FİL VE YAVRUSU – Şaban Karaköse

A+
A-

Mesnevî-i Şerif’ten Hikayeler(4)

FİL VE YAVRUSU

 Şaban Karaköse

Belki işitmişsindir:[1] Hindistan’da ârif bir adam, dostlarından birkaç kişinin, uzak bir yolculuktan aç ve çıplak bir halde geldiklerini gördü. İrfandan kaynaklanan merhameti ve sevgisi coşup, onlara hoşça bir selam verip[2] gül gibi açtı[3]. Dedi ki: “Biliyorum, mideniz bomboş, çok açsınız. Açlıktan âdeta Kerbelâ’ya düşmüş[4], bu yüzden zahmetlere, sıkıntılara uğramışsınız. Fakat ne olursa olsun dostlar, Allah aşkına olsun, sakın fil yavrusu yemeyin. Şimdi gideceğiniz yolun üzerinde fil yavruları var. Öğüdümü candan, gönülden dinleyin de fil yavrusuna dokunmayın. Onları avlamak gönlünüze pek hoş gelir.[5] Çünkü onlar çok körpe, latif ve semizdir. Fakat anaları pusuya yatmış, onları gözetmektedir. Her ana gibi, ana fil de yavrusuna çok düşkündür. Gereğince yavrusunun arkasına düşer, anlayıp inleyerek yüz fersah yol alır. Âdeta hortumundan ateşler saçar, dumanlar savurur. Yavrusuna merhameti çoktur. Sakın ha yavrusunu avlamayın.”

Nasihatçi dedi ki: “Bu nasihatimi tutun da gönlünüz, canınız belâlara düşmesin. Bitki ve yapraklarla yetinin de, fil yavrularını avlamaya varmayın. Ben vazifemi yaptım, nasihat borcumu ödedim.[6] Öğüdü tutanın sonu, ancak selamettir. Ben sizi pişmanlıktan kurtarmak için elçiliğimi yaptım ve aldığım haberleri size tebliğ ettim. Kendinize gelin, sakın açgözlülük yolunuzu kesmesin, yiyecek hırsı sizi kökünüzden koparmasın.”[7] Bunları söyledikten sonra, “Allah hayırlar versin” diyerek onları uğurladı, gitti.

Onlar, yolda kıtlığa düştüler, susuzlukları artıkça arttı.[8] Ansızın yolda yeni doğmuş, semiz bir fil yavrusu gördüler. Sarhoş kurtlar gibi başına üşüştüler. Onu kestiler, pişirdiler, tamamıyla yiyip ellerini yıkadılar.

Yol arkadaşlarından birisi, fil yavrusunun etinden yemedi. Onlara da yememeleri için öğüt verdi.[9] Çünkü yolda kendilerine öğüt veren kişinin sözleri hatırındaydı. O söz, adamın o fili kebap edip yemesine engel oldu. Eski ve tecrübeli bir akıl, sana yeni bir baht bağışlar.[10] Fil yavrusunu yiyenlerin hepsi yattılar, uyudular. O aç adam ise, sürüyü bekleyen çoban gibi uyanıktı. O, birdenbire kızgın, korkunç bir filin geldiğini gördü. Fil, önce o uyumayan adama gelip çattı. Onun ağzını üç kere kokladı, fakat ağzından hiçbir kötü koku gelmedi. Birkaç kere etrafında dönüp dolaştı, sonra gitti. O iri fil, adama hiç dokunmadı. Sonra uyuyanların hepsinin ağızlarını kokladı; hepsinden de yavrusunun kokusunu alınca hemen onları birer birer öldürdü. Onlardan hiç ürkmüyor, korkmuyordu. Yavrusunun intikamını almak için onların her birini havaya kaldırıp yere vurarak parçaladı.[11]

Ey oğul! Ortada olsun ya da olmasın, evliya[12] de Hakk’ın çocukları gibidir. Onlar ortada olsun, olmasın, Allah, onların mallarını ve canlarını korur, onların durumundan haberdardır. Sakın onların noksanlarını bulup da aleyhlerine gıybet etme. Çünkü onların öcünü Allah alır.[13] Allah dedi ki: “Bu veliler benim çocuklarım gibidir. Gariplik âlemindedirler, eşleri yoktur. Halkı imtihan için hor ve yetim halde görünürler, fakat hakikatte dostları da benim, yardımcıları da.[14] Hepsi de benim korumama güvenmiştir. Sanki onlar, benim cüz’lerimdir. Sakın, sakın! Bu abâ giyenler benim velîlerimdir. Zahiren yüz milyondurlar, fakat hakikatte hepsi bir vücuttur.”

Fil, yavrusunu kim kebap edip yemişse, bularak intikam almak, kuvvetini göstermek için onların her birinin ağızlarını koklar, hepsinin midelerinin etrafında dönüp dolaşır. Sen de Hakk’ın kullarının etlerini yemekte, onları çekiştirip günah kazanmaktasın.[15] Kendinize gelin, sizin ağzınızı koklayan da Allah’tır. Doğru olandan başkası, canını nasıl kurtarabilir?

Kabirde Münker yahut Nekir’in ağzını kokladığı adamın vay haline! O büyük meleklerden ne ağız kokusunu gizlemeye imkân var, ne de güzel kokularla iyi bir hale getirmeye çare… Mezara giren bir kişi, o meleklere yaltaklanamaz. Akıl, fikir için hileye sapmasına yol yoktur. Meleklerin gürzü, saçma sapan konuşanların (gıybet eden ve hezeyan söyleyenlerin) başlarına ve arkalarına iner.[16]

Azrail’in sopasını ve demirini gözünle görmesen de gürzünün eserine bak! Bazı zamanlar Azrail’in âlâtı suret bakımından da görünür, fakat onu yalnızca can çekişen hasta görür. O can çekişen hasta, “Dostlar! Bu tepemin üstünde duran kılıç nedir?” der. Dinleyenler de, “Biz öyle bir şey görmüyoruz. Bu bir hayal olmalı” derler. Hâlbuki ne hayali, göçme zamanı bu! Ölüm haline gelen hastanın önünde gürzlerle kılıçlar his âlemine girdiler, göründüler. O, bu kılıçların kendisine çekildiğini görür, fakat ondan başka, düşmanın da dostun da gözü bağlıdır, bunları göremez.

Ey halkın kanını emen zâlim! Bu işten vazgeç, halkın kanı seni savaşa düşürmesin, senden intikam almasın.[17] Bil ki halkın malı, onların kanı gibidir. Çünkü mal güçle, kuvvetle, çalışmayla ele geçer. O fil yavrularının anaları kan güder, fil yavrusu yiyenden öç alır, öldürür.[18] Ey rüşvet alan kişi![19] Sen, fil yavrusu yemektesin. Sana düşman olan fil, kökünü kazır, seni mahveder. Ağzındaki haram lokma kokusu, hileciyi rezil eder. Çünkü fil, yavrusunun kokusunu bilir.

Bizim ağzımızdaki iyi kokular da kötü kokular da göklere yükselmektedir.[20] Ey gâfil! Sen uyuyup duruyorsun, fakat yediğin veya işlediğin bir haramın kokusu, şu yeşil renkli gökyüzüne yükselir durur. Senin çirkin, kötü nefeslerinle birlikte o haram kokusu göklere yükselir. Gökyüzünde o kokuları kontrol etmekle görevlendirilmiş olan meleklere kadar gider.[21] Kibir, hırs, açgözlülük kokusu, söz söylerken soğan gibi kokar. Yemin eder de, “Ben onları ne zaman yedim? Soğandan da çekinmekteyim, sarımsaktan da” dersen, o yalan yemini ederken nefesin gammazlık yapar. Kokusu, seninle beraber oturanların dimağına vurur (canı pâk olanlara yansır). O koku yüzünden dualar reddedilir. O eğri kalp, sözle kendisini gösterir. O duaya “Sesinizi kesin”[22] cevabı gelir. Her azgının cezası, onu reddedip kovan sopadır. Fakat sözün eğri, özün/mânân doğru olursa, o sözün/lafzın eğriliği Allah’a makbuldür.[23] (Cilt: III, beyit nu: 69-171)

AÇIKLAMALAR

[1] Molla Câmî, Nefehatü’l-üns adlı kitabında, Mevlânâ’nın naklettiği bu hikayenin benzerini, Ebu Abdullah el-Fâsî adlı bir zâtın başından geçen hadise olarak kaydetmiştir. (Tahirü’l-Mevlevi, Mesnevî Şerhi, IX, 41)

[2] Ârif zât, yolcuları selâm ve güler yüzle karşılamıştır. Nitekim atalarımız da “Önce selâm, sonra kelam” demiştir. Yani, birisiyle konuşmaya başlamadan önce onunla selâmlaşmak gerekir. “Selâm” Yüce Allah’ın isimlerindendir, yani esma-i hüsnadandır.

Selâm vermek sünnet, almak ise farzdır.

Selâm vermek için “Esselâmü aleyküm” veya “Selâmün aleyküm” demenin, “Allah’ın koruması senin üzerine olsun”, “Allah seninle olsun” “Allah’la beraber olasın” manasında bir dua olduğu belirtilmiştir. Bazıları âlimler ise derler ki: Selâm, “selâmet” demektir. Dolayısıyla, selâm veren kimse, selâm verdiği kişiye şöyle demiş olmaktadır: “Sen benden selâmettesin, benden sana bir zarar dokunmayacaktır, korkmayasın!”

Verilen selâma, “Ve aleyküm selâm” denilerek mukabele edilir. Verilen selâma işaretle mukabelede bulunmak yeterli olmaz, hattâ bundan sakındırılmıştır.

Hikmetli Kur’ân’da Yüce Allah şöyle buyurur: “Size bir selâm verildiği zaman, ondan daha güzeli ile veya aynı selâmla karşılık verin. Şüphesiz Allah her şeyin hesabını gereği gibi yapandır.” (Nisa Sûresi, 86) Buna göre; “Esselâmü aleyküm” diyene, “Ve aleyküm selâm ve rahmetullahi ve berakütühü” denilmesi gayet güzel ve sevab kazanmayı sağlayıcı bir davranıştır.

Müslüman’ın; kendi evine girdiğinde eşine ve çocuklarına (Nûr Suresi, 61; Tirmizî, İsti’zân: 10. Kütüb-i Sitte, hadis nu: 3375), yabancı bir eve girerken o ev halkına (Nûr Sûresi, 27), bir meclise girerken ve çıkarken (Tirmizî, İsti’zân 15; Ebû Dâvud, Edeb 150. Kütüb-i sitte, hadis nu: 3373), işyerinde arkadaşlarına, yolda karşılaştıklarına selâm vermesi Allah’ın hoşnutluğuna vesile olur.

Gençler yaşlılara, binek üzerinde olan yürüyene, yürüyen oturana, yukarıdan gelen aşağıdan gelen, dışarıdan gelen içerdekine, sayıca az topluluk çok olan topluluğa selâm verir. Durumları aynı olanlar, mesela yayalar karşılaştıkları zaman, önce selâm veren daha makbuldür.

Selâma mukabele edemeyecek durumda olanlara selâm vermek mekruhtur. O sebeble; Kur’an okuyana, ezan okuyana, kamet getirene, abdest alana, hutbe okuyana, namaz kılana, yemek yiyene selâm verilmemelidir.

Kâfirler, münafıklar, İslam düşmanlığı yapanlar, açıktan günah işleyenler, yaptıkları günahları açıktan anlatanlar, rastlandığında günah işlemekte olanlar, selâma lâyık olmadıkları için, bu gibilere selâm verilmez.

Fitneye sebep olacağı endişesi ile, genç ve yabancı kadınlara selâm verilmez. Onların selâmına sesli cevap verilmez.

Selam konusundaki hadisler için bkz. Kütüb-i Sitte, hadis nu: 3373-3388

[3] Karşılaşılan kişiye güler yüzmek göstermek gerekir. Peygamber Efendimiz (sav) şöyle buyurmuştur: “Kardeşini güler yüzle karşılamak şeklinde bile olsa, hiçbir iyiliği küçük görme.” (Müslim, Birr 144. Hadis için bkz. Riyazü’s-salihin, hadis nu: 121, 695, 894) “Kardeşine güler yüz göstermen sadakadır. İyiliği emredip, kötülükten sakındırman sadakadır. Yolunu kaybetmiş kimseye yol göstermen sadakadır.” (Tirmizi, Birr 36)

[4] 10 Ekim 680 (10 Muharrem 61) tarihinde, bugünkü Irak sınırları içindeki Kerbela şehrinde, Hz. Peygamber’in torunu ve Hz. Ali’nin oğlu olan Hz. Hüseyin’e bağlı 70 kişilik küçük bir birlik ile, Muaviye’nin oğlu ve Emevi sultanı I. Yezid’e bağlı 4500 kişilik ordu arasında cereyan eden savaşta, Yezid’in komutanlarından Şimr bin Zi’l Cevşen, Hz. Hüseyin’i şehid etmiş ve kafasını kılıçla kesmiştir. Düşman, savaşta Hz. Hüseyin ve beraberindeki abluka altına almış, onları uzun süre aç ve susuz bırakarak direnişlerini kırmaya çalışmıştır. Bu sebeple şiddetli açlık ve susuzluk çekilen ortamlar, Kerbela’ya benzetilir.

[5] Günah işlemenin ve harama yönelmenin kişinin nefsine hoş/güzel gelmesi, esasen şeytanın tuzağına yakalanmak üzere olmanın ipucudur. Şeytanın böylesi bir hilesine Kur’an’da şöyle dikkat çekilir: “Şeytan onlara yaptıklarını süslemiştir. Böylece onları (doğru) yoldan alıkoymuştur. Bundan dolayı onlar hidayet bulmuyorlar.” (Neml Sûresi, 24) “Onların kalpleri katılaştı ve şeytan onlara yapmakta olduklarını çekici (süslü) gösterdi.” (En’am Sûresi, 43) Peygamber Efendimiz de nefsin hoşnutluğunu gözetip, arzuların peşinden gitmenin kişiyi helake sürükleyeceğini belirtmiştir: “Cennete giden yol, nefsin hoşuna gitmeyen (fedakarlık, zorluklar, imtihanlarla) doludur. Cehenneme giden yol ise, nefsin hoşuna giden (haram) şeylerle doludur.” (Müslim, Cennet 1; Ebu Davud, Sünnet 22; Tirmizi, Cennet 21)

[6] Tebliğ etmek, peygamberlerin aslî görevlerindendir. Yüce Allah, Hikmetli Kur’an’da şöyle buyurmaktadır: “Ey Peygamber, Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan, O’nun elçiliğini yerine getirmemiş olursun.” (Maide Sûresi, 67) Ârif zât, yolculara yaptığı nasihatı, üzerindeki borç olarak görmektedir. Peygamberler de topluma nasihat etmiştir. “(Resûlüm!) Sen öğüt verip hatırlat. Çünkü hatırlatmak müminlere fayda verir”(Zariyat Sûresi, 55) “Ben size öğüt veriyor, sizin iyiliğinizi istiyorum.” (A’râf Sûresi, 62) “Ben sizin için güvenilir bir nasihatçiyim.” (A’râf Sûresi, 68) Nasihat, Müslümanların da birbirleri üzerindeki haklarındandır. Nitekim sahabilerden Cerîr b. Abdullah (ra) şöyle demiştir: “Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e namazı tam olarak kılmak, zekâtı hakkıyla vermek, her Müslümana nasihat etmek etmek üzere biat ettim.” (Buhârî, Îmân 42; Müslim, Îmân 97-98. Riyazü’s-salihin, hadis nu: 184)

[7] İnsanı haram yemeye ve günaha sürükleyici iki kötü ahlak olan “Açgözlülük” ve “Hırs”a dikkat çekilmektedir. Peygamberimiz şöyle demiştir: “Üç haslet vardır ki helak edicidir: Açgözlülük, nefsî arzulara uyma ve kişinin kendisini beğenmesi.” (Beyhaki, Şüabü’l-iman, hadis nu: 745) “Bir sürüye salınan iki aç kurdun sürüye verdiği zarar, kişinin mal ve şeref hırsıyla dine verdiği zarardan daha fazla değildir.” (Tirmizî, Zühd, 43).

[8] Dünya hayatı, imtihanlarla doludur. Neye ne derece inandığımız, değer verdiğimiz, imtihanlarla ortaya çıkar. Âhiretteki akıbetimizi, dünyada karşılaşacağımız imtihanları, Rabbimizi razı edecek davranışlar sergileyerek biz tayin ederiz. İmtihanlar karşısında sabırlı olmanın önemine Kur’an’da şöyle dikkat çekilir: “Andolsun ki sizi biraz korku ve açlık, mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azaltma ile deneriz. (Ey Peygamber!) Sabredenleri müjdele!” (Bakara Sûresi, 155)

[9] Nasihatleşmemek, iyiliği emredip kötülükten nehyetmekten uzak durmak, kötülüklerin yaygınlaşmasına ve belaya uğramaya sebeptir. Yüce Allah şöyle buyurur: “Öyle bir fitneden sakının ki o, içinizden sadece zulmedenlere erişmekle kalmaz (topluma sirayet eder ve hepsini perişan eder). Biliniz ki, Allah’ın azabı şiddetlidir.” (Enfal suresi, 25) Başkalarına nasihat eden, eğer samimi ise, başta kendisi ilkeli davranmalı ve nasihat konusuna uymalıdır. Yüce Allah şöyle buyurur: “İnsanlara iyiliği emreder de kendinizi unutur musunuz? Halbuki kitabı okuyorsunuz. Hâlâ aklınızı başınıza almayacak mısınız?”(Bakara Sûresi, 44) Peygamberimiz şöyle bildirmiştir: “Kıyamet gününde bir adam getirilir, ateşe atılır, ateş içinde değirmen taşı gibi dönmeye başlar. Cehennem halkı onun etrafını çevirirler: ‘Ey falan! Sen bize iyilikleri emreder fenalıkları yasaklar değil miydin?’ diye sorarlar. Cevap verir: “Evet öyle, ama ben size emreder kendim yapmazdım, sizi yasaklar kendim yapardım.”(Buhârî, Bed’ü’l-Halk,10; Müslim, Zühd, 7)

İnsanlara bir süre nasihat edip, sonra ilkesizce, sabırsızca onların yaptığı kötülüğü yapmak da ayrı bir felakettir. İbn Mes’ud (ra)’den rivayet edildiğine göre, Resulullah (sav) şöyle buyurdu: “İsrailoğulları arasında dinden sapma, ilk defa şöyle başladı. Bir adam bir başka adama rastlar ve: “Bana baksana! Allah’dan kork ve yapmakta olduğun şeyi terk et. Çünkü bu sana helal değildir”, derdi. Ertesi gün, aynı işi yaparken o adamla tekrar karşılaşır ve kendisini yaptığı kötü işten nehyetmediği gibi, onunla yiyip içmekten ve birlikte olmaktan da çekinmezdi. Onlar böyle yapınca Allah Teala kalblerini birbirine benzetti. Sonra Resûl-i Ekrem şu ayeti okudu: “İsrailoğullarından kafir olanlar, Davud’un ve Meryem oğlu İsa’nın diliyle lanetlenmişlerdir. Bunun sebebi, baş kaldırmaları ve aşırı gitmeleriydi. Birbirlerinin yaptıkları fenalıklara mani olmuyorlardı. Yapmakta oldukları ne kötü idi! Onlardan çoğunun inkar edenleri dost edindiklerini görürsün. Nefislerinin onlara ahiret hayatı için hazırladığı şeyler ne kötüdür! Allah onlara gazab etmiştir. Onlar azab içinde temelli kalacaklardır. Eğer Allah’a, Peygamber’e ve ona indirilen Kur’an’a inanmış olsalardı, onları dost edinmezlerdi. Fakat onların çoğu, fasık, yoldan çıkmış kimselerdir.” (Maide Sûresi, 77-81) Hz. Peygamber bu ayetleri okuduktan sonra şöyle buyurdu: “Hayır! Allah’a yemin ederim ki, ya iyiliği emreder, kötülükten nehyeder, zalimin elini tutup zulmüne mani olur, onu hakka döndürür ve hak üzerinde tutarsınız; ya da Allah Teala kalblerinizi birbirine benzetir, sonra İsrailoğullarına lanet ettiği gibi size de lanet eder.” (Ebû Dâvûd, Melâhim, 17. Riyazü’s-Salihin. Hadis nr. 198) Ebu Hureyre (ra)’ın rivayet ettiğine göre, Resulullah (sav) şöyle buyurdu: “Bir kişinin işleyebileceği en büyük günahlardan birisi, bir kardeşinin kendisine ‘Allah’dan kork’ demesi durumunda, ‘Sen kendinden sorumlusun. Bana emir mi veriyorsun?’ demesidir.” (Taberanî’nin kaydettiği bu hadis için bkz. Said Havva, el-Esas Fi’s-Sünne, Hadis nr. 198)

[10] “İstişare eden pişman olmaz” denilmiştir. Halk arasında, bilhassa yaşça küçük olanlara, gençlere, “Büyük sözü dinlemek gerek” denilir. Kişinin istişare ettiği, görüşünü aldığı büyük, bir mürşid ise, onu dinleyip sözüne uymak çok daha önemlidir.

[11] İşlenen günahlar bu dünyada da cezasız kalmamaktadır. Yüce Allah şöyle buyurur: “Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizle yaptıklarınız yüzündendir. Allah ise günahların bir çoğunu bağışlıyor” (Şura Sûresi, 30)

[12] Evliya kelimesi, “veliler” demektir. Dolayısıyla, halk arasında yaygın olan “evliyalar” ifadesi yanlıştır, “veli-ler-ler” gibi komik bir manaya gelir. Veli, ‘dost’ demektir.

[13] Hadis-i kudsî’de Peygamberimiz şöyle bildirmiştir: “Allah Teala buyurdu ki: Kim benim velîme düşmanlık ederse, ona harb ilan ederim…” (Buhari, Rikak 38. Nevevi, Kırk Hadis, hadis nu: 38)

[14] Peygamberimiz, halkın, dış görünüşe bakarak hor gördüğü kimi insanların esasen Allah’a yakın zâtlar olabileceğini ve onlar eğer bir hususta dua ederlerse Allah’ın onların dualarını reddetmeyeceğini bildirmiştir.

[15] Gıybetin günah oluşu ve çirkinliği hakkında Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Ey iman edenler! Zannın çoğundan kaçının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Biriniz diğerinizi gıybetini yapmasın (arkasından çekiştirmesin). Biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz. O halde Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah, tevbeyi çok kabul edendir, çok esirgeyicidir.” (Hucurat Sûresi, 12) Gıybeti edilen zât, bir Allah dostu (velîsi) olunca, tehlike daha da büyüktür.

Resûlullah (sav) bir gün ashabına şöyle sordu: “Gıybet nedir, bilir misiniz?” Ashabı, “Allah ve Resûlü daha iyi bilir”, dediler. Hz. Peygamber, “Gıybet, onun bulunmadığı bir ortamda, bir kardeşinden, duyduğunda hoşlanmayacağı şekilde bahsetmendir” buyurdu. “Söylenen ayıp eğer o kardeşimde varsa, ne dersiniz?” diye soruldu. Peygamberimiz, “Eğer söylediğin şey onda varsa gıybet ettin; yoksa, o zaman ona iftira ettin demektir” buyurdu. (Müslim, Birr 70. Riyazü’s-salihin, hadis nu: 1526) Peygamberimiz, gıybet hakkında ayrıca şunları bildirmiştir: “Din kardeşinin yüzüne karşı söylemediğin şeyi ardından söylemen gıybettir.” (Suyuti, Camiussağir, hadis nu: 7972) “Kim ki yanında Müslüman kardeşinin gıybeti yapıldığı halde, gücü yeterken kardeşine yardım etmezse, Allah onu dünya ve ahirette zelil kılar” (Suyutî, Camiussağir, hadis nu: 8489) Bu hadislere göre, gıybeti dinleyen de sorumludur. Hatta bu hadisler, gıybeti yapandan çok, yanında gıybet yapıldığı halde derhal müdahale edip kardeşinin onurunu korumayanı korkutmaktadır.

Bazı insanlardan, olumsuz bir şekilde de olsa bahsedilmesi gıybet sayılmamıştır. Peygamberimiz şöyle bildirmiştir: “Üç grup vardır ki gıybetlerini yapman sana haram değildir: Günahı açıkça işlemekten sıkılmayan, zalim idareci ve dinde olmayanı dine sokan bid’atçı.” (Suyuti, Camiussagir, hadis nu: 3516) “Haya örtüsünü atan kimsenin arkasından konuşmak gıybet değildir.” (Suyutî, Câmiussağîr, hadis nu: 8525) “Ne fâsık, ne de günahı açıktan işleyen kimse için söylenen gıybet sayılmaz…” (Müslim, Zühd 52)

[16] Ehl-i Sünnet’e göre, Münker ve Nekir, ölen kişiye Rabbini, dinini ve peygamberini soracak olan meleklerdir. Kur’ân-ı Kerîm’de Münker ve Nekir adlı bu iki meleğin adından söz edilmediği gibi, kabirde ölünün sorguya çekileceğine dair açık bir ifadeye de rastlanmaz. Ancak bazı âyetlerin (örneğin, İbrahim Sûresi, 27) kabir sorgusuna işaret ettiği, hattâ bazılarının tamamen kabir suali ile ilgili olduğu Ehl-i Sünnet alimlerince kabul edilmiştir. Ehl-i Sünnet’e göre Münker ve Nekir’in kabirde ölüyü sorguya çekmeleri haktır. Kabrin sıkması ve azabı haktır. Bu bütün kâfirler ve asi bazı mü’minler için olan bir şeydir (İmam Azam, “Fıkh-ı Ekber”, trc. H. Basrî Çantay, Ankara 1985, s. 14). Kabirdeki sual ve azap, ruhun cesede iade edilmesiyle mümkündür. Peygamber Efendimiz, bir ölüyü defnettikten sonra; “Kardeşiniz için Allah’tan mağfiret dileyiniz. Çünkü o, şu anda sorguya çekilmektedir” buyurmuşlardır. (Ebu Davud, Cenâiz 67)

Ebu Hüreyre (ra), Hz. Peygamber’in (sav) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: “Ölü defnedildiğinde, ona gök gözlü simsiyah iki melek gelir. Bunlardan birine Münker, diğerine de Nekir denir. Ölüye:, “Şu Muhammed denilen zat hakkında ne dersin?” diye sorarlar. O da hayatta iken söylemekte olduğu; “O, Allah’ın kulu ve Resûlüdür. Allah’tan başka Allah olmadığına, Muhammed (sav)’in O’nun kulu ve elçisi olduğuna şehadet ederim” sözlerini söyler. Melekler; “Biz senin böyle diyeceğini zaten bilmekteydik” derler. Sonra kabri yetmiş çarpı yetmiş zira’ kadar genişletilir ve aydınlatılır. Sonra ona “Yat ve uyu” denir. “Aileme dönüp onlara haber versem mi?” diye sorar. Onlar da; “Zifafa giren ve sadece en çok sevdiği kişi tarafından uyandırılan şahıs gibi, mahşer gününe kadar sen uyumana devam et” derler. Böylece, yatlığı yerden, Cenab-ı Allah onu tekrar diriltinceye kadar uyur. Eğer ölü münâfık olursa, melekler şöyle der: “Şu Muhammed denilen zat hakkında ne dersin?” Münâfık da şöyle cevap verir: “Halkın Muhammed hakkında bir şeyler söylediklerini işitmiş, ben de onlar gibi konuşmuştum. Başka bir şey bilmiyorum.” Melekler ona; “Böyle diyeceğini zaten biliyorduk” derler. Daha sonra yere, “Bu adamı alabildiğine sıkıştır” diye seslenilir. Yer de sıkıştırmaya başlar. Öyle ki o kimse kemiklerini birbirine geçmiş gibi hisseder. Allah onu yattığı bu yerden tekrar diriltinceye kadar kendisine azap edilir.” (Tirmizi, Cenâiz, 70) Bu hadiste bahsedilen azab, ruha mütealliktir. Nasıl ki uyuyan bir kişinin bedeni hareketsiz olduğu, o kişi rüyasında son derece eziyet çekebilmekte; bunun gibi, ölünün bedeni olmasa dahi ruhuna azap edilmektedir.

Hz. Peygamber (sav) bir mezarlıktan geçerken, iki mezardaki ölünün bazı küçük şeylerden dolayı azap çekmekte olduklarını gördü. Bu iki mezardaki ölülerden biri hayatında koğuculuk (laf taşıyıcılık) yapıyor, diğeri ise idrardan sakınmıyordu. Bunun üzerine Resulullah, yaş bir dal almış, ortadan ikiye bölmüş ve her bir parçayı iki kabre de birer birer dikmiştir. Bunu gören ashab, niye böyle yaptığını sorduklarında, “Bu iki dal kurumadığı sürece, o ikisinin çekmekte olduğu azabın hafifletilmesi umulur” buyurmuştur. (Buhârî Cenâiz 82; Müslim, İmân 34)

Konu hakkında bilgi için bkz. Halid Erboğa, “Münker-Nekir” mad. Şamil İslam Ansiklopedisi.

[17] Mevlânâ’nın bu ifadesinden; halkın malını haksızlık ve zulümle alan/ele geçiren yönetimlerin, halk isyanları ve kanlı ihtilallerle devrileceği anlaşılmaktadır.

[18] Yüce Allah, bütün mahlukatın rızıklandırıcısı olduğu için, Peygamberimiz, “Yaratılmışlar, Allah’ın ailesi gibidir” buyurmuştur.

[19] Rüşvet hakkında Yüce Allah Kur’an’da şöyle buyurur: “Birbirinizin mallarını, aranızda (kumar, sahtekârlık, hırsızlık, gasp, rüşvet gibi) bâtıl sebeplerle yemeyin! İnsanların mallarından bir kısmını bile bile, günaha girerek yemek için onları yetkililere (rüşvet olarak) vermeyin.” (Bakara Sûresi, 188) Peygamberimiz de şöyle bildirmiştir: “Rüşvet alana, verene ve bunlar arasında rüşvete vasıta olana da Allah lanet etsin.” (Tirmizî, Ahkâm 9; Ebu Dâvud, Akdiye 4) “Rüşvet alan da, veren de Cehennemdedir.” (Suyutî, Camiussağir, hadis nu: 44120)

[20] Yüce Allah, Kur’an’da şöyle açıklar: “…O’na ancak güzel sözler yükselir (ulaşır). Onları da Allah’a amel-i sâlih ulaştırır…” (Fatır Sûresi, 10)

[21] Bazı arifler diyorlar ki: Her bir huyun, her bir hareketin, her bir amelin kendine has manevi bir kokusu vardır. Bu kokuları bazı melekler kontrolden geçirirler. İbn Ömer (ra)’tan rivayetle Peygamberimiz şöyle bildirmiştir: “Bir kul yalan söylediğinde, söylediği yalanın meydana getirdiği fena kokudan dolayı melek kendisinden bir mil uzaklaşır.” (Tirmizi, Birr 46) Âriflere açıklamasına göre; melekler, inandığını yaşayan, iyi insan, tam Müslüman olan kişinin duasını Hakk’ın dergahına ulaştırırlarmış. Aksine, kötü huylu insanların niyazlarını geri çevirirlermiş. Kötü huylar, günahlar yüzünden duaların yukarılara çıkmasına, Hakk’a ulaşmasına engel olurlarmış. Yedi kat göğün her birinde, bu vazife ile vazifelendirilmiş özel melekler bulunurmuş. Bu vazifeli melekler, şu yedi kötü huyun sahiplerinin dualarının ilâhî dergaha yükselmesine mani olurmuş: Birinci kat gökte bulunan vazifeli melekler, dua eden kişi “hilekar” ise, duasının kokusundan anlar ve geri çevirirlermiş. İkinci katta “riya”, üçüncü katta “kin ve nefret”, dördüncü katta “kibir”, beşinci katta “hased”, altıncı katta “merhametsizlik”, yedinci katta “hırs” sahibi kişinin duasının yücelere yükselmesine engel olunurmuş. (Şefik Can, Mesnevi Hikayeleri, s. 193, dipnot: 188)

[22] Mü’minûn Sûresi, 108

[23] Peygamberimiz, “Allah sizin sözlerinize ve amellerinize bakmaz, kalplerinize ve niyetlerinize bakar.” buyurmuştur.

ETİKETLER: