FETVA-TAKVA (Kuş Avlayan Adam)
Mesnevi Hikâyelerinden Dersler: 34
FETVA-TAKVA
(Kuş Avlayan Adam)
Aptal bir kuşçağız çayırlığa gitti. Orada bir avcı tuzak kurmuş, tuzağın içine de bir miktar buğdayı yem diye serperek bir kenarda yaprakların, otların arasına gizlenmiş bekliyordu.
Kuşcağız gelerek onun etrafında dolaşmaya başladı adamın böyle yapraklara sarınması tuhafına gitti.
-Sen kimsin? Neden böyle yeşiller giyinmişsin, böyle tenha bir yerde ne bekliyorsun, vahşi hayvanlardan korkmuyor musun? diye sordu. Adam:
-Ben bir zâhidim. Dünyadan elimi, eteğimi çektim, böyle tenha bir yerde; otlarla yapraklarla beslenerek kanaat edip gidiyorum, dedi.
Kuş adama birçok soru sordu adam ona cevaplar verdi. Nihâyet kuşcağız o buğday tanelerini gördü.
-Bunlar kimindir? dedi. Adam:
-Bunlar bana kimsesi olmayan bir yetimin emânetidir, dedi. Kuş:
-Çok açım müsaade edersen bunlardan yiyip karnımı doyurayım, çünkü benim zaruretim var zaruri hallerde de leş yemek bile mübah olur, dedi. Adam:
-Bu buğdayları bana, beni emin bildikleri için emanet ettiler, yetim malı helâl olmaz, dedi.
Kuş çok açtı, ısrar etti:
-Ey zahit kişi müsaade et de şu buğdaydan yiyeyim, karnımı doyurayım,” dedi.
-Zarûret hakkında kendine bir fetva uydurdun, eğer gerçekten öyle değilse suçlu olursun, hatta zaruretin bile olsa çekinmen, haramdan sakınman daha iyidir, dedi.
Kuşun artık dayanmaya takati kalmamıştı, büyük bir iştahla buğdaylara hücum etti onları yemeye başladı. Başladı başlamasına, lâkin tuzağa da yakalandı. Kurtulmak için çırpınırken kendi kendine:
“Sahtekârların, yalancıların efsunlarına kananın hali böyle olur,” diyordu. Bunu duyan adam:
-Hayır Öyle değil, haksız yere yetim malını yiyen, gözlerini hırs bürümüşlerin lâyığı budur, dedi. (Mesnevî, c. VI, beyit: 435 vd. )
AÇIKLAMA
Hikâyemizin kurgusu biraz zayıf görünüyor. İlk bakışta kuşlara tuzak kuran ve yalan söyleyen adam çıkıyor karşımıza. Kuş mu daha bilgili, zâhid görünümlü adam mı daha bilgili tereddüte düşüyoruz. Sonunda hayatın gerçekleri ve tabiî ihtiyaçlar ağır basıyor, açlığa dayanamayan kuşcağız tuzağa yakalanıyor. Bir kere daha tekrarlarsak, Mevlânâ hikâye örgüsüne pek de önem vermez. Asıl söyleyeceklerini olayın arasına girerek dile getirir.
Hikâyedeki adam kendisinin “zâhid” olduğunu iddia eder. Bilindiği gibi “zühd” ve zâhidliğin özü, geçici ve dünyevî şeylere fazla önem vermemek, ebedî olana ve âhirete daha çok dikkat etmektir. Kendisini “zâhid” olarak tanıtan avcının dilinden çok güzel bir zâhidlik izahı verilir:
“Çocuklar oyundan hoşlanırlar ama geceleyin onları çeke çeke evlerine götürürler. Küçük çocuk oyuna başlarken soyunur, hırkasını, külâhını, ayakkabısını çıkarır atar. Hırsız da gelip onları kapıverir. Çocuk oyuna öyle bir dalar ki elbisesi aklına bile gelmez. Gece olur bir türlü oyunu bırakmaz, eve dönmeyi bir türlü akıl edemez.”
Ve bir âyet meâli hatırlatılır: “Duydun mu, dünyâ ancak bir oyundan ibârettir” (En’am, 6/32; Ankebut,29/64; Muhammed, 47/36)
“Sense oyuna daldın, elbiseni yele verdin, şimdi korkuya düştün. Gece gelmeden elbiseyi ara, gündüzü dedi koduyla zâyetme.”
Yapraklar arasına saklanıp kendisinin zâhid olduğunu söyleyen adama karşı, kuşun dilinden bu tür zâhidliğin doğru olmadığı hatırlatılır:
“Kuş dedi ki: Azîzim halvette oturma. Ahmed’in (Hz.Muhammed’in) dîninde râhiplik iyi değildir. Peygamber râhipliği nehyetti. Sen nasıl oldu da böyle bid’ate kapıldın?” (Mesnevî, VI, b. 478-79)
Bu beyitlerde Hz. Peygamber’in şu sözüne atıfta bulunulur: “Bize ruhbanlık yazılmadı” (Ahmed b.Hanbel, Müsned, IV, 226) Gerçekten İslâm dîninde ve tasavvuf düşüncesinde hiçbir zaman eski devirlerdeki Hristiyanlıkta uygulanan ruhbanlık anlayışına yer verilmemiştir. Burada kasdedilen “râhiplik” yâni “ruhbanlık”, evliliği ve kadınları terketmek, hattâ bu sebeple kendini hadım ettirmek şeklindeki uygulamadır.
Zâhidlik amacıyla halktan uzaklaşmak ve yalnız yaşama şeklindeki tatbikatın yanlış olduğunu, kuşun ağzından Hz. Mevlânâ şöyle dile getirir:
“Cuma namazı kılmak, namazı cemaatle edâ etmek, halka iyilik yapmalarını, Tanrı buyruklarını tutmalarını emretmek, kötülükte bulunmaktan çekinmek lâzım. Kötü huyluların zahmetlerini çekip sabretmek, bulut gibi halka menfaatli olmak gerek. İnsanların hayırlısı halka faydalı olandır babacığım. Taş değilsen, taşla toprakla işin ne?”
*
Bütün bu güzel nasihatleri veren kuşun varlığında maddî yan ağır basar, karnı açtır, oradaki buğday tanelerini yemek ister. Bu defa adamın hınzırlığı tutar; bunların yetim malı ve kendisine emânet edildiğini söyler.
Kuş ise çok acıktığını, ölmemek için, yenmesi haram olan şeylerin bile yenebileceğini hatırlatır: “Ben pek açım, şu anda bana leş bile helâl.”
Adam der ki: “Zarûret hakkında fetvâ veren sensin. Bil ki zarurî ihtiyacın yoksa suçlu olursun. Hattâ zarûretin varsa bile çekinmek daha iyi.”
Mevlânâ burada fıkhî bir konuya değinir. Kuşun ağzından Bakara sûresinin 173. âyetini hatırlatır: “Allah size yalnız şunları haram kıldı: Ölü hayvan, kan, domuz eti, bir de Allah’tan başkasına kesilen hayvanlar. Kim zor durumda kalırsa, aşırıya kaçmadan bunlardan yemesinde bir günah yoktur.”
Fıkıh ilminde “zarûretler haram şeyleri mübah kılar” kuralı vardır. Mecelle’de ise “Zarûretler, kendi miktarlarınca takdir olunur” denir. Bu konuda şu ifâdeler de vardır: “Mâni zâil oldukta memnû avdet eder” (Engel ortadan kalkınca yasak geri döner).”Iztırar gayrın hakkını iptal etmez” (Mecbûriyet, başkasına âit hakkı yok saymaz).
Bu noktada fıkh-ı zâhir ile fıkh-ı bâtın, yâni fıkıh ilmiyle tasavvuf ilmi işbirliği yapmak durumundadır. Fıkıh, kural koyar: Zorunluluk varsa yasak olan şey yenebilir. Ama bu mecbûriyet ve zarûretin gerçekliğini ve derecesini belirleyecek olan kişinin kendi vicdanıdır. Ruhsatla azîmet, fetvâ ile takvâ arasında tercih yapmak şahsın kendine düşer. Takvâlı davranış şahsî fedâkârlığı gerektirir.
Vâsıbe isimli sahâbî anlatır: Resûlüllah’a iyilik ve günahın ne olduğunu sordum. Elini göğsünün üstüne koyarak buyurdular ki: “Ey Vâsıbe, her ne kadar sana insanlar (müftüler) fetvâ vermiş de olsalar, sen kendi içinden, kendi kalbinden fetvâ al (bunu üç defa tekrarladılar). Resûlüllah devamla şöyle buyurdu: İyilik vicdânın ve kalbin gönül rahatlığıyla emin olduğu şeydir. Günah ise gönülde iz bırakan ve tereddüte yol açan şeydir.” (Ahmed b. Hanbel, IV, 228; Dârimî, büyû’2.)