Feryâd ki feryâdıma imdâd edecek yok mu !..
Feryâd ki feryâdıma imdâd edecek yok mu !..
“Ben sana , kendi siyasi emellerini, halkın emniyet ve huzurunun önününe geçirme demedim mi ? Sen ne yaptın , Moğol kafiri ile iş tutup , birlik olup Rükneddin’in başını yedin ! Buradaki birlik ve dirlik imkanını yok ettin ! Şimdi sen kim oluyorsun ki ben sana destek olacağım, dua edeceğim ? Sen artık Allah’tan yardım bekleme, bela oklarını bekle Emir !… Bela oklarını bekle…”,
Selçuklu Sultanı Rühneddin Kılıçaslan’ın Aksaray’da tuzağa düşürülüp şehit edilmesinden sonra , Emir Muineddin Pervane ile Mevlana arasındaki konuşmadan bir kesit aktardım. Selçukluda emir ; bildiğiniz vezir kelimesine karşılık geliyor. Pervane ise aslında ünvan ama Muineddin ile bütünleşmiş ki tek başına kullanıldığında sadece akla o gelir. Tanpınar’ın ifadesi ile : Moğol, Mısır politikası ve dahilî karışıklıklar arasında bazen üç dört kozu birden oynamaktan çekinmeyen, tahta padişahlar çıkartıp indiren, kafasında tirkeşindeki oktan ziyade hile ve tedbir bulunan o son derece zekî, ince hesaplı, bir inkıraz devrinin bütün meziyet ve reziletleriyle rahatça giyinmiş, büyük âlim, kudretli cenk adamı Muinüddin Pervane … Diye en yalın biçimde özetlenen adam. Halk deyimi ile ise “astığı astık , kestiği kestik, affettiği hapislik” olan tüm yetkileri elinde toplamış Selçuklu Veziri.
Mevlana’nın sohbetlerinin kayd edildiği eselerde sık rastalarsınız ve ilmi seviyesine hayeret edersiniz. Tarihi araştırma ve tezlerde de..Ancak yukarıdaki diyaloğu bunlarda pek göremezsiniz. Emir’e bela okları nereden geldi ve sonu ne oldu bir iki tıkla ulaşmanız mümkün ama ben size çok daha ilginç bir hikaye anlatacağım . Lütfen dikkatle takip edin :
Ünlü tarihçilerimizden biri, yıllar önce 20 kadar el yazması buldu. Çoğu ilmi içerikli olan bu yazmaların müellifi ise belli değildi. Ya hiç yazılmamış ya da sonradan mürekkep kazınmıştı. Bu gerçekten araştırılması gereken gizemli bir durumdu. Çünkü kültürmüzde kitabesiz bina ya da yazarsız kitaba nerededeyse hiç rastlamıyordu.
Kitapları iyice tetkik eden ve çevirisini de yapan tarihçi içerikte de yazanla ilgili bir kayıt bulamadı. Nedense yazarın adının “Mahmut ” olacağını varsaydı. Alim olduğuna göre de “Molla Mahmut ” diye anıldığına karar verdi. Sonra yazmaların adından yola çıkarak dönemin diğer eserlerini taradı. Yaklaşık yüzyıl sonraki bir kitapta geçen “Vezir Nasir , Tebsira sahibi olarak bilinirdi” kaydını bulunca oradan ilerledi.
Oysa “El Tebsira’tül” diye başlayan başka kitaplar da vardı . Ama olsun tarihçimiz “Mahmut” a bir de “Nasir” ekledi fakat bu kez de adamı vezir yapmak gerekiyordu. Fakat dönemin emirleri arasında bu isim yoktu.Yakın olan iki isime odaklandı : Emir Nasüriddin Ali ve Emir Nasirüddin Nusret. Nasirüddin Ali erken ölmüştü. Bu durumda tek seçenek Nusret kalıyordu. Böylece Nusretin bir ünvan olduğu varsayıldı ve gizemli yazarın tam adı Emir Molla Mahmud Nasüriddin Nusret oldu. Sonra eserlerinde o dönem meşhur bir kaç fıkra geçtiği için ve isim benzerliğinden bu adamın Nasreddin Hoca olduğuna karar verdi tarihçimiz . Ama daha bitmemişti.
Eflaki’de Emir Nasir , Mevlana’yı sevmeyenler arasında anılmıştı. Dolayısı ile onun özelliklerini tespit etmek için Mevlana’nın eserlerini bu gözle taramak gerkiyordu. Bu da gerçekten yapılması gereken şimdiye kadar denenmemiş bir çalışmaydı bu açıdan takdire şayandır. Ama varılan sonuç yine çok ilginç : Mevlana hiçbir olumsuz karakter ismi vermediği için mesnevideki onlarca hikaye içinden burnu kötü kokuya alışmış debbağ ve rüşvet yiyen kadı hikayesini seçen tarihçi kendi kafasındaki pazılı tamamladı. Debbağ yani deri işiyle uğraşan esnaf olduğu tahmin edilen Ahi Evran’a bağladı konuyu. Evran da yılan terbiye edip yılan zehri ile ilgilenmesinden dolayı takılan bir lakap olmalı dedi ve başta anlattığımız el yazmalarının gizemli sahibi tam olarak : Derici esnaf ve şeyh Ahi Evran- Nüktedan Molla Nasreddin Hoca- Molla Kadı Emir-i Dad (adalet bakanı) Nasüriddin Mahmut Nusret olarak ortaya çıktı. Bu isim ve özelliklerin tamamı bir tek kişye ait dikatinizi çekerim. Bir kısmı hayali bir kısmı gerçek olan bu şahsiyetlerin ne isimleri, ne doğum ölüm tarihleri , ne yaşadıkları şehirler ne de özellikleri uyuşmuyor. Hiç bir örtüşme yok.
Ama tarihçimiz belki de buluşunun heyecanı ile kameraların karşısına geçip : “Ahi Evran ve Nasreddin Hoca’yı Mevlana öldürdü. Çünkü o bir Moğol ajanıydı” dedi. Aslında buraya kadar her şey normal sayılabilir. Çünkü her ilim adamının özgürce kendi görüşünü , tezini varsayımını ortaya koyması en doğal hakkıdır.
Buna karşı , itirazlar veya anti-tezler yazılıp cevap verilebilirdi. Fakat konunun uzmanı, önde gelen tarihçilerimizden hiçbiri, böyle bir cümlesi yukarıdakini, bir sayfası öncekini çürüten, kendi kendini yok etmeye kodlanmış gibi bir metni, ilmi olarak ciddiye almadı. Dolayısı ile hemen hiçbir cevap verilmedi.
Sadece o dönem S.Ü. Mevlana Araştımaları Enstütüsü Müdürlüğünü yürüten Doç.Dr. Nuri Şimşekler bir tv kanalında kendisine uzatılan bir mikrofonla soru yöneltildiğinde belki de gayri ihtiyari sarf ettiği bir cümleden dolayı ünlü tarihçiye hakaret ettiği gerekçesi ile ciddi bir tazminata mahkum edildi. Ve ondan sonra konuya sahip çıkan ya da devamını araştıran kimse olmadı. Kamuoyunda mesele böyle kapanınca, bilen tarihçilerin umursamadığı tez yeni yetişenler için kesin tartışmasız bir kaynak haline geldi. Ve hiç kimsenin söyleyemediğini söylemek ve kimsenin bilmediği bir şeyi keşfettiğini zannetmek hissinin büyüsü onları da kapladı.
Tarihçinin kendi ifadesi ile içinde yeni bir bilgi olmayan, kendinden önceki eserleri ve bilimsel buluşları , teorileri özetleyen bu el yazmaları belki de medrese öğrencilerinin ders notlarıydı.
İş buraya kadar nasıl geldi yukarıda özetledim. Ve takdirinize bırakıyorum.
Ama gelinen nokta şu : Şu anda : Yunus Emre , Hacıbektaş, Ahi Evran , Sadrettin Konevi, Mevlana, Selçuklu , Moğol, Haçlılar, Anadoludaki teşkilatlar ve sair dönemle ilgili yapılan tüm akademik çalışmalar bu tez üzerine kuruluyor. Yaklaşık on yıldır yanlış bir tarih yazılıyor.
Belki akdemik işleyişten belki başka sebepten bilemiyorum ama kimse dönüp temel kaynakları baştan değerlendirmiyor. Yukarıda bahsi geçen tezi bile tamamen okuyan olduğunu sanmıyorum.Çünkü okusa çarpıklığı hemen görür. Ama herkes sadece kendi araştırdğı konuya odaklanıyor. Mesela Moğollar araştıran bir akademisyen girişte verdiğim Mevlana ve Emir Pervane arasındaki diyalogdan habersiz. Çünkü kesin kaynak kabul edilen tezde Mevlana’nın Moğollar aleyhine söylediği yazdığı hiçbir cümleye yer verilmiyor. Yerim olsa daha birçok örnek verebilirim ama şimdilik bu kadarla yetinmek zorundayım.
Daha fazla ayrıntıya girmeye de gerek yok işin ehli olanlar yanlış bir temel üstüne kurulan binanın sonunu gayet iyi bilirler. Artık iş çığırından çıkmış ve en üst makamdan yardım talebi zarureti hasıl olmuştur. Hayatı boyunca iftira kampanyaları ile mücadele etmiş en zor günlerinde bile Mevlana’nın şeb-i arus davetine icabetten geri durmamış Sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın ve Mevlana’nin manevi torunu olarak kabul gören Sayın Başbakanımız Ahmet Davutoğlu’nun bu konuya kayıtsız kalmayacaklarına gönülden inanıyorum. Zira konu sadece Mevlana’ya atılan iftira meselesi değildir. Ucu dışarıda bir başka güruh Yunus Emre’yi hırıstıyan , Hacıbektaşı luvi , Ahi Evren’i Devlet’e asi gösteren romanlarla piyasayı doldurmuş bu tezi de fırsat bilip Mevlana’yı Moğol taraftarı olarak bu isimlerin karşısına koymuş derin bir politika yürütmektedir.
Muhteşem Anadolu binasının duvarındaki harç diye övündüğümüz bu zatlar ayrıştırılarak , günümüzdeki ayrıştırma amaçlarına tarihi temeller arandığı ortada iken bu konuya kayıtsız kalmak mümkün değil diye düşünüyorum. Sayın Cumhurbaşkanı, Başbakan , Kültür Bakanımız ve ilgili tüm kişi ve kurumlara geleceğimiz için buradan sesleniyorum , feryad ediyorum. Tüm ayinleri şölenleri törenleri iptal edin ama gerçeklerin saptırılmasına , hakikatin örtülmesine izin vermeyin. Hele de bilimsel araştırma adı altında akademik çöplüklerimizin böyle kabarmasına…
En kötü gerçek , en iyi yalandan daha faydalıdır.
Fatma Şeref
http://www.memleket.com.tr/feryad-ki-feryadima-imdad-edecek-yok-mu-21895yy.htm