Fîhi mâ-fîh – A. Gölpınarlı Çevirisi

A+
A-

destar1

FÎHİ MÂ-FÎH

Çeviren, Tahlilini yapan, Açıklamasını Hazırlayan:

Abdülbâki GÖLPINARLI

SUNUŞ

“Fîhi mâ-fîh”, büyük hakîm, öz insan Mevlânâ Celâleddîn’in sohbetlerinden meydana gelmiş bir kitaptır. Mevlânâ, kendisini ziyârete gelen, yahut kimi zaman ziyâretine gittiği kişilerle konuşurken, sorularına cevap verirken, yeri geldikçe âyetleri tefsîr, hadîsleri şerh ederken o mecliste bulunanlardan biri, belkide birkaçı, sözlerini zaptetmişler, her halde sonradan bu zaptedilen parçalar karşılaştırılmış, belki de kendisine gösterilip düzeltilmiş, en sonunda da temize çekilmiş, böylece de bir kitap meydana gelmiştir. Kimi bölümlerinin, sonradan, hatırda kaldığı kadar zaptedilmiş olması da bir ihtimal olarak söylenebilir. Zâti Sûfîlerde bu, bir gelenektir. Mevlânâ’nın babası Sultân-al Ulemâ Muhammed Bahâeddîn’in “Maârif”i,, Seyyid Burhâneddîn’le Şemseddîn-i Tebrizî’nin “Makaalât”ları da sohbetlerin zaptından meydana gelmiş kitaplardır. Hattâ belki Sultan Veled’in “Maârif”i de bunlardandır. Sûfîlerde, büyüklerin sohbetlerini zaptedip, bir kitap hâline getirmek, mektuplarını bir araya toplamak geleneği son zamanlaradek sürüp gitmiştir ki, Hamzavî-lerden Oğlanlarşeyhi İbrâhim’in, 1059’dan 1065’e kadar ( 1449-1655) sohbetlerinin, halîfesi Kütahyalı Gaybî Sun’ullah (Ölm. 1072 den sonra) tarafından zaptından meydana gelen “Sohbet-nâma”yle Halvetiyyeden bir şûbe kuran ve bu tarîkate melâmet neş’esini katan kuşadalı İbrâhim’in ( ölm. 1262 h. 1846 ) mektupları, bu kitapların zamanımıza en yakınlarındandır(*).

(*) Her iki kitap da basılmamıştır.

Bu sohbetler, kimler tarafından zaptedilmiştir, tertipleri, konuşma tarihine uyar mı? Bunlar hakkında kesin bir bilgi vermemize imkân yok. Ancak çoğunun herhalde Sultan Veled tarafından tutulduğundan da şüphe yoktur. İlerde tavsîfini yapacağımız bir nüshada, bir-iki bölümün kenarına Mevlânâ’nın el yazısıyla, bir bölümün kenarına halîfesinin, yâni Çelebi Hüsâmeddin’in el yazısıyla bulunduğu kaydedilmiştir ki bu bakımdan Mevlânâ’nın sohbetlerini, kimi defa Sultan Veled, kimi defa Çelebi Hüsâmeddin, kimi defa da bir başka âşığın, hattâ dediğimiz gibi bir kaç âşığın birden zaptettiğini, bunların kendisine gösterilip, okunup düzeltildiğini, kendi el yazısıyla bulunduğuna göre bâzılarının, kendi tarafından yazıldığını, “Fihî mâ-fih”in böyle meydana geldiğini söyleyebiliriz.

Bölümlerin ilkinde, sonlara doğru Mevlânâ, Muîneddin Pervâne’yi, Şamlılarla Mısırlılar aleyhine moğallarla birleştiği için şiddetle kınamadadır. Muîneddin’in Baybars’la münâsebeti 670 sularındadır (1271). Baybars’ın Anadolu’ya gelişi de 676’dadır (1277). Herhalde bu sohbet, Muîneddin’in hayatına mal olan iki yüzlü bir siyâsete girişmesinden önce, yahut sonradır, bu bakımdan da Mevlânâ’nın son yıllarına âittir. 6. bölümde Şeyh Şeref-î Herevî’nin meclise gelip Çelebi Hüsâmeddin’in üst yanına oturduğu anlatılıyor. Bu sohbet de Mevlânâ’nın, Çelebi’yi kendisine hemdem edindiği yıldan, yâni Salâhaddin’in ölüm tarihinden (1258) sonrası olsa gerek. 22. bölümde Salâhaddin’in aleyhinde bulunan İbni Çâvûş’u kınadığına göre bu sohbetin tarihi’de Salâhaddin’in ölümünden yâni 1258’den öncedir. 20. bölümde “Bu sefer Şemseddîn’in sözünden dahada çok zevk duyacaksınız “deniyor. Bu sözden maksadı, Şems’ten bahsedilince daha fazla zevk duyacaksınız demek değilse, bizzat Şems’in sohbeti kastediliyorsa bu sohbet de Şems’in şehâdet yılı olan 645’ten (1247) öncedir. 21. bölümdeyse Şemst’en “Birisi, tanrı sırrını kutlasın, ârifler padişahı Tebrizli Şemseddîn’in katında dedi ki” tarzında bahsettiğine, gene aynı sohbette, Selâhaddin’e fazla tapı kıldığını anlattığına göre bu sohbet de kesin olarak 1247’den sonra, 1258’den öncedir. 52. bölümde “Mesnevî”nin ikinci cildinde bulunan bir beyti şerh eder. “Mesnevî”nin ikinci cildine 662 Recebinin on beşinci günü başlamıştır (1264). Her halde bu sohbetin tarihi de bu cildin bitiminden, yâni 1264 ten hayli sonraki yıllara, bu bakımdan da Mevlânâ’nın son senelerine rastlar. 53. bölümde, ilk zamanlarda şiire istekli olduğunu, tekellüfle şiir söylediğini, şimdiyse nasıl gelirse öyle söylemeye başladığını, fakat gene de şiirlerinin tesirli olduğunu bildirir ki herhalde bu sohbet de son yıllarına âittir. 60 bölümde gene, hattâ daha da şiddetli bir surette Muîneddini kınamadadır ki bu konuşma da son zamanlarına ait olsa gerektir. Hâsılı bir araya toplanıp “Fîhi mâ-fîh” adı verilen bu sohbetler, Şems’le buluştuktan, ilk coşkunluk devresini geçirdikten sonraki devirlere, çoğu da 1247 yılıyla vefat yılı olan 1273 yılı arasındaki yirmi altı yıllık devreye âittir dersek sanırım ki ortaya, gerçeğe yakın bir ihtimal atmış oluruz.

“Fîhi mâ-fîh” in tertibinde nasıl bir esas gözetilmiştir; bu sohbetleri kim tertib etmiştir? En eskiden en yeniyedek bütün nüshalarda, pek az farklarla, aynı tertip bulunduğuna göre bunu bir tertib eden vardır, fakat kimdir? Kesin bir cevap vermeye imkân yok. Yukardaki satırlarda anlat-tığımız gibi ilk bölüm, son yıllarına âit; fakat sonlara âit bölümlerde de son yıllarına âit sohbetler var. Halbuki 22. bolüm, kesin olarak Salâhaddin sağken doğan bir sohbetin zaptı. Bu bakımdan bu tertipte kronolojik bir esas yok; bunu kesin olarak söyleyebiliriz; fakat gene kesin olarak görüyoruz ki bir tertip de var. Başlardaki bölümlerin uzun olduğuna, sona doğruysa bölümlerin kısaldığına bakılırsa esaslı sohbetlerin başa alındığına, kısa konuşmaların sona bırakıldığına hükmetmek gerekiyor. Bunda da bizce hiç şüphe yok ki “Kur ‘ân’ın tertibi gözönüne alınmıştır. Kur’ân’da nasıl uzun sûreler başta, kısa sûreler sondaysa “Fîhi mâ-fîh”te de uzun sohbetler baştadır, kısa sözler sonda. Bu tertibi de herhalde Sultan Veled, ihtimal Çelebi Hüsâmeddin’le de danışarak düzenlemiştir.

“Fîhi mâ-fîh” in tam anlamı, “İçindedir ne varsa içinde” oluyor; fakat bu söz, Türkçe’ye uymuyor. Bu sözle, “Ne varsa onun içinde var”, “Ne varsa onda var” anlamlarının kasdedildiği muhakkaktır; sohbetlere verilen bu ad da pek yerindedir. Ancak bu ad nerden alınmıştır?

Şüphe yok ki sohbetler, Mevlânâ’nın zamanında zaptedilmedeydi. Zaptedilen sohbetler, dağınık olarak korunmadaydı. Mevlânâ’nın vefâtından sonra dediğimiz tertibe göre düzenlendi, bir kitap hâline getirildi; ondan sonra da bu kitaba bir ad kondu. Tercememize esas olan kitabın başında, sonradan yazıldığını sandığımız sülüs yazıyla “Kitâbu Fîhi mâ-fîh” yazılı; son sayfadaysa ada âit hiçbir kayıt yok. 716 Zilhiccesinde yazılışı tamamlanan Fâtih nüshasının ikinci yaprağında, başlangıçta “Fîhi mâ-fîh” adına rastlıyoruz. Fâtih’teki 5408 No.da kayıtlı nüshanın ketebesinde “al esrâr-al İlâhiyye” sözünü görüyorsak da bu, bir ad değil, sıfattır. Selim Ağa’da 788’de yazılan nüshada da “Fîhi mâ-fîh” adı var. Hâsılı, bu sohbetlere başka bir ad verilmediği meydanda.

Bizim nüshada, üstünde temellük tarihleri ve Mustencid’in imzâsı bulunan sayfada, üstte ve sol tarafta şu kıt’a yazılmıştır:


Anlamı şudur:

“Bir kitaptır ki ne varsa onda var; anlamları bakımından da lâtif… İçinde bulunanlara râzı olmayanın ağzına köpek sidiği.”

Bedî’-uzzamân Firûzan-fer, Tehran Millî Kütüphânesinde bulunan nüshanın birinci ve ikinci yapraklarında yazılı olan şiirleri bildirirken bu kıt’anın da yazılı olduğunu söylüyor ve ayrıca “Bir kitap ki ne varsa onda var; anlamlar bakımından lâtif… Onu okuyanın canı arınır, güzel kokar; anlamlarını anlayanaysa müjde” ve “Bîr kitap ki ne varsa onda var; anlamlar bakımından da lâtif… İçindekilere uyup ordakileri işleyen kişinin ağzına gayb âleminin balı” anlamlarına gelen şu kıt’alarında bulunduğu yazıyor:

(Mukaddime, s.  ) İbni Arabî’nin (ölm.1240) “Fütûhâtı Mekkiyye “sinde şöyle bir kıt’a var:

(Mısır,Bulak Mat. 1270, II, s. 665).

Bedî-uzzaman, “Bir kitap ki ne varsa onda var;anlamları bakımından eşsiz-örneksiz…

İçinde neler var, bir görseydin görürdün, anlardın ki incilerle dolu” anlamına gelen bu kıt’ayı yazdıktan ve gene İbni Arabînin “Dîvânıından, içinde “ ” sözü geçen beyitleri kaydettikten sonra

“Kitap, Mevlânâ’nın zamanında da bu adla tanınmış olsaydı zamanına yakın olan ve müellifin zamanında yazılmış nüshalardan yazılan iki nüshada ayrı ve çeşitli adlarla anılması sebepsiz olurdu” diyor. (Mukaddime, s.  ). Fakat Mevlânâ’nın zamanında zaptedilen sohbetlerini bir tertiple düzenlenmesine ve kitap hâline getirilmesine imkân yoktu; çünkü Mevlânâ hayatta bulundukça konuşuyor önemli sohbetleri zaptediliyordu. Bu sohbetler, ancak onun zamanından sonra düzenlenerek bir kitap hâline getirilebilir. Bir de ketebelerde görülen “al-esrâr-al İlâhiyye”, yahut “al-esrar-al Celâliyye” gibi sözler kitabın adı değil sohbetlerin tavsîfidir. Gerek Mevlânâ’nın gerek mensuplarının İbni Arabî ve onun oğulluğu Şeyh Sadreddin (ölm.1274) hakkındaki görüş ve düşünüşleri hiç de müsbet değildir, hattâ Şems de meşrep bakımından onunla uzlaşamaz (bakınız: Abdülbâki Gölpınarlı: Mevlânâ Celâleddîn, III.basım, İst.İnkılâp Kitabevi, 1959, s.52-54, 171, 226, 232-236). Bu bakımdan biz, belki de ilk zamanlarda bu kitaba da “Makaalât”, yahut “Maârif” dendiğini, sonradan Muhyiddin’in bu kıt’asından alınan “Fîhi mâ-fîh” adını, Muhyiddin’in eserleriyle uğraşanlardan birinin taktığını, ondan sonra da artık bu adla tanındığını sanıyoruz.

*

“Fîhi mâ-fîh”teki bahisler çeşitlidir. Hiç şüphe yok ki bu sözlerin çoğu, kendisine sorulan sorulara verdiği cevaplardır. Bu cevaplar verilirken söz, sözü açmış, böylece Mevlânâ da söylemeye koyulmuştur.

Bu mensûr parçalarda da “Dîvân’ında, “Mesnevî”sinde olduğu gibi onun en basit düşünceli bir insana bile anlatabilecek, en anlamaz, yahut anlamak istemez kişiyi bile kandıracak üslûp sadeliği, mantık kudreti, tedâî üstünlüğü, örnek verişteki gerçek, hattâ katına erişilemez kudreti, hemen göze çarpar. Her meseleyi derin bilgisiyle en anlaşılır, en göze görünür bir hâle koyar. Bir mesele için getirdiği birkaç örnek, o meseleyi en sabit bir şekle sokar. Mantıktaki kudreti, örnek getirişteki isâbeti, anlatıştaki hitâbeti, Sokrat’ı, Eflâtûn’u andırır. Zâti sohbeti zaptedenlerin bâzı defa soruyu, soruya verilen cevabı, cevaptan çıkan bir başka soruyu, o sorunun cevabını, gelen bir adama Mevlânâ’nın hitâbını, onun sözünü, o söze verilen karşılığı da yazmaları, eserin bâzı yerlerini bir diyalog hâline getirir. 26. bölümde, Mevlânâ’nın bir yemekte bulunduğunu, yemekten hamdederek kalktığını bile gözlerimizle görürüz.

Eserde Mevlânâ’nın düşünüşü, dünya görüşü, devrini geleceği bildirişi, din ve insanlık hakkındaki düşünüşleri, hâsılı bütün fikrî hayâtı, bir tüm olarak belirir. Meselâ beylerle padişahların hareketleri, onlara yakın olmanın neden kötü sayıldığı (Bölüm 1,2), sözün ayırdedişin önemi (2,6), sözün istîdâda tâbi olduğu, düşünceden doğduğu, hattâ düşüncenin sözden ibâret bulunduğu (12,52), soruya, sorana göre cevap verileceği (27), bütün bilgilerin bir faydaya dayandığı (4), bilginliğin sarıkla, cübbeyle, kılık-kıyâfetle olmadığı (19), herkesin bir işe, bir maksatla giriştiği, fakat bundan bir başka şey elde edildiği (24), gerçeğe erişen kişinin bilgisinin can kesileceği (41), dinlerin hepsinin de gaye bakımından bir olduğu, küfürle îmanın, dostlukla düşmanlığın ikilikten ibâret bulunduğu ikisinden de öte bir âlemin varlığı (51), insanın üstünlüğü (4), bu üstünlüğü elde etmek için derdin, aşkın, hevesin gerektiği, ayıp görenin, kendi aybını gördüğü (6), dünyadaki ayrılığın, aykırılığın şekilde olduğu, görünüşe göre belirdiği (11), ârifin, bilginden daha üstün bulunduğu (aynı), ibâdetlerin şekilden başka bir şey olmadığı, maksadınsa öz olduğu (3,8,16,37), Kur’ân’ın, bütün oluş âlemi olup anlamdan ibaret bulunduğu (18,34), aşkın ihtiyaçtan doğduğu, şeklinse aşkın parça-buçuğu olduğu (35), dünyada herşeyin, bir ihtiyâca karşılık olduğu, yeraltında, karanlıkta yaşayan hayvanların göze ihtiyaçları olmadığından kör olarak yaratıldıkları (32), dünyanın yeniden-yeniye yaratılıp durduğu (14), hâsılı bütün bunlar, bunlara benzer daha da birçok şey, pek güzel örneklerle bu eserde görülür. Bu arada Mevlânâ’nın şiir telâkkisi,neden şiire düştüğü (16), kendisindeki gönül alçaklığı (16), tekellüfsüz şiir söylemeye başladığı (53), keramete bakışı ve bu husustaki inancı (26), Moğolların zulmü, inançları, onlara karşı edilen muâmele (1.3), sonunda mağlûb olacaklarına inanışı (14), sözlerinin hepsinin de yeni olduğu hakkındaki sarsılmaz kanaâti belirir (38), hattâ kıskançlığın lüzumsuzluğunu anlatırken kadına edilecek muâmele ve kadının lüzumundan fazla örtünmesinin, hırsı büsbütün arttıracağı hakkındaki ileri fikirleri de görür anlarız (20); tüm bir aklı, tüm bir hikmeti, insanı, insanlığı, düşünceyi, mantığı, birlik görüşünü, birlik duyuşunu, sevgiyi, esirgeyişi, vecdi ve aşkı, duyguyu ve gerçeği, MEVLÂNÂ’yı seyrederiz; onun tüm ve gerçek varlığını da yok olarak yanarız, eririz, oluruz, olgunlaşırız, arınırız, gerçek varlığa ulaşırız.

*

Mevlânâ, “Fîhi mâ-fîh”te âyetlerden, hadîslerden, erenlerin, menkabelerinden, Sultân-al Ulemâ’nın, Seyyid Burhâneddin’in, Şems-i Tebrizî’nin anlattığı hikâyelerden, olaylardan, kendi devrinden, Şems’in “Makaalât”ındaki hikâyelerden, Sultân-al Ulemâ’nın “Maârif”inden faydalanır, Mütenebbî’den, Senâyî’den, başka şâirlerden, “Mesnevî”den, “Dîvân”dan şiirler okur, söz arasında münâsebet düştükçe bunlardan örnekler verir, tanıklar getirir. Meselâ: Babanın verdiği malı-mülkü düğün için geri alması örneği, Sultân-al Ulemâ’nın “Maârif”indedir. (Bedî’uzzaman Firûzan-fer basımı, Tehran-1333 Şemsî hicrî, Fasıl 47, s. 64-65). Bu örnek “Fîhi mâ-fîh”te, 73. bölümde geçer. Gene Hâce Muhammed-i Serrezî’nin hikâyesi (Maârif, fasıl 166, s. 264), “Fîhi mâ-fîh”te, 10. bölümdedir. “Maârif”teki ârifin tahlîli ve dünyanın gafletle duruşu (Fasıl 223, s. 348), 25. bölümde ve daha başka bölümlerde geçer. Deniz-köpük temsîlini (aynı fasıl, s. 248), 2. bölümde buluruz. “Kur’ân’ın lâfzını okuyan, anlamını bilmeyen kişi, testinin ağzını yalayan kişiye benzer” sözünün özü de (Fasıl 249, s. 394), 18. ve 34. bölümlerdedir. “Mesnevî” de geçen hikâyeleri de münâsebet düştükçe sohbetlerinde anlatır. Bütün bunları, gücümüz yettiği, elimiz erdiği kadar “Açıklama”da belirtmeye çalıştık.

*

“Fîhi mâ-fîh” türkçeye iki kez çevrilmiştir. İlk defa Ahmed Avnî Konuk (ölm.1938), bu kitabı, kendisinde bulunan (herhalde Hint basması) nüshayı, gene kendi ifâdesine göre dost ve ahbâb elinde olan yedisekiz nüshayla karşılaştırarak türkçeye çevirmiş ve bu çeviriye “Fîhi mâ-fîh tercemesi” adını vermişti. Şimdi bu eser, Konya’da, Mevlânâ Müzesinde 3895 No.da kayıtlıdır. Bir aralık Maârif Vekilliğinin bu eseri bastırmak istediğini, sonra nedense vaz-geçtiğini duyduk. Vaktiyle İstanbul Belediyesi ve Vilâyeti Mektupçusu Sayın Osman Ergin’in istinsâh ettiği, yahut ettirdiği nüshayı görmüştük. “Fîhi mâ-fîh”î terceme ederken be esere baş-vurmadığımız ve bugünkü anlayışımızla, eleştirici bir gözle görmediğimiz için ne derecede başarılı olduğu hakkında birşey söyliyemiyeceğiz. Ancak rahmetlinin, dilde ve tasavvufta bir otorite olduğunu biliriz; fakat bu tercemenin, dil bakımından biraz eski olduğunu sanıyoruz.

“Fîhi mâ-fîh” ikinci defa Melîha Ülker Tarıkâhya tarafından türkçeye çevrildi ve Maârif Vekilliğinin “Şark-İslâm Klâsikleri” yayınlarının 28. kitabı olarak 1954’te İstanbul, Maârif Matbaasında basıldı, yayınlandı.

Mevlânâ’nın bütün eserlerini türkçeye çevirmek niyetinde olduğumuz için bu tercemenin çıkışına pek sevinmiştik, yükümüz azaldı diye de şükürler etmiştik. Fakat tercemeyi ele alınca sevincimizin de, şükrümüzün de yerinde olmadığını eseflerle anladık. Burada tercemenin uzunuzadıya tenkidini yapacak değiliz. Fakat birkaç örnek vermeden de geçemiyeceğiz.

Meselâ: Tarıkâhya, “Abbâs, bismillâh! Ne delil istersin? dedi” diyor (s.6). burada bismillâh, hadi, buyur anlamına gelir. Abbâs besmele çekmiyor, hadi diyor, ne delil istiyorsan söyle. Tarıkâhya, “Ulu Tanrı insanı kendinden bizzat bilgin, bilen ve bilgili kılmış olduğundan, insan kendi varlığının usturlabından zaman zaman, Tanrının tecellisini ve eşsiz güzelliğini parıltı hâlinde görür” diyor (s.15). Doğrusu şu: Ulu Tanrı, onu kendisini bilen, duyan, anlayan bir yaratık olarak yarattığından insan, kendi varlığınının usturlabından Tanrı tecellisini, neliksiz-niteliksiz güzelliği, soluktan-soluğa, bakıştan-bakışa görür, seyreder; o güzellik bu aynadan hiç mi hiç ayrılmaz. Böyle de olur derseniz sorarız; böyle de olur mu? Diyor ki: “Namaz her dinde başka türlüdür, Îman hiçbir dinde değişmez. Ahvâli, kıblesi ve daha bunun gibi şeyleri değişmiş olmaz” (s.46). Doğrusu bu: “Her dinin namazı bir başka çeşittir; fakat hiçbir dinde namazın îmanı değişmez. Namazın şekilleri, kıblesi, başka şeyleri değişebilir” Diyor ki: “Çirkin adam vezirin yüzüne atılıp…” (s.47). Doğrusu: Adam sıçrayıp kalktı da… Diyor ki: “Allah adamı tarafından yetiştirilen bir mürîdin rûhu ter-temiz olup…” (s.48). Doğrusu: “Şimdi, Tanrı eri tarafından terbiye edilen mürîdin canı kanatlanır.” “Bâl” sözünü “pâk” okumuş. Diyor ki: “Zâlim hiçbir hayırlı ve faydalı iş yapmayan kimsedir” (s.78). Doğrusu: “Zâlim, gereken işi yapmayan adamdır” Diyor ki: “Yüce Tanrı sizi bu durumdan kurtarır ve elinizden giden şeyleri, size tekrar verir, hattâ fazlasıyla bile! Rıdvân ve gufrân âhiretin hazînesidir…” (s.79). Doğrusu: “Ulu Tanrı sizi bundan kurtarır, elinizden çıkanı, hattâ kat-kat fazlasını gene verir, başka şeyler de ihsân eder size; ahrette de sizden râzı olur. İki hazne var; biri elinizden çıkan, biri de ahret haznesi.” Diyor ki: “Ali’nin nefsini bilen Tanrıyı da bilir; dedikleri bu nefis midir? diye sordu” (s.85). Doğrusu: Dedi ki: Ali, nefsini bilen, rabbini bilir demiştir; bu nefse mi demiştir? Zâti bu kısım, aşağıya doğru yanlış üstüne yanlış, böylece yürüyüp gidiyor. 87. sayfada “Akl-i Fa’âl”e, “fa’âl olan akıl” diyor. 89. sayfada, “Bu dünya zevklerinden ve güzelliklerinden geçmesi ve bu kadarla yetinmesi lâzımdır” cümlesinin doğrusu şudur: “Şu halde insanın, Tanrı ışığı, Tanrının aksi olan şu hoş şeylerden, şu lûtuflardan geçmemesi gerek; fakat bu kadarını da yeter bulmaması gerek.” Aynı sayfada “bâht, şinâht” kelimelerini amel ve ilim diye çevirmiş; doğrusu, “Tanrı vergisi” ve “irfân sâhibi oluş”tur. 100-101. sayfalardaki “Ezelî hüküm hakkında öğrenmek istediğin şeyi söyledik ve etraflıca anlattık. Bu aslâ değişmez. Yâni bâzen iyilik yaparsan karşılığında çok iyilik göremezsin, veya ne kadar kötülük yaparsan o kadar kötülük göremezsin. Fakat mutlaka yaptığın iyiliğin veya kötülüğün cezâsını görürsün…” cümlelerinin türkçesi ve doğrusu şudur: “Ezelî hükümden maksadın, söylediğimizse, anlattığımıtzsa, Tanrı korusun, bu, aslâ değişmez. Yok, iyiliğe, kötülüğe karşı sevâbın, cezânın artıp artmayacağını, değişip değişmiyeceğini soruyorsan, yâni maksadın, ne kadar çok iyilikte bulunursan o kadar çok iyilik bulup bulamayacağını, ne kadar çok zulümde bulunursan o kadar çok kötülüklere uğrayıp uğramayacağını anlamaksa, bu, değişir; fakat temel hüküm değişmez.” 101. sayfada “adağını yerine getiremezse “nin doğrusu “Orucunu bozarsa”dır. Aynı sayfada “Şâfiî mezhebi bilginlerinin sözüne göre”nin doğrusu, “Şâfiî mezhebinde, bir hükme göre “dir. 102. sayfadaki soruların çevrilişi tümden yanlıştır. 105. sayfada “Senden nefret edip, onlara gider”in doğrusu[*], “Onlara gitmez amma sana da kızar” dır. Biraz da sona doğru, hemde rasgele gidelim: 289. sayfada, “Her zaman varsa da o lâtiftir” diye çevrilen sözün doğrusu şudur: “Çünkü güneş lâtiftir, hava da lâtiftir.” Sözün sonundaki “ve hevâ lâtif” sözünü “ve huvallâtîf” okumuş, âyet sanmış;

(*) Örnek olarak aldığım cümlelerdeki noktalama işâretleri, bana değil, mütercime âittir.

Bedî’-uzzamân Firûzan-fer gibi, 302. sayfada “O tesbih ile bu tesbih arasında ne fark vardır” sözünden fark yoktur anlamı çıkmaz mı? Halbuki doğrusu “fark vardır” olacak. Öndeki îzâhlarda, sondaki “açıklama” da da yanlış üstüne yanlış var. Meselâ: “Alevî” sözünün anlamı anlatılırken Ali’ye peygamber diyenlerden bahsediliyor. Ali’ye Allah diyen vardır; vahiy ona gelecekti, Cebrâîl yanıldı diyenler bulunduğunu da hikâye etmişlerdir; fakat Ali’yi peygamber bilen bir din, bir mezhep yoktur. Bu tercemeyi doğrultmak için yeniden terceme etmek, bunun üstüne koca bir yazıyla “yanlış”, öbürünün üstüne “doğru” yazıp beraber ciltletmek gerek. İnceleyip kabul edilir diyenlerin dikkatlerine hayrânım.

*

“Fîhi mâ-fîh” üç kere basılmıştır. Birinci basımı, 1928 de, Hindistandadır. en eskisinin istinsâh târihi 1105 olan yedi nüshadan hazırlanan bu basımda, bastıranın birçok eklentileri, tasarrufları vardır.

İkinci defa 1334 Hicrîde Tehran’da basılmıştır. Bu baskı, Hint basımından da kötüdür (Bedî’-uzzamân Firûzan-fer, Fîhi mâ-fîh mukaddimesi, (s.  ).

Üçüncü defa da Tehran Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi profesörlerinden Akaay-ı Bedî-uzzamân Firûzan-fer tarafından, son iki basmayla altı yazma karşılaştırılarak metin hazırlanmış ve Tehran Üniversitesi yayınlarının 105. kitabı olarak 1330 Şemsî hicrîde, Tehran, Meclis Matbaasında basılmıştır. [*].

[*] Kitâb-ı Fîhi mâ-fîh ez goftâr-i Movlânâ Celâlüddîn Muhammed meşhûr be Movlevî; bâ tashîhât u havâşî-i Bedî-uzzamân Firûzan-fer ustâd-ı Dânişgâh-ı Tehran, Çap-hâne-i Meclis, 1330 Şemsî. Mukaddime ; fihrist,  ; metin, s.1-235; Havaşî ve ta’lîkaat, s.236-346; fihristi Ahadîs, s.347-349; fihrist-i kelimât-ı buzurgân ve emsâl, s.350-351; fihrist-i eş’âr-ı arabî, s.352-359; fihrist-i eş’âr-ı fârisî, s.354-358; fihrist-i lûgaat ve ta’bîrât ki der havâşî tavzîh şudeest, s.359-362. Esmâ-i ricâl ve nisâ, s.363-373. Fihrist-i kabâil ve akvâm u fırak, s.374. Fihrist-i esmâ-i emâkin ve bilâd, s.375-376. Fihrist-i esâmî-i kütüb, s.377-380. Mulhakaat, sb381-385. Cedvel-i savâb u hatâ, s.386.

Esefle söyleyelim ki bu basımda da yanlışlar pek, hem de pek çok. Zâti Tarıkâhya’nın birçok yanlışları, ona uymasından, ona dayanmasından meydâna gelmiş. Meselâ:

15. sayfanın 11. satırında nesir olarak yazılan söz, mevzûndur ve Mevlânâ’nın bir gazelinin bir mısrâ ‘ıdır. 20. sayfanın 7. satırındaki “ “ sözünün doğrusu ”  “ tir; Fâtih Kütüphânesindeki 5408 No. da kayıtlı nüshada (8 a), Esad Efendi nüshasında (11 b), Konya Müzesindeki 79 No.da kayıtlı nüshada “ “tir (22 a). 47. sayfanın 3-4, satırlarında ”  “in doğrusu” “dir. Bizim nüshamızda böyle olduğu gibi Selim Ağa nüshasında da böyledir (117 b). Hiç Mevlânâ, irfânı bilgiden aşağı, ârifi bilginden bayağı görür mü? 57. sayfanın 2. satırında, âyetten sonra başlayan söz, ondan sonraki şiirin birinci mısra’ı, yâni ribâînin üçüncü mısra’ıdır; ancak vezin, bir ” ” ekiyle doğrulur ve ”  ” olur. 58.sayfanın son satırındaki “ “in doğrusu, bizde olduğu gibi “ “dir. Fâtih’te, 2760 No.da kayıtlı bulunan nüshada bu kelime noktasızdır (76 a). 68. sayfanın 5. satırındaki ”  ” nın doğrusu, notta da gösterilen ” dır. (Bizim nüsha, Esad Efendi 47 b; Fâtih, 5408, 24 b; Konya, 79, 31 a). 105. sayfadaki “ “ nin doğrusu “ “dır (Esad Efendi, 75 a; Selim Ağa, 140 a; Fâtih, 5408, 37 b; Konya, 79, 38 a ve bizim nüsha). 107. sayfada 5.satırdaki ”  “nün doğrusu “ “dir. (Esad Efendi, 76 b; Selim Ağa, 141 a; Fâtih, 38 b; Konya, 38 . ve bizim nüsha). 126.safanın 6. satırındaki ”  ” notta da gösterildiği gibi “ “dir. (Esad Efendi, 91 b; Selim Ağa, 148 b; Fâtih, 45 a; Konya, 42 a ve bizim nüsha). 128. sayfanın 11. satırındaki ”  “, bizim nüshadaki gibi “ “dir (Selim Ağa, 149 b, Esad Efendide noktasız , 92 a). 132. sayfanın 11. satırındaki ”  ” doğrusu ” “dır (Esad Efendi, 94 b; Selim Ağa, 150 b; Fâtih, 47 a; Konya, 43 a ve bizim nüsha). 196. sayfanın 17. satırındaki ”  “in doğrusu ”  “dir. (Bizim nüsha; Esad Efendi, 103 b; Selim Ağa, 155 b; Fâtih, 51 b; Konya, 45 b). 154. sayfanın 2. satırının ilk kelimesi, metinde olduğu gibi ” ” değil, nottaki gibi ” “dir; çünkü ondan sonra altı yönde bulunuşu söylenerek tahayyüzü bildiriliyor ki bu takdirde ilk tarzı kabul; tekrârı kabul demek olur (Selim Ağa, 157 b; Fâtih, 53 b; Konya, 46 b; bizim nüsha. Esad Efendide noktasız, 109 a). 165. sayfanın 3-4.satırlarındaki ” in doğrusu, ”  “tir. (Esad Efendi, 117 b; Selim Ağa, 163 a; Fâtih, 57 b; Konya,48 b ve bizim nüsha). Tarıkâhya da Fürûzan-fer metnine aldanarak bu cümleyi “Kıran (para) iki yüzlüdür” diye terceme etmiş, kumaş, metne takılıp kalmıştır (s.244). Halbuki doğrusu şudur: “Kur’ân, iki yüzlü bir ipek kumaştır”

169. sayfanın 5. satırındaki ”  “in doğrusu ”  “dür. (Esad Efendi, 121 a; Selim Ağa, 164 b ve bizim nüsha). 179. sayfanın son satıriyle 180. sayfanın ikinci satırındaki ”  “, ”  “dur. (Esad Efendi, 127 b; Selim Ağa, 168 b; bizim nüsha). Aynı nüshanın 8. satırındaki «  “, ”  “dır. (Esad Efendi, 128 a; Selim Ağa, 169 a; Fâtih, 62 b; Konya, 51 b ve bizim nüsha) 181. sayfanın 5. satırındaki ”  “, ”  ” dır. (Esad Efendi, 128 a; Konya, 51 b ve bizim nüsha). 185. sayfanın son satırının son kelimesi bizde ve Selim Ağada olduğu gibi (17 b) ”  “dir ki “Nîmet, nasib kadarıncadır” anlamına gelir. 196. sayfanın 15. satırındaki ”  “in doğrusu, ”  “tir (Esad Efendi, 137 a ve bizim nüsha); zâti bu, sözün gelişinden de anlaşılmaktadır; şu halde notta gösterildiği gibi bu söz, âyet de değildir. 216. sayfanın ilk satırındaki ”  “in doğrusu ”  “tir. (Fâtih, 74 b; Esad Efendi, 142 b; Selim Ağa, 182 b; Konya, 57 a ve bizim nüsha), aynı sayfanın 11. satırındaki “ “den sonra şu sözler girmemiştir: “      ” (Esad Efendi, 142 b; Fâtih, 44 b; Konya, 57 b ve bizim nüsha). 224. sayfanın 10. satırındaki ” “in doğrusu ”  “dır (Selim Ağa, 186 a ve bizim nüsha). 225. sayfanın 10. satırının sonlarındaki “ “den sonra sözleri olacak (Selim Ağa, 188 a; bizim nüsha). Bu cümle de, bundan önceki de ancak bu atlanan sözlerle tamamlanabilir. 232. sayfanın 8. satırındaki ”  “, Selim Ağa nüshasında ”  “dir. (189 b, bizde de böyle). Fâtih ve Konya nüshalarında “ “dir ki doğrusu da bu olsa gerektir (60 b, 80 a).

Bu basımda, örnek olarak verdiğimiz yanlışlardan başka daha bir hayli yanlış var. Bütün bunlar da sağlam ve temiz bir nüsha bulamamaktan, fotoğraftan metin basmaktan ve acelecikten ileri gelmiş sanırım. Kul, kusursuz olmaz; fakat bu kadar kusurlu bir metinden de faydalanılamaz. Bu bakımdan biz, “Fîhi mâ-fîh”in metnini de, tercemesini de sunmak zorunda kaldık.

Bedî-uzzamân Firûzan-fer, “Fîhi mâ-fîh”in metnini hazırlarken sekiz nüshadan faydalanmış:

  • İstanbul, Fâtih Kütüphânesi, No. 2760. Bu nüsha, Mevlevî tarîkatı mensuplarından Semerkantli Hasan oğlu Muhammed’in oğlu Şerif Kaasım’ın oğlu Hasan tarafından yazılmış ve 716 Zilhiccesinin ilk günü(1317) yazılması tamamlanmıştır.

2. Aynı kütüphânede 5408 No.da kayıtlı bulunan ve Âdil Çelebi (ölm. 1368) mensuplarından Saraylı Bahâeddin tarafından Konya’da, Mevlânâ Türbesinde yazılan ve 751 Ramazanının dördüncü Cuma günü (1350) yazılışı biten nüsha.

3. İstanbul, Üsküdar, Selim Ağa Kütüphanesi, No. 567. Bedî-uzzamân, bu nüshanın ketebesi olmadığını söylüyor. Nüshanın aslını görmediği ve fotoğraryasından faydalandığı için bu hatâya düşmüştür. Bu nüsha, bir mecmûadır ve l b-68’a yapraklarında Sultân-al Ulemâ’nın “Maârifi, 68 b-98 a da “Mecâlis-i Seb’a”, 99 b-1120 b de “Fîhi mâ-fîh”, 191 b 302 a da Sultân Veled’in “Maârif”i, 302 b-315 a da Seyyid Burhâneddin’in “Makaalât”ı, 316 b-323 a da da Şems’in “Makaalât”ından bir cüz vardır. Sultân Veled’in “Maârif”inin sonunda şu ketebeyi okuyoruz:

302 a da bulunan bu ketebeden anlıyoruz ki Hacı Sevinc oğlu Mahmûd, “Maârif”i 788 Cumâdal’âhırasının ilk günü (1386) bitirmiştir. Şu halde “Fîhi mâ-fîh”in yazılışı, bu tarihten de öncedir.

  • İran Maârif Vezirliğine tâbi Millî Kütüphânede bulunan ve Hicrî dokuzuncu yüzyılda yazıldığı sanılan nüsha.
  • Bedî-uzzamân’ da bulunan ve 888 Muharreminin ikinci günü (1483) yazılan nüsha.
  • 1308 Ramazanında (1891) Tehran’da yazılan nüsha.

Bu son iki nüshanın ikincisinin ketebesinden anlaşılıyor ki bu nüsha, Murgaablı Muhammed-al Sûfî tarafından yazılan 5 no.lu nüshadan kopya edilmiş; o nüshada meşhur Sûfî Alâ-al Dougla’nın (ölm. 736 h. 1335) nüshasından yazılmıştır.

7. 8. Hindistan ve Tehran basmaları

“Fîhi mâ-fîh”i terceme ederken “Bedî-uzzamân”ın metniyle berareber, onun faydalandığı Fâtih ve Selim Ağa nüshaları da elimizin altındaydı.

& Fâtih Kütüphânesinde 2760 No.da kayıtlı bulunan ve 17×12 eb’âdında şemseli, cetvelli meşin, fakat harap bir ciltle ciltlenmeş olan, yazı kısmı 11.5×7 genişliğini kaplıyan, her sayfada 15 satır bulunan ve çirkin bir nesihle yazılan bu nüsha, Bedî-uzzamân Firûzan-fer’in iddiası hilâfına, pek yanlış, aynı zamanda noksan bir nüshadır. 192 b de, bizdeki 44. bölümün ortalarında bitiyor ve “Semerkant’teydik…” sözünden itibâren sonadek bu nüshada yok. 193 a da Sultân Veled’in “Maârifi başlıyor ve 214 b ye kadar sürüyor.

& Aynı kütüphanede 5408 No.da kayıtlı bulunan nüsha da pek yanlış. Selçuk neshiyle yazılan, yazı kısmı 18×11, meşin, şemseli ve cetvelli cildiyle 21×14 eb’âdında bulunan ve her sayfasında 23 satır olan nüshada, 80. yapraktan sonra araya bir başka yaprak girmiş; kitap, bu yaprakla beraber 82 ada bitiyor ki araya giren yaprak sayılmazsa 81 a da bitiyor demektir; ketebe de bu sayfada. Bu nüshanın bitimi, bizde 71. bölümün sonudur.

& Selim Ağa Kütüphânesinde 567 No.da kayıtlı bulunan, ortası şemseli, kenârı cetvelli miklâplı meşin bir ciltle ciltlenmiş olan 13×21 eb’âdındaki mecmua. “Fîhi mâ-fîh”, arzettiğimiz gibi mecmuanın 99 b-1120 b yapraklarındadır. Yazı kısmı 23×15 eb’âdındadır. Bu nüsha, ilk İki nüshaya nazaran doğrudur, tamam da sayılabilir.

Kitabı türkçeye çevirirken bu nüshalardan başka, şu nüshalardan da faydalandık:

& İstanbul, Süleymaniye Kütüphanesi, Esad Efendi kitapları, No. 1614.24×16 eb’âdında meşin ve miklâplı bir ciltle ciltlenmiş olan ve yazı kısmı 18×11 eb’âdında bulunan bu nüsha, Selçuk neshiyle yazılmıştır. “ “lerin üstünde nokta vardır. Selçuk imlâsının bütün özelliklerini taşımakla, kâğıt bakımından da Selçuk devrine ve nihayet Hicrî yedinci yüzyılın ilk yarısına (XIV. yüzyıl) âid olduğu anlaşılmakla beraber ketebesi yoktur. 151 yapraktır, yanlışı da pek azdır. Baş ve son sayfalarından başka her sayfada on dokuz satır vardır. 54. bölümde “Birisi Ulu Mevlânâ’ya sordu da dedi ki: İbrâhim, Nemrûd’a” sözünden sonra 59. bölümde, “Birisi, bir beyin, bir başın önünde eğiliyorum, secdeye kapanıyorum, ne fayda var bunda düşüncesine dalabilir” cümlesinin başlangıcına kadar eksiktir. 67. bölüm, kitabın son bölümü; fakat o da eksik. Bundan sonraki bölümlerse yok.

& Konya Müzesinde, 79 No.da kayıtlı, yeni bir ciltle ciltlenmiş mecmuadaki “Fîhi mâ-fîh” nüshası.

Cildiyle 25.5×18, yazı kısmı 23.5×16 eh’âdında bulunan ve Selçuk neshiyle yazılmış olan bu mecmuanın çoğu sayfası 32, bâzı sayfalarıysa 31, hattâ 37 satırdır. Mecmuanın l b-17 b kısmını Sultân-al Ulemâ’nın “Maârif” inden bir parça, 62 b-89 a yapraklarını Mevlânâ’nın mektupları, 89b-107 a yapraklarını da “Mecâlis-ı Seb’a” kaplar. 107 b-110 a da “Ba’z-ı Makaalât-ı Mevlânâ” başlığıyla Mevlânâ’nın sözleri, 110 b-154 b de Seyyid Burhâneddin’in “Makaalât”ı, 155 b-173 a da Şems’in “Makaalât’ından bir kısım, 174 a- 177 b de de “Sultân-al Ulema”nın “Makaalât”ından bir kısım var. “Fîhi mâ-fîh”, mecmuanın 18b-62 a yapraklarındadır. Mecmuanın son sayfasında, ”  “sözüyle başlayan bahis, on dört satır sonra ”  “diye bitiyor. Bundan da anlaşılıyor ki mecmua tamamlanmadan öylece kalmış.

“Mecâlis-i Seb’a sonunda,

ketebesi var. Bu ketebeden anlıyoruz ki “Mecâlis-i Seb’a”nın yazılışı 753 Rebî’ül’âhırının sonlarında (1352) bitmiştir. Seyyid Burhâneddin’in “Makaalât” ında, 116 a nın kenârında, “Tanrı sırrını kutlasın, Mushaf’ın kenarlarındaki yazılar, Hazret-i Seyyir’in mübârek yazısıylaydı” meâlinde kaydı var. Demek ki mecmuayı düzenliyen, bu yazıları, bir Mushaf kenârında, bizzat Seyyid’in yazılarından nakletmiş, yahut o yazılan, Seyyid’in yazısından yazan birisinin yazısından almış. Bu ikinci ihtimâlin gerçek olduğunu hemencecik anlıyoruz. Çünkü 173 a da, Şems’in bâzı sözlerini ihtivâ eden sayfada, “Tanrı yardımının ışığıyla onu kuvvetlendirsin; bu eşsiz, güzel sözler; bu görülmemiş, duyulmamış gerçeğe âit bilgiler, zamanın bir armağanı olan dost Turhallı Celâleddîn Yûsuf’un kitapları arasında bulunan bir kitaptaydı; onun seçtiği yazılardandı; yedi yüz elli dört Zilhiccesinin sonlarında o kitaptan yazıldı; yazılışı da Allahın yardımıyla ve güzel bir başarı ihsân etmesiyle bitti (1353 yılının sonu). Hamd âlemlerin rabbi Allah’a, rahmet Peygamberi Muhammed’e ve bütün soyuna. O yazılar da, Tanrı aziz sırrını kutlasın, Hudâvendgâr’ın mübârek elleriyle kitapların kenarlarına yazdığı yazılardan alınmıştı; şu tertîb üzre; Tefsîr, hadîs, maârif, letâif vesaire” meâlinde şu yazı var:

Bu kısmın başında, Şems’in adı anıldıktan sonra, “Tanrı yardımının bereketeni âşıklara daimî etsin” meâlinde ”  dendiğine göre bu kısmın, Şems’in hayâtında, yâni 645 Şâbânından önce (1247) yazılmış bir nüshadan istinsâh edildiği kesin olarak anlaşılıyor.

Sultân-al Ulemâ’nın “Maârif”inden alınan parçada da, “Hürlerin sultânına âid olan ve ışıklarla dop-dolu bulunan bu seçme sırlar, âlemlerin rabbi Allah’a hamd, Efendimizi Muhammed’e ve bütün soyuna rahmet olsun, yedi yüz elli beş Muharreminin ilk günlerinden bir Perşembe gecesi tamamlandı” mealindeki şu ketebe var:

Bütün bunlardan anlıyoruz ki bu mecmua, 1352-1354 yıllarında ve Şems’le Mevlânâ’nın hayatlarında yazılmış kitaplar, bu kitapların hâşiyeleri görülerek düzenlenmiştir. Esefle söyleyelim ki yazan kimdir? Buna dâir hiçbir kayıt yok.

[divide style=”3″]

[*] Eflâkî de “Manâkıb-al Ârifin” de “Faslun fî maânin şettâ” bölümünde, “Bütün bu güzelim, bu duyulmamış sözler, Hazret-i Mevlânâ’nın kendi eliyle kitaplarına, yazdığı yazılardan, şu tertib üzre nakledildi” diyerek açlığın faydalarına, şükrün sırrına v.s.ye dâir bâzı sözlerini yazıyor (Univ. K. Farsça yaz. 1231, 101 a ve devâmı). Anlaşılıyor ki Mevlânâ, bütün okur-yazarlar gibi okuduğu kitapların kenarlarına bâzı mülâhazalar yazmadadır. Ancak bu yazıda, “hadîs”ten sonraki “maârif” Sultan-al ulemâ’nın “Maârifi değildir; nitekim tefsîr ve hadîs de tefsîr kitapları, hadîs kitapları anlamına gelmez; letâif kitabı da yoktur. Anlam, “tefsîre, hadîse, Tanrısal bilgilere, güzelim şeylere âit” demektir. Sûfîler, ileridenberi ve hâlâ, vehdete, zevke, vecde, tek sözle Tanrısal bilgilere ait sohbetlere “maârif” ve “maârif-i İlâhiyye” derler. Meselâ Eflâkî, “Be maârif u esrâr meşgul bud” (aynı, 21 b, “Rûzî Hazret-i Mevlânâ, der hâne-i Pervane maâni-i acîb ve maârif-i garîb mîfermûd” (29 b) derken Sultân-al Ulemâ’nın “Maârif”ini değil, Tanrısal bilgileri, tasavvufî bahisleri kasdetmededir. “Der medrese maânî mîgoft” derken de “Maânî ” dediğimizi bilgiyi değil, Tanrısal anlamları anlattığını bildirmededir. Bu bakımdan Konya Müzesi Müdürü Sayın Mehmet Önder’in, Müze Kütüphânesindeki bir “Maârif” nüshasının hâşiyelerini, Mevlânâ’nın el yazısı sanması, temelinden çürüktür.

Arapçayı, farsçayı iyi bilen bu zât, tercememizin 74. bölümünün kenârına, bu bölümün, bizzât Mevlânâ’nın el yazısıyla bulunduğunu kaydetmiş (60 b),75. bölümün kenârına da bu bölümün, Çelebi Hüsâmed-dîn’in el yazısıyla bulunduğu yazmıştır. Bu iki bölümle bundan sonraki bölüm, yalnız bu nüshada vardır.

“Mecâlis-i Seb’a”dan sonra 107 b-110 a yapraklarında bulunan sözlere de, 108 a daki ilk bölümün kenârına, “Tanrı lâtif sırrını kutlu etsin, yüce yazısından nakledildi ve buradan îtibâren beş sayfa, yazısından yazıldı” meâlinde bir kayıt düşmüştür. Bununla yetinmeyip bir-iki yere daha aynı meâlde kayıtlar düşen kâtip, bu son kısımda Mevlânâ’nın, kısa-uzun, herhangi bir şeyi îzâh eden, bir âyeti tefsîr, bir hadîsi şerh eden kendi hâlini anlatan sözlerini yazıyor ki bizdeki 73. bölüm de, tam olarak burada “Fîhi mâ-fîh”, zâti Mevlânâ’nın sözlerini, sohbetlerini ihtivâ eden bir kitab olduğu için biz, bu sözleri de türkçe’ye çevirdik; ancak kısa olduklarından bunlara bölüm demedik, bölümleri paragraflarla işâret ettik. Hâsılı bu nüshadan, en büyük faydayı sağladık.

& Meliha Ülker Tarıkâhya, “Fîhi mâ-fîh” tercemesinin “Önsöz”ünde, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Kütüphanesinde, Mahmûd Celâleddîn kitapları arasında 28682 No.da kayıtlı ve Sultân Veled’in el yazısıyla bir nüshanın bulunduğunu, fakat bu nüshayı göremediğini bildiriyor (s.V, not), Ankara’ya gidişimizde fakülte kütüphânesinden her nasılsa birisine verilmiş olan bu yazmayı aradık. Gene nasılsa görmek nasîb oldu. [*]. [*] Bu kütüphanenin hâlâ tasnîf edilmediğini ilgililerden duyduk dersek ne dersiniz?Tahmînimiz gibi kitap, Mahmûd Celâleddîn kitapları arasında değil, Hasan-Âli Yücel zamanında alınan ve İstanbul, Kulekapısı Mevlevîhânesi’nin son şeyhi Ahmed Celâleddîn Efendi’nin (ölm.1946) kitapları arasındaymış, numarası da 28683 müş. 26×18 eb’âdında âdi mukavva ciltli olan bu mecmuada “Kelimât-i Lûgaat-ı Mesnevî-i Şerîf” adlı yirmi yapraklık bir risâleyle “Fîhi mâ-fîh” ve “Manâkıb-al Ârifîn”in, Tahsin Yazıcı’ya göre ilk yazılmış olan muhtasarı vardır. “Fîhi mâ-fîh”, 21 b – 74 b yapraklarındadır. “Manâkıb-al Ârifîn” in sonunda ketebe var. Bu ketebeye göre mecmua 871’de (1466) bitmiştir. 20 a da, birisi, Kitâb-al Ferîd-i Sultan Veledî bi hattihî” yazısını yazmış. Bu sayfada yedi satır tefsîre âit arapça birşey, dört satır da “Manâkıb-al Ârifîn”deki Kırâat-i Seb’ayla Kur’ân okuyan hâfızın hikâyesi var. Alta gene “Kitab-al Ferîd-i Sultan Veled” yazılmış. İşte bütün hikâye bu. Kötü bir tâlikle yazılan bu mecmuanın, Sultan Veled’le hiçbir ilgisi yok.

Bu nüshayı yalnız gördük; nüshada, bizdeki 67. bölümle ondan sonraki bölümler de yok.

& Konya’ya gidişimizde Sayın İzzet Koyunoğlu kendisinin özel kütüphânesindeki “Fîhi mâ-fîh”i göstermek lûtfunda bulundu. Bu nüsha, 22×15 eb’âdındadır. Sonunda, 760 Zilhiccesinin ilk günleriyle (1350) 768 Recebinin sonlarında (1367) iki doğum târihinin kaydedilmesine bakılırsa herhalde 760’dan önce yazılmıştır. Bizdeki üçüncü bölümden başlıyor, sonu da hayli noksan.

& Tavşanlı Kütüphânesinde de VIII. yüzyıla (XIV) âid olduğunu sandığımız bir nüsha var. İçinde 169, arkadaki etikette 14 No. yı taşıyan bu nüsha 16. bölümün ortalarında bitiyor.

*

“Fîhi mâ-fîh”i tercüme ederken Fâtih Kütüphânesindeki iki nüshadan, Selim Ağa ve Esad Efendi nüshalarıyla Konya Müzesi’nde 79 No.da kayıtlı bulunan nüshadan faydalandık. Hele bu son nüshadan sağladığımız fayda bizce paha biçilmez bir derecededir.

Şimdi tıpkı- basımını da pek yakında sunacağımız ve tercememize esas tuttuğumuz değerli, doğru ve sağlam nüshaya geliyoruz:

Bu nüsha, Konya’da Mevlânâ Müzesi Ihtisas Kütüphânesinde 2111 No.da kayıtlı bir mecmuadır. Üstünde, 1031 Hicrîde Hasan Beyzâde Müverrih Ahmed (ölm.1625) tarafından okunduğuna dâir arapça bir kayıt var. Mecmuanın eb’âdı 250×170 tir. Cildi Selçuk cildidir. İlk ve son sayfalardan başka her sayfada on yedi satır vardır. Çok güzel bir Selçuk neshiyle yazılmıştır. Zahriyeli yaprakta celî sülüsüyle “Kitâbu Fîhi mâ-fîh” yazısı, gene aynı sayfada bir temellük, bir de vakıf kaydı var. Ondan sonraki yaprakta, Mevlânâ’nın, Alâeddin Çelebi’nin yetimleri hakkında bir mektup sûreti mevcut. Mukabil sayfada birçok yazılar, bunların arasında solda,

 yazısı var. Ayrıca dîvânî yazıyla ” 

 

 “yazısını okuyoruz. Aynı sayfada, dîvânîye benzer bir yazıyla,

yazısı var. Bu Müstencid, 812 Muharreminin ilk günü (1409) Mevlânâ dergâhına, Mevlânâ’nın dîvânını vakfeden zâttır. Vakfettiği dîvânı. Osman oğlu Hasan’a yazdıran da babası, Abu-l maâlî Şerefeddin Satı-l Mevlevî’dir. Bugün, Mevlânâ Müzesinde kayıtlı bulunan ve “Dîvân-ı Kebîr” tercememize esas tutulan, tercemenin son cildiyle beraber tıpkı-basımı da sunulacak olan bu dîvânın, zahriyeyî ihtivâ eden sayfasının sağ tarafında, dîvânın mîrâs yoluyla Satıoğlu Müstencid’e intikal ettiğini, onun tarafından da türbeye vakfedildiğini gösteren vakfiye, sol tarafında da kâğıdının Satı İbn-al Hasan-al Mevlevî tarafından Şam’dan getirtildiğine, yazdırma, tezhîb ettirme masraflarının da gene satı tarafından verildiğine dâir bir kayıt var. Aynı zamanda Müstencid, Fâtih Kütüphanesinde 2788 No.da kayıtlı bulunan “Makaalât-ı Şemseddîn’i Tebrizî” yi de 789 da (1387) temellük etmiş ve bu kitabın, Sultan Veled halîfesi Hüsâmeddin Hüseyn’in oğlu Muhammed Müneccim tarafından Gevher-şâd adlı bir hattâta yazdırıldığını, Hüsâmeddin Hüseyn’le oğlu Muhammed Müneccim’in de kendisinin gerçek üstâdı ve üstâdının oğlu olduğunu, temellük yazısında bildirilmiştir. Hüsâmeddin Hüseyn’in adı, “Sipehsâlâr”da da geçer (Bakınız: Abdülbâki Gölpınarlı: Mevlânâ Celâleddîn, III.basım, İst. inkılâp Kitabevi-1959, s.29-31) Sanıyoruz ki Müstencid de, üstâdının oğlu ve üstâdzâdesi Muhammed Müneccim’in halîfelerindendir; bu yazı da temellük yazısıdır ve mecmuayı yazan, Gevher-şâd’dır; çünkü yazı, tıpkı-tıpkısına andığımız “Makaalât”ın yazısıdır.

Mecmuada, Mevlânâ’nın mektubundan sonra Erzincan’ın hâkimlerine, nâiplerine dâir iki sayfa var. Erzincan’a verilen önem de bizim yukardaki mülâhazamıza kuvvet veriyor,

“Fîhi mâ-fîh”, başlangıçtan sonadek 105 yaprak. 105. yaprağın a sayfasında bitiyor. Ketebesi yok.

“Fîhi mâ-fîh “ten sonra “Risâle-i Sipehsâlâr” geliyor. Onda da ketebe yok. En sonda İran ve Anadolu Selçuklu hükümdarlarının, İran’ın mitolojik tarihinde adı geçen şahların adlarını, padişahlık müddetlerini, ömürlerini, gösteren cetveller, bunlardan sonra da Erzincan’a âit olayların kayıtları var. Hicrî 762-763 tarihlerini taşıyan bu beş kaydın biri, 11 Eylül ve 21 Zilka’de 673 te (1362), “Emîr-zâde-i civan-baht Pîr Huseyn Bik’in, Meliküddin Hasan Hâzin, Alâeddin Ali ve Satı Mevlevî’den, otuz iki günlük bir muhâsaradan sonra Bayburd’u zaptettiğine dâir” Bu Pir Huseyn kimdir, Alâeddin Ali, Ertana’nın torunu olup 782 de ölen (1380) zât mıdır? Anadolu tarihinin bu karanlık devrelerini aydınlatmak, tarihçilerimize düşer. Biz, yalnız bu kayıtla, Mevlevî Satı’ya neden emîr dendiğini anlıyoruz. Bu beş kayıttan sonra ayrı bir yazıyla, bilhassa Erzincan’a ve Ertana oğlu Mutahhartenle Kadı Burhâneddin’e âit, tarihçileri ilgilendirmesi gereken kayıtlar var. Bunların içinde bir tânesi, Satı oğlu Müstencid’in 807 Şevvâlinde (1405) Erzurum’a emîr oluşunu bildiriyor. Bunu müteâkip sayfadaysa Müstencid, babası Emir Satı’nın ölümünü şu satırlarla kaydetmiş:

Böylece Emîr Satı Beyin 787 Cumâdal’ûlâsının beşinci günü vefat ettiğini anlıyoruz (14.VI.1385)

*

Tercümemizde, Müstencid nüshası diye adlandırdığımız bu en doğru nüshayı esas tuttuk. Fakat yukarda da söylediğimiz gibi öbür nüshalardan da boyuna faydalandık. Metin dışında bildirilmesi gereken şeyleri notlarda bildirdik. Dilin, yarının, öbür günün gencine uygun, Mevlânâ’nın konuştuğu gibi açık, pürüzsüz, inandırıcı, kısa cümleli, hattâ sırasında tekrarlanan sözlerle örülü, tam bir halk dili olmasına; üslûbun, Mevlânâ’nın üslûbuna uymasına elimizden geldiği kadar dikkat ettik. Tercemenin sonuna bir “Açılama ekliyerek metinde geçen âyetleri, hadîsleri, atasözlerini belirttik; kimlere âid olduklarını bulabildiğimiz şiirlerin şâirlerini, kısa hal tercemelerini yazdık, bulamadıklarımıza bulamadık dedik. Anlatılması gereken terimleri anlatmaya çalıştık. Eserde geçen adlara, “Açıklama” da geçen âyetlere, hadîslere vesaireye âid endeks de ekledik. Aşkla, vecitle çalıştık, ulu Pîr’in sözlerini, O’ndan duyduk, O’nunla okuduk, O’nunla türkçeye çevirdik.

Sözümüz burada bitti şimdilik; aziz okuyucu, kitabı aç, Mevlânâ’mızla baş-başa kal, soluk-soluğa konuş; artık O söylesin, biz sustuk.

Bende-i bendegân-ı Mevlânâ

Abdülbâki GÖLPINARLI

 

divider11

1. BÖLÜM:

RAHMÂN VE RAHİM ALLAH ADÎYLE; ONA DAYANIRIM BEN

1. BÖLÜM: “Bilginlerin kötüsü, beyleri ziyaret eden bilgindir; beylerin hayırlısı da bilginleri ziyaret eden bey. Ne güzel beydir yoksulun kapısındaki bey; ne kötü yoksuldur beyin kapısındaki yoksul.”

Halk, bu sözün dış anlamını almıştır. Onlarca bilgin kişinin, bilginlerin kötülerinden olmaması için beylerin tapısına gitmemesi gerektir. Halbuki sözün anlamı, onların sandıkları gibi değildir. Asıl anlamı şudur:

Bilginlerin kötüsü, beylerden yardım gören, beyler yüzünden düzelen, doğru yolu tutan kişidir. Beyler bana ihsanlarda bulunsunlar, beni saysınlar, bana mevkii versinler kuruntusuyla, onlardan korkarak okumaya başlamıştır da beyler yüzünden işi düzene girmiştir; bilgisizliği bilgiye dönmüştür. Bilgin olunca da onların korkusundan, onların cezasından edep sahibi olur, ister-istemez doğru yolu tutar. Artık ne çeşit olursa olsun, ister görünüşte bey onun ziyaretine gelsin, ister o, beyi ziyarete gitsin, herhalde ziyaret eden odur, ziyaret edilense bey. Fakat bilgin, beyler yüzünden bilgiye sahip olmamışsa, önceden de, sonradan da bilgisi Tanrı için elde edilmişse o başka; balık nasıl sudan başka bir yerde yaşayamazsa, elinden başka bir şey gelmezse bu bilgin kişinin ele yolu-yordamı, ancak doğru yola gitmektir; bu, onun kendi huyundandır. Bu çeşit bilgini yürüten, çekindiren akıldır. Zamanında, bilsinler-bilmesinler, herkes onun heybetinden çekinir; onun ışığından onun aksinden yardım ister. Böylesine bilgin, beyin tapısına gitse bile gerçekte ziyaret eden beydir, ziyaret edilen kendisi. Çünkü herhalde bey, aldığını ondan alır, yardımı ondan görür; oysa beye aldırış bile etmez. O bilgin güneş gibi heryana ışık salar; işi-gücü, herşeye, herkese bağıştır. Güneşte taşları lâ’l, yakut, inci, mercan haline getirir; toprak dağları bakır, altın, gümüş madeni yapar; toprakları yeşertir, tazeleştirir; ağaçlara çeşit-çeşit meyveler bağışlar. Onun işi, sanatı vermektir, bağışlamaktır. Verir de almaz. Hani Araplarda söylene gelen bir atasözü vardır; “Biz vermeyi öğrendik, almayı öğrenmedik” derler; onun gibi. Hâsılı böylesine bilginler ziyaret edilenlerdir, beylerse ziyaret edenler.

Aklıma şu âyeti tefsîr etmek geldi. Söylediğim söze uygun da değil amma mademki aklıma geldi söyleyeyim de bitsin-gitsin.

Ulu Tanrı buyurur ki: “Ey Peygamber, ellerinizde bulunan tutsaklara de ki: Allah, yüreklerinizde hayırlı bir niyet bulunduğunu bilirse size, sizden alınandan daha da hayırlısını verir, suçlarınızı örter. Allah, suçları örten bir rahîmdir.”

Bu âyetin inişine sebep şudur:

Tanrı rahmet etsin, Mustafâ, kâfirleri bozmuş, öldürmüş, yağmalamış, birçok tutsak tutmuş, ellerini, ayaklarını bağlatıp getirtmişti. O tutsaklardan biri de, Tanrı razı olsun, amcası Abbas’tı, o da onların arasındaydı. Bütün gece bağlanmış, hiçbir şeye güçleri yetmez, aşağılık bir halde ağlıyorlar, inliyorlardı. Kendilerinden umut kesmişlerdi. Kılıcı, öldürülmeyi bekliyorlardı. Tanrı rahmet etsin, Mustafâ, onlara baktı da güldü. Onlar görüyorsun ya dediler, onda da insanlık hali var; halbuki bende insanlık huyu yok diye dâvaya kalkışmıştı. Dâvası, gerçeğe aykırıymış. İşte bak, bize bakıyor, bizi bağlanmış, zincirlere vurulmuş bir halde kendisine tutsak olmuş görüyor da seviniyor; tıpkı nefsine uyanlar gibi hani. Onlar da düşmana üst oldular, onları kahrolmuş gördüler mi sevinirler, çalıp çağırırlar.

Tanrı rahmet etsin, Mustafâ, içlerinden geçeni anladı da dedi ki:

Düşmanlarımı kahrettiğimi göreyim, yahut sizi ziyana uğramış göreyim de güleyim, sevineyim, hâşâ, bu benden uzak. Şu yüzden güleceğim geliyor: Can gözüyle görüyorum; bir topluluğu tutmuşum, külhandan cehennemden, o kapkara bacadan bağlarla, zincirlerle, çeke-sürüye, zorla cennete, Tanrı râzılığına, ölümsüz gül bahçesine götürüyorum da onlar, bizi bu tehlikeli yerden o gül bahçesine, o eminlik yurduna ne diye çekiyor, götürüyorsun diye ağlayıp bağırıyorlar; işte bu yüzden gülmem tutuyor. Bütün bunlarla beraber söylediğim sözü anlayacak, hali ap-açık görecek, can gözü daha sizde yok. Ulu Tanrı diyor ki: Tutsaklara söyle; de ki: Siz önce ordular topladınız; bir çok hazırlıklarda bulundunuz; erliğinize, yiğitliğinize, çokluğunuza güvendiniz. Kendi kendinize, Müslümanları şöyle edeceğiz, böyle kıracağız, kahredeceğiz dediniz. Gücünüzün-kuvvetinizin üstünde daha zorlu bir güç-kuvvet ıssı olduğunu görmüyordunuz. Yok ediciliğinizden daha üstün bir yok edicinin bulunduğunu bilmiyordunuz. Hâsılı şöyle olsun-böyle olsun diye ne tedbirde bulunduysanız hepsi de aksi çıktı. Şimdi korku içindesiniz amma hâlâ da o illetten tövbe etmediniz. Umudunuz yok, hâlâ da bir güç-kuvvet sahibi bulunduğunu görmüyorsunuz. Gücünüz-kuvvetiniz varken beni görmeniz, kendinizi bana karşı yok olmuş bilmeniz gerek ki işler kolaylaşsın. Korkuya düşünce benden umut kesmeyin ki sizi bu korkudan kurtarmaya, emin etmeye gücüm yeter. Ak öküzden kara öküz çıkaranın kara öküzden ak öküz çıkarmaya da gücü yeter.

“Geceyi uzatırsan, gündüzün bir kısmı gece olur; gündüzü uzatırsın, gecenin bir kısmı gündüz olur; ölüden diri çıkarırsın, diriden ölü belirtirsin” bu-yurulmuştur. Şimdi tutsaksınız; fakat tapımdan umut kesmeyin de elinizden tutayım sizin. “Tanrının rahmetinden umut kesmeyin; Tanrı rahmetinden kâfir olan topluluktan başkası umut kesmez.”

Şimdi Ulu Tanrı buyuruyor ki: A tutsaklar, önceki yolunuzdan döner, Korkuda da, umutta da beni görür, herhalde kendinizi yok etmeme karşı yok olmuş sayarsanız sizi bu korkudan kurtarırım; sizden yağmalanan, elinizden çıkan her malı tekrar veririm size; hattâ kat-kat fazlasını, daha da iyisini verir, sizi bağışlarım; dünya devletine âhiret devletini de katarım.

Abbas, tövbe ettim, tuttuğum yoldan döndüm dedi. Mustafâ, Ulu Tanrı ettiğin dâvaya delil ister buyurdu. Beyit:

Aşk dâvasına girişmek kolay,

Fakat o dâvâya kesin delil gerek. 

Abbas, hadi dedi, ne delil istiyorsan söyle. Mustafâ, Müslüman olduysan, Müslümanlığın iyiliğini istiyorsan, sende kalan malların bir kısmını müslüman ordusuna bağışla da Müslümanlık kuvvetlensin buyurdu. Abbas, a Tanrı Elçisi dedi, bende ne kaldı ki? Hepsini yağmaladılar; bir eski hasır bile bırakmadılar. Tanrı rahmet etsin, Mustafâ, gördün mü buyurdu, gerçek değilsin tuttuğun yoldan dönmedin; ne kadar malın var, nerde sakladın, kime ısmarladın, nereye gömdün, gizledin, söyleyeyim mi? Abbas, hâşâ dedi. Mustafâ buyurdu ki: Bu kadar malı anana vermedin mi; filân duvarın dibine gömmedin mi, ona, dönersem bana verirsin; esenlikle dönmezsem şu kadarını filân işe harcarsın, şu kadarını filâna verirsin, bu kadarı da senin olsun diye etraflıca vasiyette bulunmadın mı? Abbas bunu duyunca parmak kaldırdı, tam gerçeklikle inandı. Dedi ki: Ey gerçek peygamber, ben, Hâman gibi, Şeddad gibi daha başkaları gibi eski padişahlara nasıl felek yâr olduysa sana da yâr oldu, baht elverdi sanıyordum. Fakat bunu buyurdun ya, bildim-anladım ki bu devlet, o yandandır, Tanrı’dandır. Mustafâ buyurdu ki: Doğru söyledin bu sefer; içindeki şüphe ipi koptu, duydum; sesi kulağıma geldi. Canımın ta içinde gizli bir kulağım vardır, kim şüphe ve kâfirlik zünnârını koparırsa o gizli kulakla o koparma sesini duyarım, can kulağıma gelir. Şimdi doğru söyledin, iman ettin.

Mevlânâ buyurdu ki:

Bu tefsîri Emîr Pervâne’ye şunun için söyledim; dedim ki: Sen önce Müslümanlığa kalkan oldun. Kendimi feda edeyim. Müslümanlığın kalması, Müslümanların çoğalması için aklımı, tedbirimi kullanayım da Müslümanlık kalksın dedin. Kendi fikrine güvendin. Tanrıyı görmedin, herşeyi Tanrı’dan bilmedin. Böyle olunca da Ulu Tanrı o sebebi, o çalışmayı, Müslümanlığın zararına sebep etti. Çünkü sen Tatar’la bir olmuşsun, Şam’lıları, Mısır’lıları yok etmek, İslâm ülkesini yıkmak için onlara yardım ediyorsun, Tanrı, Müslümanlığın kalkmasına sebep olan tedbiri, Müslümanlığa zarar vermeye sebep kıldı. Şu halde Tanrı’ya yüz tut, çünkü korkulacak bir hal bu. Sadakalar ver de seni, kötü bir hal olan şu korkudan kurtarsın. Ondan umut kesme. Öyle bir ibadetten böyle bir suça attı seni; fakat o ibadeti kendinden gördün de o yüzden suça düştün. Şimdi suçta da umut kesme ondan; yalvar-yakar, o ibadetten suçu meydana getirenin,şu suçtan bir ibadet meydana getirmeye de gücü yeter. Sana bundan bir pişmanlık verir önüne sebepler çıkarır da gene Müslümanların çoğalmasına, Müslümanlığın kuvvetlenmesine çalışırsın. Umut kesme ki “Allanın rahmetinden, kâfir olan topluluktan başkası umut kesmez” Maksadım buydu, bunu anlasın da şu halde sadakalar versin, yalvarsın-yakarsın dedim; çünkü çok yüce bir halden aşağılık bir hale düştü; fakat bu halde de umutlanması gerek.

Ulu Tanrı aldatır; insanın, bana güzel bir tedbir elverdi, güzel bir iş belirdi, yüz gösterdi diye aldanmaması için güzel şekiller gösterir, içinde kötü şekiller vardır. Her görünen, göründüğü gibi olsaydı Peygamber o kadar keskin, o kadar aydın, o kadar aydınlatıcı görüşüyle gene de “Herşey nasılsa öyle göster bana” der miydi? Güzel gösterirsin, gerçekte çirkindir. Çirkin gösterirsin, gerçekte güzeldir, özdür. Şu halde bize herşeyi, nasılsa öyle göster de tuzağa düşmeyelim, biteviye yol azıtmayalım. Şimdilik senin tedbirin güzel olsa, aydın olsa bile onun tedbirinden daha iyi olamaz; o, böyle derdi. Şimdi sen de her görünene her tedbire güvenme; yalvar-yakar, kork. Maksadım buydu benim. Oysa bu âyeti, bu tefsiri; şu anda ordular çekmedeyiz; onlara dayanmamak, bozguna uğrasak bile o korku, o çaresizlik halinde, gene ondan umut kesmemek gerek tarzında kendi meramınca tevil etti; sözü dileğine göre anladı. Benim maksadımsa söylediğim şeyleri anlatmaktı.

Devamını Okumak İsterseniz Abdülbâki Gölpınarlı Çevirisi