bu noktada tekrar konunun başlangıcına dönüp işaretlere bakmalıyız.
İşaretler neydi? Bacası tütmeyen, ocağı olmayan, damı yok, karanlık, koruyamayan saklamayan, komşusu olmayan, yastıktan kilimden döşekten mahrum, virane bir evdi. İnsan kendisinde bu özelliklerin olup olmadığını fark edebilir mi? Eğer bedensel bir sorunu yoksa bunlar bende yok halime şükürler olsun deyip çıkacaktır. Elim tutuyor, ayağım yürüyor, nefes alabiliyorum, vücudumun her bir parçası yerli yerinde, sapasağlamım çok şükür, diyecektir. Ama bahsi geçen ev, insanın bedeni değildir.
Bir gönül evine vermese ziya, nur bahşeden güneşini Kibriya
Gönül evidir.
Gönül bazen ülkeye de benzetilmiştir. İklim denmiştir mesela… Bazen saraya… Bazen saltanat merkezine… Hükümranlık tahtının bulunduğu payitahta… Kaşane, virane, zengin, fakir gibi nitelemeler gönlün kendisini değil sıfatlarını veya durumlarını tarif eder. Ne yazık ki kendisi / zatı hakkında insan idrakine sığabilecek bir tarifi yoktur. Bu yüzden, can, akıl, ruh, vicdan, nefis ve benzeri tanımlar da gönlü mutlak anlamda algımıza sığdıramaz. Daha detaylı tarifler keza bu mutlaklığı sağlayamaz. Ruh-i hayvanî, ruh-i insanî, nefs-i emmare, nefs-i levvame, nefs-i mutmainne, nefs-i radiye, nefs-i mardiye gibi her birinin farklı özelliği tadat edilen cevherlerin her biri ayrı birer varlık değil hakikati malum mahiyeti meçhul bir cevherin farklı katmanları olabilir. Biz buna içbenlik diyerek anlama çabasına girişebiliriz.
İster içgüdüsel tepkiler ister maddi ihtiyaçlar isterse bilinçli tercihler olsun bütün eylemlerimizin başlangıcı gönlümüzdür. Doğruyu yanlışı, iyiyi kötüyü, güzeli çirkini gönlümüzle belirler o belirlenen karar doğrultusunda harekete geçeriz. Dışa dönük her eylemin ilk adımı gönlümüzde gelişir. Duygularımızın merkezi de orasıdır çünkü. Eylemlerimizi belirleme de baskın etken duygularımız olduğu için işin esası gönlümüzde oluşur. Bu yüzden gönlü tarif etmede ev, şehir, ülke, payitaht, kaşane gibi nitelemeler algımızı gerçeğe biraz daha yaklaştırır.
Aynı zamanda gönül hatıraların biriktiği alandır. Çünkü hafıza dediğimiz şey nesnelerin bilgisi değil o nesnelerle -veya kişilerle ilgili- hissettiklerimizdir. Bir eski hadiseyi hatırladığımızda aslında o hadisenin bizde uyandırdığı duyguyu hatırlamış oluruz. Acıysa geçmişte kalsa bile aynı acıyı çeker mutluluksa aynı mutluluğu yeniden tadarız. Böylece gönlümüz / iç benliğimiz oluşur “ben” dediğimiz asıl kendimiz teşekkül etmiş olur. Kendimizi ifade ettiğimiz diğer bütün özellikler zatımız değil sıfatlarımızdır. O sıfatlarımız kalıcı değildir, geçicidir, sabit değildir değişkendir. Mutlak değil görecelidir. Birinin babası diğer birinin oğlu oluruz. Saçlarımız, dişlerimiz dökülür, yaşlanırız, ölürüz. Kolumuz kopsa, ayağımız olmasa, gözden mahrum kalsak “ben” hep aynı kalır.
Gönlümüz kaynağı farklı da olsa aldığımız bütün bilgilerin toplandığı, derlendiği, sıralandığı, değerlendiği yerdir. Aynı zamanda beş duyumuzla algıladığımız somut varlıkların bilgisinin ötesinde kalan diğer bilgilerin de kaynağıdır. Aklederek ulaştığımız, ilham ve sezgi ile bize verilen bütün bilgiler gönlümüzde toplanır. Belki Âdem’e öğretilen isimlerin apiriori olarak mevcut olduğu, öğrenmenin gönlümüzdeki bilgilerin aktif hale geçmek demek olduğuna dair teori de doğrudur. Öyle veya böyle gönlümüz bizi biz yapan “ben” dediğimizde onu kapsayan temel yapıtaşımızdır.
Bu yüzden gelişebilir, keskinleşebilir, beslenebilir, diğer insanların ulaşmakta güçlük çekeceği bilgileri algılayacak bir yükseliş yaşayabilir. Aynı zamanda körelebilir, kötürüm olabilir. Kabalaşabilir, Sığlaşabilir. Karmaşa içine düşebilir.
Şu iki ayet-i kerime üzerinde düşünmek bu yolda bir ışık olacaktır.
Birincisi; Şems suresi: Diyanet Mealinde şöyle deniyor: “(1-10) Güneşe ve kuşluk vaktindeki aydınlığına, güneşi takip ettiğinde aya, onu açığa çıkarttığında gündüze, onu örttüğünde geceye, gökyüzüne ve onu bina edene, yere ve onu yapıp döşeyene, nefse ve ona birtakım kabiliyetler verip de iyilik ve kötülüklerini ilham edene yemin ederim ki, nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiş, onu kötülüklere gömen de ziyan etmiştir”
Ayeti kerime [iyilik ve kötülüklerini ilham edene] şeklinde meal verildiği gibi ayrıca [Ona kötü ve iyi olma kabiliyetlerini verene] şeklinde de tercüme edildiğini görüyoruz. Bu Ayet-i kerime hakında yine Diyanet Mealinin tefsir bölümünde şu açıklama var:
[Bu tür doğal varlıklar ve olaylar üzerine yemin edilmesi hem evrenin genel düzenine, bunun insanlar için taşıdığı faydalara ve bu düzeni yaratıp yaşatan ilâhî kudretin büyüklüğüne hem de sonraki âyetlerde ele alınan konunun önemine dikkat çekmeyi amaçlar. “Kuşluğu” diye çevirdiğimiz duhâhâ tamlamasına “güneşin ışığı, aydınlığı, sabah vakti, gündüz” gibi mânâlar da verilmiştir (Şevkânî, V, 524). Ayın yani ışığının güneşin ardından gelmesi, ışığını ondan almasını veya güneş batınca ardından ayın doğmasını yahut ayın ilk göründüğü hilâl durumunu ifade eder. 7. âyette insan (nefs) üzerine yemin edilmesi onun fıtrî üstünlüğüne işaret eder. “Nefsin (insanın özü olarak) şekillendirilip düzenlenmesi”nden maksat ona maddî ve mânevi güçlerin yerleştirilmesi, her gücün yapacağı görevin tayin edilmesi ve nefse bu güçleri kullanacak organların verilmesidir. 8. âyetteki fücûr her türlü kötülüğü, günah ve sapmayı; âyette fücûrun karşıtı olarak kullanılan takvâ ise burada doğruluk, iyilik ve hak yolda kararlılığı ifade eder. Aynı âyetteki elheme fiilinin masdarı olan ilham, bu bağlamda fücûr ve takvâ kelimeleriyle birlikte değerlendirildiğinde, “Allah Teâlâ’nın insanın fıtratına doğru ve yanlışı, iyilik ve kötülüğü, günah ve sevabı bilme, tanıma, ayırt etme, birini veya diğerini seçip yapma gücü ve özgürlüğü vermesi”; dolayısıyla “insanın her türlü deney ve öğrenimden önce, apriorik olarak bu yeteneklerle donanmış bulunması” şeklinde açıklanabilir. Böylece Kur’an’ın insan anlayışının bir özeti sayılabilecek olan 7-8. âyetler, insanın ahlâkî bakımdan çift kutuplu bir varlık olduğunu, iyilik veya kötülük yollarından dilediğini seçebilecek bir tabiatta yaratıldığını ve onun kurtuluş veya mahvoluşunun bu seçime bağlı bulunduğunu göstermektedir]
O gönülde güneşin ışıltısı olmaz kararır, o gönül ne genişler ne kapısı açılır
Burada gönül bir ev olarak düşünülmüştür. Ev insanın sığınağı, ev insanın hayatının temel ihtiyaçlarını karşıladığı yaşam alanıdır. Gönül evinde bu özelliklerin hepsi de vardır. Çünkü gönül insanın ihtiyaç duyduğu hayati önemde her ne varsa hepsinin kaynağıdır. Bahtiyar olması da keder içinde kıvranması da gönül eviyle ilintilidir.
Evler nasıl ışıltılı, geniş, ferah, güvenli olabiliyor ise gönül evi de öyledir.
Nasıl bazı evler, dar, karanlık, ışıksız, kasvetli oluyor ise gönül evi de öyledir.
Gönül evi, Cenab-ı Hakkın nazar ettiği, ilahi tecellilerin mazhar olduğu, Kâbe gibi mukaddes bir yerdir. Fakat nasıl ki ayna tozlanınca suretleri göstermezse, gönül de dünyevi arzularla kirlenince Hakkın tezahürü gerçekleşmez. Bu yüzden gönül temiz olmalı, samimiyet ve aşkla dolmalı; hırs, kin, riya gibi duygulardan temizlenmiş olmalıdır. İlahi nazar yalnızca böyle gönüllere layıktır. Hazreti Peygamberin hadisi gereğince insan yaratıcısının huzuruna pırıl pırıl i saf bir gönülle çıkmalıdır.
Fihi Mafih’ te buna dair bir hikâye anlatılır. Hazret-i Yusuf’ un bir arkadaşı yoldan gelir. Hazret-i Yusuf sorar: “Bana ne hediye getirdin. Arkadaşı sorar: “Sen de olmayan ne var ki?” Senin neye ihtiyacın olabilir? Ama senden daha güzel birisi olmadığından; yüzünü seyretmen için sana bir ayna getirdim.” Cenab-ı Hakkın da her şeyi vardır, hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. Kul; Allah’ın önüne onda kendisini görmesi için parlak bir ayna, yani temiz bir gönül götürmelidir. (Fihi Mafih, 285)
Hazret-i Peygamber: ‘ Cenab-ı Hak surete bakmaz, matlup temiz bir gönüldür.” buyurmuştur.