GÖÇÜN KÜLTÜREL SONUÇLARI – Vedat Bilgin

A+
A-

III. ULUSLARARASI MEVLÂNA KONGRESİ

GÖÇÜN KÜLTÜREL SONUÇLARI

Doç. Dr. Vedat Bilgin*

Giriş

Küreselleşme ne getiriyor diye sorulduğu zaman, muhtelif cevapların arasında belki de küreselleşmeden çok önce başlayan göçün küreselleşmenin dinamiklerinden birisi haline geldiğini çoğu kere görmezlikten gelindiğini fark etmeyiz. Göç insanoğlunun yaşadığı çok eski bir olay olmasına rağmen, küreselleşme ile birlikte adeta dünyanın küçük bir köy haline geldiğini hissettiren en önemli olayların başında gelmektedir. Büyük bir ihtimalle transfer ekonomisinin veya ulaştırma sektörünün istatistiklerinde izlenebilecek olan rakamlardan da anlaşılabileceği gibi gerek uçak, gerek tren ve diğer nakliye araçları ile gerçekleşen taşımacılığın önemli ölçüde artmış olmasının sebeplerinden birisi de kısa veya uzun süreli yeni göçlerle ilgilidir. Bir anlamda küreselleşme süreci dünyayı birbirine bağlayan ulaşım yolları vasıtası ile yeni göç dalgaları yaratmış ve eski göçmenlerden ve göçlerden farklı yeni ilişkilerin kurulmasına yol açmıştır.

Bunların başında göç eden insanların gittikleri ülkelerde kısa veya uzun sürede kalıcı olsalar da geldikleri yerlerle olan bağlarını sürdürecek sürekli bir iletişim ve göç dalgasını devamını sağlamış olmaları önemli bir yenilik olarak karşımızda durmaktadır. Bu olay bütünü ile tarihsel göç olaylarında farklı yeni siyasal ve ekonomik ilişkiler yarattığı gibi tamamen farklı kültürel sonuçlar da ortaya koymuştur. Bütün bu söylediklerimizi anlayabilmemiz için, öncelikle küreselleşmeyi anlamamız gerektiği açıktır.

Göç Olayı

Tarihte yaşanan muhtelif göç olaylarına baktığımız zaman hepsinin aynı kategoride toplanmasının mümkün olmadığını görürüz. Tarihte muhtelif göç türleri olduğu bilinmektedir. Özellikle 11200’lü yıllarda ortaya çıkan daha çok iş gücü göçü etrafında gelişen ülkeler arasındaki göçün farklı bir nitelik taşıdığını belirtmek gerekir. Göç süreci her şeyden önce iki toplumun ve iki kültürün karşılaşması olayıdır. 1950’li yıllarda başlayan Avrupa’ya Türk işgücü göçü daha çok emek ve istihdam ilişkileri açısından dikkate alınan çalışmalara konu olmuştur. Oysa, olayın iki kültürün karşılaşması şeklinde gerçekleşen bir dizi sorulara yol açan gelişmeler yarattığı bilinmektedir.

Şunun altını çizmemiz gerekir ki, göç olayı her şeyden önce şu soruların cevaplandırılması ile anlaşılabilir. Bu soruları şöyle sıralayabiliriz.

Birincisi göç eden toplum açısından bakıldığında;

1)    Göç edenlerin geldikleri kültürün özellikleri nelerdir?

2)    Göç edenler geldikleri kültürün neresinde, hangi ilişkiler bağlanımdan gelmektedirler?

3)    Göç edenler geldikleri kültürü ne ölçüde benimsemiş veya temsil ediyorlar?

4)    Göç edenler hangi beklentiler içerisindedirler? Bir anlamda bu soru göç edenlerin değişime ne kadar açık olduklarının cevabını içinde taşıyacağı bir sorudur.

İkincisi ise göç edilen toplum açısından bakıldığında yine benzeri olarak şu sorular sorulmalıdır:

1)  Göç edilen toplumun kültürel özellikleri nelerdir?

2)  Göç edilen toplumun hangi kesimi veya kesimleri ile hangi ilişkiler kurulmaktadır?

3)  Göç edilen toplumla kültürel alışverişe girme düzeyi ne ölçüde mümkündür?

4)  Göç edilen toplum gelenleri hangi ölçüde ve hangi şartlarda benimsemeye hazırdır?

5)  İki farklı kültürün karşılaşması halinde hangi değişim süreçleri yaşanacaktır?

 

  1. Göçeden Topluluğun Taşıdığı Tarihsel ve Kültürel ÖzelliklerdenBazıları

1950’lere girildiğinde Türk toplumu ağırlıklı olarak köylülüğün egemen olduğu bir toplumsal yapıya sahiptir. Nüfusun büyük bir çoğunluğu geri kalmış tarımsal teknolojilerle üretim yapan dolayısı ile ekonomik bakımdan olduğu kadar toplumsal bakımdan da tarımda değişimi gerçekleştirebilecek ya da başarabilecek bir dinamizme sahip değildir.

Tarihsel olarak baktığımız zaman Türk toplumunun temsil ettiği medeniyet ve kültür mirası ile bu geri yapı arasında önemli bir çelişki bulunmaktadır. Bu çelişkinin yarattığı zihni düzeyde önemli beklentilere karşılık gelen hareketlenmeler vardır. Bunları şöyle sıralayabiliriz:

1) 1950’ler Türkiye’si tek parti yönetiminden çok partili demokratik hayata geçişin heyecanını ve değişmeye açık boyutunu taşıyan bir toplumdur.

2)  Türkiye 1950’lerde 2. Dünya Savaşı sonrası uluslar arası konjonktürün sunduğu fırsatların önünde bulunduğu bir ülkedir.

3)  Özellikle demokratikleşme sürecinin ortaya koyduğu özgürlük ortamında Türk toplumu taşıdığı tarihsel birikimle içinde bulunduğu geri tarımsal yapının çelişkilerim tartışacak buradan bir çıkış yolu arayacak zemini bulmuştur.

4)  Türk toplumu bir anlamda bir değişim eşiğindedir. Bu değişim eşiğinin önemli unsurlarından birisi de dışarı ile doğrudan doğruya toplumun temsilcileri veya Türkiye ile toplumsal bağları devam eden bir grubun doğrudan doğruya toplumsal temas kurma imkanı bulmasıdır. İşte bu imkanı 1950’lerden başlayarak hızlanan yurtdışı işçi göçü sayesinde gerçekleşmiştir.

Yurtdışına giden ilk işçi göçü ile ortaya çıkan dalga daha çok Türkiye’de iş bulamamış ya da bulduğu işleri tatminkar olarak kabul etmeyen, daha yeni fırsatlar arayışında olan kentlerdeki insanlar ve arkasından büyük ölçüde Anadolu’nun muhtelif köylerinde yaşayan yurt dışında büyük fırsatlar olduğu düşüncesi ile göç eden insanlar oluşturmaktadır. Birinci grupta yer alan kentli işsizler veya nispeten kalifiye daha tatminkar iş arayışı içinde bulunan insanlar belki de göç eden topluluklar içerisinde kitlesel olarak kent kültürünü tanımış olan küçük bir azınlığı oluşturmaktadırlar. Fakat zaman içerisinde yaklaşık 20-25 yıl devam eden göç sürecinde yurt dışına göç edenlerin büyük bir çoğunluğu köylü nüfusundan oluşmaktadır ve bu insanların kentsel yaşama tecrübeleri ya çok zayıftır ya da hiç bulunmamaktadır.

Göç eden insanların bu niteliklerine baktığımız zaman buradan çıkarılması gereken bazı neticeler olduğunu tespit edebiliriz:

1)     Bu insanlar her şeyden önce köy toplumunun komüniter dayanışmacı hayat tarzından koparak gittikleri için, gittikleri yerlerde bu özelliklerini bir arayışa dönüştürerek devam ettirmek isteyeceklerdir.

2)     Bu insanların büyük bir çoğunluğu düşük eğitim seviyesine sahip olduğu için, gittikleri ülkenin kültürünü ancak iş ilişkileri çerçevesinden edinebilecek yeteneklere sahiptirler. Yani dil öğrenmeleri ancak iş ilişkileri sürecinde ve sınırlı olarak mümkün olacak bir şeydir. Bu ise gittikleri kültür ile ilişkilerini sınırlandıran bir etki yaratacaktır.

3) Göç eden insanlar ağırlıklı bir oranda ailelerini (eşlerini ve çocuklarını) Türkiye’de bırakarak giden insanlardır. Dolayısı ile gittikleri toplumu, toplumsal muhayyilelerinin içinde ancak sınırlı bir yere sahiptir. Yani toplumsal yönelimleri kendi ailelerinin ve bağlı oldukları ilişkilerin merkezi olarak Türkiye’de bıraktıkları ile ilgilidir. Buradan göç edenlerin bir toplumsal yaşama tarzı olarak içinde bulundukları toplumu değil geldikleri yeri kabul ediyor olmaları, bilinçlerindeki toplumsallık projelerinde içinde yaşadıkları toplumu değil geldikleri toplumu merkezi bir konuma oturtmuş olmaları onların bütünleşme ilişkilerine de tesir edecektir.

Bu toplumsal imajinasyon büyük ölçüde göç edenlerin kendi kimliklerini kaynağını teşkil eden tarihsel ve kültürel ilişkilerle irtibatlıdır. Esasen belli bir yaşa gelmiş insanların içinde doğdukları toplumun özelliklerini gittikleri yerlerde taşımalarında daha tabi bir netice olamaz, burada vurgulamak istediğimiz husus göç eden kuşağın kendi kimliğini taşımasından çok içine girmiş oldukları toplumla diyalog kurma ve geliştirme imkanlarının zayıflığı ve bu zayıflığın dönerek kendi kültürel ve tarihsel bağlarına yeniden bir toplumsal üretimi ve örgütlenmeyi zorunlu kılacak bir kaynak haline gelmiş olmasıdır.

Göç eden topluluğun kendisi ile birlikte taşıdığı tarihsel ve kültürel birikimin, göç edilen yerde yeni toplumsallıklar inşa edici etkisinin birinci kuşakta ortadan kalkmadığı gibi, ikinci kuşakta da değişime açılarak devam etmesini anlamak durumundayız. Bu etkinin ikinci kuşaktan sonra ne tarzda evrileceğini ise başka faktörler belirleyecektir.

 

  1. Göç Edilen Ülkelerin Toplumların Bazı Toplumsal Özellikleri

1950’ler Batı Avrupa’sı 2. Dünya Savaşının yarattığı karamsarlığın, yaşattığı felaketin geride bırakılıp yeni bir gelişme döneminin başladığı yıllardır. Bir anlamda Avrupa ikinci modern çağını yaşamaktadır. Böyle bir Avrupa’nın en dinamik yönü her şeyden önce ekonomik gelişmenin yarattığı dinamizm ve bunun sorunları çözeceğine olan bir ümittir. XX. yüzyılın ikinci yarısından sonra Batı toplumları hızlı bir şekilde refah toplumu olma sürecine girmişlerdir. Böyle bir toplumsal yapıda ortaya çıkan özellikleri şöyle tespit edebiliriz:

1)  Bireyleşmenin ve bireysel özgürlüklerin yükseldiği bir toplumsal değişme trendi yaşanmaktadır.

2)  Faşizmin ve Nazizmin yarattığı yıkıcı etki karşısında insanlar yeni sosyal değerler arayışı içerisinde, yeni açılımlara yönelmişlerdir.

3)  Başta sendikal örgütlenmeler olmak üzere hızlı bir şekilde örgütlü toplum gelişmektedir.

4)  Birey ve toplumsal örgütler arasında yeni bir ilişki biçimi doğmaktadır. Bu ilişki bireysel özgürlükleri toplumsal güven ve dayanışma duygusu ile dengelemeyi esas almaktadır.

5)  İkinci Dünya Savaşı sonrası Avrupa ülkeleri bütünü ile, yeniden büyüme sürecine girmiş ekonomik aktivitelerin dinamizm kazandığı bir dönemi yaşamaktadırlar. Bu bakımdan ilk adımda karşı karşıya oldukları sorun işgücü talebini karşılayacak, işgücü arzının mevcut olmayışıdır. Böyle bir aşamada yurtdışından gelecek işçiler bu açığı kapatacak önemli bir kaynak olarak görülmektedir.

Bu beş noktadan baktığımız zaman, başta Almanya olmak üzere İkinci Dünya Savaşı sonrası Avrupa ülkelerinin sadece dışardan gelenleri karşılamaya uygun bir sosyal ve ekonomik politika açılımı içerisinde olduklarını değil, aynı zamanda toplumsal olarak da dışardan gelenleri benimseyecek bir sosyal psikolojiye sahip olduklarını görmekteyiz.

Savaş sonrası dönem özellikle faşizmin ve nazizmin yarattığı ırk ayrımcılığı ve dışlayıcılık politikalarına karşı önemli bir toplumsal tepki oluşturduğu için, Avrupa’nın dışından gelen ilk göçmen kitlelerini bu ülkeler tarafından sıcak karşılanmasını sağlayacak bir atmosferin zaten oluştuğunu tespit edebiliriz.

 

  1. Göç Süreci ve Kültürel Etkileşim Düzeyleri

Yurtdışından bir ülkeye gelenlerin karşılaşacağı sorunlar büyük ölçüde o ülkenin yabancılara karşı tutumları ile ilgili sonuçlar verecektir. Bunun yanı sıra özellikle göç edenlerin sahip oldukları iletişim kurma imkanları ve içine girdikleri toplumla diyalog imkanları da bu etkileşimi belli düzeylerde etkileyecektir.

Yurtdışına giden Türklerin karşılaştıkları ilk manzara onların ümit var beklentilerine cevap verecek bir karşılaşmayla neticelenir. Başta Almanya olmak üzere bütün Avrupa ülkeleri göç eden ilk Türk işçileri heyecanla ve sevgi ile karşılamışlardır. Bu ilk karşılaşma beklentilerin ve ümitlerin ortaya koyduğu törensel bir karşılaşmadır. Esas kültürel etkileşim gidenlerin Avrupa ülkelerinde yerleşmeye başlamasından sonra ortaya çıkacaktır.

Burada ilk problemin dil ve iletişim ortamının sınırlı olmasından kaynaklandığını söyleyebiliriz. Fakat zaman geçip gelenler öncelikle iş içinde eğitilme fırsatı buldukça işyerine adaptasyonları artmış bir anlamda çalışma ilişkileri ile ilgili sorunların bu ülkelerin sahip olduğu geniş sosyal hakların vasıtası ile sorunların kolayca çözümlendiği görülmüştür. Fakat esas sorun bundan sonra ortaya çıkacaktır. Göç edenler yani ilk yurtdışı işçi toplulukları kendi aralarında dilini, dinini, geleneklerini kısaca bütün kültürünü bilmedikleri bir ortamda kendilerini yalnız hissettikçe yeni diyalog biçimleri ve yeni dayanışma ilişkileri ihtiyacı hissetmeye başlamışlar ve bunu da muhtelif şekillerde ortaya koymuşlardır.

Birinci kuşak göçmen işçilerin karşı karşıya olduğu en önemli sorun gittikleri ülkelerin dilini öğrenme problemi idi. Başlangıçta bu sorunu aştıkça toplumsal bütünleşme eğiliminin artacağına dair hem göçmen işçilerde, hem gidilen ülkede, hem de Türkiye’de yaygın bir kanaat bulunmakta idi. Fakat zaman ilerleyip bu sorun aşıldığı görülünce, ki özellikle ikinci kuşak veya 1970’lerden sonra yurtdışına işçi olarak gidenlerin artık yurtdışında aileleriyle birlikte yaşamaya başladıklarından sonra meselenin mahiyeti değişmeye başlamıştır. Yabancı dil öğrenim sorunu çözülen yurtdışı işçileri ikinci kuşaktan itibaren kimlik değiştirmeye başlamış, yurtdışında yaşayan veya Avrupa’da yaşayan Türkler olmaya başlamışlardır. Bu gün sayılan 3 milyon civarında olan Avrupa’lı Türklerin 1980’li yıllardan sonra artık Avrupa’da yurtdışındaki işçiler olmaktan çıktığını gösteren büyük bir yapı değişiminin yaşadığını biliyoruz. O halde Avru-pa’daki Türkler gittikleri ülkelerin dilini öğrendikçe o ülkelerle diyaloglarını artırdıkları gibi kendi kimliklerinin de daha fazla farkına varmaya başlayıp kendi kimliklerini sürdürecek ve yeniden üretecek toplumsal çerçeveleri inşa etme çabasına girmişlerdir.

Bunlar nelerdir diye sorduğumuzda, karşımıza şu cevaplar çıkacaktır:

1-  Avrupa’da yaşayan Türkler daha başlangıçtan bu tarafa ilk adım olarak kendi aralarındaki dayanışmanın hem sembolik, hem de dinamik çekirdeği olarak dini hüviyetli, mescit, cami veya cemaat gibi yapılanmaları gerçekleştirmeye başlamışlardır. Başlangıçta yerleşilmiş bulunan bir kasabada veya şehirde ortaya çıkan bu topluluklar giderek çerçevelerini genişletme eğilimine yönelmişlerdir.

2-  Avrupa’da yaşayan Türkler özellikle birinci nesil başta olmak üzere Türkiye ile olan diyalogları gidiş-geliş sayıları oldukça yüksek olan bir topluluk niteliğindedir. Bu özellikleri onların Türkiye’de olup biten siyasal ve toplumsal gelişmelere karşı duyarlılığını aşırı derecede artırmış bulunmaktadır. Bunun sonucu olarak Avrupa’da yaşayan Türklerin içine girdiği örgütlenme çalışmaları içerisinde Türkiye’deki siyasal kutuplaşmaların veya siyasal gruplaşmaların önemli bir etkisi bulunmaktadır.

3-  Birinci kuşak işçilerin giderek Avrupa’da yaşayan Türklere dönüşen bir topluluğun yaşadığı değişim süreci ile birlikte bir bütün olarak Türkiye merkezi olmaktan çıkan bir hayat tasarımı geliştirmeye başladıkları gözlenmektedir. Bu yeni hayat tasarısı Avrupa merkezlidir ama içeriği bu insanların kendi kültürel mirasları ile, tarihsel mirasları ile ve Türkiye ile sıkı bir iletişim içerisindedir.

Bütün bu gelişmeler bize Avrupa’da yaşayan Türklerin içinde yaşadıkları toplumla diyalog kuracak geniş bir toplumsal çerçeveye ihtiyaç duyduklarını ve zaman içerisinde bu çerçeveyi inşa ederken aslında Avrupa’da kendi kimliklerini kuracak, koruyacak ve yaşatacak bir eylemi gerçekleştirdiklerini göstermektedir.

 

  1. Netice Yerine : Avrupa İslâm’ı ve Avrupa’da Yaşayan Türklerin Kültürel Kimliği

Son yıllarda özellikle Avrupa’da yaşayan Türklerle ilgili tartışmalardan birisi ‘Avrupa İslâm’ı kavramı etrafında geliştiği gözlemlenmektedir. Bu kavramın Avrupa’da yaşayan Türkleri de kapsayacak bir şekilde kullanılması gerektiği iddia edilmektedir. Bunu belli bir ölçüde doğru kabul etmek mümkündür. Fakat Avrupa’da yaşayan Türklerin Hindistan’dan, Pakistan’dan v.b. Müslüman ülkelerden gelen toplumların İslâm anlayışları ile, yani bir dinsel ilkeler bütünü olarak İslâm değil de bir kültürel yaşama tarzı olarak İslâm anlamındaki yaklaşımları ile örtüştürmek, farklı tarihsel birikimlere sahip bu dinsel kültürlerin özelliklerini görmezden gelmek veya yok saymak anlamına geleceğini dikkatten kaçırmamak gerekir.

Burada özellikle şunu vurgulamak isteriz ki, Avrupa’da yaşayan Türklerin kendi kültürel pratikleri içerisinde bir dini hayat geliştirmeleri ve onu örgütlendirmeleri her şeyden önce onların sahip oldukları kültürel birikimin etkisi altında olmaktadır ve o yapılaşma aynı zamanda onların kültürel kimliklerini yeniden üreten bir mekanizma haline gelmektedir. Bu çerçevede kültürel İslâm özellikle sömürgeciliğin etkisi ile yerli kültürleri tahrip edilmiş, sömürgeleşmiş İslâm ülkelerinden muhtelif şekillerde Avrupa’ya göç etmiş Müslüman toplulukları ifade etmek için kullanıldığı zaman tam bir mutabakat sağlanabilecek bir kavram iken, Avrupa’da yaşayan Türklerin kendi kimlikleri etrafında geliştirdikleri muhtelif örgütlenmeleri ve bu arada dinsel hayatları ile ilgili yapıları da ifade etmekte yetersiz kalmaktadır.

Bu gün Avrupa’da yaşayan Türkler üçüncü ve dördüncü nesil üyelerini yetiştirmeye başlamıştır. Bu dönem içerisinde kültürel etkileşim süreçleri batıya açık ama kendi kimliğini kendi kültürel kimlik oluşturan kalıplan içerisinde gerçekleştiren bir yapıyı inşa etmiştir. Bu yapıların Avrupa ile entegrasyonu engelleyen faktör olarak görülmesi yanlıştır. Fakat asimilasyonu önleyen yapılar olduğunu söylemek doğrudur. Avrupalı Türklerin kimlik sorunları yaşamadan psikolojik sorunlar yaşamadan sağlıklı bir entegrasyona gitmesi de ancak onların özgür, kendi kültürel gelişme imkanlarının gerçekleşebileceği bir zeminde mümkün olacağını unutmamamız gerekmektedir. Avrupa’da yaşayan Türklerin böyle bir beklentiyi kurdukları kendi kültürlerine dayalı yapılarla bu günden ortaya koyduğu bilinmektedir. Bunun hem Türkiye hem Avrupa ülkeleri açısından önemli olduğu kadar, orada yaşayan insanların geleceği açısından da sadece önemli değil aynı zamanda zorunlu olduğunu düşünüyoruz.

Avrupa’da yaşayan Türklerin kendi tarih ve kültürlerinden götürdükleri bizim “inşa edici sosyalite” dediğimiz kültürel yeniden üretim mekanizması, onların şahsiyetlerinin parçalanmasını koruyan bir işlev ortaya koymasının yanı sıra, yaşadıkları ülkelerde sağlıklı ilişkiler kurmasının da zeminini teşkil etmektedir. Bu gerçekten hareket edildiği zaman Avrupa’lılar açısından sorun “Nasıl asimile edeceğiz?” şeklinden çıkarak “Nasıl entegre olacağız?” sorusuna dönüşür ki, gerçekçi olan esas itibari ile mümkün olan da budur.

 

* Gazi Üniversitesi İ.İ.B.F. Öğretim Üyesi