Fîhi Mâ Fîh

A+
A-

Fîhi Mâ Fîh

Sezai Küçük

(içindedir ne varsa içinde /ne varsa onun içinde var, ne varsa onda var)

Mevlânâ’nın Mesnevî ve Divân-ı Kebîr’den sonra en önemli eserlerinden biri de -ilgi çekici ismiyle- Fîhi Mâ Fîh (içindedir ne varsa içinde /ne varsa onun içinde var, ne varsa onda var)’tir.

Fîhi Mâ Fîh, altı bölümü Arapça, geri kalan kısmı sade bir Farsça yazılmış ve bir mukaddime ile kısalı uzunlu yetmişin üzerinde fasıldan oluşan bir eserdir. Bu fasıllar ya doğrudan doğruya ele alınan bir mesele ya da sohbet meclislerinde Mevlânâ’ya sorulan sorulara Mevlânâ tarafından verilen cevaplardan ibarettir. Mevlânâ, eserde sohbet uslûbunda ve orada bulunanların seviyesine uygun olarak konuşmuştur. Bununla beraber eserde, Mevlânâ’nın tasavvufî düşüncelerini, dünya görüşünü, şiir telakkisini, devrin bir çok dinî, felsefî, ahlakî konularını ve bu konulara Mevlâna’nın bakış ve yaklaşımını bulmak mümkündür.

Mevlâna’nın sohbetlerinden oluşan eseri oğlu Sultan Veled yahut müritlerinden biri yazarak kayda geçirmiştir. Hemen hemen eserin bütününde Mevlâna’dan “Mevlânâ dedi; buyurdu ki; Hüdavendigâr buyurdu ki” şeklinde üçüncü şahıs olarak bahsedilmesi de Fîhi Mâ Fîh’in bizzat Mevlânâ’nın kaleminden çıkmamış olduğunun göstergesi kabul edilmiştir.

Eserde cümleler genellikle kısadır ve ele alınan konuları açıklamak maksadıyla sık sık ayetler, hadisler, büyüklerin sözleri, Arapça ve Farsça atasözlerine yer verilmiş ve Arap ve İranlı şairlerden (Mütenebbî, Senâî, Hakânî, Seyyid Hasan-ı Gaznevî, Necmeddin Râzî, Fahreddin Murganî, Kemaleddin İsfehânî vb.) ve Mesnevî’den manzum parçalar alınmıştır.

Fîhi Mâ Fîh’in diğer bir özelliği de; Mesnevî’de anlaşılması güç olan hususların yeri geldikçe bu eserde izah edilmesidir. Bu yönüyle Fîhi Mâ Fîh, Mevlânâ’nın Mesnevî üzerine yaptığı kendi şerhi gibidir.

Fîhi Mâ Fîh Farsça olarak üç kez basılmıştır. Türkçeye ilk defa Ahmet Avni Konuk (ö.1938) tarafından tercüme edilmiş ve tercüme Selçuk Eraydın tarafından yayına hazırlanarak 1994 yılında basılmıştır.

Meliha Ülker Anbarcıoğlu tarafından da yetmiş bir fasıl halinde Türkçe’ye çevrilen Fîhi Mâ Fîh, Şark İslam Klasiklerinin yirmi sekizinci kitabı olarak Milli Eğitim Bakanlığı tarafından ilk kez 1954 yılında basılmıştır. Abdülbaki Gölpınarlı bir kez daha Fîhi Mâ Fîh’i günümüz Türkçesine aktarmış ve 1959 yılında okuyucuların istifadesine sunulmuştur.

Biz Mevlâna’nın bu önemli eserinden seçtiğimiz bazı örnekleri sizlerle paylaşmaya çalışacağız:

“Dünyada unutulmaması gereken bir şey var. Her şeyi unutsan da onu unutmasan korku yok. Fakat her şeyi yerine getirsen, hatırlasan, unutmasan da onu unutsan hiçbir şey yapmamış olursun. Hani bir padişah seni belli bir iş için bir köye yollasa, sen de gitsen de o işten başka yüzlerce iş başarsan, hangi iş için gittiysen onu yapmadın, başarmadın ya, hiçbir iş başarmamış sayılırsın. Şu halde insan dünyaya bir tek iş için gelmiştir, maksat odur. Onu başarmadı mı, hiçbir iş başarmamış demektir.

“Şüphesiz biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar onu yüklenmek istemediler, ondan çekindiler. Onu insan yüklendi. Çünkü o çok zalimdir, çok cahildir.”  (Ahzab/72)

O emaneti göklere arzettik, kabul edemedi. Bir bak da gör, göklerden aklı şaşırtan ne işler meydana gelmede. Taşları lâl, yakut yapıyor; dağları altın, gümüş madeni haline getiriyor. Bitkileri, yeryüzünü coşturuyor, diriltiyor, ölümsüz cennete döndürüyor. Yeryüzü de tohumları benimsiyor, meyveler veriyor, ayıpları örtüyor, anlatılmasına imkân bulunmayan yüz binlerce şaşılacak işler başarıyor, şaşılacak şeyler meydana getiriyor. Dağlar da çeşit çeşit madenler veriyor. Bütün bunları yapıyorlar, yapıyorlar amma onlardan o bir tek iş meydana gelmiyor da o tek işi insan görüyor, başarıyor, “And olsun ki Âdemoğullarını ululadık” dedi, “Göğü, yeri aluladık” demedi. Şu halde insanın elinden bir iş geliyor ki ne göklerin elinden geliyor o iş, ne yerlerin, ne dağların. O işi de gördü mü, onda ne zalimlik kalıyor, ne bilgisizlik. Amma sen, o işi görmüyorsam bunca iş görüyorum ya dersin; dersin amma seni öbür işler için yaratmadılar ki. Bu, şuna benzer: Padişahların hazinelerinde bulunabilen, değer biçilmez bir çelik Hint kılıcını tutmuşsun da kokmuş öküz etine satır olarak kullanıyor, sonra da boşu boşuna bırakmadım ya, böylesine bir işe kullanıyorum onu diyorsun. Yahut da zerresiyle yüzlerce tencere alınabilen bir altın tencereyi getirmişsin, içinde şalgam pişiriyorsun. Yahut da mücevherlerle bezenmiş bir bıçağı kırık bir kabağa mıh yapmışsın da diyorsun ki; İş görüyorum; kabağı ona asıyorum, şu bıçağı öylece bırakmıyorum ya. Acınacak, gülünecek işler değil de nedir bunlar? O kabak, bir pul değerindeki bir tahta yahut demir çiviye de asılabilirken yüz dinarlık bıçağı bu işe kullanmak, akıl işi midir ki?

Yüce Mevlâ sana pek büyük bir değer vermiştir. Buyurdu ki: “Gerçekten de Allah, cennet karşılığı olarak inananların canlarını, mallarını satın almıştır.” (Tevbe/111)

Değer bakımından iki dünyadan da artıksın;

Fakat neyleyeyim ki değerini sen bilmiyorsun

Kendini ucuz satma; çünkü değerin pek fazla senin. Yüce Allah buyuruyor ki: Sizi de, soluklarınızı da, vakitlerinizi de, mallarınızı da, zamanınızı da satın aldım ben; bana harcarsanız, bana verirseniz karşılığı ölümsüz cennettir; değerin budur işte bence. Fakat sen, tutar da kendini cehenneme satarsan kendine zulmetmiş olursun. Hani o yüz dinarlık bıçağı duvara saplayıp ona bir kabak yahut bir testi asan kişi gibi.” “Yazıktır denize varıp da bir parçacık su içmeyi yahut bir testi su almayı yeter bulmak. Denizden inciler, mücevherler, kuvvet veren yüz binlerce şeyler elde ederlerken denizden su alıp götürmenin ne değeri vardır ki? Aklı olanlar bununla övünür mü hiç, ne yapmıştır ki bu işi yapan? Hatta dünya, bir köpüğüdür bu denizin; denizse erenlerin bilgileridir. İnci de nerede? Bu dünya, çerçöple dolu bir köpüktür amma o dalgaların çıkıp batması, yürüyüp dönmesi, denizin coşup kabarması, köpürüp kükremesi yüzünden o köpük, bir güzellik elde eder. “Kadınlar, oğullar, yük yük altın ve gümüş, salma atlar, davarlar ve ekinler gibi nefsin şiddetle arzuladığı şeyler insana süslü gösterildi. Bunlar dünya hayatının geçimliğidir. Oysa asıl varılacak güzel yer ancak Allah’ın katındadır.” (Âl-i İmrân/14) Süslü gösterildi, buyurdu ya, demek ki o güzel değildir. “Güzellik, eğretidir onda, başka bir yerdendir. O, altın suyuna batırılmış, yaldızlanmış kalp paradır; yâni bir köprücükten ibaret olan şu dünya kalptır, kadri, değeri yoktur; fakat biz onu altınla kaplamışız; çünkü “insanlar için bezenmiştir, süslenmiştir.”